Büyük Okyanus'ta Ekvador yakınlarındaki Galapagos Adaları özellikle kuş ve sürüngen türlerinin ağırlıklı olarak bulunduğu, birçok canlı türünün yaşadığı bir bölgedir. Darwin'in söz konusu adalarda gördüğü mucizevi çeşitlilik, onu pek çok insanın aksine, tüm varlıkların rastlantı eseri meydana geldiği sonucuna götürmüştür. O, tüm bunları yaratan Allah'ın sonsuz kudretini takdir edememiştir. Evrendeki sanattan etkilenmesi ve bir araştırmacı olarak bu gerçeği hemen anlayabilmesi gerekirken, Darwin'de bu mantık tam tersine işlemiştir.
Darwin bu canlıların binlercesini toplayıp ispirtoda saklamasına rağmen, sadece ispinoz türlerine dikkat çekmiş ve bu canlıları incelediğinde de son derece dar görüşlü çıkarımlar yapmıştır. İspinozların gagalarının inceliği, uzunluğu veya kısalığı elbette incelenebilir. Ama yalnızca bu incelemeyle tüm canlı türlerinin kökenine; örneğin dev boyutlu balinaların, farklı görünümleriyle fillerin, muhteşem uçuş yeteneği ile sineklerin, kanatlarındaki olağanüstü simetri ile dikkat çeken kelebeklerin, denizaltında yaşayan birbirinden çok farklı balıkların, kabuklu deniz canlılarının, kuşların, sürüngenlerin ve en önemlisi de akıl ve şuur sahibi insanın nasıl var olduğuna yönelik bir çıkarım yapmak, akıl ve bilim yoluyla düşünen insanın benimsemeyeceği bir davranıştır.
Sir Francis Galton da kuzeni Charles Darwin gibi biyolojiyle ilgilenmişti. Charles Darwin'den farklı olarak konunun çok fazla bilinmeyen bir alanında çalışmıştı: kalıtım ve zeka. Galton doğuştan gelen özelliklerin geliştirilmesi için öjeni fikrini (insan ırkının soya çekim yoluyla ıslah edilmesine çalışan fikir) savunmuştu. Galton'un genetik kavramı Hitler, Churchill ve kendilerince uygunsuz ırkları ortadan kaldırmaya çalışmış bir çok kişi tarafından benimsenmişti.
K. Ludmerer, 19. yüzyılda öjeni fikrine olan ilginin artışının sebebinin Darwinizm olduğunu şöyle belirtir:
... modern öjenik düşünce yalnızca 19 yüzyılda uyandı. Bu yüzyıl sırasında öjeniye ilginin oluşmasının birkaç nedeni vardır. En önemli neden ise evrim teorisidir. Öjeni terimini de keşfeden Francis Galton fikirlerini kuzeni Charles Darwin'in doktrinine dayandırıyordu.194
Hücrenin çekirdeğinde bulunan bilgi deposu DNA, A- T- G- C harfleri ile ifade edilen nükleik asit moleküllerinden oluşur. Bu dört harfle ifade edilen moleküller, ikişerli olarak karşılıklı eşleşir ve birer basamak oluştururlar. Bu basamaklar ise üst üste eklenerek genleri meydana getirirler. DNA molekülünün bir bölümü olan her bir gen, insan vücudundaki belli bir özelliği kontrol eder. Boyun uzunluğundan gözün rengine, burnun şeklinden kan grubuna kadar tüm bilgiler canlının genlerinde saklıdır. İnsan hücresindeki DNA'larda 30.000 civarında gen bulunur. Her gen, karşılığı olduğu protein türüne göre, sayıları 1.000 ile 186.000 arasında değişen nükleotidlerin özel bir sıralamada dizilmesinden oluşur. Bu genler insan vücudunda görev yapan yaklaşık 30.000 civarındaki proteinin kodlarını saklar ve bu proteinlerin üretimini denetler. Bu 30.000 genin içerdiği bilgi, DNA'daki toplam bilginin yalnızca % 3'ünü teşkil eder. Geriye kalan % 97'lik bölüm ise günümüzde hala sırrını korumaya devam etmektedir.
Genler kromozomların içinde bulunur. Her insan hücresinin (üreme hücreleri hariç) çekirdeğinde 46 kromozom vardır. Her bir kromozomu gen sayfalarından meydana gelmiş bir cilde benzetirsek, bir hücrede insanın tüm özelliklerini içeren 46 ciltlik bir "hücre ansiklopedisi"nin bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu hücre ansiklopedisi tam 920 ciltlik Encyclopedia Britannica'nın içerdiği bilgiye eşdeğerdir.
Her insanın DNA'sındaki harflerin dizilimi farklı farklıdır. Şu ana kadar dünya üzerinde yaşamış milyarlarca insanın tümünün birbirinden farklı olmalarının nedeni de budur. Organların ve uzuvların temel yapı ve işlevleri her insanda aynıdır. Ancak herkes o kadar ince farklılıklarla o kadar ayrıntılı ve özel yaratılır ki, bütün insanlar tek bir hücrenin bölünmesiyle meydana geldikleri ve aynı temel yapıya sahip oldukları halde, hiçbirinin görünümü bir diğerine benzemez.
Vücudumuzda bulunan bütün organlar genlerin tarif ettiği bir plan çerçevesinde inşa edilirler. Örneğin bilim adamlarının çıkardıkları bir gen atlasına göre vücudumuzda, deri 2.559, beyin 29.930, göz 1.794, tükürük bezi 186, kalp 6.216, göğüs 4.001, akciğer 11.581, karaciğer 2.309, bağırsak 3.838, iskelet kası 1.911 ve kan hücreleri 22.092 gen tarafından kontrol edilmektedir.
Şu anda düzgün bir insan olarak yaşam sürdürmenizin sırrı, DNA'larınızda bulunan 46 ciltlik hücre ansiklopedisindeki milyarlarca harfin "hatasız" olarak birbiri ardına dizilmiş olmasındadır. Elbette bu harflerin kendi şuurları ve iradeleriyle böyle bir dizilimi gerçekleştirmiş olmaları mümkün değildir. Burada ansiklopedi sayfalarına benzettiğimiz genler, tesadüf kelimesini anlamsız kılan hatasız dizilimleriyle yaratılışın bir ispatıdır. (bkz. DNA)
Her popülasyonun, yani aynı türe ait bireylerden meydana gelmiş ve belirli bir alana yayılmış canlı topluluğunun kendine özgü bir genetik yapısı bulunur. Bu genetik yapı, popülasyonun içerdiği genotip (bireyin kalıtsal yapısı) ve genlerin frekansı ile belirlenir.
Gen frekansı, gen havuzundaki (bir popülasyonun kalıtsal yapısı) herhangi bir özellikle ilgili genin, toplam genler içindeki yüzde oranına denir. Örneğin bezelye popülasyonlarında düzgün ve buruşuk olmak üzere bu karakter için iki gen bulunur. Popülasyondaki düzgün tohum genlerinin sayısının, toplam sayıya oranı düzgün tohumlu genlerin frekansını verir. (bkz. Gen havuzu)
Bir gen frekansının değerinin yüksek olması, o genin gen havuzunda fazla miktarda bulunduğu, dolayısıyla ortaya çıkan genetik çeşitlenmede (varyasyon) bu özelliğin daha baskın olacağı anlamına gelir. Evrimciler ise, bir türün içindeki çeşitliliğin fazla olmasını teorilerine delil olarak göstermeye çalışırlar. Oysa varyasyon evrime hiçbir delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasıdır ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz. (bkz. Varyasyon)
Popülasyonlar, gen frekansı bakımından homojen dağılım göstermezler. Onların içerisinde de özellikleri diğerlerine göre birbirine daha çok benzeyen küçük gruplar vardır. Bu gruplar birbirlerinden coğrafi izolasyonla belirli bir süre ayrılmış; fakat aralarındaki gen akışı tam olarak kesilmemiştir. (bkz. Coğrafi izolasyon görüşü)
Evrimciler, bir türün içindeki varyasyonları teoriye delil olarak göstermeye çalışırlar. Oysa varyasyon evrime delil oluşturmaz; çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz.
Varyasyon, bir tür içinde sınırlı bir çeşitlilik sağlar. Bu değişiklikler sınırlıdır, çünkü değişiklik sadece zaten var olan genetik bilgiyi kendi içinde çeşitlendirir. Genetik bilgiye herhangi bir ekleme yapmak mümkün değildir. Sadece var olan bilgi kendi içinde değişir ve bu değişikliğin sınırları da belirlenmiştir. Genetik biliminde söz konusu sınıra "gen havuzu" denir. Bir canlı türünün gen havuzunda bulunan bütün özellikler, varyasyon sayesinde çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Örneğin varyasyon sonucunda, bir sürüngen türünün içinde ortalamaya göre biraz daha uzun ayaklı ya da biraz daha kısa ayaklı cinsler ortaya çıkabilir, çünkü kısa ayak bilgisi de, uzun ayak bilgisi de sürüngenlerin gen havuzunda vardır. Ama varyasyon sürüngenlere kanat takıp, tüy ekleyip, metabolizmalarını değiştirip onları kuşa dönüştüremez. Çünkü bu tür bir dönüşüm canlının genetik bilgisinde bir artış olmasını gerektirir, fakat varyasyonlarda böyle bir durum söz konusu değildir.
Geçmişten günümüze vahşi orman horozundan türetilmiş birçok cins tavuk bulunmaktadır. Ancak günümüzde yeni cinslerin oluşumu durmuştur, zira artık orman tavuğunun genetik bilgisindeki değişimin sınırına ulaşılmıştır ve yeni cins tavuk üretilememektedir. Buradaki durum türleşmedir ve hiçbir şekilde evrime delil teşkil etmez.
Bitki teknolojisinde de aynı durum söz konusudur. Şeker pancarı bu konuda iyi bir örnektir. 1800'lü yıllardan başlayarak şeker pancarı üreticileri iyi cins şeker pancarlarını birbirleriyle türeterek yeni cinsler oluşturmuşlardır. 75 yıllık bir çalışmanın sonucunda şeker pancarının içerdiği şeker oranının %6'dan %15'e yükseltilmesi mümkün olmuştur. Ancak bir süre sonra şeker pancarındaki iyileşme durmuş ve şeker oranı daha fazla yükseltilemez hale gelmiştir. Çünkü şeker pancarının genetik bilgisinin izin verdiği değişimin sınırına ulaşılmıştır ve bunun ötesinde, artık bu bilginin çapraz çiftleştirme yöntemiyle geliştirilmesi mümkün olmamaktadır. Bu örnek, genetik bilgideki değişimlerin bir sınırı olduğunun en önemli göstergelerindendir.
Genetik sistem yalnızca DNA'dan ibaret değildir. DNA'dan bu şifreyi okuyacak enzimler, bu şifrelerin okunmasıyla üretilecek mRNA, mRNA'nın bu şifreyle gidip üretim için üzerine bağlanacağı ribozom, ribozoma üretimde kullanılacak amino asitleri taşıyacak bir taşıyıcı RNA ve bunlar gibi sayısız ara işlemleri sağlayan son derece kompleks enzimlerin de aynı ortamda bulunması gerekir. Ayrıca böyle bir ortam, ancak hücre gibi, gerekli tüm hammadde ve enerji imkanlarının bulunduğu, her yönden izole ve tamamen kontrollü bir ortamdan başkası olamaz. (bkz. DNA; ribozom; RNA Dünyası tezi)
20. yüzyıl bilimi, canlılar üzerinde yapılan birtakım deneyler sonucunda "genetik değişmezlik" (genetik homeostasis) denilen bir ilkeyi ortaya çıkardı. Bu ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm eşleştirme (farklı varyasyon oluşturma) çabalarının sonuçsuz kaldığını, canlı türleri arasında aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyuyordu. Yani farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricilerinin, inekleri Darwin'in iddia ettiği gibi, başka bir türe dönüştürmeleri kesinlikle mümkün değildi.
Darwin Retried (Darwin Yeniden Sorgulandı) adlı kitabıyla Darwinizm'in geçersizliğini ortaya koyan Norman Macbeth bu konuda şöyle yazar:
Sorun canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde varyasyon gösterip göstermedikleridir... Türler her zaman için sabittirler. Yetiştiricilerin yetiştirdikleri değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir noktadan ileri gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına geri döndüğünü biliriz.195
Evrimci çevreler Genom Projesi'nin evrim teorisini kanıtladığı iddiasıyla ortaya çıkmaktadırlar; fakat bunun hiçbir bilimsel gerçekliği yoktur. Evrimciler somut bir delil bulamamaktan dolayı, "Genom Projesi evrim teorisini kesin olarak ispatladı" sloganı ile içi boş bir evrim propagandası yaparlar. Ne var ki, genom projesinde elde edilen bulgularla evrim teorisinin iddiaları arasında hiçbir bağlantı yoktur.
Genlerle oynanarak canlılarda fiziksel değişikliklere neden olmanın evrim teorisinin bir kanıtı olduğunu düşünmek kuşkusuz çok büyük bir yanılgıdır. İnsan Genomu Projesi dahilinde, canlıların bozuk genlerinin düzeltilerek, bazı kalıtsal hastalıkların iyileştirilebileceği veya genlerle oynanarak bir türün daha mükemmelleştirilebileceği doğrudur. Ne var ki, bu müdahalelerin hepsi bilinç, akıl, bilgi, yetenek ve teknoloji sahibi insanlar tarafından bir kontrol dahilinde uygulandığı takdirde iyileşmeye ve gelişmeye yönelik sonuçlar verecektir.
Evrim teorisine karşı getirilen en önemli eleştiri zaten bu noktadadır. Evrim teorisinin iddiası, genlerin, proteinlerin, hayatın tüm yapıtaşlarının ve dolayısıyla canlılığın, hiçbir bilinç olmadan, tamamen tesadüflerin sonucunda kendi kendine oluştuğudur. Bu, kesinlikle kabul edilebilir bir açıklama değildir. Ne bilim, ne de mantık böyle bir tesadüf iddiasını kabul etmemektedir. Çünkü, genom projesinin gündeme gelmesiyle bir kez daha anlaşılmıştır ki, canlılık son derece kompleks, iç içe geçmiş ve hepsi birbirine bağlı, biri olmadan diğerinin olamayacağı yapılardan oluşmaktadır. Bu yapıların her biri kusursuz bir plan ve tasarıma sahiptir. Dolayısıyla böylesine mükemmel ve kompleks yapıların tesadüfler sonucunda, kendiliğinden oluşmaları ve yine tesadüfler sonucunda kendi kendilerini geliştirerek çok daha karmaşık yapıları meydana getirmeleri imkansızdır. Bunun için bilinç, akıl ve bilgi gerekir. Bu sonucun bize gösterdiği tek gerçek vardır: Canlılığı sonsuz aklı ve bilgi sahibi olan Allah yaratmıştır.
Bu konudaki diğer bir yanılgı ise, bilim adamlarının genlere müdahale ederek değişikliklere neden olabilmelerinin sonucunda insanın "yaratan" olduğunu sanmalarıdır. Bu, evrimcilerin Allah'ı inkarlarının bir sonucu olarak her fırsatta ortaya attıkları son derece temelsiz ve ateizm propagandasına yönelik bir iddiadır. Çünkü, mevcut olan genler üzerinde oynamalar yapmak ve o canlıda değişimlere neden olmak o canlıyı yaratmak değildir. Veya klonlama örneğinde olduğu gibi, bir canlının kök hücrelerini alarak, o kök hücreyi bir canlının rahmine yerleştirip o canlının aynısından üretmek de yaratmak değildir. Yaratmak, yoktan var etmektir. Ve evrimciler gayet iyi bilmektedirler ki, tek bir canlı hücresini dahi yoktan var etmekten acizdirler. Bu konuda yaptıkları çalışmaların tamamı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. (bkz. Miller Deneyi; Fox Deneyi)
Sonuç olarak Genom Projesi ile elde edilen bulgular, evrim teorisini kanıtlamamıştır, aksine yaratılış gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiştir.
İnsan Genom Projesi'ni yürüten Celera Genomics şirketi |
Duane T. Gish'in Evrim teorisini eleştiren kitapları |
Dünyaca ünlü evrim uzmanı Prof. Gish, Bilim Araştırma Vakfı'nın düzenlediği "Evrim Teorisinin Çöküşü: Yaratılış Gerçeği" başlıklı uluslararası konferansta (5 Temmuz 1998) "İnsanın Kökeni" adlı konuşmasında insanın maymundan evrimleştiği tezinin hiçbir dayanağı olmadığını anlattı:
Fosil kayıtları evrim teorisini çürütmekte, insanın maymundan evrimleştiği iddiasını geçersiz kılmaktadır... Bilim bizlere tüm canlı türlerinin Allah tarafından ayrı ayrı yaratıldıklarını göstermektedir.196
ICR'ın kurucularından biri olan Dr. Duane T. Gish, özellikle fosil bilimi konusunda yazdığı kitaplar ve verdiği 500'ün üzerinde konferansla, dünyada evrim teorisine karşı eleştiri getiren en ünlü isimlerden biridir. Kısa adı ICR olan Institute for Creation Research (Yaratılış Araştırmaları Enstitüsü) 1970'lerin başında ABD'nin San Diego kentinde kurulmuş ve o dönemden bu yana dünyada evrim teorisine yönelik eleştiri getiren en önemli kurumlardan biri olmuştur. ICR bünyesinde 20'nin üzerine bilim adamı ve çok sayıda araştırmacı yer almaktadır. Enstitü'nün; yüksek lisans eğitimi veren bir fakültesi, yılda binlerce ziyaretçi çeken "Yaratılış Müzesi", dünyanın farklı ülkelerinde bilimsel araştırmalar yürüten bir ekibi, laboratuvarları, kitap, dergi ve radyo yayınları bulunmaktadır.
Harvard Üniversitesi paleontoloğu Stephen J. Gould, evrim mekanizması olarak öne sürülen doğal seleksiyonun açmazını şöyle dile getirmektedir:
Darwinizm'in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: "Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür. "Kimse doğal seleksiyonun uygun olmayanın elenmesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinist teori, "uygun olanı yaratması"nı da istemektedir.197
Evrimci paleontolog Stephen J. Gould aynı zamanda sözde sıçramalı evrim modelinin de önde gelen teorisyenlerindendir. (bkz. Sıçramalı evrim) Evrim teorisinin dünyadaki en önde gelen eleştirmenlerinden biri olan Phillip Johnson ise, Gould'u "Darwinizm'in Gorbaçov'u" olarak tanımlar. Gorbaçov, Sovyetler Birliği'nin komünist devlet sisteminde aksaklıklar olduğunu düşünerek sistemi "revize" etmeye çalışmıştır. Oysa aksaklık sandığı sorunlar gerçekte sistemin kendi tabiatından kaynaklandığı için, komünizm yıkılıp gitmiştir.
194.K. Ludmerer, Eugenics, In: Encyclopedia of Bioethics, Edited by Mark Lappe, The Free Press, New York, 1978, s.457; www..trueorigin.org/holocaust.htm
195.Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, New York: 1971, s.33
196.http://www.harunyahya.com/EvrimAldatmacasi/aldatmaca/evrim16.html
197.Stephan Jay Gould, “The Return of Hopeful Monsters”, Natural History, vol 86, June-July 1977, s.28