Ernst Haeckel |
Ünlü evrimci biyolog Ernst Haeckel, Darwin'in yakın bir dostu ve destekçisiydi. Evrim teorisini desteklemek için, farklı canlıların embriyolarının birbirine benzediğini öne süren "rekapitülasyon" adlı iddiayı ortaya atmıştır. Haeckel'in bu iddiayı ortaya atarken çizim sahtekarlıkları yaptığı ise daha sonra anlaşılmıştır. (bkz. Embriyolojik evrim)
Haeckel, bir yandan bu tip bilim sahtekarlıkları yaparken öte yandan da öjeni propagandası yürütüyordu. Öjeniyi Almanya'da ilk benimseyen ve yayan kişi, Ernst Haeckel olmuştur. (bkz. Öjeni) Yeni doğan sakat bebeklerin zaman geçirilmeden öldürülmesini, böylece toplumun evriminin hızlandırılmasını önermişti. Daha da ileri gitmiş ve cüzamlıların, kanserlilerin ve akıl hastalarının da acısız bir biçimde öldürülmeleri gerektiğini, yoksa bu kişilerin topluma yük olacaklarını ve evrimi yavaşlatacaklarını savunmuştu.
George Stein, Haeckel'in evrim teorisine olan körü körüne bağlılığını şöyle özetlemiştir:
Haeckel Darwin'in doğru olduğunu iddia ediyordu... İnsan türü sorgulanmayacak bir şekilde hayvanlar aleminden evrimleşmişti. İnsanların sosyal ve politik varlığı Darwin'in gösterdiği gibi evrim kanunları, doğal seleksiyon ve biyoloji ile idare ediliyordu. Bunun tersini savunmak batıl inançtı.198
Canlıların bugünkü mükemmel halleriyle yeryüzü katmanlarında belirdiği Kambriyen devrinde bir anda ortaya çıkan canlılardan biri de Hallucigenia'dır. (bkz. Kambriyen devri) Bu Kambriyen canlısının fosilinde, saldırılara karşı korunma sağlayan dikenler ya da sert kabuklar yer alır. Bu konuda evrimcilerin açıklayamadıkları nokta, ortada hiçbir "avcı" canlının bulunmadığı bu devirde bu hayvanların nasıl bu kadar iyi bir korunmaya sahip olduklarıdır. Ortada avcı hayvanların bulunmayışı, konuyu "doğal seleksiyon"la açıklamayı imkansız kılmaktadır.
Kambriyen devrinde bir anda ortaya çıkan canlılardan biri olan Hallucigenia'nın fosilinde, saldırılara karşı korunma sağlayan dikenler vardır. |
bkz. Biyogenez (Biogenesis)
Darwinizm'e göre canlılık tek bir kökten gelen ancak sonra dallara ayrılan bir ağaç gibi olmalıdır. Nitekim bu varsayım Darwinist kaynaklarda ısrarla vurgulanır ve "hayat ağacı" (tree of life) kavramı sık sık kullanılır. Bu hayali hayat ağacına göre canlılar arasındaki en temel sınıflandırma birimi olan filumların da kademe kademe ortaya çıkmış olması gerekir.
Darwinizm'e göre önce tek bir filum oluşmalı, sonra diğer filumlar küçük küçük değişimlerle ve uzun zaman dilimleri içinde yavaş yavaş belirmelidir. (bkz. Filum) Bu varsayıma göre, hayvan filumlarının sayısında kademeli bir artış yaşanmış olmalıdır. Bu konuda yapılan çizimler de Darwinist varsayımlara göre hayvan filumlarında beklenen kademeli sayı artışını göstermektedir. Darwinizm'e göre canlılık bu şekilde gelişmiş olmalıdır. Fakat fosiller bu hayali "hayat ağacı"nı reddetmektedir. Fosil kayıtlarına göre ortaya çıkan gerçek şudur: Hayvanlar ilk ortaya çıktıkları dönemden itibaren çok farklı ve çok komplekstirler. Bugün bilinen tüm hayvan filumları, yeryüzünde aynı anda, Kambriyen devri olarak bilinen jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır.
Evrimci biyolog Ernst Haeckel tarafından 1866 yılında çizilen hayali "hayat ağacı". |
Darwinizm'in dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan Berkeley Üniversitesi profesörü Phillip Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçeğin Darwinizm'le olan açık çelişkisini şöyle açıklamaktadır:
Darwinist teori, canlılığın bir tür "giderek genişleyen bir farklılık üçgeni" içinde geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk hayvan türünden başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır.199
Kambriyen öncesi (Prekambriyen) dönemde sadece tek hücreli canlıların oluşturduğu üç farklı filum vardır. Kambriyen'de ise 60'ı aşkın farklı hayvan filumu bir anda ortaya çıkmıştır. İlerleyen dönemde ise bu filumların bir kısmının soyları tükenmiş, günümüze kadar sadece bazı filumlar ulaşmıştır. Ünlü evrimci paleontolog Roger Lewin, Darwinizm'in hayatın tarihi hakkındaki tüm varsayımlarını çökerten bu olağanüstü durumdan şöyle söz eder:
Hayvanların tüm tarihindeki "en önemli evrimsel olay" olarak tanımlanan Kambriyen patlaması, daha sonra da varlıklarını koruyacak olan bütün temel vücut formlarını (filumları) ortaya koymuştur. Bunların bir kısmının daha sonra soyları tükenmiştir. Bazı tahminler, şu anda var olan 30 farklı hayvan filumu ile karşılaştırıldığında, Kambriyen patlamasının yaklaşık 100 kadar farklı filumu ortaya çıkardığı yönündedir.200
İlk canlı oluşumu ile ilgili üzerinde en çok çalışılan görüşlerden biri de heterotrof görüşüdür. Bu görüşe göre bir canlı; yapılarını oluşturmak, enerji gereksinimlerini karşılamak için gerekli organik molekülleri dış çevreden hazır olarak alan tüketici bir canlıdır. Bu görüşe göre ilk canlı, organik bileşiklerin kendiliğinden oluştuğu kompleks bir çevrede bu organik bileşiklerle beslenmiştir. Çevreden aldığı basit organik molekülleri sentezlemesini sağlayacak gen sistemine gereksinim yoktur. Yani ilk canlının kompleks bir çevrede basit yapılı olarak beslenip yaşamsal olaylarını sürdürebildiği farz edilir.
Bu görüşe göre canlılık oluşurken önce kimyasal evrim olmuştur. Heterotrof canlı da cansız maddelerin uzun süren kimyasal evrimi sonucu ortaya çıkmıştır. Yine bu görüşe göre ilk atmosferde serbest oksijen gazı yoktur. İlk atmosfer gazları olarak varsayılan amonyak (NH3), metan (CH4), hidrojen (H2) ve su buharı (H2O) mor ötesi ışınların yüksek enerjisi ile daha karmaşık yapılı bileşikleri oluşturacak kimyasal reaksiyona girmişlerdir. Bu reaksiyonlar sonucunda tesadüf eseri oluşan maddelerin önce küçük su birikintilerinde çoğalıp zamanla denizlere ve okyanuslara taşındıkları ve basit organik bileşikleri meydana getirdikleri varsayılır. Bu iddiaları ispatlamak üzere yapılan tüm çalışmalar ise başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Değil tesadüf eseri, kontrollü deney ortamlarında bile bu mümkün olamamıştır. (bkz. Miller Deneyi, Fox Deneyi)
Birtakım gerçekler veya olaylar karşısında öne sürülen açıklamaya ya da bir probleme geçici olarak sunulmuş çözüme "hipotez" denir. İyi bir hipotezin ispatlanabilmesi için deney ve gözlemlere açık, eldeki verilere uygun özellik taşıması gereklidir. Aynı zamanda bulunan yeni gerçeklere ve tahminlere de açık olmalı, gerektiğinde üzerinde kısmi değişiklikler yapılabilmelidir.201
Bilim adamı önce yaptığı gözlemler doğrultusunda bir genelleme yapar ya da gözlemlerin niteliği hakkında geçici bir fikir veren olaylar zinciri arasındaki neden-sonuç ilişkisini belirten bir hipotez kurar. Araştırmaya doğru ilk adım hipotezle atılır. Hipotez kurulurken yapılan ön tahminler daha sonra kontrollü deneylerle sınanabilmelidir. Doğrudan doğruya denenemeyen karmaşık hipotezler ise bunlardan mantığa uygun bazı sonuçların çıkarılıp çıkarılamayacağını göstermek üzere sınanır. Bir hipotez bu yüzden deneysel sınama esasına dayanmalı yani herhangi bir yolla doğrulanabilen bir tahmin yapmalıdır, yoksa sadece bir spekülasyon olarak kalır.202
Çok sayıda gözlem ve deneyle desteklenebilen bir hipotez ise teori olur. (bkz. Teori) Bir teori, birkaç farklı alandaki hipotez ve gözlemi kapsar. Örneğin, "evrim teorisi" paleontolojiden, anatomiden, fizyolojiden, biyokimyadan, genetikten ve diğer ilgili bilimlerden gelen hipotezleri ve gözlemleri içine alır. Bir bilim adamı, hipotezine uymayan bir gözlem yaptığı zaman, ya hipotezin ya da gözlemin yanlış olduğu sonucuna varır. Eğer gözlem doğruysa hipotezini reddeder ya da yeniler. Bilimde en uygun olan ise her yeni gözlemin hipotezle uyum sağlamasıdır.
Ancak evrim teorisi söz konusu olduğunda, bilimin hiçbir dalındaki hipotezin teoriyi doğrulamadığı görülür. Fakat teorinin herşeye rağmen ayakta tutulması için tüm bunlar göz ardı edilmektedir. (bkz. Evrim teorisi)
Günümüzde yaşayan Opisthocomus hoazin kuşunun kanatlarında da aynı Archæopteryx gibi pençe benzeri tırnaklar yer alır. |
Evrimcilerin, Archæopteryx'i ara geçiş formu olarak gösterirken dayandıkları noktalar, hayvanın dinozorlara benzeyen iskelet yapısı, kanatları üzerindeki pençeleri ve ağzındaki dişleridir. (bkz. Archæopteryx) Bunlar nedeniyle Archæeopteryx'in sürüngen özelliklerini hala yoğun olarak taşıyan, bazı kuş özelliklerini de yeni kazanmış olan bir geçiş formu olduğu iddiasındadırlar.
Oysa sözü edilen "sürüngen özellikleri", gerçekte Archæopteryx'i bir sürüngen yapmaz. Özellikle Archæopteryx'in kanatlarındaki pençeler öne sürülerek yapılan iddialar geçersizdir. Çünkü bugün de dünyada pençe-kanatlara sahip birçok kuş yaşamaktadır.
Örneğin Avustralya'da yaşayan Hoatzin kuşunun da aynı Archæopteryx'te olduğu gibi kanatlı pençeleri vardır203 ve yine Archæopteryx'te olduğu gibi küçük bir omurgayla uçmaktadır. Oysa sırf bu nedenle, evrimciler tarafından Archæopteryx'in uçamadığı veya iyi uçamadığı iddia edilir. Bu durum, Archæopteryx'teki pençe, diş ve iskelet yapısı gibi özelliklerin, onu bir sürüngen değil, özgün bir kuş türü yaptığını göstermektedir.
Oysa evrimci bakış açısıyla her türlü taraflı yorum yapılabilir. Eğer Hoatzin kuşu, bugün uygun tabakalarda fosil olarak bulunmuş olsaydı, büyük olasılıkla aynı Archæopteryx gibi bir ara geçiş formu olarak ileri sürülecekti. Ancak bu canlının hala yaşaması ve bir kuş olduğunun da apaçık belli oluşu, evrimcilere bu imkanı vermemektedir.
Hayali evrim soyağacını temelinden yıkan en önemli ve şaşırtıcı gerçek, Homo sapiens'in, yani günümüz insanının tarihinin hiç umulmadık kadar geriye gitmesidir. Paleontolojik bulgular, bundan neredeyse bir milyon yıl öncesinde, bize tıpatıp benzeyen Homo sapiens insanlarının yaşadıklarını göstermektedir.
Bu konudaki bulgular204, evrim soyağacını tepetaklak ettiği için diğer bazı evrimci paleoantropologlar tarafından reddedildi. 1995 yılında İspanya'da Atapuerca'da bulunan bir fosil, Homo sapiens'in tarihinin sanıldığından çok daha eski olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkardı. (bkz. Atapuerca) Söz konusu fosil, Homo sapiens'in tarihinin 800 bin yıl kadar geriye götürülmesi gerektiğine işaret ediyordu. Ama fosili bulan evrimciler, ilk şoku atlattıktan sonra, bu fosilin başka bir türe ait olduğuna karar verdiler. Çünkü evrim soyağacına göre 800 bin yıl önce Homo sapiens'in yaşamamış olması gerekiyordu. Bu yüzden Homo antecessor adlı hayali bir tür oluşturdular ve Atapuerca kafatasını bu sıralamaya dahil ettiler.
Evrimcilerin "dik yürüyen insan" anlamına gelen Homo erectus sınıflandırması, insanın hayali soyağacında en ilkel tür sayılır. Evrimciler bu insanları, "erect" (dik) sıfatı ile önceki sınıflamalarından ayırmak zorunda kalmışlardır. Çünkü eldeki tüm Homo erectus fosilleri, Australopithecus ya da Homo habilis örneğinde görülmediği kadar diktir. Günümüz insanının iskeleti ile Homo erectus iskeleti arasında hiçbir fark yoktur.
Evrimcilerin Homo erectus'u "ilkel" saymaktaki en önemli dayanakları, kafatası hacminin (900-1100 cc.) günümüz insanının kafatası hacmi ortalamasından küçük olması ve kalın kaş çıkıntılarıdır. Oysa bugün de dünyada Homo erectus'la aynı kafatası hacmine sahip pek çok insan yaşamaktadır (örneğin pigmeler) ve bugün de çeşitli ırklarda kaş çıkıntıları vardır (örneğin Avustralya yerlileri Aborijinlerde). Kafatası hacmi farklılığının zeka ve beceri yönünden hiçbir fark oluşturmadığı ise bilinen bir gerçektir. Zeka, beynin hacmine göre değil, beynin kendi içindeki organizasyonuna göre değişir.205
10 Bin Yıllık Homo Erectuslar |
10 Ekim 1967'de Avustralya Victoria'daki Kow Swamp Gölü yakınında bulunan bu iki kafatasına Kow Swamp I ve Kow Swamp V adı verildi. Evrimciler, ilkel bir tür olarak tanımladıkları Homo erectusların, bundan 10 bin sene önce yaşayan bir insan ırkı olduğu gerçeğini kabul etmek istemediler. |
Homo erectus'u dünyaya tanıtan fosiller, her ikisi de Asya'da bulunan Pekin Adamı ve Java Adamı fosilleriydi. Ancak zamanla bu iki kalıntının da güvenilir olmadıkları anlaşıldı. (bkz. Pekin Adamı, Java Adamı) Bu nedenle Afrika'da bulunan Homo erectus fosilleri giderek daha fazla önem kazandı. (Bu arada, Homo erectus olarak tanımlanan fosillerin bir kısmının bazı evrimciler tarafından Homo ergaster adlı ikinci bir sınıflamaya dahil edildiğini de belirtmek gerekir. Bu konuda aralarında anlaşmazlık vardır.)
Afrika'da bulunan Homo erectus örneklerinin en ünlüsü, "Narikotome homo erectus" ya da "Turkana Çocuğu" fosilidir. Fosilin dik iskelet yapısı günümüz insanınınkinden farksızdır.206 Dolayısıyla Homo erectus da yine günümüzde yaşamakta olan bir insan ırkıdır. (bkz. Turkana Çocuğu)
Connecticut Üniversitesi'nden Prof. William Laughlin, Eskimolar ve Aleut Adaları insanları üzerinde uzun yıllar anatomik incelemeler yapmış ve bu insanlar ile Homo erectus'un şaşırtıcı derecede birbirlerine benzediklerini görmüştür. Laughlin'in vardığı sonuç, tüm bu ırkların gerçekte Homo sapiens türüne (günümüz insanına) ait farklı ırklar olduğudur:
Hepsi Homo sapiens türüne ait olan Eskimolar ve Avustralya yerlileri gibi uzak gruplar arasındaki büyük farklılıkları dikkate aldığımızda, Homo erectus'un da kendi içinde farklılıklar taşıyan bu türe (Homo sapiens'e) ait olduğu sonucuna varmak çok mantıklı gözükmektedir.207
Homo Erectus'un Denizcilik Kültürü |
"Antik denizciler: İlk insanlar sandığımızdan daha akıllıydılar" New Scientist dergisinde yayınlanan 14 Mart 1998 tarihli bu makaleye göre evrimcilerin Homo erectus ismini verdikleri insanlar, günümüzden 700 bin yıl önce gemicilik yapıyorlardı. Gemi yapabilecek bilgi, teknoloji ve kültüre sahip insanların ilkel sayılmaları elbette ki mümkün değildir. |
Bir insan ırkı olan Homo erectus ile "insanın evrimi" senaryosunda kendisinden önce gelen maymunlar (Australopithecus, Homo habilis, Homo rudolfensis) arasında büyük bir uçurum vardır. Yani fosil kayıtlarında beliren ilk insanlar, evrim süreci olmadan, aynı anda ve aniden ortaya çıkmışlardır. Yaratılmış olmalarının bundan daha açık bir göstergesi olamaz.
Ancak bu gerçeği kabul etmek, evrimcilerin dogmatik felsefelerine ve ideolojilerine aykırıdır. Bu nedenle, özgün bir insan ırkı olan Homo erectus'u yarı-maymun bir canlı gibi göstermeye çalışırlar. Bundan dolayı da yaptıkları Homo erectus rekonstrüksiyonlarında ısrarla maymunsu hatlar çizerler. (Detaylı bilgi için bkz. Evrim Aldatmacası, Harun Yahya, Araştırma Yayıncılık)
Homo erectus (dik yürüyen insan) olarak tanımlanan fosillerin bir kısmı, bazı evrimciler tarafından "Homo ergaster" olarak sınıflandırılır. Bu ikinci sınıflama evrimciler arasında anlaşmazlık konusudur. (bkz. Homo erectus)
Australopithecuslar'ın iskelet ve kafatası yapılarının şempanzelerinkinden neredeyse farksız oluşu ve canlıların dik yürüdükleri iddiasının da sağlam kanıtlarla çürütülmesi, evrimci paleoantropologları oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü hayali evrim şemasında Australopithecuslar'dan sonra Homo erectus gelir. Homo erectus, isminin başındaki "homo" yani "insan" teriminden de anlaşıldığı gibi bir insan grubudur ve iskeleti de tamamen diktir. Kafatası hacmi Australopithecuslar'ınkinin iki katı kadardır. Hayali soyağacına göre şempanze benzeri bir maymun türü olan Australopithecuslar'dan sonra, günümüz insanından farksız bir iskelete sahip Homo erectus'un gelmesini, evrim teorisiyle bile açıklamak mümkün değildir. Dolayısıyla "bağlantı"lar, yani "ara form"lar gerekir. İşte Homo habilis kavramı bu zorunluluktan doğmuştur.
Homo habilis sınıflandırması 1960'lı yıllarda ailece "fosil avcısı" olan Leakey'ler tarafından ortaya atıldı. Leakey'lere göre, Homo habilis olarak sınıflandırılan bu yeni tür canlı, dik yürüme yeteneğine, göreceli olarak büyük bir beyin hacmine, taştan ve tahtadan alet kullanma yeteneğine sahipti. Bu sebeple insanın atası olabilirdi.
80'li yılların ortalarından sonra bulunan aynı türe ait yeni fosiller, bu görüşü tamamen değiştirdi. Bernard Wood ve Loring Brace gibi araştırmacılar, bunların "alet kullanabilen insan" anlamına gelen Homo habilis yerine, "alet kullanabilen Güney Afrika maymunu" anlamına gelen Australopithecus habilis olarak sınıflandırılması gerektiğini söylediler. Çünkü Homo habilis, Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özelliğe sahipti. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz maymunlarınınkine benziyordu. 550 cc.'lik beyin hacimleri de bunların birer maymun olduklarının en iyi göstergesiydi. Kısacası bazı evrimciler tarafından ayrı bir tür olarak gösterilen Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecuslar gibi bir maymun türüydü.
Amerikalı antropolog Holly Smith'in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis'in aslında "homo" yani insan değil, maymun olduğunu gösterdi. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle diyordu:
Australopithecus, Homo habilis (yanda) türlerinin dişleri üzerinde yapılan analizler, Australopithecines ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını göstermektedir. |
Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir.208
Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld adlı üç anatomi uzmanı çok farklı bir yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu yöntem, insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Dik yürüyen insanların kanalları ile eğik yürüyen maymunların kanalları birbirlerinden somut bazı farklılıklarla ayrılıyorlardı. Spoor, Wood ve Zonneveld'in inceledikleri tüm Australopithecus ve Homo habilis örneklerinin iç kulak kanalları günümüz maymunlarınınkiyle aynıydı. Homo erectus'un iç kulak kanalları ise, aynı günümüz insanlarındaki gibiydi.209
Bu bulgu çok önemli iki sonucu göstermiştir:
(1) Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte "homo" yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildir.
(2) Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen yani maymun iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla ilgileri yoktur.
Evrimci literatürde Homo heilderbergensis olarak tanımlanan sınıflandırma, aslında Homo sapiens archaic'le aynıdır. Aynı insan ırkını tanımlamak için bu iki ayrı kavramın da kullanılmasının nedeni, evrimciler arasındaki görüş farklılıklarıdır. Homo heilderbergensis sınıflamasına dahil edilen tüm fosiller, anatomik olarak günümüz Avrupalılarına çok benzeyen insanların, günümüzden 500 bin hatta 740 bin yıl önce İngiltere'de ve İspanya'da yaşadıklarını göstermektedir.
Homo heilderbergensis fosilleri, günümüz Avrupalılarına çok benzeyen insanların günümüzden 740 bin yıl önce İngiltere ve İspanya'da yaşadıklarını göstermektedir. |
Homo rudolfensis terimi, 1972 yılında bulunan birkaç fosil parçasına verilen isimdir. Söz konusu fosil parçaları Kenya'daki Rudolf Nehri civarında bulunduğu için, bu fosilin temsil ettiği varsayılan türe de Homo rudolfensis adı verilmiştir. Çoğu paleoantropolog ise bu fosillerin aslında ayrı bir türe ait olmadığını, Homo rudolfensis denen canlının aslında bir Homo habilis, yani bir maymun türü olduğunu kabul etmektedir.
Fosilleri bulan Richard Leakey, 2.8 milyon yıl yaş biçtiği ve "KNM-ER 1470" olarak adlandırdığı kafatasını antropoloji tarihinin en büyük buluşu gibi tanıtmış ve büyük yankı uyandırmıştı. Australopithecus'unki gibi küçük bir kafatası hacmi olan, ancak insansı bir yüze sahip bulunan canlı, Leakey'e göre, Australopithecus ile insan arasındaki kayıp halkaydı. Ancak bir süre sonra anlaşılacaktı ki, KNM-ER 1470 kafatasının bilimsel dergilere kapak olan "insansı" yüzü, gerçekte kafatası parçalarını birleştirirken belki de kasıtlı yapılan hataların sonucuydu. İnsan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan Prof. Tim Bromage, 1992 yılında bilgisayar simülasyonları yardımıyla ortaya çıkardığı bu gerçeği şöyle özetler:
KNM-ER 1470'in rekonstrüksiyonu yapılırken, yüz, aynı günümüz insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise aynı Australopithecus'da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir.210
Bu konuda evrimci paleoantropolog J. E. Cronin de şöyle der:
Kaba olarak biçimlendirilmiş yüz, düşük kafatası genişliği ve büyük azı dişler gibi ilkel özellikler, KNM-ER 1470'in Australopithecus ile paylaştığı ilkel özelliklerdir... KNM-ER 1470, diğer erken homo örnekleri gibi, öteki ince yapılı Australopithecuslar'la birçok yapısal ortak özellik taşır. Bu özellikler, diğer sonraki geç homo örneklerinde (yani Homo erectus'ta) bulunmaz.211
Michigan Üniversitesi'nden C. Loring Brace ise çene ve diş yapısı üzerinde yaptığı analizlerde KNM-ER 1470 kafatası hakkında yine aynı sonuca varmıştır:
Çenenin büyüklüğü ve azı dişlerinin kapladığı yerin genişliği, ER 1470'in tam anlamıyla bir Australopithecus yüz ve dişlerine sahip olduğunu göstermektedir.212
KNM-ER 1470 üzerinde en az Leakey kadar incelemede bulunmuş olan John Hopkins Üniversitesi paleoantropoloğu Prof. Alan Walker da, bu canlının Homo habilis ya da Homo rudolfensis gibi bir "homo" yani insan türüne dahil edilmemesi, aksine Australopithecus sınıfına sokulması gerektiğini savunmaktadır.213
Australopithecuslar ile Homo erectus arasında bir geçiş formu gibi gösterilmeye çalışılan Homo habilis ya da Homo rudolfensis gibi sınıflamalar tamamen hayalidir. Bu canlılar bugün çoğu araştırmacının kabul ettiği gibi, Australopithecus serisinin birer üyesidirler. Bütün anatomik özellikleri, bu canlıların birer maymun türü olduklarını göstermektedir.
Hayali evrim soyağacının günümüz insanını oluşturan Homo sapienslerin geçmişi, evrimcilerin hiç beklemediği kadar geriye gitmektedirler. Paleontolojik bulgular, bundan neredeyse bir milyon yıl öncesinde, bize tıpatıp benzeyen Homo sapiens insanlarının yaşadığını göstermektedir. Bu konudaki bulgulardan biri, Atapuerca adı verilen bölgede bulunan bir fosildir. Bu fosilin günümüz insanıyla aynı özellikler taşıyor olması, evrimcilerin insanın evrimi hakkındaki inançlarını sarsmıştır. Çünkü evrim soyağacına göre, 800 bin yıl önce Homo sapiens'in yaşamamış olması gerekmektedir.
Hatta pek çok bulgu, Homo sapiens'in tarihinin 800 bin yıldan bile eski olduğunu gösteriyordu. Bunlardan birisi, Louis Leakey'nin 1970'lerin başında Olduvai Gorge'daki bulgularıydı. Leakey buradaki Bed II katmanında Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus türlerinin aynı anda ve birarada yaşadıklarını tespit etmişti. Ancak bundan da ilginç olan, Leakey'in aynı katmanda (Bed II) bulduğu bir yapıydı. Leakey burada, taştan yapılmış bir kulübenin kalıntılarını bulmuştu. Olayın en ilginç yönü ise, Afrika'nın bazı bölgelerinde hala kullanılan bu yapıların sadece Homo sapiensler tarafından yapılmış olabileceğiydi! Yani, Leakey'nin bulgularına göre, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve günümüz insanı, bundan yaklaşık 1.7 milyon yıl önce birarada yaşamış olmalıydılar.214 Bu gerçek, elbette, günümüz insanlarının Australopithecus olarak tanımlanan maymunlardan evrimleştiğini öne süren evrim teorisini geçersiz kılmaktadır.
Afrika'nın bazı bölgelerinde hala kullanılan yapılardan farkı olmayan 1.7 milyon yıllık taş kulübe kalıntısı. |
Ayrıca günümüz insanlarının izlerini 1.7 milyon yıldan bile daha geriye götüren bulgular mevcuttur. Bu bulguların en önemlisi, Laetoli Bölgesinde bulunan ayak izleridir. (bkz. Laetoli ayak izleri) Günümüz insanından farksız olan bu izlerin 3.6 milyon yıl öncesine ait olduğu hesaplanmıştır.
Mary Leakey'in bulduğu bu ayak izleri, daha sonra Don Johanson ve Tim White gibi ünlü paleoantropologlar tarafından da incelendi. Varılan sonuçlar aynıydı. White şöyle yazıyordu:
Hiç kuşkunuz olmasın... Bunlar günümüz insanının ayak izlerinden tamamen farksız. Eğer bu izler bugün bir California plajında olsalardı ve bir çocuğa bunların ne olduğu sorulsaydı, hiç tereddüt etmeden burada bir insanın yürüdüğünü söylerdi. Bunları, kumsalda yer alan diğer yüzlerce insan ayak izinden ayırt edemezdi. Dahası, siz de ayırt edemezdiniz.215
Ayak izlerinin morfolojik yapısı üzerinde yapılan incelemeler, bunun bir insan hem de günümüz insanı (Homo sapiens) izi olarak kabul edilmesi gerektiğini tekrar tekrar gösteriyordu. İzleri inceleyen Russell Tuttle şöyle yazıyordu:
Bu izler, çıplak ayaklı bir Homo sapiens tarafından bırakılmış olmalıdır... Yapılan tüm morfolojik incelemeler, bu izleri bırakan canlının ayağının, günümüz insanlarınınkilerden farklı olmadığını göstermektedir.216
Tarafsız incelemeler, ayak izlerinin gerçek sahiplerini de tanımladı: Ortada, 10 yaşındaki bir insanın 20 tane ve daha küçük yaşta birinin de 27 tane fosilleşmiş ayak izi vardı. Ve bunlar, kesinlikle, bizim gibi normal insanlardı.
Evrimcilerin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bu teoriyi körü körüne savunmaları, ele geçirilen her aleyhte bulguyu çarpıtmaları ya da görmezden gelmeleri, teorinin bilim dışılığını açıkça ortaya koymaktadır.
Homo sapiens archaic, hayali evrim şemasının günümüz insanından bir önceki basamağını oluşturur. Aslında bu insanlar hakkında evrimciler açısından söylenecek bir şey yoktur, zira bunlar günümüz insanından ancak çok küçük farklılıklarla ayrılırlar. Hatta bazı araştırmacılar, bu ırkın temsilcilerinin günümüzde hala yaşamakta olduklarını söyleyerek Avustralyalı Aborijin yerlilerini örnek gösterirler. Aborijin yerlileri de aynı bu ırk gibi kalın kaş çıkıntılarına, içeri doğru eğik bir çene yapısına ve biraz daha küçük bir beyin hacmine sahiptirler. Ve bugün de şahit olduğumuz gibi Aborijinler de normal bir insan ırkıdır. (bkz. Aborijin yerlileri)
Farklı canlı türleri arasındaki yapısal benzerlikler biyolojide "homoloji" olarak adlandırılır. Evrimciler bu benzerlikleri evrime delil gibi göstermeye çalışırlar. Farklı canlılardaki benzer görünümlü (homolog) organları öne sürerek, bu canlıların ortak bir atadan geldiklerini savunurlar. (bkz. Homolog organ) Fakat evrimcilerin homoloji ile ilgili iddialarının ciddi sayılabilmesi için benzer (homolog) organların, benzer (homolog) DNA şifreleri tarafından kodlanmış olması gerekir. Oysa bu benzer organlar, çoğunlukla çok farklı genetik kodlar (DNA şifreleri) tarafından belirlenmektedir. Bunun yanı sıra, farklı canlıların DNA'larındaki benzer genetik kodlar da, çok farklı organlara karşılık gelmektedirler.
Avustralyalı biyokimya profesörü Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) isimli kitabında homolojinin evrimci yorumunun genetik açmazını şöyle belirtmektedir:
Homolojinin evrimci temeli, belki de en ciddi olarak, görünürde benzer olan yapıların, farklı türlerde bütünüyle farklı genler tarafından belirlendiği anlaşıldığında çökmüştür.217
Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin "atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da "gelişmiş" de değildir. |
Ayrıca, yine söz konusu iddianın ciddi sayılabilmesi için bu benzer yapıların embriyolojik gelişim süreçlerinin, yani yumurtadaki ya da anne karnındaki gelişim aşamalarının da birbirlerine paralel olması gerekir. Oysa benzer organlar için bu embriyolojik süreç her canlıda birbirinden farklıdır.
Genetik ve embriyolojik araştırmalar, Darwin'in "canlıların ortak bir atadan evrimleştiklerinin delili" şeklinde tarif ettiği homoloji kavramının, gerçekte hiçbir şekilde bu tarife delil oluşturmadığını göstermiştir. Bu şekilde bilim, Darwinist tezlerden birinin daha gerçek dışı olduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır.
Evrimcilerin sadece organlar düzeyinde değil, moleküler düzeyde öne sürdükleri homoloji iddiası da geçersizdir. (bkz. Moleküler homoloji tezi) Birbirine çok benzer ve yakın gibi görünen canlılar arasında dev moleküler farklılıklar vardır. Prof. Michael Denton bu konu ile ilgili şu yorumu yapar:
Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin "atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da "gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi.218
Yeryüzündeki farklı canlı türlerini inceleyen her insan, bu türler arasında bazı benzer organlar ve özellikler bulunduğunu gözlemleyebilir. 18. yüzyıldan itibaren biyologların dikkatini çeken bu olguyu evrim teorisiyle ilişkilendiren ilk kişi ise, Darwin olmuştur. Darwin, benzer (yani "homolog") organlara sahip canlıların birbirleriyle evrimsel bir bağlantısı olduğunu ve bu organların ortak bir atanın mirası olması gerektiğini öne sürmüştür. Ona göre, örneğin güvercinlerin de kanatları vardır, kartalların da kanatları vardır; demek ki güvercinler, kartallar ve bunlar gibi kanatlı tüm kuşlar ortak bir atadan evrimleşmişlerdir.
Dev Dişlere Sahip İki İlgisiz Memeli |
Plesantalı ve keseli memeliler arasındaki olağanüstü derecede benzer "ikiz" türlerin bulunması, homoloji iddiasına çok büyük bir darbedir. Örneğin, her ikisi de dev öndişlere sahip birer memeli olan Smilodon (sağda) ve Thylacosmilus'dur. (solda) Aralarında hiçbir evrimsel bağlantı kurulamayan bu canlıların kafatası ve diş yapılarının olağanüstü derecede benzer oluşu, benzer yapıların evrime delil oluşturduğu yönündeki homoloji iddiasını yine açmaza sokmaktadır. |
Homoloji, hiçbir delile dayanmayan, yalnızca dış görünüşlerden yola çıkılarak ortaya atılmış yüzeysel bir varsayımdır. Bu varsayım, Darwin'den günümüze kadar hiçbir somut bulgu tarafından da doğrulanamamıştır. Öncelikle, homolog yapılara sahip canlıların evrimciler tarafından öne sürülen hayali ortak atalarının fosillerine yeryüzünün hiçbir tabakasında rastlanmamıştır. Ayrıca;
1- Evrimcilerin hiçbir evrimsel bağ kuramadıkları, bütünüyle farklı sınıflara ait canlılarda bile ortak homolog organların var olması,
2- Homolog organlara sahip canlılarda, bu organların genetik şifrelerinin çok farklı olmaları ve,
3- Bu organların embriyolojik gelişim safhalarının birbirinden çok farklı olması, homolojinin evrime hiçbir dayanak oluşturmadığını gösterir.
Evrimcilerin, aralarında hiçbir evrimsel bağlantı kuramadıkları türlerin de, birbirine çok benzeyen (homolog) organlara sahip olmaları konusunda verilebilecek örnekler arasında kanatlar da yer alır. Bir memeli olan yarasada kanat vardır, kuşlarda kanat vardır, sineklerde de kanat vardır, ayrıca geçmişte yaşamış uçan kanatlı dinozor türleri de vardır. Fakat, bu dört farklı sınıf arasında evrimciler bile herhangi bir evrimsel bağ, bir akrabalık kuramamaktadırlar.
Bu konudaki bir diğer çarpıcı örnek de farklı canlıların gözlerindeki şaşırtıcı benzerlik ve yapısal yakınlıktır. Örneğin ahtapot ve insan, aralarında hiçbir evrimsel bağlantı kurulamayan, son derece farklı canlılardır. Fakat her ikisinin de gözleri yapı ve fonksiyon bakımından birbirine çok yakındır. İnsanla ahtapotun benzer gözlere sahip ortak bir ataları olduğunu evrimciler bile iddia edememektedirler. Bu örnekler ve bunlara benzer birçok örnek açıkça göstermektedir ki, evrimcilerin öne sürdükleri "homolog organlar, canlıların ortak bir evrimsel atadan geldiğini ispatlar" şeklindeki iddianın hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Hatta bu organlar onlar açısından büyük bir çıkmazdır.
Evrimciler, benzer yapılara ve organlara sahip tüm canlılar arasında evrimsel bir ilişki olduğunu iddia ederler. "Homoloji" olarak bilinen bu tezlerinin geçersizliğini ortaya koyan örneklerden biri de ahtapot gözleridir. (bkz. Homoloji) Ahtapotlar, evrimcilerin ortaya attığı hayat ağacına göre insana en uzak canlılardan biridir. Ahtapot ve insan, aralarında hiçbir evrimsel bağlantı kurulamayan, son derece farklı canlılar olmalarına karşın, ahtapot gözü ile insan gözü tamamen aynı yapıya sahiptir. Bu durum, benzer yapıların evrime delil olmadığının çok açık bir göstergesidir.
Bu durum karşısında evrimciler, bu organların "homolog" (yani ortak bir atadan gelen) organlar değil, "analog" (aralarında evrimsel ilişki olmadığı halde birbirine çok benzeyen) organlar olduğunu söylerler. (bkz. Homolog organ; Analog organ) Örneğin insan gözü ile ahtapot gözü onlara göre analog bir organdır. Ancak bir organı homolog kategorisine mi, yoksa analog kategorisine mi dahil edecekleri sorusu, tamamen evrim teorisinin ön kabullerine göre cevaplanır. Bu ise, benzerliklere dayalı evrimci iddianın bilimsel bir yönü olmadığını göstermektedir.
Sol resim: 1.Retina, 2.Kasıcı kaslar, 3.Lens, 4.Kornea, 5.İris, 6.Lens, 7.Optik sinirler Sağ resim: 1.Retina, 2.İris, 3.Kasıcı kaslar, 4.Lens Ahtapotlar, evrimcilerin ortaya attığı hayali "hayat ağacı"na göre insana en uzak canlılardan biridir. Ancak ahtapot gözü (solda) ile insan gözü (sağda) tamamen aynı yapıya sahiptir. Bu durum, benzer yapıların evrime delil olmadığının göstergelerinden biridir. |
Evrimcilerin tek yaptığı, önceden doğru saydıkları bir evrim dogmasına göre, karşılarına çıkan bulguları yorumlamaya çalışmaktan ibarettir. Oysa ortaya koydukları yorum da son derece tutarsızdır. Çünkü "analog" saymak zorunda kaldıkları organlar kimi zaman, olağanüstü derecede kompleks yapılarına rağmen, birbirlerine o denli benzerdir ki, bu benzerliğin rastlantısal mutasyonlar sayesinde sağlandığını öne sürmek son derece mantıksızdır. Eğer ahtapotun gözü, evrimcilerin iddia ettiği gibi tesadüfen ortaya çıkmışsa, omurgalı gözünün de tıpatıp aynı tesadüfleri tekrarlayarak ortaya çıkması gereklidir. Bu sorunu düşünmekten "başı ağrıyan" ünlü evrimci Frank Salisbury şöyle yazmaktadır:
Göz kadar kompleks bir organ bile farklı gruplarda ayrı ayrı ortaya çıkmıştır. Örneğin ahtapotta, omurgalılarda ve artropodlarda. Bunların bir defa ortaya çıkışlarını açıklamak yeteri kadar problem oluştururken, modern sentetik (neo-Darwinist) teoriye göre, farklı defalar ayrı ayrı meydana geldikleri düşüncesi başımı ağrıtmaktadır.219
Yani evrim teorisine göre, birbirlerinden tamamen bağımsız mutasyonların, bu canlıları ikişer kez "tesadüfen" üretmiş olmaları gerekmektedir! Bu gerçek, evrimcileri daha da çaresizliğe sürükleyen bir sorundur. Evrimci biyologların "homoloji" tezi ile çelişen bu gibi olağanüstü benzerlikler, benzer organların ortak atadan evrimleşme tezine delil oluşturmadığını göstermektedir. Kaldı ki bazı canlılarda da bunun tam tersi bir durum gözlemlenir. Yani evrimciler tarafından çok yakın akraba sayıldıkları halde, bazı organları tamamen farklı yapılara sahip canlılar vardır.
"Hurda DNA" kavramı 5-6 yıl öncesine dek, bilim adamlarının fonksiyonlarını bilmedikleri büyük DNA yığınlarına verdikleri isimdi. Gen olarak tanımlayamadıkları bu çok uzun dizilimlere o an için "junk DNA" (hurda, çöp, boş DNA) diyorlardı. DNA'nın kendilerince işe yaramaz olan bu dev kısımlarını evrime delil olarak öne sürdüler. Bu iddiaya göre "Hurda DNA", evrim süresince biriken ancak artık kullanılmayan DNA kısımlarıydı.
Bu iddia hiçbir bilimsel bulguya dayanmıyordu; yalnızca temelsiz bir spekülasyondan ibaretti. Bu yanlışı literatüre kolayca yerleştirebilmelerinin sebebi ise, o günlerde DNA hakkında çok az şey bilinmesi ve "Hurda DNA" denen DNA kısımlarının işlevinin henüz keşfedilmemiş olmasıydı.
Oysa İnsan Genomu Projesi ve diğer genetik çalışmalarla birlikte, genlerin protein üretimi sırasında birbirleriyle devamlı bir etkileşim içinde oldukları ortaya çıktı. (bkz. Genom Projesi) Bu üretim sırasında, bir genin diğer DNA bölümlerinden bağımsız olarak çalışmadığı anlaşıldı. Bugün varılan nokta göstermektedir ki, bir genin çalışması sırasında, özellikle protein kodlamaya başlama aşamasında, genleri oluşturmayan DNA bölümlerinin o geni düzenlemesi söz konusudur. İşte bu yüzden, genetiğe ilgi duyan veya araştırmaları yakından takip eden hiçbir bilim adamı, artık "hurda DNA" kavramına itibar etmemektedir.
Aslında DNA'nın bu kısımlarının devamlı faaliyet halinde olduğu, evrimcilerin hoşuna gitmese de, uzun süreden beri ifade edilen bir gerçekti. Science dergisinde 1994 yılında yayınlanan "Saçma DNA kendi dilinde mi konuşuyor?" başlıklı haberde220, Harvard Tıp Fakültesi'ndeki moleküler biyologlar ve Boston Üniversitesi'nden fizikçiler bu konuya açıklık kazandırmışlardı. Çeşitli canlılardan alınan, 50.000 baz çifti içeren 37 DNA dizilimi üzerinde yaptıkları araştırmaların sonucu, insan DNA'sında %90 yer tutmakta olan sözde "boş DNA"nın aslında özel bir dilde yazıldığını haber veriyordu.
Cleveland Üniversitesi'nden evrimci bilim adamı Evan Eichler ise bu konuyla ilgili şöyle bir itirafta bulunmuştur:
Hurda DNA deyimi bizim bilgisizliğimizin yansımasından başka birşey değil.221
Gerçekte "Hurda DNA" kavramı, evrimcilerin 20. yüzyılın başında ortaya attıkları "körelmiş organlar" iddiasının son örneğidir. (bkz. Körelmiş organlar tezi) O dönemde de işlevi henüz keşfedilememiş pek çok organ (örneğin appendiks, kuyruk sokumu vs.) evrimciler tarafından "işe yaramaz, körelmiş organlar" diye öne sürülmüş ve evrim lehinde bir delil gibi gösterilmiştir. Oysa sonraki tıbbi araştırmalar, "işe yaramaz" sanılan organların önemli işlevlerini ortaya çıkarmış, örneğin appendiksin (halk arasında apandisit olarak bilinen organ) vücudun savunma sisteminin bir parçası, kuyruk sokumunun da önemli kasların tutunma noktası olduğunu göstermiştir. Evrimci yazar Scadding'in ifadesiyle "biyoloji bilgisi arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçülmüş" ve sonunda yok olmuştur.222
Bugün aynı durum "körelmiş DNA" gibi gösterilmek istenen DNA parçaları için söz konusudur. Ama "biyoloji bilgisi arttıkça" bu iddia da çürümektedir.
Julian Huxley |
Neo-Darwinizm'in mimarlarından zoolog Julian Huxley, 1958'de yayınladığı Religion Without Revelation (Vahiysiz Din) adlı kitabında neo-Darwinizm'i bilimsel bir teori olarak değil, ideolojik bir dogma olarak tarif etmektedir. (bkz. Neo-Darwinizm)
Darwin zamanında canlı hücresinin kompleks yapısı bilinmiyordu. Bu nedenle dönemin evrimcileri, canlılığın nasıl ortaya çıktığı sorusuna "rastlantılar ve doğal olaylar" cevabını vermenin çok ikna edici olduğunu sanmışlardı. Darwin ilk hücrenin "küçük, ılık bir su birikintisinde" kolaylıkla oluşabileceğini öne sürmüştü. (bkz. Abiyogenez görüşü) Oysa canlılığın en küçük detayına kadar inen 20. yüzyıl teknolojisi, hücrenin insanoğlunun karşılaştığı en kompleks sistem olduğunu ortaya çıkardı. Bugün hücrenin içinde; enerjiyi üreten santraller, yaşam için zorunlu olan enzim ve hormonları üreten fabrikalar, üretilecek bütün ürünlerle ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu bir bilgi bankası, bir bölgeden diğerine hammaddeleri ve ürünleri nakleden kompleks taşıma sistemleri, boru hatları, dışarıdan gelen hammaddeleri işe yarayacak parçalara ayrıştıran gelişmiş laboratuvar ve rafineriler, hücrenin içine alınacak veya dışına gönderilecek malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yapan uzmanlaşmış hücre zarı proteinleri olduğunu biliyoruz. Üstelik bu saydıklarımız, hücredeki karmaşık yapının yalnızca bir bölümüdür.
Evrimci bir bilim adamı olan W. H. Thorpe, "canlı hücrelerinin en basitinin sahip olduğu mekanizma bile, insanoğlunun şimdiye kadar yaptığı, hatta hayal ettiği bütün makinelerden çok daha komplekstir" diye yazar.223
Hücre o kadar komplekstir ki, bugün insanoğlu ulaştığı yüksek teknolojiyle bile bir hücre üretememektedir. Yapay hücre oluşturmak için yapılan tüm çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Evrim teorisi ise, insanoğlunun tüm bilgi ve teknoloji birikimi ile yapmayı başaramadığı bu sistemin ilkel dünyada "tesadüfen" oluştuğunu öne sürer. Bu, bir örnek vermek gerekirse, basım evindeki bir patlamayla, tesadüf eseri bir ansiklopedinin basılıvermiş olmasından çok daha düşük bir ihtimale sahiptir.
Buna benzer bir başka benzetmeyi İngiliz matematikçi ve astronom Sir Fred Hoyle, 12 Kasım 1981'de Nature dergisine verdiği bir demecinde yapmıştır. Kendisi de bir materyalist olmasına rağmen Hoyle, tesadüfler sonucu canlı bir hücrenin meydana gelmesiyle, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması arasında bir fark olmadığını belirtir.224 Yani, hücrenin kendi kendine, rastlantılar sonucu oluşması mümkün değildir.
Evrim teorisinin hücrenin nasıl var olduğu sorusunu açıklayamamasının en temel nedenlerinden biri, hücredeki "indirgenemez komplekslik" özelliğidir. (bkz. İndirgenemez komplekslik) Bir canlı hücresi, çok sayıda küçük organelin uyum içinde çalışmasıyla yaşar. Bu parçaların biri bile olmasa, hücre yaşamını sürdüremez. Hücrenin doğal seleksiyon ve mutasyon gibi bilinçsiz mekanizmaların kendisini geliştirmesini bekleme gibi bir imkanı yoktur. Dolayısıyla, yeryüzünde oluşan ilk hücrenin yaşam için gerekli tüm organel ve fonksiyonlara sahip, eksiksiz bir hücre olması gerekmektedir.
İnsan vücudunda 100 trilyondan fazla hücre bulunur. Bu hücrelerden bazıları o kadar küçüktür ki bunların bir milyon tanesi biraraya gelse ancak bir iğne ucu kadar yer kaplar. Ancak, bu küçüklüğüne rağmen hücre, bilim dünyasının ortak kanaatiyle, insanoğlunun bugüne kadar karşılaştığı en kompleks yapı ünvanını korumaktadır. Halen keşfedilmemiş pek çok sırrı içinde barındırmayı sürdüren hücre, evrim teorisinin de en büyük açmazlarından birini oluşturur. Nitekim ünlü Rus evrimcisi A. I. Oparin göz ardı edilemeyen bu gerçeği şöyle ifade eder:
Maalesef hücrenin meydana gelişi, evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık noktayı teşkil etmektedir.225
1.Çekirdek | 8.Lizozom |
Bu konudaki diğer bir itiraf ise, Johannes Gutenburg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose'ye aittir. Dose, canlı hücrenin oluşumu ile ilgili olarak "Yoğun çabalara rağmen son 30 yıldan bu yana canlı hücrelerin oluşumunu açıklayabilecek herhangi bir buluş yapılamadı"226 diyerek evrimin canlılığın kökenine bir açıklama getiremediğini itiraf etmektedir.
Bu itiraftan, evrimin önünün daha ilk aşamada tıkandığı ve daha fazla ileri gitme imkanının kalmadığı rahatlıkla anlaşılmaktadır. Canlı vücudunun başlıca yapıtaşı hücredir. Dolayısıyla, henüz hücrenin hatta hücreyi meydana getiren proteinler ve proteinleri meydana getiren amino asitlerin meydana gelişini bile açıklayamayan bir teorinin, dünya üzerindeki canlıların ortaya çıkışı hakkında bir açıklama getirmesi mümkün değildir. Aksine hücre, insanın "yaratılmış" olduğunun en açık delillerinden birini oluşturmaktadır.
Fakat evrimciler, hala, ilkel dünya şartları gibi, olabilecek en kontrolsüz ortamda canlılığın rastlantılarla ortaya çıktığını iddia edebilmektedirler. Oysa bu, hiçbir zaman bilimsel verilerle uyuşmayan bir iddiadır. Ayrıca en basit ihtimal hesapları bile, değil canlı bir hücrenin, o hücredeki milyonlarca proteinden tek bir tanesinin bile tesadüfen oluşamayacağını matematiksel olarak kanıtlamıştır. Bu da evrim teorisinin akıl ve mantıktan çok hayal, fantezi ve yakıştırmalar üzerine kurulu bir senaryolar yığını olduğunu göstermektedir.
Tek bir hücrenin varlığı kadar, hücreler arasında mükemmel bir uyum ve işbirliğinin var olması da hayret vericidir. İnsan vücudundaki bütün hücreler başlangıçta tek bir hücrenin bölünerek çoğalmasıyla meydana gelmiştir. Ve, daha en başından beri, vücudumuzun şu anki yapısı, şekli, tasarımı ve tüm özellikleriyle ilgili her türlü bilgi bu ilk hücrenin çekirdeğindeki kromozomlarda mevcuttur.
İnsanın hayatının devamlılığı, kendisini meydana getiren hücrelerin hem kendi içlerinde hem de birbirleri arasında uyum içinde çalışmaları sayesinde olur. Hücre, diğer hücrelerle uyum içinde çalışırken, kendi yaşamını da büyük bir düzen ve hassas bir denge içerisinde sürdürür. Bu düzenini devam ettirmek ve iç dengesini korumak için ihtiyacı olan birçok maddeyi, enerjisi de dahil olmak üzere bizzat kendisi tespit eder ve üretir. Kendi karşılayamadığı ihtiyaçlarını ise dışardan büyük bir titizlikle seçip alır. Öyle seçicidir ki, dış ortamda başıboş dolaşan maddelerden bir tanesi bile hücrenin izni olmadan tesadüf eseri onun kapılarından içeri giremez. Hücrenin içinde lüzumsuz, amaçsız tek bir molekül bile bulunmaz. Hücre dışına çıkışlar da aynı şekilde hassas kontroller, sıkı denetimler sonucunda gerçekleşir.
Tüm bunlarla birlikte hücre, her türlü dış tehdit ve saldırıya karşı kendini koruyacak bir savunma sistemine de sahiptir. Dahası, içerdiği bunca yapı ve sisteme, içinde devam eden sayısız faaliyete rağmen, ortalama bir hücrenin büyüklüğü modern bir şehir gibi kilometrelerce kare değil, yalnızca milimetrenin 100'de biri kadardır. Hücrenin yukarıda saydığımız işlevlerinden her biri başlı başına birer mucize niteliğindedir. (bkz. DNA)
198.G. Stein, Biological science and the roots of Nazism, American Scientist, vol 76(1), 1988, s.54; Jerry Bergman, Darwinism and the Nazi Race Holocaust, http://www.trueorigin.org/holocaust.htm
199.R.Payne, The Life and Death of Lenin, London:1967, p.609-610
200.Phillip E. Johnson, “Darwinism’s Rules of Reasoning”, Darwinism: Science or Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12
201.R. Lewin, Science, vol. 241, July 15, 1988, s.291
202.Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Biyoloji 1, Sürat Yayınları, 1998, İstanbul, s.7
203.Prof. Dr. Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, Genel Biyoloji/Genel Zooloji, Cilt-I, Kısım-I, Ankara, 1993, s.12-13
204.J. Lear Grimmer, National Geographic, August 1962, s.391
205.L.S.B. Leakey, The Origin of Homo sapiens, ed. F. Borde, Paris: UNESCO, 1972, ss.25-29; L.S.B. Leakey, By the Evidence, New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1974
206.Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992, s.83
207.Boyce Rensberger, The Washington Post, November 19, 1984
208.Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992. s.136
209.Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, vol 94, 1994, ss.307-325
210.Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, “Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion”, Nature, vol 369, June 23, 1994, ss.645-648
211.Tim Bromage, New Scientist, vol 133, 1992, ss.38-41
212.J. E. Cronin, N. T. Boaz, C. B. Stringer, Y. Rak, “Tempo and Mode in Hominid Evolution”, Nature, vol. 292, 1981, ss.113-122
213.C. L. Brace, H. Nelson, N. Korn, M. L. Brace, Atlas of Human Evolution, 2nd Edition, New York: Rinehart and Wilson, 1979
214.Alan Walker, Scientific American, vol 239 (2), 1978, s.54
215.A. J. Kelso, Physical Anthropology, 1st Edition, 1970, s.221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, vol 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s.272
216.D. C. Johanson & M. A. Edey, Lucy: The Beginnings of Humankind, New York: Simon & Schuster, 1981, s.250
217.I. Anderson, New Scientist, vol 98, 1983, s.373
218.Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London, Burnett Books, 1985, s.145
219.Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, ss.290-291
220.Frank Salisbury, Doubts About the Modern Synthetic Theory of Evolution, American Biology Teacher, September 1971, s.338
221. “Does nonsense DNA speak it’s own dialect?”, Science News, Vol. 164, December 24, 1994
222.Service, R.F., Vogel, G, Science, February 16, 2001
223.S. R. Scadding, “Do ‘Vestigial Organs’ Provide Evidence for Evolution?”, Evolutionary Theory, vol 5, May 1981, s.173
224.W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, ss.298-299
225.“Hoyle on Evolution”, Nature, vol 294, November 12, 1981, s.105
226.A. I. Oparin, Origin of Life, s.196
227.Klaus Dose, “The Origin Of Life: More Questions Than Answers”, Interdisciplinary Science Reviews, s.352