Şirk konusuna Kuran'da pek çok açıdan yer verilmiştir. Şirkin genel mantığı her zaman aynı olsa da, şirk koşmanın pek çok çeşidi olduğu Kuran'da bildirilmektedir. Şirk ve şirk koşanların durumlarının anlatıldığı ayetler incelendiğinde müşriklerin hepsinin, ortak bir özellik olarak Allah'tan başka ilahlar, yani yol göstericiler, hüküm koyucular, düzen kurucular, dostlar, yardımcılar edinen kimseler oldukları görülür. Ancak şirk koştukları şeyler bakımından müşriklerin çeşitleri vardır. Kuran'da tanımlanan ve bahsi geçen belli başlı müşrik çeşitlerini şu başlıklar altında inceleyebiliriz.
Bu konuda Kuran'da verilen en belirgin örnek Firavun'un kavmidir. Zira bu kavim, büyük bir gaflete kapılarak başlarında bulunan kişiyi yani kendi yöneticilerini sahte ilah edinmiştir. Firavun'un yakın çevresinin ve kavminin oluşturduğu şirk sistemi ve bu sistemin özellikleri aslında her çağda, her toplumda görülebilecek evrensel bir modeldir. Firavun, kavmi içinde ilahlığını ilan etmiş (Allah'ı tenzih ederiz), kavmi de kendisine boyun eğmiştir. Firavun'un sözde ilahlığını dile getirdiği sapkın bir ifadeyi, Allah Kuran'da şöyle bildirmektedir:
Sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi; Dedi ki: "Sizin en yüce Rabbiniz benim." (Naziat Suresi, 23-24)
Firavun'a öncelikle tabi olan ve onu destekleyenler kendi yakın çevresiydi. "Firavun dedi ki: Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum..." (Kasas Suresi, 38) ayetinden de anlaşıldığı gibi Firavun, kavminin önde gelenleri üzerinde bir hakimiyet kurmuş ve sözde ilahlık iddiasını onlara kabul ettirmişti. Onlar da halk üzerinde imtiyaz sahibi oldukları için bu sapkın sistemin kendileri için karlı olacağını düşünmüşlerdi ve Firavun'dan menfaat ummuşlardı. Bu nedenle onun ilahlık iddia ettiği (Allah'ı tenzih ederiz) sapkın bir düzeni benimsemişlerdi. Ancak bu tutumları onları helaka sürükledi. Kendilerini dünyada yakalayan ve ahirette de sonsuza dek bırakmayacak korkunç bir azaba mahkum oldular. Kuran'da Firavun'un emrine uyan önde gelenlerin durumu ve akıbetleri şöyle anlatılır:
Firavun'a ve onun önde gelen çevresine. Onlar Firavun'un emrine uymuşlardı. Oysa Firavun'un emri doğruya-götürücü (irşad edici) değildi. O, kıyamet günü kavminin önderliğine geçer, böylece onları ateşe götürmüş olur. Sonunda vardıkları yer, ne kötü bir yerdir. Onlar, burda da, kıyamet gününde de lanete tabi tutuldular. Verilen bağış, ne kötü bir bağıştır. Bunlar, sana doğru haber (kıssa) olarak aktardığımız nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış, (hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle bir edilmiş, kalıntısı silinmiş) dir. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri geldiği zaman, Allah'ı bırakıp da taptıkları ilahları, onlara hiçbir şey sağlayamadı, 'helak ve kayıplarını' arttırmaktan başka bir işe yaramadı. (Hud Suresi, 97-101)
Yakın çevresinden sonra Firavun'a boyun eğen diğer kesim de Firavun'un ordusu ve hükmü altındaki Mısır halkıydı. Fakir, güçsüz ve muhtaç olan halk Firavun'un emrine boyun eğmişti. Bu durumu haber veren ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?"... (Zuhruf Suresi, 51)
Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi. (Zuhruf Suresi, 54)
O sırada Mısır'da esaret altında olan İsrailoğulları'nın önemli bir bölümü de baskı ve korkudan kaynaklanan bir şirk içindeydiler. Onlar da Mısır halkının diğer bölümü gibi Firavun'un Allah'tan bağımsız -Allah'ı tenzih ederiz- bir gücü olduğunu zannediyor ve ondan Allah'tan korkar gibi (Allah'ı tenzih ederiz) korkuyorlardı. Bu nedenle Firavun'un boyunduruğunda yaşamayı, Allah'ın elçileri ile gönderdiği dine iman etmeye akılsızca tercih etmişlerdi:
Sonunda Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. (Yunus Suresi, 83)
Ayette de haber verildiği gibi Firavun'un zalim ve baskıcı düzeni nedeniyle Hz. Musa'ya sadece bir grup genç tabi olmuştu. Halkın büyük çoğunluğu ise baskı, korkaklık, cahillik, her ne pahasına olursa olsun çıkarlarını koruyabilme kaygısı gibi dünyevi sebeplerle Firavun'u haksız yere ilahlaştırmışlar (Allah'ı tenzih ederiz), onun düzenini Allah'ın dinine tercih ederek müşrik bir toplum haline gelmişlerdir. Oysa onların yapmaları gereken şey, tek İlahın Allah olduğunu bilip, yalnızca O'ndan korkmak, O'na dayanıp güvenmek ve O'nun razı olacağı şekilde hareket ederek peygamberlerinin izinden gitmekti. Şayet gücün tek sahibinin Allah olduğunu, Firavun'un müstakil bir güce sahip olmadığını bilselerdi ve bu gerçeğe iman etselerdi Firavun'dan çekinmez, onun vereceği azaptan korkmazlardı.
Firavun'un Allah'ın kontrolünde olan aciz bir varlık olduğunu anlasalardı, Firavun'a boyun eğmeyebilirlerdi. Oysa Firavun'un sahip olduğunu düşündükleri mülk ve zenginlik, ihtişam, askeri güç, gerçekte Allah'a aitti. Onlar bu gerçeği kavrayamadıkları ve Allah'ın gücünü de hakkıyla takdir edemedikleri için Firavun'un görünürdeki gücüne aldandılar. Allah'ın dilediği anda Firavun'un sahip olduğu herşeyi alabileceğini bilselerdi böylesine çirkin bir müşrik ahlakı göstermez, böylesine aşağılanmazlardı. Nitekim Allah Firavun'u suda boğarak istediği anda elinden tüm gücünü alabileceğini de göstermiştir. Aslında Firavun'u akılsızca ilahlaştıran (Allah'ı tenzih ederiz) müşrikleri utandıracak bir örnektir bu. İşte bu yüzden Firavun'un kavmi her türlü müşrik toplum modeline apaçık bir örnektir. Bu model, asırlardır dünyadaki pek çok ülkenin insanları tarafından da yaşanmış yaygın bir şirk çeşididir.
Allah'a şirk koşulan canlı veya cansız herşeyin "put" olarak isimlendirilebileceğini önceki bölümlerde ifade etmiştik. Fakat bu bölümde "put" kelimesini en klasik anlamda, yani taş, metal, tahta gibi maddelerden şekil ve suret verilerek yapılan heykeller için kullanacağız. İlk bakışta insan, bu tür putlara tapınmanın eski toplumların ya da günümüzde bilim ve teknolojinin ulaşmadığı bazı ilkel totemci kabilelerin adeti olduğu hissine kapılabilir. Ancak bu olayı göründüğü kadar basite indirgemek doğru değildir. Çünkü bu tür bir şirkin özünde bu heykellerin temsil ettikleri kavramlar yatar. Bu nedenle, puta tapanlar genelde bu putların bizzat kendilerinden ziyade, onların çağrıştırdıkları kavramı benimserler. Bu şekilde, yol gösterici, hüküm koyucu, koruyucu, kurtarıcı olarak Allah'a ortak koştukları varlıkları, kendi akıllarınca yonttukları heykellerde ölümsüzleştirmeye çalışırlar. Sonuçta putları yontmanın temelinde bu çarpık bir mantık yatar.
Yontulan putlar aslında şirk koşulan varlığı ya da kavramı temsil ederler. Bu nedenle aslıyla aynı saygı ve hürmete tabi tutulurlar. Gerçekte şirk koşulan ise bunların temsil ettikleri mana ve zihniyettir. Kuran'da, Hz. İbrahim'in müşrik kavminin de benzer şekilde temsili heykeller yontarak bunlara taptıkları şöyle haber verilir:
Hani babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir? "Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk" dediler. (Enbiya Suresi, 52-53)
Ayetlerden anlaşıldığı gibi bu tür tapınmalar insanlara atalarından miras kalmaktadır. Dolayısıyla puta tapmak, gerçekte ne kadar mantıksız bir hareket olsa da, çocukluktan itibaren alınan telkinler sonucunda en modern toplumlarda bile yadırganmayacak sosyal bir davranış biçimi haline gelebilmektedir.
Yontulan putların bir özelliği de zamanla bunların, temsil ettikleri kavramla aynı vasıfta tutulmaya başlanmasıdır. Örneğin pek çok Doğu Asya ülkesinde başlangıçta Buda'nın şahsı haksız yere ilahlaştırılmıştır. (Allah'ı tenzih ederiz) Daha sonra kendisini temsilen heykelleri yapılarak hatırası ve düşünce sistemi korunmaya çalışılmıştır. Bugün ise bizzat bu heykeller sahte ilahlar haline getirilmiş ve insanların tapındıkları, hürmet ettikleri, dua ettikleri, yardım istedikleri putlar olmuşlardır. Dünyanın pek çok yerinde benzer mantıkta çeşitli puta tapınma şekilleri mevcuttur.
Tarihi kayıtlarda, Kuran'ın indirildiği dönemde de Arapların çok sayıda ve çeşitte putlarının olduğu yer alır. Nitekim Kuran ayetlerinde de onların bu durumları tarif edilmektedir. Tarihi belgeleri incelediğimizde bu putların aslında belirli kavramları temsil ettiklerini, bir nevi simge niteliğinde olduklarını da açıkça görürüz. Yani aslında Arap toplumu da sanıldığı gibi yalnızca taştan, tahtadan yontulmuş şekillerin, heykellerin bizzat kendisine tapmıyordu. Onun temsil ettiği anlama tapıyordu. Örneğin bu putlar güç, para, kadın, bereket gibi anlamlar taşıyordu. Dolayısıyla müşrikler de akılsızca bu anlamlara yani güce, paraya, kadına vb. tapıyorlardı. Bu mantıkla bakıldığında putların aslında günümüz toplumlarının taptığı ve kendilerince dine karşı tercih ettikleri değerlerden çok da farklı şeyler olmadıkları anlaşılır. Bu nedenle müşriklerden, putperestlerden bahsederken onları çok ilkel kabileler, çok ilkel insanlar olarak görmek hatalı olur. Geçmişte yaşamış putperestler de günümüz insanları gibi normal insanlardı; Allah'ın varlığını biliyorlardı, fakat para, güç, zenginlik, kadın gibi kavramlara haddinden fazla değer vererek, onları kendilerince ilahlaştırdıkları için (Allah'ı tenzih ederiz) putperest olmuşlardı.
Kuran'da putperestlikle ilgili verilen örneklerden bir diğeri de birtakım İsrailoğulları ile ilgilidir. Hz. Musa ile birlikte Firavun'un kavminden kurtulan İsrailoğulları yolculukları sırasında puta tapan bir kavimle karşılaşmışlar ve içlerinden bazıları Musa Peygamberden kendilerine aynı şekilde bir put yapmasını istemişlerdir. Bu durum Kuran'da şöyle bildirilir:
İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi. Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir." (Araf Suresi, 138-139)
Görüldüğü gibi İsrailoğullarından bir grup cahilce bir tavır gösterip, gözleriyle gördükleri, önünde eğilecekleri, belki de gösterişli törenler yapacakları bir sahte ilah istemektedirler. Bu durum onların Allah'ın kadrini takdir edemediklerinin ve kavrayamadıklarının göstergesidir. Hz. Musa kendilerine gerçeği açıkladığı halde peygamberleri yanlarından ayrılır ayrılmaz hemen kendilerine putlar edinmişlerdir. Bu, çok büyük bir sapkınlıktır. Nitekim bu davranışlarının ardından pişmanlığa kapıldıkları, Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
(Tur'a gitmesinin) Ardından Musa'nın kavmi süs eşyalarından böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tapılacak ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onları bir yola da yöneltip-iletmediğini (hidayete erdirmediğini) görmediler mi? Onu (tanrı) edindiler de, zulmedenler oldular. Ne zaman ki (yaptıklarından dolayı pişmanlık duyup, başları) elleri arasına düşürüldü ve kendilerinin gerçekten şaşırıp-saptıklarını görünce: "Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa kesin olarak hüsrana uğrayanlardan olacağız" dediler. (Araf Suresi, 148-149)
Ancak Allah Kuran'da akılsızca bu buzağıyı ilah edinenlere ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz, buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir zillet yetişecektir. İşte Biz, 'yalan düzüp-uyduranları' böyle cezalandırırız. (Araf Suresi, 152)
Ayette bildirildiği gibi, Allah Kendisi'ne şirk koşanları dilediği takdirde affetmemektedir. Çünkü ayette de ifade edildiği gibi Allah'a şirk koşanlar aslında yalan düzüp uydurmaktadırlar. Bir ve tek olan İlahın Allah olduğu apaçık bir gerçekken, onlar sahte ilahlar edinmektedirler. Bu uydurma ilahların önünde bel büküp eğilmek ise Allah'a karşı işlenmiş çok çirkin bir suçtur.
İnsanların Allah'a ortak koştukları varlıklardan biri de cinlerdir. Cinler, yaratılış bakımından insanlardan farklı bir yapıya sahiptirler. Kuran ayetlerinde cinlerin, insanın aksine, topraktan değil, ateşten yaratıldıkları belirtilmiştir. (Rahman Suresi, 15) Cinler her zaman gözle görünmedikleri, insanlardan farklı birtakım güç ve özelliklere sahip oldukları için onlarla muhatap olan bazı cahil ve zayıf karakterli kimseler, cinleri gözlerinde büyütüp onlardan medet ummaya başlarlar. Cinlerin, sanki Allah'tan bağımsız varlıklarmış gibi kendilerine ait güçleri olduğunu sanır, onlardan yardım umar, onların himayesine girer, onlardan korkar, onlara bağlanırlar. Kısaca akılsızca onları ilah edinirler. (Allah'ı tenzih ederiz) Bu durum ayetlerde şöyle haber verilir:
"Bir de şu gerçek var: İnsanlardan bazı adamlar, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını arttırırlardı." (Cin Suresi, 6)
Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları O yaratmıştır... (Enam Suresi, 100)
Oysa, cinler de tüm yaratılmışlar gibi Allah'ın kullarıdır. Allah'ın kendilerine verdiği dışında hiçbir güç ve bilgileri yoktur. İnsanlar gibi müminleri ve kafirleri vardır. Bu dünyada imtihan olur, ahirette de imani durumlarına göre cennete veya cehenneme gönderilirler. Kuran'ın birçok ayetinde, özellikle de Cin Suresi'nde cinlerle ilgili önemli bilgiler verilmiştir. Bu ayetlerin birinde Allah cinlerle ilgili olarak şöyle buyurur:
Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi, 56)
Görüldüğü gibi cinlerin yaratılış amacı Allah'a kulluk ve ibadet etmektir. Yani cinler de aynı insanlar gibi Allah'ın yaratmasıyla hayat bulan, her an Allah'a muhtaç olan varlıklardır. Bu nedenle onların kendilerine özgü birtakım fiziksel özelliklerinin büyüsüne kapılarak onları haksız yere ilahlaştırmak, emirlerine girmek son derece akılsızca ve sapkınca bir tutum olur.
Bütün bu gerçeklere rağmen cinlerin tesiri altında kalan, cinleri Allah'a ortak koşarak bu yolla kibirini tatmin eden pek çok insan gelip geçmiştir. Ancak cinlere ayrı bir güç ithaf eden, onlara müstakil bir benlik veren, onları Allah'tan bağımsız güçlere sahip zanneden hatta onları Allah'a ortak gören insanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklar ve şirk içinde olduklarını anlayacaklardır. Allah Kuran'da bu tür insanların ahiretteki durumlarını şöyle haber verir:
Onlar, kendisiyle (Allah ile) cinler arasında bir soy-bağı kurdular. Oysa andolsun, cinler de onların gerçekten (azab için getirilip) hazır bulundurulacaklarını bilmişlerdir. Onların nitelendirdiklerinden Allah Yücedir. (Saffat Suresi, 158-159)
Allah cinlerden inkarcı olanlar ile onların saptırdıkları kimselerin ahiretteki durumlarını bir ayette şöyle açıklamaktadır:
Onların tümünü toplayacağı gün: "Ey cin topluluğu insanlardan çoğunu (ayartıp kendinize kullar) edindiniz" (diyecek). İnsanlardan onların dostları derler ki: "Rabbimiz, kimimiz kimimizden yararlandı ve bizim için tesbit ettiğin süreye ulaştık." (Allah) Diyecek ki: "Allah'ın dilediği dışta olmak üzere, ateş sizin içinde süresiz kalacağınız konaklama yerinizdir." Şüphesiz Rabbin, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir. (Enam Suresi, 128)
Kuran'da bahsedilen, insanların büyük bir cahillikle ilah edindikleri (Allah'ı tenzih ederiz) kavramlardan biri de "heva"dır. Heva, 'nefsin arzu ve hevesleri, istek ve tutkuları' anlamına gelir. Hevanın ilah edinilmesi de insanın kendi nefsinin isteklerini Allah'ın emir ve isteklerinden önde tutması ile olur. Hevanın ilah edinilmesi gerçekte bütün müşriklerin içinde bulunduğu bir sapkınlıktır. İster heykellere tapsın, ister cinlere tapsın, isterse başka kimselere ya da varlıklara tapsınlar, tüm şirk koşanlar aynı zamanda nefislerinin arzu ve emirlerini yerine getirmeye çalışırlar. Ancak buraya kadar saydığımız putlara tapmayıp yalnızca hevasına tapan kimseler de günümüz toplumunda büyük bir grubu oluştururlar.
Nefsin istekleri sınırsızdır ve bunların hepsinin yerine getirilmesini ister. Bu nedenle de kişiyi Allah'ın sınırlarını aşmaya, Allah'ın emir ve yasaklarını çiğnemeye zorlar. Kuran'da nefsin bu yönü vurgulanmış ve Hz. Yusuf'un şöyle dediği ayetlerde bildirilmiştir:
"... Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53)
Örneğin nefis çok zengin olmak, sınırsız mal, mülk ve servet elde etmek ister. Bunu helal ve meşru yollardan elde etme imkanı yoksa, gayri meşru yolları tercih etmekten de çekinmez. O yüzden nefis insana, bu arzusuna ulaşmak için hırsızlık yapmayı, sahtekarlıklar düzenlemeyi, insanların mallarını haksızlıkla yemeyi, malı yığıp biriktirmeyi ve bunlara benzer yöntemleri kullanmayı emreder. Oysa bunların tümü Allah'ın haram kıldığı fiillerdir. Bir yandan da nefis insana malının bir bölümünü infak etmek, sadaka, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı ibadetlerden mümkün mertebe kaçınmayı, böylece malının eksilmesini önlemeyi telkin eder. İman eden bir kimse Allah'ın emirlerine uyar ve haram kıldıklarından kaçınır. Akılsızca hevasını ilah edinen kimse ise bunun tersine, nefsinin emrine uyar, Allah'ın yasaklarını çiğner, emirlerini de yerine getirmez.
Şehvet de nefsin sınırsız istek ve tutkuları arasındadır. Nefis, zina yapmakta bir sakınca görmez hatta kişiyi buna zorlar. Oysa zina müminlere haram kılınmıştır. Allah'ın haram kıldığını bile bile kasıtlı olarak zina yapan ve bunda sakınca görmeyip pişman olmayan, tevbe etmeyen kimse cahilce hevasını ilah edinmiş, onu Allah'a şirk koşuyor demektir. Bundan dolayıdır ki, bu tür kimseler ayette müşriklerle (yani putlara tapmayı din olarak benimsemiş kişilerle) bir sayılmıştır:
Zina eden erkek, zina eden ya da müşrik olan bir kadından başkasını nikahlayamaz; zina eden kadını da zina eden ya da müşrik olan bir erkekten başkası nikahlayamaz. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır. (Nur Suresi, 3)
Nefsin hevası, yani arzu ve tutkuları saymakla bitmeyeceği için bu örnekleri çoğaltmak da mümkündür. Ama insan artık heva ve hevesine göre yaşamayı bir hayat şekli haline getirdiyse, nefsi, kendisini istediği yöne rahatlıkla yönlendirebiliyorsa, buna karşın bu kişi nefsini kötülüklerden arındırma gayreti göstermeden ona teslim oluyorsa, Allah'ın koyduğu sınırları nefsinin emriyle kolayca aşabiliyorsa bu kişi heva ve hevesini gerçekten büyük bir sapkınlıkla ilah edinmiş demektir. O artık kendi sahte ilahına yani nefsine tapıyor, o ne derse onu yapıyor, onun emirlerinden dışarı çıkmıyor demektir. İşte böyle bir kişinin bir müddet sonra diğer müşrikler gibi nefsinin esiri olması sebebiyle aklı ve basireti gider, vicdanı körelir, dolayısıyla hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşer. Nefislerini büyük bir cahillikle ilah edinenlerin bu durumu Kuran'da şöyle tarif edilir:
Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar. (Furkan Suresi, 43-44)
Hevasını akılsızca ilah edinme günümüz toplumlarında en yaygın olan şirk türüdür. Dünyanın pek çok ülkesinde toplumun geniş bir kesimi büyük ölçüde Allah'tan, din ahlakından habersiz, hırslarını, arzularını, tutkularını tatmin etmede sınır tanımayan ve bütün ömrünü bu uğurda harcayan bireylerden oluşmuştur. Bu insanların yegane gayeleri, makam-mevki sahibi olmak, para ve mal peşinde koşup servet yığmak, nefislerinin her türlü isteğini sınırsızca yapabilmektir. Ama hemen eklemek gerekir ki para kazanmak, mal mülk sahibi olmak tek başına kötü bir alamet olarak algılanmamalıdır.
Yanlış olan insanın bunları yaparken nefsinin esiri olması, bunu tamamen nefsani bir tutkuya ve ihtirasa dönüştürmesi ve en önemlisi bunu yaparken Allah'ın koyduğu sınırlardan taviz vermesidir. Yani müşriklikten kasıt, Allah'ın dinini yaşamaktansa, Allah'ın koyduğu emir ve yasakları uygulamaktansa nefsinin arzularını yerine getirmeyi tercih etmektir. Bu tür insanların gözlerinin önünde sanki bir perde vardır. Öyle ki kendilerini yaratanı, ne için yaratıldıklarını ve ahiretin varlığını düşünmezler. Bu konumda olan insanların vicdanlarının ve şuurlarının kapandığı bir başka ayette şöyle bildirilir:
Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz? (Casiye Suresi, 23)
Müşrikler akıl ve vicdan kullanmadıkları için belli temel gerçekler hakkında sağlıklı değerlendirme yapacak yetenekleri kaybolmuştur. Kuran'da Kehf kıssasında bahsi geçen, gözünü mal ve dünya hırsı bürümüş bahçe sahibinin Allah'ın kudreti ve ahiretin varlığı konusundaki anlayışsızlığı, şirk koşanların her devirde içine düştükleri akıl ve mantık zaafiyetini göstermesi açısından çok önemli bir örnektir. Ayetlerde şöyle buyrulur:
Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak bağına girdi: "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." (Kehf Suresi, 32-36)
Bu müşrik bahçe sahibinin durumu, din ahlakından uzak, Yüce Allah'ı gereği gibi takdir edemeyen, ahirete inanmayan insanların durumunu çok özlü bir biçimde tarif etmektedir. Bu tür insanlar sonsuza dek yok olma yanılgısının korkunçluğuna karşı, her ne kadar kesin bir bilgiyle inanmasalar da, mutlu ve hoşnut olacaklarını umdukları ahiret anlayışına "ihtimal vererek" kendilerini teselli ederler. Ama gerçek anlamda ölümden sonra yaşama yani ahirete iman etmedikleri için de hiçbir hazırlık yapmaz, bunun gereklerini yerine getirmezler. Burada önemli bir hususa daha dikkat çekmekte yarar vardır. Nefsin arzu ve istekleri, heves ve tutkuları sınırsızdır demiştik. Bu durum yalnızca inkarcılar için geçerli değildir; müminlerin nefisleri de onlara kötülüğü emreder. Allah insanları imtihan etmek ve kimin nefsinin emirlerine uyup da hevasını akılsızca ilah edindiğini, kimin de nefsine hakim olup yalnızca Allah'ın emirlerini gözettiğini ortaya çıkarmak için nefiste böyle bir özellik yaratmıştır. Hevalarını bu dünyada yerine getirebilecekleri için Allah'ın sınırlarını göz ardı eden müşrikler bu imtihanı kaybederler. Ve nefislerini Allah'ın rızasına tercih etmelerinden dolayı sonsuz azaba mahkum olurlar. Onların bu durumları Kuran'da şöyle anlatılır:
… (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20)
Bu dünyada Allah'ın emirlerini herşeyden üstün tutan, nefislerinin emrettiği kötülüklere uymayan müminler ise ahirette, hem Allah'ın hoşnutluğuna, hem de bir mükafat olarak nefislerinin her türlü isteklerini meşru şekilde tatmin edebilecekleri cennetlere kavuşurlar. Bu müjdeyi haber veren ayet şöyledir:
Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet aldığı herşey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız. (Zuhruf Suresi, 71)
Toplumda yaygın olarak görülen şirk türlerinden biri de insanın büyük bir akılsızlıkla kendisini ilahlaştırmasıdır. İlk anda belki böyle bir insan modeline çok ender rastlanıldığı zannedilebilir. Oysa bu tür insanlara günümüz toplumlarında sıklıkla rastlamak mümkündür. Birçok insan belki de yaşadığı bu tehlikeli durumun adını koyamamaktadır, ancak samimi olarak değerlendirildiğinde bunun ne derece isabetli bir teşhis olduğu anlaşılabilir.
Örneğin insanların birçoğu kazandığı başarıları, sahip olduğu üstün özellikleri, zekasını, güzelliğini, soyunu, zenginliğini, mallarını, rütbesini, mevkisini vb. özelliklerini kendi eseriymiş gibi düşünür ve bundan dolayı da kibirlenir. Üstelik bu sayılan özelliklerin birden fazlasına sahipse bu kibirin boyutları daha da artar. Bütün bunların kendisinden kaynaklandığına, kendi başarısı olduğuna son derece emindir. Bu yüzden diğer insanları küçümseyebilir, onları aşağılayabilir, kendisini sahip olduğu bu özellikler nedeniyle üstün görebilir.
Bu tarz insanlar bulundukları ortamda enaniyetli ya da diğer ifadeyle kibirli tavırlarıyla dikkat çekerler. Bu durum aslında Allah'a karşı işlenmiş bir suçtur. Çünkü insana sahip olduğu herşeyi veren Allah'tır. Güzellik Allah'ın tecellisidir, dolayısıyla Allah'ın güzelliğidir, övülmesi gereken de Allah'tır. Örneğin bir tabloya bakıldığında resmin güzelliği karşısında asıl övülmesi gereken tabloyu yapan ressamdır, tablo kendi kendine var olmamıştır. Benzer şekilde o insana sahip olduğu güzelliği veren de Allah'tır ve bu nedenle övülmesi gereken yine Allah'tır.
Mal, mülk için de aynı şekilde düşünmek gerekir. Malın asıl sahibi Allah olduğuna göre, kişinin sahip olduğu hiçbir şeyde övünç payı olamaz. Allah dilediği anda güzelliği de malı da rahatça geri alabilir; bu, Allah için son derece kolaydır. Bu nedenle bir insanın aslında kendisine ait olmayan bir şeyle övünmesi, bundan dolayı kibirlenmesi büyük bir hatadır. Doğrusu ise malın ve güzelliğin sahibinin Allah olduğunu bilmek ve tümü için Allah'a şükretmektir. Kuran'da Süleyman Peygamberle ilgili anlatılan bir kıssada Hz. Süleyman'ın sahip olduğu atlara ve mallara olan sevgisinin kaynağı şöyle açıklanır:
Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi. Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." (Sad Suresi, 30-32)
Bu konuda Kuran'dan verilen bir başka örnek ise Zülkarneyn ile ilgilidir. Bilindiği gibi Zülkarneyn'e Allah güç, imkan ve nimet vermişti. Ye'cuc ve Me'cuc tehlikesine karşı kendisinden bir kavim yardım istediğinde hemen onlara yardım etmişti. Gerçekten Zülkarneyn zoru başardığı ve bozgunculuğu önlediği halde bu büyük başarısından kendisine pay çıkarmamış tam tersine Allah'ı yüceltmiştir. Onun bu üstün ahlakı ayette şöyle haber verilir:
Dedi ki: "Bu benim Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va'di geldiği zaman, O, bunu dümdüz eder; Rabbimin va'di haktır." (Kehf Suresi, 98)
Açıkça görüldüğü gibi mümin tavrı daima Allah'a yönelen, O'nun karşısındaki aczini bilen ve herşeyin asıl sahibinin Allah olduğunu bilerek, Allah'a karşı bunun tevazusunu yaşayan bir modeldir.
Buraya kadar incelediğimiz Kuran ayetlerinden de anlaşıldığı gibi, şirki yalnızca, elle yontulmuş birtakım heykelciklere secde etmek şeklinde algılamak çok dar ve basit bir bakış açısı olacaktır. Bu tür bir mantığı ancak müşrikler kendilerini temize çıkarmak amacıyla kullanırlar. Bu kişiler şirk kavramının İslam'ın gelmesinden sonra Kabe'deki putların kırılmalarıyla ortadan ebediyen kalktığını zannederler.
Oysa Kuran'da şirki ayrıntılarıyla tarif eden ve müminleri şirkten şiddetle sakındıran çok sayıda ayet vardır. Kuran'ın hükmü kıyamete kadar geçerli olduğuna göre bu ayetler pek çok hikmete yönelik olarak insanlara indirilmiştir.
Kuran'da, din adına ortaya çıkıp da hak dinde olmayan birtakım hükümler, emirler, helaller ve haramlar koyan bir müşrik kesimden de bahsedilir.