Evrimciler suda yaşayan canlıların zaman içinde evrim geçirip kara canlılarına dönüştüğünü iddia etmektedirler. Bu iddialarını doğrulayabilmek için de hem kara canlılarına hem de su içinde yaşayan canlılara benzer özelliklere sahip olan her canlıyı, bir ara geçiş formu olarak sunarlar. Ichthyostega da evrimcilerin ara form olarak göstermek istedikleri Devon döneminde yaşamış bir tür deniz canlısıdır. Suda yaşamak için yaratılmış bu canlının evrimciler tarafından balıklar ve amfibiyenler arasında yaşamış bir ara form olarak görülmesinin tek nedeni yüzgeç yapısının karada yürüyebilen ilkel bir ayak modeline benzetilmesidir. Ancak bu asılsız iddianın hiçbir bilimsel geçerliliği yoktur çünkü günümüzde de yarasa gibi uçabilen memeliler, Platypus gibi yumurtlayan memeliler, balina, yunus gibi suda yaşayan memeliler vardır.
Aynı şekilde geçmişte de bu tür canlılar yaşamıştır. "Ichthyostega" olarak anılan bu canlılar da yunuslar gibi denizde yaşamışlardır. Fakat bu canlının ara geçiş formu olduğunu göstermez, aksine orijinal ve sabit bir tür olduğunu gösterir. Aslında bunların ara geçiş formu olarak öne sürülmesinin evrim teorisine göre de rasyonel bir temeli yoktur. Günümüzde sözü edilen tüm sözde ara geçiş formları, işte bu tür çarpıtmaların birer ürünüdürler. Evrimcilere göre ayaklar kullanılarak yapılan ilk hareket, sığ sulak alanların dip kısımlarında yürüyen amfibiyen benzeri canlılar tarafından gerçekleştirilmişti. Cœlacanth balığının da dahil olduğu bu balıklar ise, uzunca bir süre bu yürüyüş biçimiyle hareket eden bir ara geçiş formu olarak tanımlanmışlardı. Evrimciler Cœlecanth'ın da zaman içerisinde evrim geçirerek bir amfibiyen olan Ichthyostega'ya dönüştüğünü iddia ediyorlardı. Ancak bu tamamen asılsız bir senaryoydu. Ünlü Nature dergisisinin editörü Henry Gee bile bir evrimci olmasına karşın Ichthyostega hakkındaki yanlış ve ön yargılı yaklaşımlar hakkında şu itirafı yapmıştı:
Ichthyostega'nın balıklarla son tetrapodlar arasında kayıp bir halka olduğu iddiası, önyargılarımız hakkında, üzerinde çalışmamız gereken yaratık hakkında olduğundan daha çok şey açığa çıkarmakta. Bu durum, gerçek bizim hayal edebildiğimizden çok daha geniş, sıra dışı ve farklı olabilecekken, bizim bu gerçek hakkında kendi kısıtlı deneyimimize dayalı ne kadar dar bir görüş ortaya koyduğumuzu göstermektedir.227
Yukarıdaki itiraftan da anlaşıldığı gibi sudan karaya geçiş iddiasını gösterebilecek tek bir somut delil bile yoktur. Bu gerçek Cœlecanth'ın bulunmasıyla da ortaya çıkmış ve evrimcilerin kurdukları senaryoların hayal ürünü olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.
"İçgüdü" kelimesi, evrimci bilim adamları tarafından, hayvanların doğuştan sahip oldukları bazı davranışları tanımlamak için kullanılır. Ancak hayvanların bu içgüdüleri nasıl edindikleri, içgüdü ile yapılan bir davranışın ilk olarak nasıl ortaya çıktığı ve bu davranışların nesilden nesle nasıl aktarıldığı sorusu her zaman cevapsızdır.
Evrimci genetikçi Gordon Rattray Taylor, içgüdülerle ilgili bu çıkmazı şöyle itiraf etmektedir:
İçgüdüsel bir davranış ilk olarak nasıl ortaya çıkıyor ve bir türde kalıtımsal olarak nasıl yerleşiyor diye sorsak, bu soruya hiçbir cevap alamayız.228
Gordon Taylor gibi itirafta bulunamayan bazı evrimciler ise bu soruları üstü kapalı, gerçekte bir anlam ifade etmeyen cevaplarla geçiştirmeye çalışırlar. Evrimcilere göre, içgüdüler canlıların genlerine programlanmış olan davranışlardır. Bu açıklamaya göre örneğin bir balarısı son derece muntazam ve bir matematik harikası olan altıgen petekleri içgüdüleri ile yapar. Diğer bir deyişle yeryüzündeki tüm balarılarının genlerinde kusursuz şekilde altıgen petek inşa etme içgüdüsü programlanmıştır. Eğer canlılar, davranışlarının büyük çoğunluğunu böyle davranmaya programlandıkları için yapıyorlarsa, onları kim programlamıştır sorusu sorulmalıdır. Hiçbir program kendi kendine oluşamayacağına göre, bu programın da mutlaka bir programcısı olmalıdır. Evrimcilerin "içgüdü" dedikleri veya "hayvanlar bunu yapmak için programlanmışlardır" diyerek açıklamaya çalıştıkları şey, aslında Allah'ın ilhamıdır.
Evrim teorisinin sahibi Charles Darwin de hayvanların davranışlarının ve içgüdülerinin, teorisi için büyük bir tehlike oluşturduğunu fark etmiş ve bunu Türlerin Kökeni isimli kitabında birkaç kez açıkça itiraf etmiştir:
İçgüdülerin birçoğu öylesine şaşırtıcıdır ki, onların gelişimi okura belki teorimi tümüyle yıkmaya yeter güçte görünecektir.229
Darwin'in oğlu Francis Darwin ise babasının mektuplarını derlediği The Life and Letters of Charles Darwin (Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları) isimli kitapta Charles Darwin'in içgüdülerle ilgili yaşadığı zorluğu şöyle aktarmıştır:
Çalışmanın (Türlerin Kökeni'nin) 3. Bölümü'nde birinci kısım tamamlanıyor ve hayvanların alışkanlıkları ile içgüdülerindeki varyasyonlardan söz ediliyor… Bu konunun yazının başlangıç kısmına dahil edilmesinin sebebi, içgüdülerin doğal seleksiyonla gerçekleştiği fikrini imkansız olarak değerlendiren okuyucuların aceleyle teoriyi reddetmemesini sağlamak. Türlerin Kökeni'nde yer alan İçgüdüler Bölümü özellikle "teorinin en ciddi ve en açık zorluklarını içeren" konu.230
Evrimciler, cevapsız kaldıklarında bazen de ortaya şöyle bir iddia atarlar: "Hayvanlar tecrübe yoluyla bazı davranışları öğrenirler ve bu davranışların iyi olanları doğal seleksiyon tarafından seçilir. Daha sonra bu iyi olan davranışlar kalıtım yoluyla bir sonraki nesle aktarılır."
Bu iddiadaki mantık hataları ve bilim dışı düşünceler açıktır:
Darwin'in bu tezi doğayı, faydalı ve zararlı davranışları ayırt edebilen, bilinçli ve karar verebilen bir güç olarak göstermektedir. Doğada bu ayrımı yapabilecek herhangi bir güç veya bilinç bulunmamaktadır. Ne hayvanın kendisi, ne de doğada bulunan herhangi bir varlık "hangi davranışın yararlı olduğu" kararını verebilecek bir yeteneğe sahip değildir. Bu seçimi sadece, doğayı ve söz konusu canlıyı yaratmış olan bilinç ve akıl sahibi bir Varlık yapabilir.
Aslında Darwin'in kendisi de karmaşık ve faydalı davranışların doğal seleksiyon yoluyla kazanılmış olmasının imkansız olduğunu itiraf etmiş, ancak kendi iddiasının hayal gücüne daha uygun olduğunu ve bu nedenle saçma olmasına rağmen bu iddiayı sürdürdüğünü belirtmiştir:
... Sonunda, yavru guguğun üvey kardeşlerini yuvadan atması, karıncaların köleleştirmesi… gibi içgüdüleri, özellikle bağışlanmış ya da yaratılmış içgüdüler olarak değil de, bütün organik yaratıkların ilerlemesine yol açan genel bir yasanın, yani çoğalmanın, değişmenin, en güçlülerin yaşamasının ve en zayıfların ölmesinin küçük belirtileri olarak görmek, mantıklı bir sonuç çıkarma olmayabilir, ama benim hayal gücüm için çok daha doyurucudur.231
Türkiye'nin önde gelen evrimcilerinden Prof. Dr. Cemal Yıldırım ise, annenin yavru sevgisi gibi davranışların doğal seleksiyon ile açıklanamayacağını şöyle itiraf etmektedir:
Annenin yavru sevgisini, hiçbir ruhsal öğe içermeyen "kör" bir düzenekle (doğal seleksiyon) açıklamaya olanak var mıdır? Biyologların (bu arada Darwinciler'in) bu tür sorulara doyurucu yanıt verdiklerini söylemek güçtür, kuşkusuz.232
Bilinci ve aklı olmayan bu canlılarda birtakım manevi özellikler bulunduğuna ve bu manevi özellikleri kendi iradeleriyle kazanmaları mümkün olmadığına göre, bunu onlara veren bir güç olmalıdır. Doğal seleksiyon mekanizması ve doğanın kendisi, ne şuura, ne de bu manevi özelliklere sahip değildir ve bu nedenle canlıların sahip oldukları bu özelliklerin kaynağı olamazlar. Çok açık olarak görülen gerçek şudur: Tüm canlılar Allah'ın iradesinin ve kontrolünün altında yaşarlar. Bu nedenledir ki, bilinçsiz canlıların yaşadığı doğada sık sık, insanı hayrete düşüren, "bu hayvan bunu nereden biliyor" veya "bu hayvan bunu nasıl düşünebilir?" dedirten hayret ifadelerimize neden olan, son derece bilinçli davranışlar görürüz.
Evrimcilerin iddialarının ikinci aşamasında, doğal seleksiyon yoluyla kazanılan davranışların kalıtım yoluyla sonraki nesillere aktarılmaları gerekmektedir. Ancak bu iddiaları da birçok yönden tutarsızlıklarla doludur. Herşeyden önce hayvanlar tecrübe yoluyla bir davranışı öğrenseler bile, sonradan kazanılmış bir davranışın genetik olarak bir sonraki nesle aktarılması imkansızdır. Öğrenilen bir davranış, sadece bu tavrı öğrenen canlıya ait olur. Bir davranış şeklinin canlının genlerine aktarılması kesinlikle mümkün değildir.
Evrimci Gordon R. Taylor, bazı biyologların davranışların kalıtımsal olarak sonraki nesillere aktarılabildiği iddiasını, "acınacak" bir iddia olarak değerlendirmektedir:
Biyologlar belirli bazı davranış şekillerinin kalıtımının mümkün olduğunu ve aslında bunun gerçekten görüldüğünü kabul ederler. Dobzhansky şunu iddia etmektedir: "Tüm beden yapıları ve fonksiyonlar, hiçbir istisna olmaksızın, çevresel zincirler sırasında oluşan kalıtımın ürünleridir. Bu durum, hiçbir istisna olmaksızın tüm davranış şekilleri için de geçerlidir". Bu doğru değildir ve Dobzhansky gibi saygın birinin bunu dogmatik olarak savunması acınacak bir durumdur. Bazı davranış şekillerinin kalıtımsal olduğu doğrudur; ancak tümünün kalıtımsal olduğunu söylememize imkan yoktur.
Açık olan gerçek şudur ki, genetik mekanizmanın belirli bazı davranış biçimlerini nesilden nesle aktarabildiğine dair en küçük bir belirti bile görülmemektedir. Genetik mekanizma sadece protein üretir. Belirli hormonlardan daha fazla üreterek davranışı genel olarak etkileyebilir; örneğin bir hayvanı daha agresif veya daha pasif yapabilir ya da bir canlıyı annesine daha bağımlı hale getirebilir. Ancak yuva yaparken gereken bir dizi hareket gibi belirli bir davranış programını nesilden nesle aktarabildiğine dair hiçbir delil yoktur.
Eğer davranış gerçekten kalıtımsal ise, o halde nesilden nesle aktarılan davranışın birimi nedir? Çünkü birimler olduğu varsayılmaktadır. Hiç kimse bu soruya bir cevap verememiştir.233
Gordon Taylor'ın da belirttiği gibi, karmaşık davranış biçimlerinin kalıtımsal olduklarını iddia etmek bilimsel değildir. Kuşların yuva yapmaları, kunduzun baraj kurması, arıların petek inşa etmeleri gibi bilinç, tasarım gerektiren karmaşık davranışlar için "kalıtımsal" demek, bu davranışların kökenini açıklamamaktadır.
İşte Charles Darwin'in de 150 yıl önce sorduğu bu soruyu evrimciler hala cevaplayamamışlardır. Darwin bu çelişkiyi şöyle dile getirmiştir:
Bir tek kuşakta alışkanlıkla birçok içgüdü edinildiğini ve sonra ardışan kuşaklara soyaçekimle iletildiğini varsaymak ağır bir yanılgı olur. Bildiğimiz en şaşırtıcı içgüdüler, örneğin balarısının ve karıncaların birçoğunun içgüdüleri, alışkanlıkla kazanılmış olamaz.234
Bir işçi karınca, ya da bir başka eşeysiz böcek, sıradan bir hayvan olsaydı, bütün ıralarının (özelliklerinin) Doğal Seçmeyle yavaş yavaş edinilmiş olduğunu, yani yararlı küçük değişikliklerle doğan ve bunları soyaçekimle döllerine ileten bireylerin varlığını ve onların döllerinin yeniden değiştiğini ve yeniden seçildiğini vb. hiç duraksamadan kabul ederdim. Ama işçi karınca ana babasından büyük ölçüde farklı bir böcektir ve üstelik tümüyle kısırdır; bu yüzden art arda edinilmiş yapı ve içgüdü değişikliklerini döllerine iletmesi söz konusu olamaz. Bu durumun Doğal Seçme teorisiyle nasıl uzlaştırılabileceği elbette sorulur.235
Darwin önceki konularda açıkladığımız çelişki ve imkansızlıkların farkına varmış ve içgüdülerin doğal seçmeyle kazanılıp sonra değişime uğraması yönündeki iddiaları şöyle sorgulamıştır:
... İçgüdüler Doğal Seçmeyle kazanılabilir ve değişikliğe uğratılabilir mi? Arıyı büyük matematikçilerin buluşlarını çok önceden uyguladığı petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz? 236
Bu çelişkiyi balıklardan bir örnek vererek daha açık hale getirebiliriz:
Balıkların tamamen kendilerine has üreme, avlanma, savunma ve yuva yapma yöntemleri vardır. Bu özellikler, suyun altındaki şartlara göre mükemmel bir şekilde ayarlanmıştır. Bazı balıklar üreme mevsimlerinde yumurtalarını deniz altındaki bir kayaya yapıştırırlar ve yüzgeçlerini sallayarak yumurtaların oksijen almalarını sağlarlar.
O zaman bu balıklar evrimleşirken, aynı zamanda içlerinden gelen sesin, yani içgüdülerinin de büyük değişikliklere uğraması gerekmektedir. Üstelik bu ses o kadar değişmelidir ki, bu balık birdenbire kara canlılarında olduğu gibi yüksek yerlerde mükemmel yuvalar inşa etmeye başlasın, yumurtalarının gelişimi için kuluçkaya yatsın!
Nitekim Darwin de Türlerin Kökeni'nde teorisine yöneltilen bu eleştiriye şöyle yer vermiştir:
İçgüdülerin kökeni konusundaki bu görüşe şöyle itiraz edildi: "Yapı ve içgüdü değişimlerinin zamandaş olması ve birbirine tümüyle uygun düşmesi zorunludur; çünkü birinin öbüründe uygun bir karşılığı bulunmayan bir değişikliği öldürücü olurdu."237
Görüldüğü gibi hayvanlardaki davranışları, içgüdülerin kökenini evrimsel bir süreçle, tesadüflerle veya "tabiat ana" ile açıklamak mümkün değildir. Canlıların gösterdikleri davranışların kaynağı, ne kendi vücutlarında, ne de doğada bulunmaktadır. Tüm canlılar Allah'ın ilhamıyla biyolojik yapılarına ve bulundukları ortama en uygun tavrı gösterirler.
Tüm fosil kayıtlarının yanı sıra, insanlarla maymunlar arasındaki aşılamaz anatomik uçurumlar da insanın evrimi masalını geçersiz kılar. Bu uçurumların biri, yürüyüş şeklidir.
İnsan iki ayağı üzerinde dik yürür. Bu, başka hiçbir canlıda rastlanmayan, çok özel bir hareket şeklidir. Diğer bazı hayvanlar ise iki ayaklı olarak sınırlı bir hareket kabiliyetine sahiptirler. Ayı ve maymun gibi hayvanlar ender olarak (örneğin bir yiyeceğe ulaşmak istediklerinde) iki ayakları üzerinde kısa süreli hareket edebilirler. Normalde öne eğik bir iskelete sahiptirler ve dört ayakla yürürler. Fakat iki ayaklılık, evrimcilerin iddia ettiği gibi, maymunların dört ayaklı yürüyüşünden evrimleşmemiştir.
İnsan iskeleti dik yürümeye uygun olarak yaratılmıştır. Maymun iskeleti ise, öne eğik yapısı, kısa bacakları ve uzun kolları ile, dört ayaklı bir hareket biçimine uygundur. Bu iki yapı arasında bir "geçiş formu" oluşması ise, bu geçiş formunun verimsizliği nedeniyle mümkün değildir. |
Öncelikle iki ayaklılık evrimsel bir avantaj değildir. Zira, maymunların hareket şekli insanın iki ayaklı yürüyüşünden daha kolay, hızlı ve verimlidir. İnsan ne bir şempanze gibi ağaçlar arasında daldan dala atlayarak ilerleyebilir, ne de bir çita gibi saatte 125 km hızla koşabilir. Aksine insan, iki ayağı üzerinde yürüdüğü için yerde çok daha yavaş bir biçimde hareket edebilir ve bu nedenle doğadaki canlıların en savunmasızlarından biridir. Dolayısıyla, evrimin kendi mantığına göre, maymunların iki ayaklı yürümeye yönelmelerinin hiçbir anlamı yoktur. Aksine, evrime göre insanlar dört ayaklı hale gelmelidirler.
Evrimci iddianın bir diğer çıkmazı ise, iki ayaklılığın Darwinizm'in "aşama aşama gelişme" modeline kesinlikle uymamasıdır. Evrimin temelini oluşturan bu model, evrimin bir aşamasında iki ayaklılıkla dört ayaklılık arasında "karma" bir yürüyüş olmasını zorunlu kılar. Oysa İngiliz paleoantropolog Robin Crompton, 1996 yılında bilgisayar yardımıyla yaptığı araştırmalarda bu çeşit bir "karma" yürüyüşün (bkz. Karma yürüyüş) imkansız olduğunu göstermiştir. Crompton'un vardığı sonuç şudur: "Bir canlı ya tam dik, ya da tam dört ayağı üzerinde yürüyebilir."238 Bu ikisinin arası bir yürüyüş biçimi, enerji kullanımının aşırı derecede artması nedeniyle mümkün olmamaktadır. Bu yüzden yarı-iki ayaklı bir canlı var olması mümkün değildir. (bkz. Dik yürümenin kökeni)
İlkel atmosfer terimi dünyanın oluştuğu ilk dönemlerde yeryüzünü saran atmosferi tanımlamak için kullanılır. Evrim teorisi savunucuları, uzun yıllar ilkel atmosferin, canlıların yapıtaşlarını oluşturabilecek organik bileşimlerin sözde kendiliğinden oluşabilmesine imkan sağlayacak bir karışımdan meydana geldiğini savundular. Evrimciler ilkel atmosferi oluşturan gaz karışımının amonyak, metan, hidrojen ve su buharından oluştuğunu varsaymaktaydılar. Bu varsayıma dayanarak canlılığın yapıtaşları olan amino asitleri sentezlemeye yönelik pek çok deney yaptılar. Bu deneylerdeki amaç, ilkel atmosfer şartlarını laboratuvar ortamında sağlayarak, bu ortamda amino asit moleküllerini sentezleyebilmekti. Bu deneylerin göz boyamadan öte evrimi destekleyen hiçbir yönü yoktu. Çünkü herşeyden önce söz konusu ortam her açıdan kontrollü bir laboratuvar ortamıydı. Böyle bir laboratuvar ortamında amino asit sentezi yapmanın, ilkel dünyanın kontrolsüz, düzensiz ve şiddetli tahrip edici ortamında amino asitlerin kendiliğinden oluşmasıyla hiçbir benzer yönü yoktu.
İlkel atmosfer deneyleri adı verilen bu serinin en meşhuru "Miller Deneyi" adı verilen deneydir. Stanley Miller bu deneyde amino asitlerin "tesadüfen" oluşabileceklerini göstermek için ilkel dünya atmosferine benzer yapay bir ortam hazırladı. Bunun için de ilkel atmosferde bulunduğunu varsaydığı -daha sonraları ise bulunmadığı anlaşılacak olan- amonyak, metan, hidrojen ve su buharını bir deney düzeneğinde reaksiyona soktu. Bu deney sonucunda birkaç amino asit türünü sentezledi. (bkz. Miller Deneyi) Ne var ki, sonraki yıllarda yapılan araştırmalar Miller'in ilkel atmosferde bulunduğunu var saydığı gaz karışımının gerçeği yansıtmadığı ortaya koydu. İlkel atmosferde bulunduğu anlaşılan karbondioksit, azot gibi gazların ise amino asitleri ve diğer organik bileşikleri oluşturmaya kimyasal olarak elverişli olmadıkları görüldü. Ünlü evrimci bilim dergisi Earth 1998'in Şubat Ayı'nda yayınlanan "Yaşamın Potası" başlıklı makalede bu gerçeği şöyle itiraf etmiştir:
Bugün Miller'ın senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır. Bir nedeni, jeologların ilkel atmosferin başlıca karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul etmeleri. Bu gazlar ise 1953'teki deneyde (Miller Deneyinde) kullanılanlardan çok daha az aktifler. Kaldı ki, Miller'ın farz ettiği atmosfer var olmuş olabilseydi bile, amino asitler gibi basit molekülleri çok daha karmaşık bileşiklere, proteinler gibi polimerlere dönüştürecek gerekli kimyasal değişimler nasıl oluşabilirdi ki? Miller'ın kendisi bile, problemin bu noktasında ellerini ileri uzatıp, "bu bir sorun" diyerek şiddetle iç çekmekte, "polimerleri nasıl yapacaksınız? Bu o kadar kolay değil..."239
Görüldüğü gibi, Miller'ın kendisi dahi bugün deneyinin, yaşamın kökenini açıklama adına bir anlam ifade etmediğinin farkındadır. National Geographic'in Mart 1998 Sayısı'ndaki, "Yeryüzündeki Yaşamın Kökeni" başlıklı makalede ise, konuyla ilgili şu satırlara yer verilir:
Pek çok bilim adamı bugün, ilkel atmosferin Miller'ın öne sürdüğünden farklı olduğunu tahmin ediyor. İlkel atmosferin, hidrojen, metan ve amonyaktan çok, karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar için kötü haber! Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda. Koca bir yüzme havuzuna atılan bir damla gıda renklendiricisiyle aynı oranda bir yoğunlukta... Bilim adamları, bu derece seyrek çözeltideki bir çorbada hayatın ortaya çıkmasını hayal etmeyi bile güç buluyor.240
Kısacası, ne Miller Deneyi ne de başka herhangi bir evrimci çaba, yeryüzünde hayatın nasıl oluştuğu sorusunu cevaplayamamaktadır. Tüm araştırmalar, hayatın rastlantılarla ortaya çıkmasının imkansızlığını ortaya koymakta ve böylece hayatın yaratılmış olduğunu göstermektedir.
(Bkz. Kimyasal çorba)
Proteinler, amino asit isimli çok küçük moleküllerin belli bir düzen içinde aralarında özel bağlar kullanarak birleşmelerinden meydana gelirler. Proteinlerin bu yapısı, evrimciler için büyük bir çıkmazdır. |
Evrimciler, canlılığın yapıtaşı olan amino asitlerin ilkel dünya ortamında kendi kendilerine oluştuklarını iddia ederler. Ancak -bilinçli olarak düzenlenmiş kontrollü laboratuvar ortamlarında yapılan kimyasal sentezler dışında- doğada amino asitlerin kendiliğinden oluşabileceklerine dair hiçbir bilimsel delil ve gözlem bulunmamaktadır. Kaldı ki ikinci aşamada, evrimcileri, amino asitlerden çok daha büyük bir problem beklemektedir: "Proteinler". Yani yüzlerce farklı amino asitin belirli bir sıra içinde birbirlerine eklenerek oluşturdukları canlılığın yapıtaşları...
Proteinlerin doğal şartlarda tesadüfen oluştuklarını öne sürmek, amino asitlerin tesadüfen oluştuklarını öne sürmekten çok daha akıl ve mantık dışı bir iddiadır. Amino asitlerin proteinleri oluşturmak üzere uygun dizilimlerde tesadüfen birleşebilmeleri matematiksel olarak da imkansızdır. Ayrıca protein oluşumu, kimyasal olarak da ilkel dünya koşullarında mümkün değildir. (bkz. İlkel atmosfer; Kimyasal çorba)
İndirgemecilik, madde gibi görünmeyen şeylerin de aslında maddesel etkenlerle açıklanabileceği düşüncesidir. Evrim teorisinin temelinde yatan materyalist felsefe, var olan herşeyin sadece madde olduğu varsayımına dayanır. (bkz. Materyalizm) Bu felsefeye göre madde sonsuzdan beri vardır, hep var olacaktır ve maddeden başka bir şey yoktur. Materyalistler, bu iddialarına destek sağlamak için "indirgemecilik" olarak adlandırılan bir mantık kullanırlar.
Örneğin insanın zihni "elle tutulur, gözle görülür" bir şey değildir. Dahası insan beyninde bir "zihin merkezi" de yoktur. Bu durum bizi ister istemez, zihnin madde-ötesi bir kavram olduğu sonucuna götürür. Yani "ben" dediğimiz düşünen, seven, sinirlenen, üzülen, zevk alan ya da acı çeken varlık; bir koltuk, bir masa ya da bir taş gibi maddesel bir varlık değildir.
Materyalistler ise, zihnin "maddeye indirgenebilir" olduğu iddiasındadırlar. Materyalist iddiaya göre bizim düşünmemiz, sevmemiz, üzülmemiz ve tüm diğer zihinsel faaliyetlerimiz, aslında beynimizdeki atomlar arasında meydana gelen kimyasal reaksiyonlardan ibarettir. Bir insanı sevmemiz beynimizde bulunan bazı hücrelerdeki bir kimyasal reaksiyon, bir olay karşısında korku duymamız bir başka kimyasal reaksiyondur. Ünlü materyalist filozof Karl Vogt, bu mantığı "karaciğer nasıl öd sıvısı salgılıyorsa, beyin de düşünce salgılar" şeklindeki ünlü sözüyle ifade etmiştir.241 Elbette öd sıvısı bir maddedir, ama düşüncenin madde olduğunu gösterecek hiçbir kanıt yoktur.
Darwinist teoriyi bilimsel bulgular karşısında sorgularken başvurulması gereken en temel kaynaklardan biri, kuşkusuz Darwin'in kendi koyduğu kıstaslardır. Darwin, teorisini ortaya atarken, bu teorinin nasıl yanlışlanabileceğine dair birtakım somut ölçüler de belirlemiştir. Türlerin Kökeni adlı kitabının pek çok bölümünde "eğer teorim doğruysa" diye başlayan pasajlar yer alır ve Darwin bu pasajlarda teorisinin gerektirdiği bulguları tarif eder. Darwin'in bu sözlerinden biri şöyledir:
Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır. Ama ben böyle bir organ göremiyorum.242
Darwinizm canlıların kökenini iki bilinçsiz doğa mekanizması ile açıklamaktadır: Doğal seleksiyon ve rastlantısal değişiklikler (mutasyonlar). Darwinist teoriye göre bu iki mekanizma, canlı hücresinin kompleks yapısını, kompleks canlıların vücut sistemlerini, gözleri, kulakları, kanatları, akciğerleri, yarasaların sonarını ve daha milyonlarca karmaşık tasarımlı sistemi meydana getirmiştir.
1. Dış düz kas | 4. Koroidea | 7. İç düz kası | 10. Göz bebeği |
İnsan gözü, yaklaşk 40 ayrı parçanın uyum içinde çalışmasıyla işlev görür. Bunların birisi olmasa, göz hiçbir işe yaramaz. Bu 40 ayrı parçanın her biri, ayrı ayrı kompleks bir yaratışa sahiptir. Evrim teorisi, bu denli kompleks bir organın nasıl oluştuğu sorusuna cevap verememektedir. |
Ancak son derece kompleks yapılara sahip olan bu sistemlerin iki bilinçsiz doğal etkenin ürünü sayılması, hem bilim dışı hem de akıl ve mantığa aykırı bir iddiadır. İşte bu noktada Darwinizm'in başvurduğu kavram, "indirgenebilirlik" kavramıdır. Söz konusu sistemlerin çok daha basit hale indirgenebilecekleri ve sonra da kademe kademe gelişmiş olabilecekleri iddia edilir. Her kademe, canlıya biraz daha avantaj sağlayacak, böylece doğal seleksiyon vasıtasıyla seçilecektir. Daha sonra tesadüfen küçük bir gelişme daha olacak, bu da avantaj sağlayıp seçilecek ve bu süreç devam edecektir. Bu sayede, Darwinizm'in iddiasına göre, önceden gözü olmayan bir canlı türü kusursuz bir göze sahip olacak, önceden uçamayan bir başka tür de kanatlanıp uçar hale gelecektir.
Bu hikaye evrimci kaynaklarda çok ikna edici ve makul bir hikaye gibi anlatılır. Oysa biraz detayına inildiğinde, ortada çok büyük bir yanılgı olduğu görülmektedir. Bu yanılgının birinci yönü, mutasyonların geliştirici değil, tahrip edici bir mekanizma oluşudur. Yani canlılara isabet edecek rastlantısal mutasyonların bu canlılara "avantaj" sağlamaları, hem de bunu binlerce kez üst üste yapmaları, tüm bilimsel gözlemlere aykırı bir hayaldir.
Ancak yanılgının çok önemli bir yönü daha vardır. Dikkat edilirse Darwinist teori, bir noktadan bir başka noktaya (örneğin kanatsız canlıdan kanatlı canlıya) doğru giden aşamaların hepsinin tek tek "avantajlı" olmasını gerektirmektedir. A'dan Z'ye doğru gidecek bir evrim sürecinde B, C, D... U, Ü, V ve Y gibi tüm "ara" kademelerin canlıya mutlaka avantaj sağlaması gerekmektedir. Doğal seleksiyon ve mutasyonun bilinçli bir şekilde önceden hedef belirlemeleri mümkün olmadığına göre, tüm teori canlı sistemlerinin avantajlı küçük kademelere "indirgenebileceği" varsayımına dayanmaktadır.
İşte Darwin bu nedenle, "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" demiştir.
Darwin, 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde canlıların indirgenebilir bir yapıda olduklarını düşünmüş olabilir. Ancak 20. yüzyılın bilimsel bulguları, gerçekte canlılardaki pek çok sistem ve organın basite indirgenemez olduklarını ortaya koymuş durumdadır. "İndirgenemez komplekslik" adı verilen bu olgu, Darwinizm'i tam da Darwin'in endişe ettiği gibi "kesinlikle" yıkmaktadır.
İnsan gözü daha basite indirgenemez yapısıyla bu tür sistemlere çok net bir örnektir. Çünkü göz, tüm detayları ve parçalarıyla birlikte var olmadığı sürece işlev görmez. Bu tür bir kompleks yapıyı meydana getiren bilincin, geleceği önceden hesaplayarak sadece en son aşamada elde edilecek olan faydayı amaçlaması gerekir. Evrim mekanizmalarının ise böyle bir bilinç ve irade ile kompleks organlar ortaya çıkarmaları kesinlikle mümkün değildir.
Charles Darwin, 1871 yılında yayınladığı The Descent of Man (İnsanın Türeyişi) isimli kitabında maymunlar ve insanların ortak bir ataya sahip olduklarını, çevre koşullarının etkisiyle bu iki türün zaman içinde farklılaştığını öne sürüyordu. Darwin aynı zamanda "insan ırkları arasındaki eşitsizliğin apaçıklığı" hakkında da birçok çıkarım yapıyordu.243
Darwin'in bu kitapta ortaya koyduğu görüşlere göre, insan ırkları evrimin farklı basamaklarını temsil ediyordu ve bazı insan ırkları diğer insanlara göre daha çok evrimleşmiş ve ilerlemişlerdi. Bazıları ise, neredeyse hala maymunlarla aynı düzeydeydi. Darwin kitabında bu aşağı ırkların yok olmaları gerektiğini, gelişmiş insanların onları yaşatmak ve korumak için çalışmalarının gereksiz olduğunu iddia etmiş ve bu durumu damızlık hayvan yetiştiricileri ile karşılaştırmıştır:
Yabanıl insanların vücutça ve kafaca zayıf olanları eleniverir; ve sağ kalanlar, çoğunlukla, gerçekten sağlıklı kimselerdir. Öte yandan biz uygar insanlar, elenme sürecini engellemek için elimizden geleni yaparız; geri zekalılar, sakatlar ve hastalar için bakımevleri kurarız; yoksulları koruma yasaları çıkarırız; tıp uzmanlarımız, her hastayı yaşatmak için en son ana dek bütün ustalıklarını gösterir… Böylece uygarlaşmış toplumların zayıf bireyleri kendi soylarını sürdürmektedir. Evcil hayvan yetiştiriciliği yapmış hiç kimse bunun insan ırkına büyük bir zarar vereceğinden kuşku duymaz.244
Darwin söz konusu kitabında zenciler ve Avustralya yerlileri gibi ırkları gorillerle aynı statüye sokmuş, sonra da bunların "medeni ırklar" tarafından zamanla yok edilecekleri kehanetinde bulunarak şöyle demiştir:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır.245
Darwinizm, ortaya atıldığı tarihten itibaren ırkçılığın en önemli sözde bilimsel dayanağı olmuştur. Canlıların bir yaşam mücadelesi içinde evrimleştiklerini varsayan Darwinizm toplumlara uygulanmış ve ortaya "Sosyal Darwinizm" olarak bilinen akım çıkmıştır. (bkz. Sosyal Darwinizm) Darwin'e göre "medeni insana" düşen görev, bu evrimsel süreci hızlandırmak üzere zaten yok olacak olan geri kalmış ırkların yok edilmelerini sağlamaktır. (bkz. Darwinizm ve Irkçılık)
Nitekim günümüzde halen rastladığımız ırkçı ve ayrımcı uygulamalar da, Darwin tarafından bu şekilde sözde meşrulaştırılan fikirlerden destek almaktadır.
Darwinist iddia, bugün yaşayan insanın maymunsu birtakım yaratıklardan evrimleştiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, günümüz insanı ile sözde ataları arasında birtakım "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen Australopithecus ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş eski bir maymun türünden başka bir şey değildir. Australopithecuslar'ın çeşitli türleri bulunur; bunların bazıları iri yapılı, bazıları ise daha küçük ve narin yapılı maymunlardır. (bkz. Australopithecus)
Hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı halde evrimciler tarafından sık kullanılan bir rekonstrüksiyon. |
İnsan evriminin bir sonraki safhasını evrimciler, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmiş canlılardır. Bu türün evriminin en son aşamasında ise, Homo sapiens, yani günümüz insanının oluştuğu öne sürülür.
Evrimciler "Australopithecines > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını yaparken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecines, Homo habilis ve Homo erectus'un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (günümüz insanı) ile aynı ortamda yanyana bulunmuşlardır. Bu ise elbette bu canlıların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır.
20. yüzyıl biliminin çökerttiği iddialardan biri de "tesadüf" iddiasıdır. 1960'lı yıllardan itibaren yapılan araştırmalar, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlandığını ortaya koymaktadır. Araştırmalar derinleştirildikçe, evrendeki fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının, yerçekimi, elektromanyetizma gibi temel kuvvetlerin, atomların ve elementlerin yapılarının tümünün, insanın yaşamı için tam olmaları gereken şekilde düzenlendikleri birer birer bulunmuştur. Batılı bilim adamları bugün bu olağanüstü yaratılışa "İnsani İlke" (Anthropic Principle) adını vermektedirler. Yani evrendeki her ayrıntı, insan yaşamını gözeten bir amaçla yaratılmıştır.
Evrenin içinde yaklaşık 300 milyar galaksi, galaksilerin her birinde bir o kadar da yıldız vardır. Bu yıldızlardan biri olan Güneş'in etrafında büyük bir uyum içinde dönmekte olan 9 gezegen bulunur. Bunlardan sadece Dünya, yaşam için elverişli koşullara sahiptir. Evrenin bir patlama sonucunda etrafa rastgele saçılmış bir madde yığını olmadığı, rastgele saçılan maddelerin düzenli galaksileri oluşturamayacağı, maddenin belirli noktalarda rastgele sıkışıp toplanarak yıldızları meydana getiremeyeceği gibi pek çok imkansızlık bugün birçok bilim adamının itiraf konusudur. Big Bang teorisine uzun yıllar karşı çıkmış olan Sir Fred Hoyle, bu durum karşısında duyduğu şaşkınlığı şöyle ifade eder:
Big Bang teorisi evrenin tek ve büyük bir patlama ile başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirirler. Oysa Big Bang çok gizemli bir biçimde bunun tam aksi bir etki meydana getirmiştir: Maddeyi birbiriyle birleşecek ve galaksileri oluşturacak hale getirmiştir.246
Evrenin başlangıcındaki muhteşem dengeden, ünlü Science dergisindeki bir makalede ise şöyle söz edilir:
Eğer evren maddemizin yoğunluğu, bir parça daha fazla olsaydı, o zaman Einstein'ın genel görecelik kuramına göre evren, atomik parçacıkların birbirini çekme kuvvetleri dolayısıyla bir türlü genişleyemeyecek ve tekrar küçülerek bir noktacığa dönüşecekti. Eğer yoğunluk başlangıçta bir parça daha az olsaydı, o zaman evren son hızla genişleyecek, fakat bu takdirde atomik parçacıklar birbirini çekip yakalayamayacak ve yıldızlarla galaksiler hiçbir zaman oluşamayacaktı. Doğaldır ki biz de olmayacaktık! Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.247
Evrim teorisinin savunucuları ise evrendeki bu olağanüstü düzeni tesadüfi etkilerle açıklamaya çalışırlar. Tesadüflerin iç içe geçmiş, kompleks düzenler meydana getirmesini beklemek kuşkusuz akla ve mantığa aykırıdır. Tesadüf matematiksel bir terim olduğu için böyle bir ihtimalin imkansızlığını olasılık hesapları üzerinden görmek de mümkündür. Nitekim Big Bang gibi bir patlamayla canlılık için uygun bir ortamın oluşma olasılığı 10 üzeri 10 üzeri 123'te bir ihtimal olarak hesaplanmıştır. Bu sayıyı ünlü İngiliz matematikçi -Stephen Hawking'in yakın çalışma arkadaşı- Roger Penrose hesaplamıştır. Matematikte 1050'de 1'den daha küçük olasılıklar, "sıfır ihtimal" sayılır. Söz konusu sayı, 1050'de 1'in trilyar kere trilyar kere trilyar katından bile çok daha büyüktür. Bu sayı, evrenin tesadüfle açıklanmasının imkansız olduğunu göstermektedir. Roger Penrose, akıl sınırlarını çok aşan bu sayı hakkında şu yorumu yapar:
Bu sayı, yani 10 üzeri 10 üzeri 123'te 1 ihtimal, Yaratıcının amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu bize göstermektedir. Bu gerçekten olağanüstü bir sayıdır. Bir kimse bunu doğal sayılar şeklinde bile yazmayı başaramaz, çünkü 1 rakamının yanına 10 üzeri 123 tane sıfır koyması gerekecektir. Eğer evrendeki tüm protonların ve tüm nötronların üzerine birer tane sıfır yazsa bile, yine de bu sayıyı yazmaktan çok çok geride kalacaktır.248
Bazı evrimciler tarafından mikroevrim iddialarına delil olarak gösterilen ispinoz kuşları aslında bir evrimleşme değil türleşme örneğidirler. Galapagos Adalarında yaşamakta olan ispinozların atalarının başlangıçta çok az sayıda olduğu bir gerçektir. Ancak daha sonra Güney Amerika ana karasından rüzgarlarla gelen bazı ispinozlar, Galapagos Adalarına yayılmışlar ve iki grup arasındaki coğrafi izolasyon (bkz. Coğrafi izolasyon) nedeniyle bazı varyasyonlar zamanla ağır basmışlardır.
İşte bu kuşlar arasındaki türleşmede tam bu noktada ortaya çıkmıştır. Farklı varyasyonlara ait olan kuşlar, bir şekilde yeniden biraraya geldiklerinde, birbirleri ile çiftleşme içgüdüsünü kaybettikleri görülmüştür. Çiftleşmemeleri ise biyolojik bir farklılıktan değil tamamen davranış biçiminden kaynaklanmaktadır. Kuş sadece daha önce birarada yaşamadığı diğer varyasyonu çiftleşebileceği bir birey olarak görmemektedir. Sonuçta, bu varyasyonların aralarında çiftleşmemeleri biyolojik olarak farklı bir tür haline dönüştüklerinden değil, farklı coğrafi bölgelerde ayrı yaşadıklarından ötürü bir araya geldiklerinde çiftleşme eğilimine girmemelerinden kaynaklanmaktadır.
Evrimciler ise, bu durumu kendi teorilerine malzeme yapmaya çalışarak, "bakın ispinozlar coğrafi izolasyon sayesinde kendi içlerinde türleşiyor, demek ki bu canlılar daha fazla doğal seleksiyona maruz kalırlarsa yakında farklı cinslere dönüşecekler" gibi dayanaksız ve bilim dışı bir çarpıtma öne sürmektedirler.
Darwin'in Galapagos Adalarında gördüğü ve teorisine delil sandığı farklı ispinoz gagaları, gerçekte bir genetik varyasyon örneğidir ve türlerin evrimi iddiasına bir delil oluşturmaz. |
Sonuç olarak ispinozlardaki bu çeşitlenmenin, evrimcilerin iddia ettikleri yeni bir tür oluşumuyla hiçbir ilgisi yoktur. Olay, ispinoz türünün toplam gen havuzundaki genlerin farklı kombinasyonlarda birleşerek türün kendi içinde çeşitlenmesinden yani varyasyonlarının oluşmasından ibarettir. Tür yine aynı türdür, türün gen havuzuna yeni bir gen, yani yeni bir bilgi eklenmesi söz konusu değildir.
Evrimcilerin bu açık gerçeği nasıl kendi çıkarları doğrultusunda çarpıttıklarını daha net anlayabilmek için ispinoz kuşlarındaki genetik çeşitlenmeyi bir örnekle şöyle açıklayabiliriz: Elimize bir deste iskambil kağıdı alalım ve bu desteyi birkaç kez karıştıralım, sonuçta bu destedeki kağıtların yerine hiçbir zaman yeni ya da farklı bir kağıt türü gelmez, yalnızca destenin içinde var olan kağıtların sırası değişir. İşte ispinoz kuşlarındaki çeşitlilik durumu (varyasyon) da bundan farksızdır. Bu kuşların gen havuzunda meydana gelebilecek genetik çeşitlilik havuza yeni bir gen eklemez, bundan ötürü de ispinozlar hiçbir zaman başka bir cinse ya da canlıya dönüşemezler. Yalnızca kendi içlerinde çeşitlilik gösterebilirler. Doğada bu tip sınırlı varyasyonlar gösteren çok sayıda canlı vardır ve bu canlıların hiçbirisi evrime delil değildir.
Popülasyonlar bir coğrafi engelle ayrıldığında, iki farklı ortamda yaşamaya başlayan popülasyonlarda, uzun bir süre içinde gen havuzlarının (bir popülasyonun kalıtsal yapısının) değiştiği izlenebilir. Popülasyonlar birbirlerinden uzaklaştıkça aralarındaki farklılıklar da artar. Popülasyonların değişmesine neden olan izolasyonlar; coğrafi, ekonomik, kültürel ya da iklimsel olabilir.249 (bkz. Coğrafi izolasyon görüşü)
Çeşitli sebeplerden ötürü birbirinden izole olan bu iki popülasyon zaman içerisinde aralarında çiftleşip döl verebilme özelliklerini kaybedebilirler. Bunun doğal bir sonucu olarak birbirleri ile çiftleşmeyen popülasyonların genetik karışımları da kendi aralarında sınırlı kalmış olur. Bu tür bir yalıtımın kökeninde, çoğu zaman coğrafik bir yalıtım vardır.
Evrimcilere göre popülasyonlar arasında çiftleşmeyi ve verimli döller meydana getirmeyi önleyen her etkileşmeye "yalıtım" ya da "izolasyon mekanizması" denir. Evrimcilere göre türün oluşması için üremede yalıtım zorunludur.250 Evrimci bir kaynakta bu gereklilik şöyle açıklanmaktadır:
Bu olmaksızın hiçbir tür diğerinden ayrılamaz; eğer ayrılmışsa varlığını bağımsız olarak sürdüremez. Eğer tüm hayvanlar birbirleriyle serbestçe çiftleşip döl meydana getirebilselerdi, bütün zoolojik birimler ortadan kalkarak bir derecelilik (adım adım benzerlik) meydana gelecekti. Yani bir köpek, bir at, bir kedi veya sığır ayrı olarak bulunmayacaktı; her hayvanın kombinasyonları olacaktı. Keza hayvanlarla insanlar arasında da kırılım meydana geleceği için insan benzeri birçok hayvan veya hayvan benzeri birçok insan olacaktı. Bir zaman sonra da tüm bunların karışımından ilginç bir melez çıkacaktı. Sokakta, üreme yalıtımı olmadığı için birçok köpek çeşidini değişik melezler olarak izlemekteyiz. Köpeklerin hepsi aynı türe ait oldukları için aralarında melez meydana getirirler. Bu nedenle köpek yetiştiricileri, belirli özellikleri sabit tutabilmek için saf ırklar kullanmaya özen gösterirler. Eğer bu kontrol yapılmazsa bir zaman sonra tüm köpeklerin karışımından ortaya garip melezler çıkacaktır.251
Evrimciler türlerin kökeni konusuna izolasyonla açıklama getirmeye çalışırlar. Çünkü yeryüzünde bu kadar çok sayıda türün nasıl oluştuğu evrimciler açısından cevaplanması oldukça zor bir sorudur. Dolayısıyla izolasyon kavramı da evrimciler tarafından kasıtlı olarak yeni bir tür oluşturan bir mekanizma olarak açıklanmaktadır. Fakat gerçekte izolasyonla yeni bir tür oluşmamaktadır. Bu durum sadece gen havuzunun daralmasından kaynaklanan, farklı varyasyon örneklerinin ortaya çıkmasıdır. Buradaki ikiye bölünmeden kaynaklanan türleşmenin temelinde ise genetik bir uyumsuzluk yoktur. Aslında genetik bilgi açısından bu canlılar hala aynı türe aittirler.
Dolayısıyla söz konusu "türleşme"nin evrim teorisini destekler hiçbir yönü yoktur. Çünkü evrim teorisi, canlı türlerinin hepsinin basitten komplekse doğru rastlantılar yoluyla türediği iddiasındadır. Dolayısıyla bu teorinin dikkate alınabilmesi için, ortaya "genetik bilgiyi artırıcı mekanizmalar" koyabilmesi gerekir. Gözü, kulağı, kalbi, akciğeri, kanatları, ayakları veya diğer organ ve sistemleri olmayan canlıların bunları nasıl kazandıklarını, bu organ ve sistemleri tanımlayan genetik bilginin nereden geldiğini açıklayabilmesi gerekir. Zaten var olan bir canlı türünün genetik bilgi kaybına uğrayarak ikiye bölünmesi, kuşkusuz bununla hiçbir ilgisi olmayan bir durumdur.
Bu ilgisizlik aslında evrimciler tarafından da kabul edilir. Bu nedenle evrimciler, bir türün kendi içindeki varyasyonlarını ve "ikiye bölünerek türleşme" örneklerini "mikroevrim" olarak tanımlarlar. (bkz. Mikroevrim) Mikroevrim, zaten var olan bir türün içindeki çeşitlenmeler anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu tanımda "evrim" ifadesinin geçirilmesi bütünüyle maksatlı olarak yapılmış bir aldatmacadır. Çünkü ortada evrim gibi bir süreç yoktur. Durum, o türün gen havuzunda var olan genetik bilginin farklı bireylerdeki dağılımından, değişik kombinasyonlarından ibarettir. Kaldı ki evrimcilerin cevaplaması gereken, "Tür ilk başta nasıl oluşmuştur? Türlerin daha üst kategorileri olan sınıflar, takımlar, aileler, şubeler başlangıçta nasıl meydana gelmiştir?" gibi sorulardır.
227. Klaus Dose, “The Origin Of Life: More Questions Than Answers”, Interdisciplinary Science Reviews, s.352
228. Henry Gee, In Search Of Deep Time: Beyond The Fossil Record To A New Hıstory Of Life, The Free Press, A Division of Simon & Schuster, Inc., 1999, s. 7
229. Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, Harper & Row Publishers 1983, s.222
230. Charles Darwin, Türlerin Kökeni, Onur Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 1996, s.273
231. Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, vol I, New York: D. Appleton and Company, 1888, s.374
232. Charles Darwin, Türlerin Kökeni, s. 310
233. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, s.185
234. Gordon Taylor, The Great Evolution Mystery, s.221
235. Charles Darwin, Türlerin Kökeni, s.275
236. Charles Darwin, Türlerin Kökeni, s.304
237. Charles Darwin, Türlerin Kökeni, s.186
238. Charles Darwin, Türlerin Kökeni, s.302
239. Ruth Henke, “Aufrecht aus den Baumen”, Focus, vol 39, 1996, s.178
240. Earth, “Life’s Crucible”, Şubat 1998, s.34.
241. National Geographic, “The Rise of Life on Earth”, Mart 1998, s.68
242. Encyclopædia Britannica, “Modern Materialism”
243. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s.189
244. Stephen Jay Gould, The Mismeasure of Man, W.W. Norton and Company, New York, 1981, s.72
245. Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, s.171
246. Charles Darwin, The Descent of Man, 2nd Edition, New York: A L. Burt Co., 1874, s.178
247. Fred Hoyle, The Intelligent Universe, London, 1984, ss.184-185
248. Bilim ve Teknik, sayı 201, s.16 (Science dergisinden tercüme)
249. Roger Penrose, The Emperor’s New Mind, 1989; Michael Denton, Nature’s Destiny, The New York: The Free Press, 1998, s.9
250. Özer Bulut, Davut Sağdıç, Elim Korkmaz, Biyoloji Lise 3, MEB Basımevi, İstanbul, 2000, s.152
251. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, Genel Biyoloji/Genel Zooloji, Cilt-I, Kısım-I, Ankara, 1993, s.605