Darwin'in öne sürdüğü doğal seleksiyon mekanizması, bulundukları coğrafi konumun doğal şartlarına uygun yapıda ve güçlü olan canlıların hayatlarını ve nesillerini sürdürebildiklerini, uygun yapıda olmayan ve daha güçsüz olanların ise yok olduklarını öngörür. Darwinizm'in benimsediği doğal seleksiyon mekanizmasına göre doğa, canlıların birbirleriyle "yaşam" için kıyasıya mücadele ettikleri, zayıfların güçlüler tarafından yok edildiği bir yerdir.
Dolayısıyla bu iddiaya göre her canlı, yaşamını sürdürebilmek için güçlü olmak, diğerlerine her konuda üstün gelmek ve kıyasıya savaşmak zorundadır. Böyle bir ortamda ise fedakarlık, özveri, işbirliği gibi kavramlara yer yoktur; zira bunların her biri canlının aleyhine dönebilir. Bu yüzden her canlı olabildiğince bencil olmalı ve sadece kendi yiyeceğini, kendi yuvasını, kendi korunmasını, kendi güvenliğini düşünmelidir.
Evrimciler canlıların birbirlerine karşı yardımsever ve özverili tavırlarını açıklamakta aciz kalmaktadırlar. |
Fakat gerçekte doğa sadece her canlının birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği, herkesin birbirini yok etmek, saf dışı bırakmak için çaba harcadığı, son derece bencil ve vahşi bireylerden oluşan bir ortam değildir. Aksine doğa, çoğu kez ölümü göze alan fedakarlıkların, kendi zararına olduğu halde sürü için gösterilen özverilerin, bunun karşılığında canlılara hiçbir kazanç sağlamayan akılcı işbirliklerinin sayısız örnekleri ile doludur. Cemal Yıldırım, kendisi de bir evrimci olmasına rağmen, Darwin ve dönemindeki diğer evrimcilerin neden doğanın sadece bir savaş yeri olduğunu zannettiklerini şöyle açıklar:
19. yüzyılda bilim adamları çoğunluk çalışma odalarında ya da laboratuvarda kapalı kaldıkları, doğayı doğrudan tanıma yoluna gitmedikleri için canlıların salt savaşım içinde olduğu tezine kolayca kapılmıştır. Huxley çapında seçkin bir bilim adamı bile kendini bu yanılgıdan kurtaramamıştı.165
Evrimci Peter Kropotkin ise hayvanların aralarındaki dayanışmayı konu edindiği Mutual Aid: A Factor in Evolution (Karşılıklı Yardımlaşma: Evrimde Bir Etken) isimli kitabında, Darwin ve taraftarlarının içine düştükleri yanılgıyı şöyle dile getirmektedir:
Darwin ve onu izleyenler, doğayı canlıların sürekli olarak birbirleriyle savaştıkları bir yer olarak tanımladılar. Huxley'e göre hayvanlar alemi gladyatörlerin şovuna benziyordu. Hayvanlar birbirleriyle savaşmakta, en hızlı ve en kurnaz olanı ertesi gün savaşabilmek için hayatta kalmaktaydı. Ancak ilk bakışta, Huxley'in doğaya bakış açısının bilimsel olmadığı anlaşılmaktadır…166
Evrimci bilim adamları sırf bağlı bulundukları ideolojiyi destekleyebilmek için doğada açıkça görülen bazı özellikleri kendilerine göre yorumlamışlardır. Darwin'in, doğaya hakim olduğunu hayal ettiği savaş, gerçekte büyük bir "yanılgıdan" ibarettir. Çünkü doğada sadece kendi çıkarları için yaşam savaşı veren canlılar yoktur. Birçok canlı diğer canlılara karşı yardımsever ve bundan daha da önemlisi "özverili"dir. İşte bu yüzden evrimciler doğada rastladıkları özverili tavırları açıklamakta aciz kalmaktadırlar. Bilimsel bir dergide konuyla ilgili olarak yayınlanan bir makalede yazılanlar, bu acizliği gözler önüne sermektedir:
Sorun, canlıların niye birbirlerine yardım ettikleridir. Darwin'in teorisine göre; her canlı kendi varlığını sürdürmek ve üreyebilmek için bir savaş vermektedir. Başkalarına yardım etmek, buna bağlı olarak o canlının sağ kalma olasılığını azaltacağına göre, uzun vadede evrimde bu davranışın elenmesi gerekirdi. Oysa canlıların özverili olabilecekleri gözlenmiştir.167
Örneğin balarıları, kovanlarına saldıran bir hayvanı sokarak öldürürler. Aslında arılar bu şekilde intihar etmiş olurlar. Çünkü sokma sırasında iğnelerini bıraktıkları için ona bağlı birtakım iç organları da yırtılıp gövdelerinden sökülür. Görüldüğü gibi arı, kovandaki diğer arıların güvenliğini sağlamak uğruna kendi yaşamını harcamaktadır.
Timsah ise en vahşi hayvanlardan biri olmasına karşın, yavrularına gösterdiği ihtimam son derece hayret vericidir. Yavruları yumurtadan çıktıktan sonra onları ağzında suya kadar taşır. Bundan sonra yavrular büyüyüp kendi başlarının çaresine bakana kadar, timsah onları ağzında veya üzerinde taşıyacaktır. Yavru timsahlar da herhangi bir tehlike sezdiklerinde hemen annelerinin ağzındaki korunaklı barınaklarına kaçarlar. Oysa timsah hem vahşi, hem de bilinci olmayan bir hayvandır; dolayısıyla kendisinden beklenen yavrularını koruması değil aksine onları da beslenmek için ayrım gözetmeden yemesidir.
Bazı anneler yavruları sütten kesilene kadar kendi yaşadıkları toplulukları terk etmek zorunda kalırlar ve böylece kendilerini büyük bir riske atarlar. Doğumdan veya yumurtadan çıktıktan sonra birçok hayvan türü yavrularına günlerce, aylarca hatta kimi zaman yıllarca bakar. Onlara yiyecek, yuva, sıcaklık sağlar; onları yırtıcı hayvanlardan korur. Gün boyunca birçok kuş, yavrularını saatte ortalama dört ile yirmi kere arasında besler. Memelilerde ise annelerin daha farklı sorunları olur. Süt verme döneminde daha iyi gıda almalıdırlar ve bunun için daha çok avlanmalıdırlar. Buna rağmen bu süre içerisinde yavru kilo alırken anne sürekli kilo kaybeder.
Bilinci olmayan bir hayvandan beklenen, yavrusunu doğurduktan sonra bırakıp gitmesidir. Çünkü hayvanlar bu küçük canlıların ne olduklarının bile şuuruna varamazlar. Ancak buna rağmen bu yavruların bütün sorumluluğunu üstlenirler.
Canlılar sadece yavrularını tehlikelerden koruyarak özveride bulunmazlar. Birçok durumda kendi toplulukları içinde yaşayan diğer canlılara karşı da son derece "ince düşünceli" ve "çözümcü" davrandıkları gözlemlenmiştir. Bunun bir örneği, çevrede bulunan besin kaynakları azaldığında görülür. Böyle bir durumda güçlü olan hayvanların üstün gelerek diğer hayvanları saf dışı bırakacakları ve tüm kaynaklara el koyacakları düşünülebilir. Ancak olaylar hiç de evrimcilerin hayal ettikleri gibi gelişmez.
Ünlü bir evrimci olan Peter Kropotkin kitabında bu konuyla ilgili bazı örnekler verir: Kropotkin, bir kıtlık durumuyla karşılaşıldığında karıncaların depoladıkları erzaklarını kullanmaya başladıklarını, kuşların topluca göç ettiklerini; bir ırmakta çok fazla kunduz yaşamaya başladığında, genç olanların kuzeye yaşlı olanların güneye doğru gittiklerini anlatır.168
Yukarıda aktarılan bilgilerden de görüleceği gibi, doğadaki canlılar arasında kıyasıya bir yiyecek veya yuva mücadelesi yoktur. Aksine en zorlu koşullarda dahi canlılar arasında çok güzel bir uyum ve dayanışma görülmektedir. Sanki her biri koşulları kolaylaştırmak için uğraşıyor gibidir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta şudur: Bu canlıların hiçbiri bu kararları alacak ve böyle bir düzeni sağlayacak bir akla ve bilince sahip değildir. Öyleyse biraraya gelip ortak bir hedef belirlemeleri ve bu hedefe hepsinin uyması, hatta bu hedefin tüm toplum bireyleri için en sağlıklı karar olmasının tek açıklaması, Allah'ın yaratmasıdır.
Doğadaki bu gerçekler karşısında, evrimcilerin "doğa bir savaşım alanıdır, bencil olan, kendi çıkarlarını koruyan üstün gelir" iddiası tamamen geçersiz kalmaktadır. Ünlü bir evrimci olan John Maynard Smith, canlıların bu özellikleri üzerine evrimcilere şöyle bir soru yöneltmektedir:
Eğer doğal seleksiyon, bireyin yaşama ihtimalini ve çoğalmasını garanti eden özelliklerinin seçilimi ise, kendini feda eden davranışları nasıl açıklayacağız?169
Archæopteryx'i ara form olarak göstermeye çalışan evrimcilerin iddiası, kuşların dinozorlardan evrimleştiği şeklindedir. Oysa dünyanın en önde gelen kuşbilimcilerinden biri olan Kuzey Carolina Üniversitesi profesörü Alan Feduccia, bir evrimci olmasına karşılık, kuşların dinozorlarla akraba olduğu teorisine kesinlikle karşı çıkmaktadır. Feduccia şöyle der:
25 sene boyunca kuşların kafataslarını inceledim ve dinozorlarla aralarında hiçbir benzerlik görmüyorum. Kuşların dört ayaklılardan evrimleştiği teorisi paleontoloji alanında 20. yüzyılın en büyük utancı olacaktır.170
Canlıların herhangi bir grubunun sözde evrimsel öyküsüne "filogeni" denir. Bir başka deyişle filogeni, evrimcilerin, gruplar arasındaki akrabalık derecesini belirleme, her türün ya da grubun mümkün olan tüm yapısal benzerliklerini ve ayrılıklarını ortaya koyma ve geçmişteki sözde atalarını kademe kademe gösterme çabalarıdır.171 (bkz. Filum; Taksonomi)
Evrimciler bu tür yöntemlerle canlılar arasında varsaydıkları ata-torun ilişkilerini gösterebilmeyi amaçlarlar. Ayrıca canlılardaki bir takım benzerliklere dayanarak, tüm canlıları evrimsel soyağacının üzerine çeşitli dallandırmalarla yerleştirmeye çalışırlar. Ancak tüm bunlar evrimcilerin ön kabullerine dayanılarak yapılan hayali ve hiçbir bilimsel destek ve kanıt taşımayan çalışmalardır.
Canlılar biyologlar tarafından belirli sınıflandırmalara ayrılırlar. "Taksonomi" ya da "sistematik" olarak da bilinen bu sınıflandırma içinde hiyerarşik kategoriler vardır. Canlılar ilk önce "alem"lere ayrılırlar; bitkiler ya da hayvanlar alemi gibi. Sonra bu alemler kendi içlerinde filumlara ("şubelere") bölünür.
Örneğin hayvanlar aleminin kendi içindeki en büyük bölünme farklı filumlardır. Bu filumlar belirlenirken her birinin tamamen farklı vücut planlarına sahip oldukları göz önünde bulundurulmuştur. Örneğin Artropodlar (eklem bacaklılar) kendilerine has bir filumdur ve bu filuma dahil edilen tüm canlılar temelde benzer bir vücut planına sahiptir. Chordata olarak adlandırılan filum ise, merkezi bir sinir ağına sahip olan canlıları barındırır. Bizim için tanıdık olan balıklar, kuşlar, sürüngenler, memeliler gibi hayvanların tümü, Chordata'nın bir alt sınıfı olan omurgalılar kategorisine dahildir.
Canlı grupları olan filumların tamamına yakını, Kambriyen devri olarak bilinen jeolojik dönemde, hiçbir sözde evrimsel ataya sahip olmadan aniden ortaya çıkmışlardır. Bu, evrim teorisini çürüten, yaratılışı destekleyen önemli bir delildir. |
Hayvanların farklı filumları arasında, ahtapotlar gibi yumuşak bedenli canlıları barındıran Mollusca filumu ya da yuvarlak solucanları barındıran Nemotada filumu gibi çok farklı kategoriler vardır. Bu kategorilerin en önemli özelliği ise, başta da belirttiğimiz gibi tamamen farklı vücut planlarına sahip olmalarıdır. Filumların altındaki kategoriler, temelde benzer vücut planlarına sahiptir, ama filumlar birbirlerinden çok farklıdır.
ABD çapında çok ünlü bir bilim adamı olan, Indiana Üniversitesi mikrobiyoloji profesörü Carl Fliermans, "kimyasal atıkların bakteriler yoluyla nötralize edilmesi" konusunda Amerikan Savunma Bakanlığı'nın desteklediği araştırmaları yürütmüştür. 5 Temmuz 1998 günü Bilim Araştırma Vakfı'nın düzenlediği "Evrim Teorisi'nin Çöküşü: Yaratılış Gerçeği" isimli uluslararası konferansta biyokimyasal düzeydeki evrimci iddiaları cevaplamış ve şöyle demiştir:
Modern biyoloji canlıların asla evrimle ortaya çıkmadıklarını ispatlamakta ve Allah'ın üstün yaratışına delil oluşturmaktadır.172
Fosillerin yaşını belirleme metotlarından biri olan "flor testi", 1949'da, British Museum'un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley tarafından bazı eski fosiller üzerinde denendi. Bu yöntemle, Piltdown Adamı fosili üzerinde de bir deneme yapıldı. Yapılan testte Piltdown Adamı'nın çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşıldı. Bu, çene kemiğinin toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Az miktarda flor içeren kafatası ise sadece birkaç bin yıllık olabilirdi.
Nitekim flor metoduna dayanılarak yapılan sonraki kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Orangutana ait çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı.173 Joseph Weiner'in yaptığı detaylı analizlerle, sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti! (bkz. Piltdown Adamı)
Bir bitki ya da hayvanın eski jeolojik çağlardan bu yana yerkabuğunda korunmuş olan kalıntısına ya da izine fosil denir. Fosil kelimesi Latincede kazmak anlamına gelen "fossils" kelimesinden gelir. Yeryüzünün her tarafından derlenmiş olan fosiller, yaşamın başlangıcından bu yana yeryüzünde yaşamış canlılar hakkında bilgi veren en önemli kaynaktır.
Normal koşullarda, bir hayvan öldüğünde, kalıntıları hızla yok olur. Ölen canlı ya leş yiyen hayvanlar tarafından ortadan kaldırılır ya da mikroorganizmalar tarafından ayrıştırılır, dolayısıyla hayvanın kalıntıları iz bırakmaz. Kalıntıların korunması ancak özel durumlarda sağlanır.174 Bu yüzden canlı öldükten sonra ancak çok küçük bir bölümü fosil olarak korunabilmektedir. Genellikle ölen bir canlının fosilleşebilmesi iki koşulun varlığına bağlıdır:
1) Çok çabuk çürümesi ve leş yiyicilerin saldırılarından korunabilmesi için hızla gömülmesi,
2) Gövdesinde fosilleşebilen sert bölümlerin bulunması.
Fosil oluşumunda en önemli ve en uygun ortam, killi ve çamurlu ortamdır. Bu çamurun içine herhangi bir şekilde düşmüş ya da sürüklenmiş canlının etrafındaki elementler sertleşince, gerçek bir kalıp ortaya çıkar. Daha sonra canlı, genellikle çürümeyle ortadan kalkar; fakat kalıp devamlı olarak kalır. Bu kalıbın içerisine daha sonra mineraller dolarsa tekrar bir kalıp alınarak canlının genel hatlarını verecek bir mülaj oluşur. Vücut parçaları değişik mineralli sularla veya sadece minerallerle dolarsa, buna taşlaşma denir. Bu taşlaşma bazen o kadar mükemmel olur ki üzerinde anatomik incelemeler dahi yapılabilir.175
Fosiller sadece canlıların sert kısımlarını (kemik, diş, kabuk vs.) değil, aynı zamanda çeşitli organları ve yaşantıları ile ilgili izleri taşıyan kalıpları da kapsamı içine alır. Kemiklerin şeklinden, üzerindeki kas bağlantılarından hayvanın nasıl durduğu ve nasıl hareket ettiği de anlaşılabilir.176
Darwin'in teorisinin bilim dünyasına hakim olmasından bu yana, paleontoloji (fosil bilimi) bu teori temel alınarak yürütülmektedir. Ancak buna rağmen dünyanın pek çok farklı bölgesinde yapılan fosil kazıları, teoriyi destekleyen değil çürüten sonuçlar vermiştir. Fosiller, farklı canlı gruplarının yeryüzünde özgün yapılarıyla aniden ortaya çıktıklarını, yani yaratıldıklarını göstermektedir. |
Fosillerin araştırılması aynı zamanda soyu tükenmiş hayvanlar ve bitkiler konusunda da bilgilenmemizi sağlar. Bu bilgiler hangi zaman dilimlerinde hangi canlıların yaşadıkları hakkında da bilgi verir. Fakat evrimciler, fosilleri bugünkü canlılarla aralarında akrabalık ilişkileri kurmak ve gelişimleri arasında benzerlikler gösterebilmek bakımından çok önemli görürler. Canlıların birbirinden kademe kademe evrimleşerek türediği iddialarını doğrulayabilmek için fosil kalıntılarına başvurular. Ancak bugün fosil kayıtlarının %80'i ortaya çıkarılmış olmasına rağmen sonradan sahtekarlık veya çarpıtma ürünü olduğu anlaşılan birkaç fosil dışında öne sürebildikleri tek bir delil bile yoktur. Aksine yeryüzü katmanlarındaki fosiller, canlıların ilk yaratıldıklarından beri kusursuzca var olduklarını doğrulamaktadır. (bkz. Fosil kayıtları)
Amerikalı paleontolog R. Wesson da, 1991'de yayınlanan Beyond Natural Selection adlı kitabında "fosil kayıtlarındaki boşlukların gerçek ve olgusal" olduklarını şöyle açıklamaktadır:
Ne var ki, fosil kayıtlarındaki boşluklar gerçektir. Herhangi bir (evrimsel) soyoluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece olgusaldır. Türler genellikle çok uzun zaman dilimleri boyunca sabit kalırlar. Türler ve özellikle cinsler hiç bir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği gözlenir. Değişim ise çoğunlukla anidir.177
Farklı canlı türlerinin ortak bir atadan geldikleri iddiası, gözlemsel biyolojinin bulguları tarafından desteklenmediği için, bu konuya ışık tutacak asıl bilim dalı paleontoloji, yani fosil bilimidir. Evrim, tarihte yaşandığı iddia edilen bir süreçtir ve bizlere canlılığın tarihi hakkında bilgi verecek yegane bilimsel kaynak da fosil bulgularıdır. Ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé, bu konuda şunları söyler:
Doğa bilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar… Sadece paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir.178
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir. (bkz. Ara geçiş formu)
Hatta bu ara geçiş formlarının sayısının bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması gerekir. Nitekim Darwin de bu durumun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle açıklamıştır:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.179
Fosil Kayıtları Evrim Teorisine Karşı | |
T. BUGÜN x. CANLILAR ARASINDAKİ FARKLILIK | C. Kambriyen devri x. ANLILAR ARASINDAKİ FARKLILIK |
EVRİM TEORİSİNE GÖRE YAŞANMIŞ OLMASI GEREKEN DOĞA TARİHİ | FOSİL KAYITLARININ ORTAYA KOYDUĞU GERÇEK DOĞA TARİHİ |
Evrim teorisi, temel canlı gruplarının (filumların) tek bir ortak atadan doğup, zaman içinde farklılaşıp geliştiklerini iddia eder. Üstteki şema bu iddiayı ifade etmektedir: Darwinizm'e göre canlılar giderek dallanan bir ağaç gibi birbirlerinden farklılaşmış olmalıdırlar. |
Ara form fosillerinin yokluğu karşısında Darwin'in 140 yıl önce savunduğu "ara formlar şimdi yok, ama yeni araştırmalarla bulunabilir" argümanı bugün için geçerli değildir. Günümüzdeki paleontolojik veriler, fosil kayıtlarının olağanüstü derecede zengin olduğunu göstermektedir. Dünyanın farklı bölgelerinden elde edilmiş milyarlarca fosil örneğine bakılarak, 250 bin farklı canlı türü tanımlanmıştır. Bu türler şu anda yaşamakta olan yaklaşık 1.5 milyon türe olağanüstü derecede benzerdir.180 Bu denli zengin bir fosil kaynağına rağmen hiçbir ara form bulunamamışken, yeni kazılarla ara formlar bulunması mümkün gözükmemektedir. Glasgow Üniversitesi paleontoloji profesörü T. Neville George, bu gerçeği yıllar önce şu şekilde kabul etmiştir:
Fosil kayıtlarının (evrimsel) zayıflığını ortadan kaldıracak bir açıklama yapmak artık mümkün değildir. Çünkü elimizdeki fosil kayıtları son derece zengindir ve yeni keşiflerle yeni türlerin bulunması imkansız gözükmektedir... Her türlü keşfe rağmen fosil kayıtları hala (türler arası) boşluklardan oluşmaya devam etmektedir.181
Harvard Üniversitesi'nden ünlü paleontolog Niles Eldredge ise, Darwin'in "fosil kayıtları yetersiz, ara formları o yüzden bulamıyoruz" iddiasının geçerli olmadığını şöyle açıklamaktadır:
Tüm deliller, fosil kayıtlarının ortaya koyduğu sonucun doğru olduğunu göstermektedir: (Fosil kayıtlarında) gördüğümüz boşluklar, hayatın tarihindeki gerçek olayları yansıtmaktadır, bunlar yetersiz bir fosil birikiminin sonucu değildir.182
Çoğu insan fosil kayıtlarından söz edildiğinde, bu kayıtlar ile Darwin'in teorisi arasında olumlu bir bağlantı olduğu izlenimine kapılmaktadır. Fakat bu yanılgıdan Science dergisindeki bir makalede şöyle bahsedilir:
Evrimsel biyoloji ve paleontoloji alanlarının dışında kalan çok sayıda iyi eğitimli bilim adamı, ne yazık ki, fosil kayıtlarının Darwinizm'e çok uygun olduğu gibi bir yanlış fikre kapılmıştır. Bu büyük olasılıkla ikincil kaynaklardaki olağanüstü basitleştirmeden kaynaklanmaktadır; alt seviye ders kitapları, yarı-popüler makaleler vs... Öte yandan büyük olasılıkla biraz taraflı düşünce de devreye girmektedir. Darwin'den sonraki yıllarda, onun taraftarları bu yönde (fosiller alanında) gelişmeler elde etmeyi ummuşlardır. Bu gelişmeler elde edilememiş, ama yine de iyimser bir bekleyiş devam etmiş ve bir kısım hayal ürünü fanteziler de ders kitaplarına kadar girmiştir.183
Eldredge ve Tattersall ise bu konuda şu önemli yorumu yaparlar:
Ayrı türlere ait fosillerin, fosil kayıtlarında bulundukları süre boyunca değişim göstermedikleri, Darwin'in Türlerin Kökeni'ni yayınlamasından önce bile paleontologlar tarafından bilinen bir gerçektir. Darwin ise gelecek nesillerin bu boşlukları dolduracak yeni fosil bulguları elde edecekleri kehanetinde bulunmuştur... Aradan geçen 120 yılı aşkın süre boyunca yürütülen tüm paleontolojik araştırmalar sonucunda fosil kayıtlarının Darwin'in bu kehanetini doğrulamayacağı açıkça görülür hale gelmiştir. Bu, fosil kayıtlarının yetersizliğinden kaynaklanan bir sorun değildir. Fosil kayıtları açıkça söz konusu kehanetin yanlış olduğunu göstermektedir.
Türlerin şaşırtıcı bir biçimde sabit oldukları ve uzun zaman dilimleri boyunca hep durağan kaldıkları yönündeki gözlem, "kral çıplak" hikayesindeki tüm özellikleri barındırmaktadır: Herkes bunu görmüş, ama görmezlikten gelmeyi tercih etmiştir. Darwin'in öngördüğü tabloyu ısrarla reddeden hırçın bir fosil kaydı ile karşı karşıya kalan paleontologlar, bu gerçeğe açıkça yüz çevirmişlerdir.184
Amerikalı paleontolog S. M. Stanley de, fosil kayıtlarının ortaya koyduğu bu gerçeğin bilim dünyasına hakim olan Darwinist dogma tarafından nasıl göz ardı edildiğini ve ettirildiğini şöyle anlatır:
Bilinen fosil kayıtları kademeli evrimle uyumlu değildir ve hiçbir zaman da uyumlu olmamıştır. İlgi çekici olan, birtakım tarihsel koşullar aracılığıyla, bu konudaki muhalefetin gizlenmiş oluşudur... Çoğu paleontolog, ellerindeki kanıtların Darwin'in küçük, yavaş ve kademeli değişikliklerin yeni tür oluşumunu sağladığı yönündeki vurgusuyla çeliştiğini hissetmiştir... ama onların bu düşüncesi susturulmuştur.185
Fotosentez yeryüzündeki canlılığın çok büyük bir denge unsurudur. Fotosentez olmasa, bitkiler olmaz, bitkiler olmadığında ise hayvanlar ve biz insanlar da var olamayız. Henüz hiçbir laboratuvarda taklit edilemeyen bu kimyasal reaksiyon, yaşamın temel şartlarından biridir. Ayrıca bitkilerin gerçekleştirdikleri fotosentez ile hayvanların ve insanların enerji tüketimleri arasında tam bir denge vardır. Bitkiler bize glikoz ve oksijen verirler. Biz ise hücrelerimizde glikozu oksijenle birleştirip "yakar", böylelikle bitkilerin glikoza eklemiş oldukları güneş enerjisini açığa çıkarıp kullanırız.
Yaptığımız şey, aslında fotosentezi tersine çevirmektir. Bunun sonucunda atık madde olarak karbondioksit çıkarır ve bunu ciğerlerimizle atmosfere veririz. Bu karbondioksit bitkiler tarafından yeniden fotosentezde kullanılır. Bu mükemmel dönüşüm bu şekilde sürüp gider.
Ayrıca fotosentez, yeryüzündeki yaşamın en temel işlemlerinden biridir. Bitki hücreleri, içlerindeki kloroplastlar sayesinde su, karbondioksit ve güneş ışığını kullanarak nişasta üretirler. Hayvanlar ise kendi besinlerini üretemez ve bitkilerden gelen nişastayı kullanırlar. İşte bu nedenle fotosentez kompleks yaşamın temel şartıdır. İşin daha da ilginç yanı ise, son derece kompleks bir işlem olan fotosentezin henüz tam olarak çözülememiş oluşudur. Modern teknoloji, fotosentezi taklit etmek bir yana, detaylarını çözmeyi bile henüz başaramamıştır.
Bu kompleks işlem, evrim teorisine göre doğal süreçlerin bir ürünüdür. Evrimci varsayımlara göre, bitki hücreleri fotosentez yapabilmek için, fotosentez yapabilen bakterileri yutup kloroplasta çevirmişlerdir. Fakat bu bakterilerin fotosentez gibi karmaşık bir işlemi yapmayı nereden öğrendikleri evrim senaryosunda cevapsız soruların başında gelir.
Bitki hücresi, günümüzde hiçbir laboratuvarda gerçekleştirilemeyen bir işlemi yani "fotosentez" işlemini gerçekleştirir. Bitki hücresinde bulunan "kloroplast" isimli bir organel sayesinde bitkiler su, karbondioksit ve güneş ışığını kullanarak nişasta üretirler. Bu besin maddesi, yeryüzündeki besin zincirinin ilk halkasıdır ve yeryüzündeki tüm canlıların besin kaynağıdır. Bu çok karmaşık işlemin ayrıntıları günümüzde hala tam olarak çözülememiştir. | |||
1. Kabuk zarı, | 5. Yaprağın kesiti, | 9. Ana doku, | 13. Thylakoidler, |
Evrimci kaynaklar, insanın bile tüm teknolojisine ve bilgisine rağmen henüz gerçekleştiremediği fotosentez gibi bir işlemin bakteriler tarafından bir şekilde tesadüfen "keşfedildiğini" söylerler. Masaldan hiç farkı olmayan anlatımları ile hiçbir bilimsel değeri olmayan senaryolar üretirler. Konuyu biraz daha detaylı olarak inceleyenler ise, fotosentezin evrim adına büyük bir çıkmaz olduğunu kabul etmek durumunda kalır. Örneğin Prof. Ali Demirsoy bu konuda şu itirafta bulunur:
Fotosentez oldukça karmaşık bir olaydır ve bir hücrenin içerisindeki organelde ortaya çıkması olanaksız görülmektedir. Çünkü tüm kademelerin birden oluşması olanaksız, tek tek ortaya çıkması da anlamsızdır.186
Alman biyolog Hoimar Von Ditfurth ise, fotosentezin, bu yeteneğe sahip olmayan bir hücre tarafından sonradan "öğrenilemeyecek" bir işlem olduğunu şöyle belirtir:
Hiçbir hücre, biyolojik bir işlevi sözcüğün gerçek anlamında "öğrenme" olanağına sahip değildir. Bir hücrenin solunum ya da fotosentez yapma gibi bir işlevi doğuşu sırasında yerine getirebilecek konumda olmayıp, daha sonraki yaşam süreci içinde bunun üstesinden gelebilecek duruma gelmesi, bu işlevi sağlayacak beceriyi edinmesi olanaksızdır.187
Fotosentez rastlantılar sonucu gelişemeyeceğine ve bir hücre tarafından sonradan öğrenilemeyeceğine göre, yeryüzünde yaşayan ilk bitki hücrelerinin fotosentez yapma özelliğiyle var oldukları ortaya çıkmaktadır. Yani Allah bitkileri fotosentez yeteneğiyle birlikte yaratmıştır.
Amino asitler protein oluşturmak üzere kimyasal olarak birleşirken açığa su molekülü çıkar. Le Chatêlier Prensibi olarak bilinen kurala göre, açığa su çıkaran bir reaksiyonun (kondansasyon reaksiyonu), su içeren bir ortamda sonuçlanması mümkün değildir. (bkz. Le Chatêlier Prensibi) Dolayısıyla evrimcilerin hayatın başladığı ve amino asitlerin oluştuğu yerler olarak belirttikleri okyanuslar, amino asitlerin birleşerek proteinleri oluşturması için kesinlikle uygun olmayan ortamlardır. Kimyacı Richard E. Dickerson bunun nedenini şöyle açıklar:
Eğer protein ve nükleik asit polimerleri öncül monomerlerden oluşacaksa, polimer zincirine her bir monomer bağlanışında bir molekül su atılması şarttır. Bu durumda suyun varlığının polimer oluşturmanın aksine ortamdaki polimerleri parçalama yönünde etkili olması gerçeği karşısında, sulu bir ortamda polimerleşmenin nasıl yürüyebildiğini tahmin etmek güçtür.188
Evrimciler tüm teorilerini çürüten bu "su sorunu" üzerine olmadık yeni senaryolar üretmeye başladılar. Bu araştırmacıların en tanınmışı olan Sydney Fox, sorunu çözmek için ilginç bir teori ortaya attı: Ona göre, ilk amino asitler ilkel okyanusta oluştuktan hemen sonra bir volkanın yanındaki kayalıklara sürüklenmiş olmalıydılar. Sonra da amino asitleri içeren karışımdaki su, kayalıklardaki yüksek ısı nedeniyle buharlaşmış olmalıydı. Böylece "kuruyan" amino asitler, proteinleri oluşturmak üzere birleşebilirlerdi.
Fakat bu "çetrefilli" çıkış yolu da kimse tarafından benimsenmedi. Çünkü amino asitler, Fox'un öne sürdüğü türden bir ısıya karşı dayanıklılık gösteremezlerdi: Yapılan araştırmalar amino asitlerin yüksek ısıda hemen tahrip olduklarını ortaya koyuyordu. Ancak Fox iddialarından vazgeçmedi.
Laboratuvarda, "çok özel koşullarda", saflaştırılmış amino asitleri kuru ortamda ısıtarak birleştirdi. Amino asitler birleştirilmiş ancak proteinler yine elde edilememişti. Elde ettikleri, birbirine rastgele bağlanmış, basit ve düzensiz amino asit halkalarıydı ve herhangi bir canlının proteinine benzemekten çok uzaktı. Dahası eğer Fox amino asitleri aynı ısıda tutsaydı, ortaya çıkan işe yaramaz halkalar da parçalanacaktı.189
Deneyi anlamsızlaştıran bir başka nokta ise, Fox'un daha önce Miller Deneyinde elde edilmiş olan amino asitleri değil, canlı organizmalardaki saf amino asitleri kullanmış olmasıydı. Oysa Miller'ın devamı olma iddiasındaki deney, Miller'ın vardığı sonuçtan yola çıkmalıydı. Ama ne Fox ne de başka bir araştırmacı, Miller'ın ürettiği işe yaramaz amino asitleri kullanmadı.190
Fox'un "Proteinoid"Leri |
Miller'in senaryosundan etkilenen Sdney Fox, bazı amino asitleri birleştirerek "proteinoid" adını verdiği üstteki molekülleri oluşturdu. Ancak bu işe yaramaz amino asit zincirlerinin, canlı bedenlerini oluşturan gerçek proteinlerle ilgisi yoktu. Aslında tüm bu çabalar, canlılığın tesadüfen oluşmak bir yana, laboratuvar ortamında dahi üretilemediğini belgeliyordu. |
Fox'un söz konusu deneyi evrimci çevrelerde bile pek olumlu karşılanmadı. Zira Fox'un elde ettiği anlamsız amino asit zincirlerinin (proteinoidlerin) doğal koşullarda oluşmayacağı çok açıktı. Dahası, canlıların yapıtaşları olan proteinler hala elde edilememişti. Proteinlerin kökeni problemi hala çözümlenememişti. 1970'li yılların popüler bilim dergisi Chemical Engineering News'de yayınlanan bir makalede Fox'un gerçekleştirdiği deney hakkında şöyle deniyordu:
Sydney Fox ve diğer araştırmacılar, çok özel ısıtma teknikleri kullanarak Dünyanın ilk devirlerinde hiç var olmamış şartlarda amino asitleri "proteinoidler" adı verilen bir şekilde birbirine bağlamayı başarmışlardır. Bununla beraber bunlar, canlılarda bulunan çok düzenli proteinlere hiç benzememektedir. Bunlar, hiçbir işe yaramayan düzensiz lekelerden başka bir şey değildirler. İlk devrelerde bu moleküller eğer gerçekten meydana gelmişlerse bile, bunların parçalanmamaları mümkün değildir.191
Gerçekten de Fox'un elde ettiği "proteinoidler", gerçek proteinlerden yapı ve işlev olarak tamamen uzaktı. Proteinlerle aralarında, karmaşık bir teknolojik cihazla işlenmemiş bir metal yığını arasındaki kadar fark vardı.
Dahası, bu düzensiz amino asit yığınlarının bile ilkel atmosferde yaşama imkanı yoktu. Dünyanın o günkü şartlarında yeryüzüne ulaşan yoğun ultraviyole ışınları ve kontrolsüz doğa koşullarının doğurduğu zararlı, tahrip edici fiziksel ve kimyasal etkenler, bu proteinoidlerin dahi varlıklarını sürdürmelerine imkan vermeden parçalanmalarına neden olacaktı. Amino asitlerin ultraviyole ışınlarının ulaşamayacağı şekilde suyun altında bulunmaları ise, Le Châtelier prensibi nedeniyle söz konusu değildi. Bu veriler sonucunda bilim adamları arasında, proteinoidlerin hayatın başlangıcını oluşturan moleküller oldukları fikri giderek etkisini kaybetti.
Sydney Fox |
Sydney Fox canlılığın yapıtaşı olan proteinlerin, amino asitlerden tesadüfen oluştuğunu ileri sürerek, bu iddiasını ispatlamak üzere bir deney gerçekleştirdi. (bkz. Fox Deneyi)
Miller'in senaryosundan etkilenen Sydney Fox, bazı amino asitleri birleştirerek "proteinoid" adını verdiği molekülleri oluşturdu. Ancak bu işe yaramaz amino asit zincirlerinin canlıları oluşturan gerçek proteinlerle ilgisi yoktu. Aslında Fox'un tüm çabaları, canlılığın tesadüfen oluşmak bir yana, laboratuvar ortamında dahi üretilemediğini belgelemiştir.
Douglas Futuyma 1986 yılında yayınladığı Evrim Biyolojisi isimli kitabında doğal seleksiyon mekanizmasının evrimleştirici bir mekanizma olduğunu savunmuştur. Futuyma'nın kitabında değindiği örnek, bu konuda verilen ünlü örneklerden olan endüstri devrimi sırasında İngiltere'de bulunan kelebek popülasyonunun renklerinin koyulaşmasıdır. (bkz. Sanayi devrimi kelebekleri) Fakat kendisi, "canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir" diyerek bu gerçeği kabul eder.192
Ayrıca evrim teorisinin çağımızdaki savunucularının en ünlülerinden biri olan biyolog Douglas Futuyma, "Marx'ın insanlık tarihini açıklayan materyalist teorisi ile birlikte Darwin'in evrim teorisi materyalizm zemininde büyük bir aşamaydı" diye yazarken evrim teorisinin gerçekte neden önemli olduğuna işaret eder.193
165.Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, s.49
166.Peter Kropotkin, Mutual Aid: A Factor of Evolution, 1902, I. Bölüm, (http://ş.etext.org/Politics/Spunk/library/writers/kropotki/sp001503/index.html)
167.Bilim ve Teknik, sayı 190, s.4
168.Peter Kropotkin, Mutual Aid: A Factor of Evolution, 1902, II. Bölüm
169.John Maynard Smith, The Evolution of Behavior, Scientific American, December 1978, vol 239, no.3, s.176
170.Pat Shipman, “Birds Do It... Did Dinosaurs?”, s.28
171.Prof. Dr. Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, Genel Biyoloji/Genel Zooloji, Cilt-I, Kısım-I, Ankara, 1993, s. 627
172.(http://www.harunyahya.com/EvrimAldatmacasi/aldatmaca/evrim16.html)
173.“Piltdown”, Meydan Larousse, Cilt 10, s.133
174.Bilim ve Yaşam Ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1976, s.4
175.Prof. Dr. Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, Genel Biyoloji/Genel Zooloji, Cilt-I, Kısım-I, Ankara, 1993, s.629-630
176.Prof. Dr. Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, Genel Biyoloji/Genel Zooloji, Cilt-I, Kısım-I, Ankara, 1993, s.629
177.R. Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, MA, 1991, s. 45
178.Pierre Grassé, Evolution of Living Organisms, New York, Academic Press, 1977, s.82
179.Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280
180.David Day, Vanished species, Gallery Books, New York, 1989
181.T. N. George, “Fossils in Evolutionary Perspective”, Science Progress, vol 48, January 1960, s.1, 3
182.N. Eldredge and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s.59
183.Science, July 17, 1981, s.289
184.N. Eldredge, and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, ss.45-46
185.S. M.,Stanley, The New Evolutionary Timetable: Fossils, Genes, and the Origin of Species, Basic Books, Inc., Publishers, N.Y., 1981, s.71
186.Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, Meteksan Yayınları, 1984, s.8
187.Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 2, Alan Yayıncılık, Kasım 1996, İstanbul, Çev: Veysel Atayman, s.60-61
188.Richard Dickerson, “Chemical Evolution”, Scientific American, vol 239:3, 1978, s.74
189.Richard B. Bliss & Gary E. Parker, Origin of Life, California, 1979, s.25
190.Richard B. Bliss & Gary E. Parker, Origin of Life, California, 1979, s.25
191.S. W. Fox, K. Harada, G. Kramptiz, G. Mueller, “Chemical Origin of Cells”, Chemical Engineering News, June 22, 1970, s.80
192.Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983, s.197
193.Douglas Futuyma, Evolutionary Biology, 2nd Edition, Sunderland, MA: Sinauer, 1986, s.3