Cansız maddelerin tesadüfen bir araya gelerek canlı bir organizma oluşturacağına inanan görüştür. Ortaçağdan beri süregelen batıl bir inanıştır ve spontane jenerasyon teorisi olarak da bilinir. (bkz. Spontane jenerasyon)
Ortaçağ'da, böceklerin yemek artıklarından, güvelerin yünden, farelerin buğdaydan oluştuğuna yaygın olarak inanılıyordu. Hatta, bunu ispatlamak için ilginç deneyler dahi yapılmıştı. 17. yüzyılda yaşayan Belçikalı bir fizikçi olan J. B. Van Helmont, kirli insan gömleğiyle buğday tanelerini biraraya koyduğunda, farelerin oluşacağını sanmıştı.1 Etlerin bir süre sonra kurtlanmasının da, hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil olduğu zannediliyordu. Oysa daha sonraları, etlerin üzerindeki kurtların kendi kendilerine oluşmadıkları; sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen yumurtalardan çıktıkları anlaşıldı.
Bu teori 19. yüzyılda, ünlü Fransız bilim adamı Louis Pasteur'ün yaptığı deneylerle tamamen çürütüldü. Pasteur, vardığı sonucu şu cümle ile özetledi:
"Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür."2
Bugün bilimsel olarak, "abiyogenez" değil; "hayat ancak hayattan gelir" görüşünü savunan biyogenez teorisi (bkz. Biyogenez teorisi) geçerlidir. Ama evrim teorisini savunan çevreler, halen canlılığın cansız maddelerin tesadüfler sonucunda biraraya gelmelerinden oluşabileceğini iddia etmektedirler. Ne var ki bu iddialarını ispatlamak için hiçbir bilimsel kanıt ortaya koyamadıkları gibi bu bilim dışı iddialarını ispatlamaya çalıştıkları tüm deneyler de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. (bkz. Miller Deneyi, Fox Deneyi)
Avrupalıların Avustralya'ya yerleşmesinden önce, Avustralya'nın tek halkını oluşturan yerli halk topluluğudur. Yaklaşık 50 bin yıl önce Güneydoğu Asya'dan yola çıkarak Avustralya'nın kuzey kıyılarına ulaşan küçük bir topluluğun soyundan gelen Aborijinler, zamanla Avustralya'nın her yanına dağılmışlardır.
1788'de, Avrupalıların Avustralya'ya ulaşmasından önce, kıtada yaklaşık 300 bin Aborijin yaşıyordu ve 500 kabile vardı. Kıtaya gelen Avrupalılar Aborijinleri "ilkel insanlar" olarak gördüler ve kıtada bir soykırım başlattılar. Avrupalılar, son derece vahşi yöntemlerle Aborijinleri katletmeye başladılar. Bu soykırımdan sonra başlangıçtaki 500 kabileden geriye çok azı kaldı. Bugün Aborijinler, Avustralya nüfusunun yaklaşık yüzde birini oluşturmaktadırlar.3
Aborjin Yerlileri |
Aborijinlerin Avrupalılar tarafından "ilkel insanlar" kabul edilerek katledilmeleri, Charles Darwin'in İnsanın Türeyişi (bkz. İnsanın Türeyişi) isimli kitabının yayınlanması ile büyük bir hız kazandı. Darwin kitabında, "yaşam mücadelesi"nin insan ırkları arasında da geçerli olduğunu, "kayırılmış ırklar"ın bu mücadelede üstün geldiklerini öne sürüyordu. Darwin'e göre kayırılmış ırklar, Avrupalı beyazlardı. Asyalı ya da Afrikalı ırklar ise, yaşam mücadelesinde geri kalmışlardı. Darwin daha da ileri giderek, bu ırkların, dünya üzerindeki "yaşam mücadelesi"ni yakın zamanda tamamen kaybederek yok olacaklarını ileri sürmüştü:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… Kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır.4
Görüldüğü gibi Darwin, Avustralya yerlilerini gorillerle bir tutuyordu. Dolayısıyla Avustralya'da katliam yapan insanlar da gorile benzer hayvanları öldürdüklerini düşünmüşler, Aborijinleri insan olarak kabul etmemişlerdir.
Darwin'den sonra bazı evrimciler de, "eğer insan maymun ile ortak bir atadan türemişse, dünyanın bazı köşelerinde hala bu evrim sürecini tamamlamamış ara geçiş formları (bkz. Ara geçiş formu), yani yarı maymun-yarı insanlar yaşıyor olabilir" iddiasını öne sürdüler. Aborijin yerlileri de, kaş çıkıntılarının Batılı ırklarınkinden biraz daha büyük, çene yapılarının içeri doğru eğik ve beyin hacimlerininse biraz daha küçük olması nedeniyle, "evrimin yaşayan delilleri" olarak kabul edildiler. Evrimci paleontologlar ve onlara katılan çok sayıda "fosil avcısı" da, insanın sözde evrimine delil öne sürebilmek için Aborijinlerin mezarlarını kazmaya ve elde ettikleri kafataslarını Batı'daki evrimci müzelere götürmeye başladılar. Kafatasları, bir süre sonra tüm Batılı enstitülere, okullara birer birer dağıtılmaya ve evrimin en somut kanıtları olarak sunulmaya başlandı.
Bir süre sonra, Aborijin mezarları yeterli olmadı ve evrim teorisine delil bulmak amacıyla Aborijin katliamı başladı. Vurulan yerlilerin kafatasları çıkarılıyor, kurşun delikleri kapatılıyor ve kimyasal işlemlerle biraz eskitildikten sonra müzelere satılıyordu.
Bu insanlık dışı uygulamalar ise, evrim teorisi destek alınarak meşru gösteriliyordu. Örneğin Tazmanya Royal Society'nin başkanı olan James Barnard 1890 yılında yaptığı bir açıklamada, "Yok etme işlemi, evrim ve en uygunların yaşama kanununun bir aksiyonudur" dedi ve "Bu nedenle Avustralyalı Aborijinleri öldürme konusunda suçlamayı hak eden herhangi bir sebep yoktur" diye devam etti.5
Günümüzde, Aborijinler artık Avustralya vatandaşı sayılıyorlar. Ancak birçoğu hala ayrımcılıkla karşı karşıya ve sosyal, ekonomik ve politik açıdan ezilmekteler.
Bir canlının, bulunduğu çevrede daha iyi yaşamasını ve üremesini sağlayan özelliğidir.
Aynı türden iki canlı birbirine tıpatıp benzer değildir. Büyüklük, renk, karakter gibi sahip oldukları her özellik farklılıklar gösterir. Bu özellikleri doğrultusunda bazıları, bulundukları çevreye daha iyi adapte olurlar ve daha uzun yaşama ve daha çok üreme imkanına sahip olurlar. Bu, doğal seleksiyon olarak bilinir.
Evrim teorisi, adaptasyon kavramına yeni bir anlam daha ekler ve içinde bulunduğu koşullara adaptasyon sağlayan canlıların zaman içinde tür değiştirdiklerini iddia eder.
Ancak evrimcilerin "koşulların değişmesi, canlının evrimleşerek tür değiştirmesine neden olur" iddiası geçerli değildir. Bir tür, "genetik potansiyeli" olanak verdiği ölçüde bulunduğu ortamdaki değişikliklere adapte olur. Eğer "genetik potansiyeli" bu değişikliklere adapte olmasına imkan vermiyorsa, o zaman bu tür, değişen koşullara adapte olamaz ve yok olur. Ancak hiçbir zaman koşullara adapte olarak başka bir türe dönüşmez. Her zaman aynı türün bir bireyi olarak kalır. (bkz. Doğal seleksiyon)
(bkz. Lucy)
1994 yılında Etiyopya Hadar'da Australopithecus afarensis fosilleriyle beraber bulunan çene fosilidir. 2.3 milyon yıllık bir tarih konulan bu çene, tamamen Homo sapiens (insan) türüne ait özellikler göstermektedir.
AL 666-1 fosilinin çene yapısı, beraber bulunduğu Australopithecus afarensis ve 1.75 milyon yıl yaşındaki Homo habilis çenesinden çok farklıdır. Bu iki türün çeneleri, dar ve dörtgen biçimindeki yapılarıyla günümüz maymunlarınınkinin benzeridir. AL 666-1 ise günümüz insanınki ile benzer bir çene yapısına sahiptir.
AL 666-1 fosilinin "Homo" (insan) türüne ait olduğu kesin olmasına rağmen, evrimciler bu fosil hakkında yorum yapmaktan kaçınırlar. Çünkü bu çene için hesapladıkları 2.3 milyon yıllık yaş, "Homo", yani insan türü için belirledikleri yaşın çok üzerindedir.
1. AL 666-1: 2.3 milyon yıllık Homo sapiens (insan) çenesi) | 2. AL 666-1'in yandan görünüşü |
Kambriyen devrine ait kırmızı alg fosilleri. Bu organizmalar günümüzdeki kırmızı alglerle aynıdır. |
Algler, denizden tatlı suya, çöl kumlarından kaynar yer altı kaynaklarına, hatta kar ve buz altına kadar her ortamda bulunan, fotosentez yapabilen organizmalardır. Tek hücreli formlardan 60 metreye kadar büyüyen dev kalp yosununa kadar değişen şekillere sahiptirler. Algler, yaptıkları fotosentezle atmosferdeki oksijenin büyük bir kısmını üretirler.
Alglerin kökeni çok eski devirlere kadar uzanmaktadır; 3.4-3.1 milyar yaşında fosilleşmiş alg kalıntıları bulunmaktadır. Alglerin ilk olarak nasıl oluştukları, evrimcileri açmazda bırakan konulardan biridir. Evrimciler, ilk bitki hücresinin zaman içinde evrimleşerek algleri oluşturduğunu öne sürerler. Bunun içinse algleri ilkel yapılı bitkiler olarak tanımlarlar. Ancak bu açıklamalarını geçersiz kılan iki önemli nokta bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, evrim teorisinin ilk bitki hücresinin nasıl oluştuğunu dahi açıklayamamasıdır. İkincisi ise, alglerin ilkel yapıya değil, aksine günümüzde yaşayan örneklerinden farksız ve son derece kompleks bir yapıya sahip olmasıdır. Science News dergisinde yayınlanan bir makalede, ilk alglerin günümüz algleri ile benzerliği şöyle açıklanmaktadır:
3.4 milyar yıl öncesine ait mavi-yeşil alg ve bakteri fosillerinin her ikisi de Güney Afrika'daki kayalarda bulunmuştur. Daha da ilgi çekici olan, pleurocapsalean alg ile günümüzdeki pleurocapsalean algin hemen hemen birbirlerine denk olduklarının ortaya çıkmasıdır.6
Alman bilim adamı profesör Hoimar Von Ditfurth ise sözde "ilkel" alglerin kompleks yapısı hakkında şu yorumu yapar:
Okyanusta serbest halde yüzen algler |
Bugüne kadar bulunabilmiş en eski fosiller, çekirdeksiz algler türünden mineraller içindeki fosilleşmiş cisimlerdir ve bunların üç milyar yıldan daha uzun bir geçmişleri vardır. Ne kadar ilkel olurlarsa olsunlar, bunlar bile oldukça karmaşık ve ustaca organize edilmiş yaşam biçimlerini temsil etmektedirler.7
Algler, hücre duvarlarını inşa ederken doğadaki en uzun organik poliamin zincirlerini kullanırlar. Alglerin hücre duvarlarını oluşturmak için kullandıkları yapılar incelendiğinde de, onların hiç de basit ve ilkel olmadıkları görülmektedir. Dokuların üretimi için kullanılan organik poliamin, karmaşık bir kimyasal maddedir ve birçok canlı tarafından kullanılmaktadır.
Bu canlılar fotosentez yapan karmaşık klorofil pigmentlerinin yanı sıra, altın sarısı bir renk veren "ksantofil pigmenti"ne de sahiptirler. Balıklardaki D vitamininin en büyük kaynağı olan bu tek hücreli canlılar belirli bir amaç için yaratılmış kompleks yapılara sahiptirler.8
Sonuç olarak, evrimciler ilk bitki hücresinin kökenini açıklayamadıkları gibi, bu bitki hücresinin nasıl olup günümüz alglerinden farksız ve kompleks bir yapıya sahip ilk algleri oluşturduğunu da açıklayamazlar.
Hem karada hem de suda yaşayabilen, omurgalılar sınıfından pulsuz hayvanlardır. Yaklaşık 4.000 türü bulunur. Kurbağalar, kara kurbağaları, semenderler ve sesilyenler amfibiyendirler.
Amfibiyenlerin hem karada hem de suda yaşayabilmeleri, evrimcilerin bu canlıların sudan karaya geçişte ara geçiş formu olduklarını iddia etmelerine neden olmuştur.
Amfibiyen ve Sürüngen Yumurtalarının Farkı |
Amfibiyen-sürüngen evrimi senaryosunun tutarsızlıklarından biri de, yumurtaların yapısıdır. Su içinde gelişen amfibiyen yumurtaları, jölemsi bir yapıya ve geçirgen bir zara sahiptir. Oysa sürüngen yumurtaları, sağdaki (Resim 2)dinozor yumurtası rekontrüksiyonunda görüldüğü gibi, kara şartlarına uygun sert ve su geçirmez bir yapıdadır. Bir amfibiyenin "sürüngenleşmesi" için yumurtalarının tesadüfen kusursuz bir sürüngen yumurtasına dönüşmesi gerekir. Oysa böyle bir dönüşüm sırasındaki en ufak bir hata, canlının neslinin tükenmesine yol açacaktır. |
Evrimcilerin bu konudaki senaryosuna göre, balıklar önce amfibiyenlere evrimleşmişler, amfibiyenler ise sürüngenlere dönüşmüşlerdir. Ancak bu senaryonun hiçbir delili yoktur. Yarı balık-yarı amfibiyen bir canlının yaşadığını gösteren tek bir fosil bile bulunamamıştır. Omurgalı Paleontolojisi ve Evrim kitabının yazarı olan ünlü evrimci Robert L. Carroll, bu gerçeği "erken amfibiyenlerle balıklar arasında ara form fosillerine sahip değiliz" diyerek ifade etmektedir.9
Evrimci paleontologlar Colbert ve Morales, amfibiyenlerin üç sınıfı olan kurbağalar, semenderler ve sesilyenler hakkında şu yorumu yaparlar:
Palezoik devir amfibiyenlerinin ortak bir ataya sahip olduklarını gösterebilecek tek bir kanıt yoktur. Bilinen en eski kurbağalar, semenderler ve sesilyenler şu an yaşamakta olan örneklerine son derece benzerdirler.10
Günümüzden yaklaşık 60 yıl öncesine kadar, yaşı 410 milyon yıl olarak hesaplanan, soyu tükendiği zannedilen Cœlacanth adlı bir balık fosili, birçok evrimci kaynakta balık-amfibiyen arası bir ara geçiş formu olarak tanıtılıyordu. Ancak bu canlının Hint Okyanusu açıklarında defalarca yakalanması evrimcilerin iddialarının geçersizliğini ortaya çıkardı. (bkz. Cœlacanth)
Tropik bölgelerde yaşayan bir semender |
Evrimcilerin senaryolarının ikinci aşamasında ise, amfibiyenlerin sürüngenlere evrimleştikleri ve böylece sudan karaya geçişin gerçekleştiği iddiası yer alır. Fakat bu iddiayı da destekleyecek hiçbir somut bulgu yoktur. Aksine, amfibiyenler ile sürüngenler arasında çok büyük fizyolojik ve anatomik farklar bulunmaktadır.
Bunun bir örneği, iki farklı canlı grubunun yumurta yapılarıdır. Amfibiyenler yumurtalarını suya bırakırlar. Yumurtalar su içindeki gelişim için uygun yapıdadırlar; son derece geçirgen ve şeffaf bir zara ve jölemsi bir kıvama sahiptirler. Oysa sürüngenler karada yumurtlarlar ve dolayısıyla yumurtaları da karadaki kuru iklime uygun olarak yaratılmıştır. "Amniyotik yumurta" olarak da bilinen sürüngen yumurtasının sert kabuğu hava geçirir, ama su geçirmez. Bu sayede yavrunun ihtiyaç duyduğu sıvı, yavru yumurtadan çıkıncaya kadar saklanır.
Amfibiyen yumurtaları eğer karaya bırakılacak olsa, kısa zamanda kuruyacak ve içindeki embriyolar da ölecektir. Bu durum, sürüngenlerin kademeli olarak amfibiyenlerden evrimleştiklerini öne süren evrim teorisi açısından açıklanamayan bir sorundur. Çünkü karada yaşam başlayacaksa, amfibiyen yumurtasının tek bir nesil içinde amniotik yumurtaya dönüşmesi zorunludur. Bunun evrim mekanizmaları olarak öne sürülen doğal seleksiyon ve mutasyon tarafından nasıl yapılmış olabileceği açıklanamamaktadır.
Öte yandan, fosil kayıtları da sürüngenlerin kökenini evrimci bir açıklamadan yoksun bırakmaktadır. Ünlü evrimci paleontolog Lewis L. Carroll, "Sürüngenlerin Kökeni Sorunu" başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle kabul eder:
Ne yazık ki sürüngenlerin ortaya çıkışı öncesinde var olan tek bir sürüngen atası örneği yoktur. Bu ara formların olmayışı, amfibiyen-sürüngen geçişi hakkındaki çoğu problemi çözümsüz bırakmaktadır.11
Aynı gerçek Harvard Üniversitesi paleontologlarından, evrimci Stephen Jay Gould tarafından da kabul edilmektedir. Gould, "hiçbir fosil amfibiyen, tümüyle karada yaşayan omurgalıların (sürüngen, kuş ve memelilerin) atası olarak görünmüyor" demektedir.12 (bkz. Sudan karaya geçiş)
1. Hücre çekirdeği, |
Proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir amino asit eklenmesi, o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. |
Amino asitler, canlı hücrelerini oluşturan proteinlerin yapıtaşı olan moleküllerdir. Doğada 200 çeşidin üzerinde amino asit bulunur. Ancak bunların arasından sadece 20 çeşit amino asit canlılardaki proteinleri oluşturur. 20 amino asit çeşidinden "belirli amino asitler"in, "belirli sıralarda" dizilerek kimyasal bağlarla birbirlerine bağlanmaları sonucunda farklı fonksiyon ve özelliklere sahip proteinler oluşur. En basitleri yaklaşık 50 amino asitten oluşan proteinlerin binlerce amino asitten oluşan çeşitleri de vardır. Proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir amino asit eklenmesi, o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Bu nedenle her amino asit, tam gereken yerde, tam gereken sırada yer almalıdır. Hayatın rastlantılarla oluştuğunu öne süren evrim teorisi ise bu düzenliliğin tesadüfen nasıl oluştuğunu kesinlikle açıklayamaz.
Amino asitler, birbirlerine farklı bağlantı yerlerinden bağlanarak, proteinin üç boyutlu yapısını meydana getirirler. Bu özellik, proteinlerin daha da kompleks bir yapı kazanmalarına neden olur. |
Amerikalı jeolog William Stokes, bir evrimci olmasına rağmen, Essentials of Earth History (Yeryüzü Tarihinin Esasları) adlı kitabında bu gerçeği kabul ederken, "eğer milyarlarca yıl boyunca, milyarlarca gezegenin yüzeyi gerekli amino asitleri içeren sulu bir konsantre tabakayla dolu olsaydı bile yine (protein) oluşamazdı" diye yazar.13
Laboratuvar koşullarında, bilinçli müdahalelerle yapılan deneylerde dahi, proteinler için gerekli olan amino asitler üretilememektedir. Bu konuda yapılan deneyler ya başarısızlıkla sonuçlanmıştır, ya da Miller Deneyinde olduğu gibi deney esnasında birçok geçersiz metoda başvurulmuştur. Miller, deneyinde, ilkel atmosferde bulunmayan maddeleri kullanmış ve ilkel atmosferde bulunmayan ortamlar oluşturmuştur. Bunun sonucunda oluşan amino asitler de, canlıların proteinlerinin yapısında bulunmayan sağ-elli amino asitlerdir. (bkz. Miller Deneyi) Daha amino asitlerin tesadüfen nasıl oluştuklarını açıklayamayan evrimciler, bu amino asitlerin ilkel dünya koşullarında tesadüfen oluştuklarını ve tesadüfen en doğru amino asitlerin, en doğru sayıda, en doğru sıralama ile dizilerek proteinleri meydana getirdiklerini iddia ederler. Bu konu evrim teorisinin en büyük açmazlarından biridir. (bkz. Protein)
Amino asitler, amino grubu, karboksil grubu ve yan zincir grubu diye adlandırılan üç atom grubunun bir karbon grubuna bağlanmasıyla meydana gelirler. | |
Amino asitler, amino grubu, karboksil grubu ve yan zincir grubu diye adlandırılan üç atom grubunun bir karbon grubuna bağlanmasıyla meydana gelirler. | |
A. AMİNO ASİTLERİN YAPISI | C. Temel amino asit parçası |
1.amino grubu | 6.valin |
Evrimciler canlılar arasındaki birtakım benzerliklere dayanarak, aralarında ata-torun ilişkisi kurmaya çalışırlar. Ancak bir kısım canlılar vardır ki, fonksiyon bakımından benzer organlara sahip olmalarına rağmen, aralarında hiçbir evrimsel bağ kurulamaz. Bu tür bir benzerliğe "analoji", böyle organlara da "analog organlar" denir. Analog organlar yapı ve gelişme bakımından farklı, fakat fonksiyonları aynı olan organlardır.15 Örneğin kuşların, böceklerin, memeli olan yarasaların kanatları fonksiyon olarak benzer olmalarına rağmen, aralarında sözde evrimsel bir ilişki yoktur.
Dolayısıyla evrimciler, aralarında evrimsel bir akrabalık bağı kuramadıkları bu benzer organların, ayrı ayrı evrimleşmenin ürünü olduğunu söylemek zorunda kalırlar. Örneğin kanatın kuşlarda, böceklerde, memeli olan yarasalarda ayrı ayrı "tesadüflerle" ortaya çıkması gerekmektedir. Bu durum sadece benzerliklere dayanarak evrimsel bağ kurmaya çalışan evrimciler açısından büyük bir çelişki oluşturur. Çünkü evrimciler, örneğin kanatlar gibi son derece kompleks yapıların tesadüfen nasıl oluştuğunu bir kez bile açıklayamazken bunu farklı canlılar için ayrı ayrı açıklamalıdırlar. (bkz. Homoloji; Homolog organ) Bu konu ile ilgili evrimcileri çıkmaza sürükleyen daha pek çok örnek bulunmaktadır. (bkz. Analog organ)
Bir uçan sürüngenin, bir kuşun ve |
Yüzeysel benzerlikleri olan ve hemen hemen aynı görevi yapan organlardır. Örneğin bir kelebeğin kanadı ile kuşun kanadı uçmayı, bir sineğin bacağı ile kedinin bacağı yürümeyi sağlar. Fakat bunların genetik yapıları incelendiğinde birbirlerinden tamamen farklı oldukları gözlenir. Çünkü bu tür benzerlikler yüzeyseldir.16
Darwin, benzer (yani "homolog") organlara sahip canlıların birbirleriyle evrimsel bir bağlantısı olduğunu ve bu organların ortak bir ataya sahip olmaları gerektiğini öne sürmüştür. Oysa hiçbir delile dayanmayan, yalnızca dış görünüşlerden yola çıkılarak ortaya atılmış bu yüzeysel varsayım, Darwin'den günümüze kadar hiçbir somut bulgu tarafından da doğrulanmamıştır. Bu durum karşısında, evrimciler bu organların "homolog" (yani ortak bir atadan gelen) organlar değil, "analog" (aralarında evrimsel ilişki olmadığı halde birbirine çok benzeyen) organlar olduğunu söylerler. (bkz. Morfolojik homoloji)
Evrimcilerin, aralarında hiçbir evrimsel bağlantı kuramadıkları türlerin de, birbirlerine çok benzeyen (homolog) organları vardır. Kanat, bunun en bilinen örneğidir. Bir memeli olan yarasada kanat vardır, kuşlarda kanat vardır, sineklerde ve diğer çeşitli böcek türlerinde de kanat vardır. Fakat evrimciler, birbirinden farklı bu sınıflar arasında hiçbir evrimsel bağ ve akrabalık kuramamaktadırlar.
Evrim teorisine göre, kanatlar birbirinden bağımsız olarak dört kez "tesadüfen" ortaya çıkmıştır: Böceklerde, uçan sürüngenlerde, kuşlarda ve uçan memelilerde (yarasada). Doğal seleksiyon-mutasyon mekanizmalarıyla açıklanamayan kanatların dört kez ayrı ayrı oluşmaları, hem de oluşan bu kanatların birbirine benzer yapılar sergilemeleri, evrimci biyologlar için ciddi bir açmaz oluşturur.
Bu konuda evrimci tezi çıkmaza sürükleyen en somut örneklerden biri de, memeli canlılarda ortaya çıkar. Çağdaş biyolojinin ortak kabulüne göre, tüm memeliler iki temel kategoriye ayrılır; plasentalılar ve keseliler (marsupials). Evrimciler, bu ayrımın memelilerin henüz ilk başlangıcında doğduğunu ve her iki kategorinin birbirlerinden tamamen bağımsız olarak ayrı birer evrim tarihi yaşadığını varsayarlar. Ancak ne ilginçtir ki, bu iki kategoride birbirlerinin neredeyse aynı olan "çiftler" vardır. Kurtlar, kediler, sincaplar, karınca yiyenler, köstebekler ve fareler, hem plasentalılar kategorisine, hem de keseliler kategorisine birbirlerine çok benzer yapılarıyla girmektedirler.17 Yani evrim teorisine göre, birbirlerinden tamamen bağımsız mutasyonların, bu canlıları ikişer kez "tesadüfen" üretmiş olmaları gerekmektedir! Elbette böyle bir olayın gerçekleşmesi mümkün değildir.
TAZMANYA KURDU VE GÜNEY AMERİKALI BENZERİ |
Keseli memeliler ile plasentalı memeliler arasında "ikiz" türlerin bulunması, homoloji iddiasına çok büyük bir darbedir. Örneğin üstteki keseli Tazmanya kurdu ile Kuzey Amerika'da yetişen plasentalı kurt, birbirlerine olağanüstü derecede benzerdir. Yanda, bu iki canlının birbirlerine çok benzeyen kafatasları yer alıyor. Hiçbir "evrimsel akrabalık" öne sürülemeyen iki canlı arasında bu denli benzerlik olması, homoloji iddiasını temelsiz bırakmaktadır. |
Plasentalı ve keseli memeliler arasındaki ilginç benzerliklerden biri de, Kuzey Amerika kurdu ile Tazmanya kurdu arasındadır. Bu canlılardan ilki plasentalılar, ikincisi ise keseliler sınıflamasına dahildir. (Avustralya kıtasının ve çevresindeki adaların Antartika'dan ayrılmasından itibaren, keseli ve plasentalı memelilerin ilişkilerinin kesildiği varsayılır ve bu dönemde hiçbir kurt türü yoktur.) Ancak ilginç olan, Tazmanya kurdu ile Kuzey Amerika kurdunun iskelet yapılarının neredeyse tamamen aynı olmasıdır. Özellikle kafatasları yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi, birbirlerine olağanüstü derecede benzerdir.
Evrimci biyologların "homoloji" örneği olarak kabul edemedikleri bu gibi olağanüstü benzerlikler, benzer organların, ortak atadan evrimleşme tezine delil oluşturmadığını göstermektedir.
140 milyon yıl yaşındaki Archæfructus türüne ait bu fosil, bilinen en eski angiosperm (çiçekli bitki) kalıntısıdır. Bugünkü benzerlerinden farkı olmayan bitki, çiçekleri ve meyvesi ile kusursuz bir yapıya sahiptir. |
Çiçekli bitkilere verilen isimdir. Yeryüzünde en fazla sayıda bulunan bitkilerdir. 230.000'in üzerinde türü vardır. Okyanuslardan çöllere kadar çok farklı koşullarda yetişebilmektedirler.
Bitkilerin evrimi iddiasını en açık biçimde reddeden fosil bulguları, angiospermlere aittir. Angiospermler, 43 ayrı familyaya bölünmüşlerdir ve bu 43 farklı familyanın her biri, arkalarında hiçbir ilkel "ara form" izi bulunmadan fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkar. Bu gerçek, 19. yüzyılda da fark edilmiş ve hatta bu nedenle Darwin, angiospermlerin kökenini "rahatsız edici bir sır" olarak tanımlamıştır. Darwin'den bu yana yapılan tüm araştırmalar, bu bitkilerin kökenine dair evrimsel bir açıklama getirememiştir. Evrimci paleobotanikçi N. F. Hughes, Paleobiology of Angiosperm Origins adlı kitabında şu itirafta bulunur:
Karadaki bitkilerin en baskın grubu olan angiospermlerin evrimsel kökeni, bilim adamlarını 19. yüzyılın ortalarından beri şaşırtmaktadır... Detaylardaki birkaç istisna dışında, bu soruna tatminkar bir cevap bulunamayışı devam etmektedir ve sonunda çoğu biyolog bu sorunun fosil kayıtlarıyla çözülmesinin imkansız olduğu sonucuna varmıştır.18
Daniel Axelrod ise, The Evolution of Flowering Plants, in The Evolution Life (Evrimsel Süreçte Çiçekli Bitkilerin Evrimi) adlı kitabında, çiçekli bitkilerin kökeni konusunda şu yorumu yapar:
Angiospermlere, yani çiçekli bitkilere yol açan ilkel grup, fosil kayıtlarında henüz tespit edilmemiştir ve yaşayan hiçbir angiosperm böyle bir bağlantıya işaret etmemektedir.19
Bilim adamlarının yukarıda belirtilen açıklamalarında da görüldüğü gibi, angiospermler fosil kayıtlarında, hiçbir evrimsel ataya sahip olmadan aniden belirmişlerdir. Çiçekli bitkiler gibi son derece kompleks canlıların birdenbire ortaya çıkmaları, onların yaratıldıklarının bir göstergesidir.
Anorganik evrim, canlılığın ortaya çıkışından evvel, evrenin ve dünyanın oluşumunu tesadüfi süreçlerle açıklamaya çalışır. Herşeyi evrimle açıklamaya çalışan kimseler materyalizmin öngördüğü gibi evrenin sonsuzdan beri var olduğunu, yani yaratılmadığını ve evrende hiçbir tasarım, plan ve amaç olmadığını, herşeyin tesadüf ürünü olduğunu savunurlar. Ancak 19. yüzyıl materyalistlerinin, o dönemin ilkel bilim düzeyi içinde büyük hararetle savundukları bu iddialar, 20. yüzyıldaki bilimsel bulgular tarafından yıkılmıştır.
Önce, evrenin sonsuzdan beri var olduğu iddiası tarihe karışmıştır. 1920'li yıllardan itibaren evrenin yapısı hakkında elde edilen bilgiler, evrenin belirli bir zaman önce bir "Büyük Patlama" (Big Bang) ile yoktan var olduğunu ispatlamıştır. Yani evren sonsuz değildir, yoktan yaratılmıştır. (bkz. Big Bang teorisi)
20. yüzyılın ilk yarısında yazdığı kitaplarla materyalizmin ve Marksizm'in ünlü bir savunucusu haline gelen Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri adlı kitabında, "sonsuz evren" modelinin geçerliliğine güvenerek yaratılışa şöyle karşı çıkıyordu:
Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Allah tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan var edilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için, herşeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir.20
Politzer, yaratılışa karşı sonsuz evren fikrini savunurken, bilimin kendi tarafında olduğunu sanıyordu. Oysa bilim, çok geçmeden, Politzer'in "eğer öyle olsa, bir Yaratıcı olduğunu kabul etmek gerekir" dediği gerçeği, yani evrenin bir başlangıcı olduğu gerçeğini ispatladı.
Bakteriler, belli bir antibiyotiğe sürekli maruz kaldıklarında, o antibiyotiğe karşı direnç göstermeye başlarlar ve bir süre sonra antibiyotiğin o bakteri türü üzerindeki etkisi yok olur. Evrimciler, bazı bakterilerin antibiyotiklere karşı direnç göstermelerini evrime delil olarak gösterirler. Bu direncin bakterilerde meydana gelen mutasyonlar sonucunda geliştiğini iddia ederler. Oysa bakterilerde meydana gelen direnç, onların mutasyon sonucunda sonradan geliştirdikleri bir özellik değildir. Çünkü bakteriler bu özelliğe antibiyotiğe maruz kalmadan önce de sahiptirler. Scientific American dergisi, evrimci bir yayın olmasına karşın, Mart 1998 sayısında bu konuda şöyle bir açıklamaya yer vermiştir:
Çok sayıda bakteri, daha ticari antibiyotikler kullanılmaya başlamadan önce de direnç genlerine sahipti. Bilim adamları bu genlerin neden evrimleştiklerini ve varlıklarını sürdürdüklerini kesinlikle bilmiyorlar.21
a. ANTİBİYOTİK KESİLİR |
Dirençli bakteriler antibiyotiklerin keşfinden önce de vardı. Bakteriler sonradan antibiyotiğe maruz kalınca direnç özelliği geliştirmemişlerdir. |
Görüldüğü gibi, direnç sağlayan genetik bilginin, antibiyotiklerden önce var olması, evrimciler tarafından açıklanamayan ve teorinin iddiasını geçersiz kılan bir gerçektir.
Dirençli bakterilerin, antibiyotiklerin keşfinden yıllarca önce mevcut olduğu, ciddi bir bilimsel yayın olan Medical Tribune dergisinin 29 Aralık 1988 tarihli sayısında da, ilginç bir olay aktarılarak şöyle belirtilmektedir:
1986'da yapılan bir araştırmada, 1845 yılında bir kutup keşfi sırasında hastalanarak hayatını kaybeden denizcilerin buzda korunmuş cesetleri bulunmuştur. Bu cesetlerin üzerinde 19. yüzyılda yaygın olan bazı bakteri çeşitleri tespit edilmiş ve bunlar test edildiğinde, 20. yüzyılda üretilmiş pek çok modern antibiyotiğe karşı direnç özellikleri taşıdıkları hayretle saptanmıştır.22
Bu tür direnç özelliklerinin penisilinin icadından önce de birçok bakteri türünde mevcut olduğu, tıp dünyasında bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla bakterilerdeki direnç özelliğinin evrimsel bir gelişme gibi öne sürülmesi kesinlikle yanlış bir iddiadır.
Bakteriler, direnç genlerini birbirlerine aktararak antibiyotiklere karşı kısa sürede bağışıklık kazanırlar. |
Günlük dilde "bakterilerin bağışıklık kazanması" denen süreç gerçekte şöyle oluşur:
Bakterilerin kendi türleri içinde sayısız varyasyonları (çeşitleri) vardır. Bu varyasyonların bir kısmı, yukarıda belirtildiği gibi, bazı ilaçlara karşı direnç sağlayacak genetik bilgiye sahiptir. Bakteriler belli bir ilacın etkisine maruz kaldıklarında, ilaca dayanıksız varyasyonlar yok olur; dirençliler ise hayatta kalır ve daha fazla çoğalma imkanına kavuşurlar. Belli bir zaman sonra tamamen yok olan dirençsiz bakterilerin yerini, hızla çoğalan bu dirençli bakteriler doldurur. Bir süre sonra, aynı bakteri türü yalnızca söz konusu antibiyotiğe dirençli olan bireylerden oluşmuş bir koloni haline gelir ve artık aynı antibiyotik o bakteri türüne karşı etkisiz olur. Ancak bakteri yine aynı bakteri, tür yine aynı türdür. Herhangi bir evrim yaşanmamıştır.
Bakteriler antibiyotiklere karşı direnç özelliğini, geçmiş dirençli jenerasyonlarından genetik miras olarak edindikleri gibi, diğer bakterilerdeki direnç genlerini kendilerine transfer etme yoluyla da elde edebilirler.
Direnç genleri genellikle "plasmid"ler aracılığıyla diğer bakterilere taşınırlar. Plasmidler, bakterideki küçük DNA halkacıklarıdır ve direnç genleri sıklıkla bu plasmidlerde kodlu bulunur. Bu direnç genleri, bakterinin, bulunduğu ortamdaki çeşitli zararlı maddelere karşı dayanıklı hale gelmesini sağlar. Direnç genleri aynı zamanda bakterideki kromozomal DNA'da da bulunabilir. Kromozom, bakteri hücresindeki plasmidlerden çok daha büyük ve hücrenin çoğalmasını ve fonksiyonlarını yöneten bir DNA molekülüdür.
Antibiyotiklere karşı bağışıklık genine sahip olan bir bakteri, sahip olduğu bu genetik bilgiyi, diğer bir bakteriye plasmid transferi yaparak ulaştırabilmektedir. Direnç genleri bazen virüsler aracılığıyla da transfer edilir. Bu durumda virüs, bir bakteriden aldığı direnç genini bir başka bakteriye aktarır. Ayrıca bir bakteri öldüğünde ve içindeki hücre parçaları ortama dağıldığında, bir başka bakteri ortamda serbest halde bulunan direnç genini kendine aktarabilir.
Dirençsiz bir bakteri, bu şekilde edindiği bir direnç genini kolaylıkla kendi DNA molekülleri arasına katabilir. Çünkü direnç genleri genellikle "transpozon" adı verilen küçük DNA üniteleri şeklindedir ve kolaylıkla başka DNA molekülleri arasına dahil olabilir.
Bu gibi mekanizmalar sayesinde bir tek dirençli bakteriden çok kısa bir süre içinde dirençli bir bakteri kolonisi ortaya çıkabilir. Bu olgunun evrimle bir ilgisi yoktur; çünkü bakterilere direnç sağlayan genler, mutasyonlar sonucunda sonradan oluşmamaktadır. Sadece, zaten var olan genler bakteriler arasında birbirlerine aktarılmaktadır.
Antropoloji, insanın kökenini, biyolojik özelliklerini, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen bilim dalıdır. Bu bilim dalı önceleri, insanlık tarihini öğrenmek girişimi olarak başlamıştı. Gerçekten de Yunanca'dan gelen bu sözcüğün anlamı "insanın incelenmesi"dir. 19. yüzyılda Charles Darwin'in, canlıların gelişme ve değişim sürecine ilişkin evrim kuramını ortaya atmasından sonra bilim adamları bu alana ilgi duydu ve insanın sözde evrimi hakkında yeni yeni görüşler öne sürmeye başladılar.
Bilim adamları insan topluluklarının nasıl büyüdüğünü ve ne yönde değişikliğe uğradıklarını, siyasal örgütlenmelerin, sanatın ve müziğin nasıl doğduğunu öğrenmek istiyorlardı. Bütün bu çabaların sonucunda antropoloji biliminde insanlık tarihinin değişik alanlarını inceleyen uzmanlık dalları ortaya çıktı: Fiziksel antropologlar, kültürel antropologlar... Fakat evrim teorisinin ortaya atılmasından sonra kültürel antropoloji, insanı kültürlü bir hayvan olarak; fiziki antropoloji ise insanı biyolojik bir organizma olarak ele aldı. Bu çarpık zihniyetin sonucunda antropoloji, evrimci bilim adamlarının çalışma sahası olarak pek çok gerçek dışı ve taraflı yoruma maruz kalmıştır.
Evrim teorisinin iddiasına göre, yeryüzünde yaşayan ve geçmişte yaşamış tüm canlı türleri birbirlerinden türeyerek ortaya çıkmışlardır. Türlerin birbirlerine dönüşümü ise, evrim teorisine göre, yavaş yavaş ve kademe kademe olmuştur. Dolayısıyla, bu iddiaya göre iki canlı türü arasındaki geçiş dönemini yansıtan ve her iki türden bazı özellikler taşıyan birtakım canlıların yaşamış olması zorunludur. Örneğin, balıklar karaya çıkıp sürüngenlere dönüşene kadar mutlaka yarı solungaçlı yarı akciğerli, yarı yüzgeçli yarı ayaklı türden bazı canlıların milyonlarca yıl boyunca yaşamış olmaları gerekir. Evrimciler, geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali canlılara "ara geçiş formu" adını verirler.
Eğer evrim teorisi doğru olsaydı, bu tür canlıların geçmişte yaşamış olmaları ve bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekirdi. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına fosil kayıtlarında rastlanması gerekirdi. Ancak, bugüne kadar fosil kayıtlarında tek bir ara geçiş formu fosiline dahi rastlanmamıştır. Nitekim evrim teorisinin kurucusu Charles Darwin, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştır:
Fosil kayıtlarında Darwin'in öngördüğü gibi kademeli bir değişim yoktur. Farklı canlı türleri kendilerine has yapılarıyla bir anda ortaya çıkarlar. Bunu kabullenemeyen evrimciler iddialarını yandaki resimdeki gibi temelsiz ve spekülatif çizimlerle desteklemeye çalışırlar. |
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu, benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.23
Evrimci paleontologlar, Darwin'in bu sözlerine dayanarak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında fosil araştırmaları yaptılar ve bu ara geçiş formlarını aradılar.
Tüm çabalara rağmen söz konusu formlara hiçbir zaman rastlanamadı. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrim teorisinin öngörülerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını gösterdi. Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, evrim teorisini benimsemesine karşın bu gerçeği şöyle kabul eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.24
Bir başka evrimci paleontolog Mark Czarnecki ise şu yorumu yapar:
Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur... Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin'in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Ve bu beklenmedik durum, türlerin yaratıldığını savunan argümana destek sağlamıştır.25
Farklı canlı sınıflamaları, kendilerine benzeyen ataları olmadan aniden ortaya çıkmışlar ve yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişim geçirmeden, durağan bir biçimde kalmışlardır. |
Ünlü biyolog Francis Hitching de, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong adlı kitabında şöyle demektedir:
Eğer fosiller buluyorsak ve eğer Darwin'in teorisi doğruysa, o halde kayaların belirli bir grup yaratığın, daha kompleks bir başka grup yaratığa doğru küçük kademelerle evrimleştiğini gösteren kalıntılar ortaya çıkarması gerekir. Bu nesilden nesile ilerleyen "küçük gelişmelerin" son derece iyi korunmuş olması gerekir. Ama durum hiç de böyle değildir. Aslında, bunun tam tersi doğrudur. Darwin'in "sayısız ara form olmalı, ama bunları neden yeryüzünün sayısız katmanında bulamıyoruz" derken yakınmış olduğu gibi. Darwin, fosil kayıtlarındaki bu "olağanüstü eksikliğin" sadece daha fazla fosil kazısı yapmakla ilgili olduğunu düşünmüştür. Ama her ne kadar yeni fosil kazısı yapılırsa yapılsın, bulunan türlerin neredeyse hepsinin, istisnasız, bugün yaşamakta olan hayvanlara çok benzediği ortaya çıkmıştır.26
Fosil kayıtları, canlı türlerinin hem bir anda ve tamamen farklı yapılarda ortaya çıktıklarını, hem de çok uzun jeolojik dönemler boyunca değişmeden sabit kaldıklarını göstermektedir. Harvard Üniversitesi paleontologlarından ve ünlü evrimci Stephen Jay Gould, bu gerçeği şöyle kabul eder:
Fosilleşmiş türlerin çoğunun tarihi, kademeli evrimle çelişen iki farklı özellik ortaya koymaktadır:
1. Durağanlık: Çoğu tür, dünya üzerinde var olduğu süre boyunca hiçbir yönsel değişim göstermez. Fosil kayıtlarında ilk ortaya çıktıkları andaki yapıları ne ise, kayıtlardan yok oldukları andaki yapıları da aynıdır. Morfolojik (şekilsel) değişim genellikle sınırlıdır ve belirli bir yönü yoktur.
2. Aniden ortaya çıkış: Herhangi bir lokal bölgede bir tür, atalarından kademeli farklılaşmalara uğrayarak aşama aşama ortaya çıkmaz; bir anda ve "tamamen şekillenmiş" olarak belirir.27
Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, evrimciler genellikle "ara geçiş formu" kavramını kasıtlı olarak gerçek anlamının dışında kullanırlar. Evrim teorisinin öngördüğü ara formlar, iki canlı türü arasında kalan, eksik ve yarım organlara sahip canlılardır. Ancak bazen ara form kavramı yanlış algılanmakta ve gerçekte ara form özelliği oluşturmayan canlı yapıları, ara form gibi düşünülmektedir. Örneğin bir canlı grubunun diğer canlı grubuna ait özellikler barındırması, bir ara tür özelliği değildir. Buna bir örnek, Avustralya'da yaşayan Platypus'tur. Bu canlı, bir memeli olmasına rağmen sürüngenler gibi yumurtlayarak çoğalır. Ayrıca kuşlara benzer bir gagası bulunur. Bilim adamları Platypus gibi canlılara "mozaik canlı" ismini verirler. Mozaik canlıların ara form sayılamayacağı, Stephen J. Gould ve Niles Eldredge gibi önde gelen evrimci paleontologlar tarafından da kabul edilmektedir.28 (bkz. Platypus)
Evrimcilerin uçuşun kökenini açıklamak için ortaya attıkları teorilerden biri sürüngenlerin "daldan dala atlarken kuş haline geldiklerini" savunur. Oysa ne yavaş yavaş kanatlanan canlılara dair fosiller vardır, ne de bunu sağlayabilecek doğal bir süreç... |
Kara canlısı olan sürüngenlerin nasıl olup da uçmaya başladıkları konusunda öne sürülen iki evrimci teoriden biridir. Arboreal teoriye göre kuşların ataları ağaçlarda yaşayan sürüngenlerdir ve bunlar zamanla "daldan dala atlayarak kanatlanmışlardır". (Diğer görüş de kuşların yerden yukarı doğru havalandıklarını savunan Cursorial teoridir.) Söz konusu teori tamamen hayalidir ve teoriyi destekleyen hiçbir bilimsel kanıt yoktur.
Nitekim Cursorial teoriyi öne süren John Ostrom, her iki hipotezi savunanların ancak spekülasyon yapabildiklerini itiraf ederek şöyle der:
Benim 'cursorial predator' teorim gerçekten de spekülatiftir. Fakat arboreal teori de aynı şekilde spekülatiftir.29
Ayrıca bu teorinin iddiasına göre, geçmişte dünya üzerinde "yaşamış olması" gereken ara geçiş formlarına da (bkz. Ara geçiş formu) hiçbir zaman rastlanmamıştır. (bkz. Cursorial teori; Kuşların kökeni)
140 milyon yıl önce, Jurassic dönemde yaşayan ve daha sonra soyu tükenen bir kuş türüdür. Archæopteryx'in günümüz kuşlarından biraz daha farklı özelliklerinin olması, evrimcilerin bu kuşu sözde dinozor atalarından ayrılan ve yeni uçmaya başlayan bir ara tür olarak göstermelerine neden olmuştur. Evrim teorisine göre, Velociraptor veya Dromeosaur ismi verilen küçük yapılı dinozorların bir kısmı evrim geçirerek kanatlanmışlar ve uçmaya başlamışlardır. Archæopteryx ise, bu iddiaya göre, yeni yeni uçmaya başlayan bu kuşların atasıdır.
Oysa Archæopteryx fosilleri üzerinde yapılan son incelemeler, bu anlatımın bilimsel bir temeli olmadığını göstermektedir. Bu canlı, iyi uçamayan bir ara geçiş formu değil, sadece günümüz kuşlarından farklı bazı özelliklere sahip, soyu tükenmiş bir kuş türüdür. Son bulgular ve incelemeler sonucunda Archæopteryx hakkında elde edilen sonuçlar şunlardır:
∑ Bu canlının "sternum" adındaki göğüs kemiğinin olmaması, canlının uçamayacağının en önemli kanıtı olarak gösterilmekteydi. (Göğüs kemiği, uçmak için gerekli olan kasların tutunduğu göğüs kafesinin altında bulunan bir kemiktir. Günümüzde uçabilen veya uçamayan tüm kuşlarda, hatta kuşlardan çok ayrı bir familyaya ait olan uçabilen memeli yarasalarda bile bu göğüs kemiği vardır.)
Ancak 1992 yılında bulunan yedinci Archæopteryx fosili bu argümanın yanlış olduğunu gösterdi. Bu fosilde evrimcilerin çok uzun zamandır yok saydıkları göğüs kemiği vardı. Nature dergisinde yeni bulunan bu fosil şöyle anlatılıyordu:
Son bulunan yedinci Archæopteryx fosili, uzun zamandır varlığından şüphe edilen, ama hiçbir zaman ispatlanamayan bir dikdörtgensel göğüs kemiğinin varlığına işaret ediyor. Bu canlının uzun mesafelerde uçuş yeteneği hala spekülasyona dayalı, ama göğüs kemiğinin varlığı, güçlü uçuş kaslarının olduğunu gösteriyor.30
Berlin'de sergilenmekte olan en ünlü Archæopteryx fosili |
Bu bulgu, Archæopteryx'in tam uçamayan bir yarı-kuş olduğu yönündeki iddiaların en temel dayanağını geçersiz kıldı.
◉ Ayrıca Archæopteryx'in günümüz kuşlarınınkinden farksız olan asimetrik tüy yapısı, canlının mükemmel olarak uçabildiğini göstermektedir. Ünlü paleontolog Carl O. Dunbar'ın belirttiği gibi, "tüylerinden dolayı bu yaratık tam bir kuş özelliği gösteriyordu".31
◉ Archæopteryx'in tüylerinin ortaya çıkarmış olduğu bir başka gerçek, bu canlının sıcakkanlı oluşudur. Bilindiği gibi sürüngenler ve dinozorlar soğukkanlı, yani vücut ısılarını kendileri üretmeyen, çevrenin sıcaklığının vücut ısılarını etkilediği canlılardır. Kuşlarda bulunan tüylerin en önemli fonksiyonlarından bir tanesi, kuşun vücut ısısını korumasıdır. Archæopteryx'in tüylü olması, bu kuşun dinozorların aksine sıcakkanlı olduğunu, yani vücut ısısını korumaya ihtiyacı olan gerçek bir kuş olduğunu gösteriyordu.
◉ Evrimci biyologların Archæopteryx'i ara geçiş formu olarak gösterirken dayandıkları en önemli iki nokta ise, bu hayvanın kanatlarının üzerindeki pençeleri ve ağzındaki dişleridir.
Archæopteryx'in anatomisi üzerinde yapılan incelemeler, canlının eksiksiz bir uçuş yeteneğine sahip, tipik bir kuş olduğunu ortaya koymuştur. Archæopteryx'i sürüngenlere benzetme çabası tamamen dayanaksızdır. |
Archæopteryx'in kanatlarında pençeleri ve ağzında dişleri olduğu doğrudur, ancak bu özellikleri, canlının sürüngenlerle herhangi bir şekilde ilgisi olduğunu göstermez. Zira günümüzde yaşayan iki tür kuşta, Touraco corythaix ve Opisthocomus hoatzin'de de dallara tutunmaya yarayan pençeler bulunmaktadır. Ve bu canlılar, hiçbir açıdan sürüngen özelliği taşımayan, tam birer kuştur. Dolayısıyla Archæopteryx'in kanatlarında pençeleri olduğu ve bu sebeple de bir ara form olduğu yolundaki iddia geçersizdir.
Bir Archæopteryx illüstrasyonu. |
Archæopteryx'in ağzındaki dişleri de yine canlıyı bir ara form kılmaz. Evrimciler bu dişlerin bir sürüngen özelliği olduğunu öne sürerek yanılmaktadırlar. Çünkü dişler sürüngenlerin tipik bir özelliği değildir. Günümüzde bazı sürüngenlerin dişleri varken bazılarının yoktur. Daha da önemli olan nokta, dişli kuşların Archæopteryx'le sınırlı olmamasıdır. Günümüzde dişli kuşların yaşamadıkları bir gerçektir, ancak fosil kayıtlarına baktığımız zaman gerek Archæopteryx ile aynı dönemde gerekse daha sonra, hatta günümüze oldukça yakın tarihlere kadar "dişli kuşlar" olarak isimlendirilebilecek ayrı bir kuş grubunun yaşamını sürdürdüğünü görürüz.
Ayrıca, Archæopteryx'in ve diğer dişli kuşların diş yapıları, bu kuşların sözde evrimsel ataları olan dinozorların diş yapılarından çok farklıdır. Martin, Stewart ve Whetstone gibi ünlü kuşbilimcilerin yaptıkları ölçümlere göre, Archæopteryx'in ve diğer dişli kuşların dişlerinin üstü düzdür ve geniş kökleri vardır. Oysa bu kuşların atası olduğu iddia edilen theropod dinozorlarının dişlerinin üstü testere gibi çıkıntılıdır ve kökleri de dardır.32
◉ Son dönemlerde bulunan bazı fosiller, Archæopteryx'le ilgili evrimci senaryonun geçersizliğini başka yönlerden de ortaya koymuştur.
1995 yılında Çin'de Omurgalılar Paleontolojisi Enstitüsü'nde araştırmalar yapan Lianhai Hou ve Zhonghe Zhou adlı iki paleontolog, Confuciusornis olarak isimlendirdikleri yeni bir fosil kuş keşfettiler. Archæopteryx ile aynı yaştaki (yaklaşık 140 milyon yıllık) bu kuşun dişleri yoktu, gagası ve tüyleri ise günümüz kuşlarıyla aynı özellikleri göstermekteydi. İskelet yapısı da günümüz kuşlarınınkiyle aynı olan bu kuşun kanatlarında, Archæopteryx'te olduğu gibi pençeler vardı. Kuyruk tüylerine destek olan "pygostyle" isimli yapı bu kuşta da görülüyordu. Kısacası, evrimciler tarafından tüm kuşların en eski atası sayılan ve yarı–sürüngen kabul edilen Archæopteryx'le aynı yaşta olan bu canlı, günümüz kuşlarına çok benziyordu. Bu gerçek, Archæopteryx'in bütün kuşların ilkel atası olduğu yönündeki evrimci tezlerle çelişiyordu.33
Archæopteryx'e ait bir rekonstrüksiyon |
Çin'de Kasım 1996'da bulunan bir başka fosil, ortalığı daha da karıştırdı. 130 milyon yaşındaki Liaoningornis isimli bu kuşun varlığı Hou, Martin ve Alan Feduccia tarafından Science dergisinde yayınlanan bir makaleyle duyuruldu. Liaoningornis, günümüz kuşlarında bulunan uçuş kaslarının tutunduğu göğüs kemiğine sahipti. Diğer yönleriyle de bu canlı günümüz kuşlarından farksızdı. Tek farkı, ağzında dişlerinin olmasıydı. Bu durum, dişli kuşların, hiç de evrimcilerin iddia ettikleri gibi ilkel bir yapıya sahip olmadıklarını gösteriyordu.34
Nitekim Alan Feduccia, Discover dergisinde yayınlanan yorumunda, Liaoningornis'in, kuşların kökeninin dinozorlar olduğu iddiasını geçersiz kıldığını belirtmişti.35
Archæopteryx'le ilgili evrimci iddiaları çürüten bir başka fosil ise Eoalulavis oldu. Archæopteryx'ten 30 milyon yıl daha genç, yani 120 milyon yaşında olduğu söylenen Eoalulavis'in kanat yapısının aynısı, günümüzdeki bazı uçan kuşlarda görülüyordu. Bu da 120 milyon yıl önce, günümüzdeki kuşlardan birçok yönden farksız canlıların göklerde uçmakta olduklarını ispatlıyordu.36
Archæopteryx'in sürüngenlerle kuşlar arasında ara geçiş formu olmadığına dair bir delil de, 2000 yılında Çin'de bulunan bir kuş fosili ile geldi. Longisquama ismi verilen bu canlının 220 milyon yıl önce Orta Asya'da yaşadığı belirtildi. Science ve Nature gibi ünlü bilim dergileri ve BBC televizyonu bu fosil hakkında şu bilgileri verdi:
Orta Asya'da bulunan ve günümüzden 220 milyon yıl önce yaşadığı anlaşılan söz konusu fosilin tüm vücudunun tüylerle kaplı olduğu, kuşların atası olduğu iddia edilen Archæptoryx'de ve günümüz kuşlarında olduğu gibi bir lades kemiğine sahip olduğu ve tüylerinde içi boş sapların bulunduğu tespit edildi. Bu ise, Archæopteryx'in kuşların atası olduğu iddialarını geçersizleştiriyor. Çünkü bulunan fosil Archæopteryx'ten 75 milyon yıl daha yaşlı; yani kuşların atası olduğu iddia edilen canlıdan 75 milyon yıl önce de tüm özellikleriyle tam bir kuş yaşıyordu.37
Böylece Archæopteryx ve diğer arkaik kuşların birer ara geçiş formu olmadıkları kesin bir biçimde ispatlanmış oldu. Fosiller, farklı kuş türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerini göstermiyorlardı. Aksine, günümüz kuşlarının ve Archæopteryx benzeri bazı özgün kuş türlerinin beraberce yaşadıklarını ispatlıyorlardı.
Kısacası Archæopteryx'in birtakım özellikleri, bu canlının bir "ara form" olmadığını göstermektedir. Nitekim bugün evrim teorisinin ünlü savunucularından Harvard paleontologları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge de, Archæopteryx'in farklı özellikleri bünyesinde barındıran bir "mozaik" canlı olduğunu, ama asla bir ara form olmadığını kabul etmektedirler.38
Çin'de "bulunduğu" iddia edilen, ancak 2001 yılında sahte olarak üretildiği anlaşılan bir fosil.
Archæoraptor'un sahte bir fosil olduğu, araştırmacıların yaptıkları detaylı analizler sonucunda anlaşıldı. İncelemeyi yapan bilim adamları, yapılan sahtekarlığı Nature dergisinde şöyle açıkladılar:
Archæoraptor fosili kayıp halka olarak duyuruldu ve kuşların belirli bir cins dinozordan evrimleştiğine dair en iyi delil olma iddiasındaydı... Fakat Archæoraptor'un bir kuşun ve uçamayan bir dromaeosaurid dinozorunun kemiklerinin birleştirilmesiyle oluşturulan bir sahtekarlık olduğu gösterilmiştir... İskelet açıkça birçok kırık parçadan yeniden birleştirilmişti ve iskelet, dişler, tüyler, Archæopteryx'ten daha iyi uçabilen bir kanat ve uçmayan bir dinozorun kuyruğu da dahil eşsiz bir kombinasyona sahipti... Archæoraptor'un iki ya da daha fazla türü temsil ettiği ve en az iki, muhtemelen beş ayrı örnekten birleştirildiği sonucuna vardık... Bu, bilim adına bir kayıptır. Paleontoloji zaten bugüne kadar Piltdown Adamı sahtekarlığı ve Johann Beringer'in 'duran taşları' ile oldukça zarar görmüştür ve birçok fosil bilmeden ya da kasıtlı olarak yanıltıcı konstrüksiyonlara konu olmuştur.39 (bkz. Piltdown Adamı)
Bir kısım medya kuruluşları, evrim teorisini sorgusuz sualsiz kabullenmekte ve bulunan her yeni fosili, evrim teorisine bilimsel bir destekmiş gibi kamuoyuna sunmaktadırlar. Örneğin Archæoraptor isimli fosil, 1999 yılında "kanatlı dinozor" olarak gazeteler aracılığıyla tüm dünyaya empoze edilmiştir. Oysa yaklaşık iki yıl sonra, söz konusu fosilin yeni bir evrim sahtekarlığı olduğu ortaya çıkmış ve bu kez aynı gazeteler "dino-kuşun" "palavra" olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. |
(bkz. Darwinizm ve ırkçılık)
1995 yılında, Madrid Üniversitesi'nden üç İspanyol paleoantropolog, İspanya'da "Atapuerca" adı verilen bölgedeki Gran Dolina mağarasında bir fosil buldular. Fosil, günümüz insanıyla tamamen aynı görünüme sahip 11 yaşındaki bir çocuğa ait bir insan yüzü parçasıydı. Ancak çocuk öleli tam 800 bin yıl olmuştu. Bu, evrimciler açısından şaşırtıcı bir bulguydu; çünkü bu kadar eski bir dönemde henüz Homo sapiens'in (günümüz insanı) yaşadıklarını ummuyorlardı. (bkz. İnsanın hayali soyağacı)
İspanya'da bulunan yüz kemiği, bizimle aynı yüz yapısına sahip insanların 800 bin yıl öncesinde de yaşadıklarını gösteriyordu. |
Discover dergisi, Aralık 1997 sayısında konuya geniş yer verdi. Bu fosil, Gran Dolina araştırma ekibinin başı Arsuaga Ferreras'ın bile insanın evrimi hakkındaki inançlarını sarsmıştı. Ferreras şöyle diyordu:
Büyük, geniş, şişkin, yani anlayacağınız ilkel bir şeyle karşılaşmayı umuyorduk. 800 bin yıl yaşındaki bir çocuktan beklentimiz, Turkana Çocuğu gibi bir şey olmasıydı. Ama bizim bulduğumuz bütünüyle modern bir yüzdü... Bunlar sizi sarsan türden şeyler: Fosil bulmak değil, tamam fosil bulmak da beklenmedik ve güzel bir olay. Fakat en etkileyici olanı, bugüne ait olduğunu düşündüğünüz bir şeyi geçmişte bulmanız. Bu, bir anlamda, Gran Dolina'da kasetçalar bulmak gibi bir şey. Böyle bir şey çok şaşırtıcı olurdu elbette. Alt Pleistosen tabakalarında teypler, kasetler bulmayı beklemiyoruz, ancak 800 bin yıllık "modern" bir yüz bulmak da bunun gibi bir şey. Onu gördüğümüzde çok şaşırmıştık.40
Atapuerca'da bulunan fosilden yola çıkılarak yeniden inşa edilen kafatası (solda) ile günümüz insanına ait kafatası (sağda) olağanüstü derecede benzerdir. |
Bu fosil, Homo sapiens'in tarihinin 800 bin yıl kadar geriye götürülmesi gerektiğine işaret ediyordu. Ama evrimcilerin hayali evrim soyağacına göre, 800 bin yıl önce Homo sapiens'in yaşamamış olması gerektiği için, evrimciler bu fosilin başka bir türe ait olduğuna karar verdiler. Bu yüzden Homo antecessor adlı hayali bir tür oluşturdular ve Atapuerca kafatasını bu sıralamaya dahil ettiler.
"Atın evrimi"ni sembolize ettiği iddia edilen şemalar, yakın bir zamana kadar, evrim teorisine kanıt olarak gösterilen fosil sıralamalarının en başında gelmekteydi. Oysa bugün pek çok evrimci, atın evrimi senaryosunun geçersizliğini açıkça kabul etmektedir. Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ve kademeli evrim teorisinin sorunlarının ele alındığı bir toplantıda söz alan evrimci Boyce Rensberger, atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı olmadığını ve atın kademeli evrimleşmesi gibi bir sürecin hiç yaşanmadığını şöyle anlatmıştır:
Yaklaşık 50 milyon yıl önce yaşamış dört tırnaklı, tilki büyüklüğündeki canlılardan bugünün daha büyük tek tırnaklı atına bir dizi kademeli değişim olduğunu öne süren ünlü atın evrimi örneğinin geçersiz olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Kademeli değişim yerine, her türün fosilleri bütünüyle farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden kalmakta, sonra da soyu tükenmektedir. Ara formlar bilinmemektedir.41
Atın evrimi şemalarının sergilendiği "İngiltere Doğa Tarihi Müzesi"nin yöneticilerinden ünlü evrimci paleontolog Niles Eldredge de, hala müzenin alt katında duran bu şema hakkında şunları söyler:
Hayatın doğası hakkında her biri birbirinden hayali bir sürü kötü hikaye vardır. Bunun en ünlü örneğiyse, belki 50 yıl önce hazırlanmış olan ve hala alt katta duran atın evrimi sergisidir. Atın evrimi, birbirini izleyen yüzlerce bilimsel kaynak tarafından büyük bir gerçek gibi sunulmuştur. Ancak şimdi, bu tip iddiaları ortaya atan kişilerin yaptıkları tahminlerin yalnızca spekülasyon olduklarını düşünüyorum.42
Hiçbir bilimsel delil tarafından desteklenmemesine rağmen atın evrimi senaryosu, Hindistan, Güney Amerika, Kuzey Amerika ve Avrupa'da değişik zamanlarda yaşamış, farklı tür canlılara ait fosillerin, evrimcilerin hayal güçleri doğrultusunda, küçükten büyüğe doğru dizilmesiyle oluşturulan şemalarla ortaya atılmıştır. Farklı araştırmacıların öne sürdükleri 20'den fazla atın evrimi şeması vardır. Hepsi de birbirinden farklı olan bu soyağaçları hakkında evrimciler arasında da görüş birliği yoktur. Bu sıralamalardaki tek ortak nokta, 55 milyon yıl önceki Eosen devrinde yaşamış Eohippus (Hyracotherium) adlı köpek benzeri bir canlının atın ilk atası olduğuna inanılmasıdır. (bkz. Eohippus) Oysa atın milyonlarca yıl önce yok olmuş atası olarak sunulan Eohippus, halen Afrika'da yaşayan ve atla hiçbir ilgisi ve benzerliği olmayan Hyrax isimli hayvanın hemen hemen aynısıdır.43
Atın evrimi iddiasının tutarsızlığı, her geçen gün ortaya çıkan yeni fosil bulgularıyla daha açık olarak anlaşılmaktadır. Eohippus ile aynı katmanda, günümüzde yaşayan at cinslerinin de (Equus nevadensis ve Equus occidentalis) fosillerinin bulunduğu tespit edilmiştir.44 Bu, günümüzdeki at ile onun sözde atasının aynı zamanda yaşadığını göstermektedir ve atın evrimi denen sürecin hiçbir zaman yaşanmadığının kanıtıdır.
İngiltere Doğa Tarihi Müzesi'nde yer alan "atın evrimi sergisi". Bu ve benzeri "atın evrimi" şemaları, farklı devirlerde, farklı coğrafyalarda yaşamış bağımsız canlı türlerinin, son derece taraflı bir bakış açısıyla birbirleri ardına dizilmesiyle oluşturulur. Gerçekte "atın evrimi"ne dair hiçbir bilimsel bulgu yoktur. |
Evrimci yazar Gordon R. Taylor, Darwinizm'in açıklayamadığı konuları ele alan The Great Evolution Mystery adlı kitabında at serileri efsanesinin aslını şöyle anlatır:
Darwinizm'in belki de en ciddi zaafiyeti, paleontologların, büyük evrimsel değişiklikleri gösterecek olan akrabalık ilişkilerini ve canlı sıralamalarını ortaya koyamamalarıdır... At serisi genellikle bu konuda çözüme kavuşturulmuş olan yegane örnek gibi gösterilir. Ama gerçek şudur ki, Eohippus'tan Equus'a kadar uzanan sıralama çok tutarsızdır. Bu sıralamanın, giderek artan bir vücut büyüklüğünü gösterdiği iddia edilir, ama aslında sıralamanın ileriki aşamalarına konan canlıların bazıları (sıralamanın en başında yer alan) Eohippus'tan daha büyük değil, daha küçüktürler. Farklı kaynaklardan gelen türlerin bir araya getirilip ikna edici bir görüntüye sahip olan bir sıralamada arka arkaya dizilmeleri mümkündür, ama tarihte gerçekten bu sıralama içinde birbirlerini izlediklerini gösteren hiçbir kanıt yoktur.45
Tüm bu gerçekler, evrimin en sağlam delillerinden birisi gibi sunulan atın evrimi şemalarının, hiçbir geçerliliğe sahip olmayan hayali sıralamalar olduklarını ortaya koymaktadır. Diğer türler gibi atlar da, evrimsel bir ataya sahip olmadan var olmuşlardır.
İnsanın hayali evrim şemasındaki ilk kategori olan Australopithecus, "güney maymunu" anlamına gelir. Bu canlıların ilk olarak Afrika'da 4 milyon yıl kadar önce ortaya çıktıkları ve 1 milyon yıl öncesine kadar da yaşadıkları sanılmaktadır. Australopithecus türlerinin tümü [Australopithecus aferensis, Australopithecus africanus, Australopithecus boisei, Australopithecus robustus (Zinjanthropus)], günümüz maymunlarına benzeyen soyu tükenmiş maymunlardır.
Tümünün beyin hacimleri, günümüz şempanzelerininkiyle aynı veya daha küçüktür. Ellerinde ve ayaklarında günümüz maymunlarındaki gibi ağaçlara tırmanmaya yarayan çıkıntılar mevcuttur ve ayakları dallara tutunmak için kavrayıcı özelliklere sahiptir. Boyları kısadır (en fazla 130 cm.) ve aynı günümüz maymunlarındaki gibi erkek Australopithecus dişisinden çok daha iridir. Kafataslarındaki yüzlerce ayrıntı; birbirine yakın gözler, sivri azı dişleri, çene yapısı, uzun kollar, kısa bacaklar gibi birçok özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından farklı olmadıklarını gösteren delillerdir.
Australopithecus türleri, kafataslarının yanı sıra iskelet yapıları yönünden de günümüz maymunlarına büyük benzerlik gösterirler. |
Bu konuda evrimcilerin ortaya attığı iddia ise, Australopithecuslar'ın, tam bir maymun anatomisine sahip olmalarına rağmen, diğer tüm maymunların aksine, insanlar gibi dik yürüdükleridir. Ama pek çok bilim adamı, Australopithecus'un iskelet yapısı üzerinde sayısız araştırma yapmış ve bu iddianın geçersizliğini ortaya koymuştur. İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomist, Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard'ın, Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların iki ayaklı olmadıklarını, günümüz maymunlarınınkiyle aynı hareket şekline sahip olduklarını göstermiştir. İngiliz hükümetinin desteğiyle, beş uzmandan oluşan bir ekiple bu canlıların kemiklerini 15 yıl boyunca inceleyen Lord Zuckerman, kendisi de bir evrimci olmasına rağmen, Australopithecuslar'ın sadece sıradan bir maymun türü oldukları ve kesinlikle dik yürümedikleri sonucuna varmıştır.46
Bu konudaki araştırmalarıyla ünlü diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da Australopithecuslar'ın iskelet yapılarını günümüz orangutanlarınınkine benzetmektedir.47
Australopithecus'un insanın atası sayılamayacağı, son dönemde evrimci kaynaklar tarafından da kabul edilmektedir. Ünlü Fransız bilim dergisi Science et Vie, Mayıs 1999 sayısında bu konuyu kapak yapmıştır. Australopithecus afarensis türünün en önemli fosil örneği sayılan Lucy'i konu alan dergi, "Adieu Lucy" (Elveda Lucy) başlığını kullanarak Australopithecus türü maymunların insanın soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır. St W573 kodlu yeni bir Australopithecus fosili bulgusuna dayanarak yazılan makalede, şu cümleler yer almaktadır:
Yeni bir teori Australopithecus cinsinin insan soyunun kökeni olmadığını söylüyor... St W573'ü incelemeye yetkili tek kadın araştırmacının vardığı sonuçlar, insanın atalarıyla ilgili güncel teorilerden farklı; hominid soy ağacını yıkıyor. Böylece bu soy ağacında yer alan insan ve doğrudan ataları sayılan primat cinsi büyük maymunlar hesaptan çıkarılıyor... Australopithecuslar ve Homo türleri (insanlar) aynı dalda yer almıyorlar, Homo türlerinin (insanların) doğrudan ataları, hala keşfedilmeyi bekliyor. 48
(bkz. Kuş akciğerlerinin kökeni)
1.Biyoloji Lise 3, Özer Bulut, Davut Sağdıç, Selim Korkmaz, MEB Basımevi, İstanbul, 2000, s.182
2.Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s.4
3.Grolier International Americana Encyclopedia, vol 2, Grolier Incorporated, Danbury, 1993, ss.345-346; Gelişim Hachette, cilt 1, Interpres Basın ve Yayıncılık A.?., s.351-352
4.Charles Darwin, The Descent of Man, 2. Edition, New York, A L. Burt Co., 1874, s.178
5.Jani Roberts, How new-Darwinism justified taking land from Aborigines and murdering them in Australia, http://www.gn.apc.org/inquirer/ausrace.html
6.“Ancient Alga Fossil Most Complex Yet”, Science News, vol. 108, 20 September 1975, s.181
7.Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 1, Alan Yayıncılık, Kasım 1996, İstanbul, Çev: Veysel Atayman, s.199
8.http://www.botany.hawaii.edu/faculty/webb/BOT311/, http://daphne.palomar.edu/wayne/wayne.htm, http://www.nmnh.si.edu/botany/projects/algae/Alg-Menu.htm; Brookhaven National Laboratory, Molecular Bases of Photoadaptation in Unicellular, Eucaryotic Algae, P.G.Falkowski ve J.LaRoche, Dep. Of Apllied Science; Science, Volume 286, Number 5442, Issue of 5 Nov 1999, ss. 1129-1132, Polycationic Peptides from Diatom Biosilica That Direct Silica Nanosphere Formation
9.R. L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, New York: W. H. Freeman and Co., 1988, s.4
10.Edwin H. Colbert, M. Morales, Evolution of the Vertebrates, New York: John Wiley and Sons, 1991, s.99
11.Lewis L. Carroll, “Problems of the Origin of Reptiles”, Biological Reviews of the Cambridge Philosophical Society, vol 44. s.393
12.Stephen Jay Gould, Eight (or Fewer) Little Piggies, Natural History, no. 1., Jan 1991, vol. 100, s.25
13.W.R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, s.305
14.Sarah Simpson, “Life’s First Scalding Steps”, Science News, 155(2), 9 January 1999, s.25
15.Prof. Dr. Eşref Deniz, Tıbbi Biyoloji, 4. baskı, Ankara, 1992, s.369
16.Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Biyoloji 1, Sürat Yayınları, İstanbul, 1998, s.129
17.Dean Kenyon, Davis Percical, Of Pandas and People: The Central Question of Biological Origins, Dallas: Haughton Publishing, 1993, s.33
18.N.F. Hughes, Paleobiology of Angiosperm Origins: Problems of Mesozoic Seed-Plant Evolution, Cambridge: Cambridge University Press, 1976, ss.1-2
19.Daniel Axelrod, The Evolution of Flowering Plants, in The Evolution Life, 1959, ss.264-274
20.George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1989, s.84
21.Stuart B. Levy, “The Challange of Antibiotic Resistance”, Scientific American, March 1998, s.35
22.Medical Tribune, 29 December 1988, s.1, 23
23.Charles Darwin, The Origin of Species, ss.172-280
24.Derek A. Ager, “The Nature of the Fossil Record”, Proceedings of the British Geological Association, vol 87, 1976, s.133
25.Mark Czarnecki, “The Revival of the Creationist Crusade”, MacLean’s, 19 January 1981, s.56
26.Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, Tichnor and Fields, New Haven, 1982, s.40
27.S.J. Gould, “Evolution’s Erratic Pace”, Natural History, vol. 86, May 1977
28.S.J. Gould & N. Eldredge, Paleobiology, Vol 3, 1977, s.147
29.John Ostrom, “Bird Flight: How Did It Begin?”, American Scientist, January-February 1979, vol 67,
30.Nature, vol 382, 1 August 1996, s.401
31.Carl O. Dunbar, Historical Geology, New York: John Wiley and Sons, 1961, s.310
32.L.D. Martin, J.D. Stewart, K.N. Whetstone, The Auk, vol 98, 1980, s.86
33.Pat Shipman, “Birds do it... Did Dinosaurs?”, New Scientist, 1 February 1997, s.31
34.“Old Bird”, Discover, 21 March 1997
35.“Old Bird”, Discover, 21 March 1997
36.Pat Shipman, “Birds Do It... Did Dinosaurs?”, New Scientist, 1 February 1997, s.28
37.Terry D. Jones, Nonavian Feathers in a Late Triassic Archosaur, Science, 23 Haziran 2000: 2202-2205
38.S.J. Gould & N. Eldredge, Paleobiology, Vol 3, 1977, s.147
39.“Forensic palaeontology: The Archæoraptor forgery”, Nature, 29 March 2001, vol: 410, ss.539-540
40.“Is This The Face of Our Past”, Discover, December 1997, ss.97-100
41.Boyce Rensberger, Houston Chronicle, 5 November 1980, Part 4, s.15
42.Colin Patterson, Harper’s, February 1984, s.60
43.Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields, 1982, ss.30-31
44.Francis Hitching, The Neck of the Giraffe, ss.30-31
45.Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery, London: Sphere Books, 1984, s.230
46.Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, ss. 75-94
47.Charles E. Oxnard, “The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt”, Nature, vol 258, s.389
48.Isabelle Bourdial, "Adieu Lucy", Science et Vie, Mayıs 1999, no. 980, s. 52-62