İnsanı Allah en mükemmel şekilde yaratmış, onu pek çok üstün özellikle donatmıştır. Yaratılmış olan tüm varlıklar içerisinde düşünme, karar verme, akletme, düşündüğü şeyi uygulayabilme, plan kurma, sonuç çıkarma gibi zihinsel fonksiyonlarıyla insanın üstünlüğü tartışmasız bir gerçektir.
Peki hiç düşündünüz mü, tüm bu üstünlüklerin aksine insan neden son derece korunmaya muhtaç bir bedene sahiptir? Neden ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçük bakteriler, virüsler bu bedene zarar verebilmektedir? Neden insan yaşamı boyunca sürekli bedenini temizlemek, ona bakım yapmak zorundadır? Ve neden insan bedeni zaman ilerledikçe yıpranmakta, yaşlanmaktadır?
İnsanlar bedenlerinin acizliğini çok "doğal" bir eksiklik olarak görürler, oysa bedendeki her acizlik belirli bir amaca göre özellikle yaratılmıştır. İnsanın acizliğine ait her detayı Allah özel olarak var etmiştir. Nisa Suresi'nin 28. ayetinde "... İnsan zayıf olarak yaratılmıştır" hükmüyle bu gerçeğe dikkat çekilir. İnsan ne zaman nerede doğacağını, hangi vakitte ne şekilde öleceğini belirleyemez. Ayrıca bedeninde oluşan hastalıklar karşısında da son derece savunmasız ve acizdir. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır ki, bir kul olarak Yaratıcımız olan Allah'a karşı olan acizliğini anlayabilsin ve dünyanın geçici bir mekan olduğunu fark edebilsin.
İnsan ne zaman nerede doğacağını, hangi vakitte, ne şekilde öleceğini belirleyemez. Dahası, yaşadığı hayattan ne kadar memnun olursa olsun, o hayatı olumlu ya da olumsuz yönde etkileyecek unsurlar üzerinde hiçbir kontrol mekanizmasına sahip değildir.
Evet, insan bedeni her yönüyle korunmaya ve kollanmaya muhtaçtır. Dünya şartlarında başına ne zaman ne geleceği belli değildir. Yaşadığı yer ister dünyanın en gelişmiş şehri olsun, ister en yakın medeniyete kilometrelerce uzaklıkta, elektrikten, sudan mahrum bir dağ köyü olsun; kişi, hayatının hiç beklemediği bir anında bir tehlikeyle karşılaşabilir. Ölümcül bir hastalığa yakalanabilir, sakatlanabilir. Karşılaştığı olay, hiç kaybetmeyeceğini sandığı bedensel gücünü, güzelliğini ya da övündüğü fiziksel bir özelliğini alıp götürebilir. Bu konuda yaşadığı yer gibi kişinin kim olduğu da bir istisna yaratmaz; dağ başında sürülerini otlatan bir çoban ya da bütün dünyanın tanıdığı bir yıldız olsa da, söz konusu olaylardan herhangi biri hayatını hiç tahmin edemeyeceği yönde değiştirebilir.
Ortalama 70-80 kiloluk bir "et ve kemik yığını" olan beden, ince bir deri ile kaplanmıştır. Elbette bu narin deri, kolaylıkla çizilir, yırtılır ve en ufak bir darbede morarır. Güneş altında çok uzun bir süre kalmaya dayanamaz. Belli bir limit aşılırsa deri, önce kızarır, sonra şişer ve su toplar. Kısacası sıcak bir havaya maruz kalan insan kendisini mutlaka koruma altına almak zorundadır.
Allah insanları en güzel surette ve en mükemmel sistemlerle yaratmıştır. Ancak dünyanın geçiciliğini göstermek ve hırslara kapılmalarını engellemek için, bedeni et ve yağ gibi çok çabuk bozulabilen maddelerden oluşturmuştur. Eğer insanın farklı maddelerden oluşturulmuş, zırh sağlamlığında bir bedeni olsaydı, o zaman hiçbir virüs ya da mikrop, soğuk ya da herhangi bir kaza bu zırhı delip geçmeye, zarar vermeye güç yetiremezdi. Oysa et ve yağ açıkta bırakıldığında birkaç saat içinde kokuşan, bozulan maddelerdir. İşte, insanın en büyük acizliklerinden biri, "malzeme"sinin bu denli çürük olmasıdır.
İnsan, Allah'tan bir hatırlatma olarak bedeninin acizliğini sık sık hisseder. Örneğin, soğuk havanın etkisi insan vücudunun acizliğini bütün gerçekliğiyle ortaya koyan bir etkendir. Soğuk hava insanın fizyolojik savunmasını yavaş yavaş felç eder. Vücudun sürekli ayar yaparak koruduğu sabit sıcaklığının (37oC) ne kadar önemli olduğu böyle bir durumda hemen anlaşılır. Çok soğuk bir havada bedenin yavaş yavaş çöküşü gözlenebilir. Başlangıçta kalp ritmi hızlanır, damarlar büzülür ve atardamar basıncı yükselir. Vücut kendisini ısıtmak için titremeye başlar. Vücut sıcaklığı 35 dereceye düştüğünde artık tehlikeli bir durum başgöstermiştir. Kalp ritmi yavaşlamaya başlar, tansiyon düşer, kol ve bacaklarda, en çok da parmaklarda damarlar büzülmeye başlar. Vücut sıcaklığı 35 dereceye düşen bir kişide bilinç bulanıklığı, yönelim bozukluğu, uyku eğilimi ve dikkat dağınıklığı ortaya çıkar. Zihinsel işlemlerde aksama oluşur. Burada kuşkusuz en önemli nokta vücut sıcaklığının sadece 1.5 derece düşmesiyle bile, böylesine önemli sonuçların ortaya çıkmasıdır. Soğukta daha fazla kalındığında ve vücut sıcaklığı 33 derecenin altına düştüğünde ise bellek ve bilinç kaybı yaşanır. 24 dereceye düştüğünde solunum, 20 dereceye düştüğünde beyin, 19 dereceye düştüğünde ise kalp durur ve insan için kaçınılmaz olan ölüm gerçekleşir.
Kitabın ilerleyen sayfalarında insanın fiziksel olarak sahip olduğu acizlikleri çok detaylı olarak anlatmaya çalışacağız. Bunu yapmaktaki amacımız, insanın bu dünyada ne yaparsa yapsın gerçek bir tatmine ulaşamayacağını, çünkü sahip olduğu acizliklerin buna engel olacağını fark ettirebilmektir. Bunu fark eden insanın da gerçek yurt olan cennete yönelmesi, bu dünyaya körü körüne bağlanmaması gerektiğini hatırlatmaktır. Zira insana vadedilen sonsuz bir cennet hayatı vardır. İleriki bölümlerde de üzerinde duracağımız gibi cennet, hiçbir eksikliğin, kusurun, fiziki acizliğin bulunmadığı bir yerdir. Orada insan, nefsinin arzuladığı herşeye sahip olacak; yorgunluk, açlık, susuzluk, yaşlanma, hastalanma vs. gibi fiziki eksikliklerden ise tamamen uzak olacaktır.
Bir diğer amacımız ise, insanın kendi acizliği karşısında Yaratıcımız’ın üstünlüğünü, yüceliğini kavrayabilmesine ve O'na muhtaç olduğunu anlayabilmesine yardımcı olmaktır. Nitekim Kuran'da insanların Allah'a muhtaç oldukları şöyle bildirilmiştir:
Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. (Fatır Suresi, 15)
"Allah'ın Dünyada Yarattığı Acizlikler Cennete Özlemini Artırmak İçindir." |
ADNAN OKTAR: İnsan ne kadar aciz olursa imtihanı o kadar mükemmel olur, o kadar güzel olur, acizlikler Allah'a o kadar yaklaştırır. Mesela Allah isteseydi insanların ağzını da çiçeklerde olduğu gibi yaratırdı. Güle çok güzel bir koku verebiliyor Allah. Güle verdiği gücü insanın ağzına da verebilirdi, mesela insanın ağzı gül gibi kokardı, yüzünü yıkamasına gerek kalmazdı, çiçek gibi pırıl pırıl kalabilirdi yahut çelik parçası gibi pırıl pırıl olabilirdi. Özellikle böyle yapmıştır Allah. Dikkat ederseniz insan vücudunun her yeri bir acizdir, kulağı ayrı bir acz taşır. Gözü ayrı bir acz, tamamı ayrı, hepsi özel yapılmıştır. Halbuki bir parfümeri mağazasının önünden geçseniz çok fazla esans, parfüm gibi çeşit çeşit malzemelerin olduğunu görürsünüz. İsteseydi onu bizim vücudumuzda da yaratırdı o tip güzel kokuları ama yapmamış, tam tersini yapıyor, halbuki mesela koltuk altında çok güzel bir koku meydana getirebilirdi Allah istese. Çünkü diğer bütün bitkilerde, sümbülde, karanfilde, menekşede, hepsinde mis gibi koku yapıyor. Allah, cennete insanlar özlem duysun diye, özel olarak eksik yaratmıştır. Aksinde cennete özlem duymama riski oluşur. Kendindeki aczi gördükçe sürekli cennete olan isteği de artacaktır. Çünkü mesela kafamızda mükemmel bir kadın düşüncemiz vardır ama onu bulamayız, mükemmel bir müzik vardır, bir türlü onu bulamayız. Sürekli CD alıyoruz ama aradığımız müziği şimdiye kadar bulamadık biz. Aradığımız kokuyu da bulamayız çünkü mükemmelliğin hepsi cennettedir. Bilinç altımızda vardır bu, mükemmel ev de olsa, saraya gitsek de beğenmeyiz, "evimize gitsek" deriz, değil mi? Hiç birini beğenmeyiz o anlamda. Çünkü biz cennete göre kodlandığımız için, bilinçaltımızda o cennet ve sonsuzluk düşüncesi çok güçlü bir içgüdüdür. Sonsuz yaşama içgüdüsü en güçlü içgüdüdür insanda ve dünyada tek tatmin edilmeyen içgüdüdür bu. (Adnan Oktar'ın Kanal 35'teki (İzmir) Röportajından, 18 Ocak 2009) |
"Asıl Yurt Ahirettir, Dünya Hem Sonlu Hem De Çok Kusurludur." |
ADNAN OKTAR: ...Halbuki dünyanın yemeği çok eksiktir. Hangi yiyeceği yersen ye cennetteki gerçek yiyeceğin güzelliğini insan bilir ve hep onu arar. Hiç bir insan mükemmel yiyecekle karşılaşmamıştır şu ana kadar. Allah "Buna razı olmayın." diyor. "Cennetteki aslına ve sonsuza kadar olana razı olun, burada hayat çok kısa." diyor Allah. Ve çok az yiyebiliyor insan, en fazla birkaç tabak yiyebiliyor. Onu da fazla yerse ya kolesterolü çıkıyor, ya tansiyonu çıkıyor, rahatsızlanıyor ama cennette hadsiz yiyebilir, ucu bucağı yoktur. Sonsuz yeme gücü vardır. Sonsuz gezme gücü vardır ve sonsuz talep gücü vardır. Allah, "Ne isterseniz yaratacağım." diyor cennette ama dünyada böyle birşey yoktur onun için. Allah "Dünyaya razı olmayın, ahirete razı olun, ahireti asıl olarak amaçlayın, asıl yurt orasıdır, orası sonsuz ve kusursuzdur." diyor. Burası hem sonlu, hem çok kusurlu. "Allah'ın rızasını istiyorsanız, sonlu ve kusurlu olana razı olmayın, sonsuz ve kusursuz olanı isteyin." diyor Allah. Aklı başında bir insan da zaten sonsuz ve kusurlu olmayanı isteyecektir tabi. (Adnan Oktar'ın Ekin TV Röportajından, 19 Ocak 2009) ADNAN OKTAR: ...Dünyaya niye bu kadar meraklı olunuyor, dünyada ne var? Çektikleri eziyeti görüyorlar, sabah kalktıklarında nelerle uğraştıklarını görüyor insanlar. Yemek yemeleri bir sorun oluyor, başka konulardan kurtulmaları ayrı sorun oluyor, borcu-harcı ayrı bir sorun oluyor. Bir kadının bakımsız halini bir düşünün, insanın aczini düşünün. Dünyada yarı yarıya cehennem özellikleri vardır. Cennet ve cehennem özellikleri yarı yarıya konmuştur dünyaya. Dolayısıyla ahireti düşünmeyen, Allah'ın rızasını düşünmeyen insan o yarı yarıya olan cehennem özelliklerinin tamamını üstüne almış oluyor. Bu sefer dünya onun için net cehenneme dönüyor. Ama mümin, eğer sürekli Allah korkusu ve Allah sevgisiyle yaşarsa ve ölümü sürekli düşünürse, o cehennem özellikleri gözünün önünden kalkar, sadece cennet yönlerini görür dünyanın. Ve kalbi de ruhu da adeta cennet içinde olur ve çok rahat ve güzel yaşar. Onun için Müslümanlarda bir bereket, bolluk ve güzellik oluyor. (Adnan Oktar'ın Tempo Tv'deki Röportajı, 3 Mart 2009) |
"Dünyadaki Eksiklikleri, Kusurları, Acizlikleri Bildiğimiz İçin Cennette Çok Zevk Alacağız." | |
ADNAN OKTAR: ...Uykun gelmiyor cennette, uyku yok. Özel olarak veriliyor uyku, sırf acz olsun diye verilir. Hiçbir şey yok sabah kalktığında, sabah zaten yok da, böyle hafif gölge ve gölgenin biraz daha canlanması şeklinde gece gündüz farklılığı, öyle veriliyor cennette. Hafif fluluk, bir parça fluluk sonra iyice canlanma gibi, yine fluluk ama o flulukta da çok ayrı bir tatlılık oluyor. Canlanma da ayrı bir tatlı oluyor. Oradan zaman kıyasını öyle yapıyor insanlar ahirette. Banyo yapmak yok, makyaj yapmak yok. Mesela bir kadın için makyaj ne kadar zordur. Ciltlerinin pırıl pırıl, saçları çok mükemmel olmasını ister kadınlar ama hiçbir kadın mükemmel saçı bulamaz. Her saç kusurludur, eksiktir. "Mükemmel bir saç var ama ben onu bulamıyorum." derler. İşte cennetteki saçtır bulamadığı mükemmellikteki. Mesela mükemmel bir makyaj vardır, her makyaj yapan kadın bir türlü o makyajı bulamaz, çünkü cennettedir o ve sürekli sabittir. Hiçbir meyve bizi doyurmaz, elma yediğimizde mükemmel bir elma modeli vardır kafamızda ama bir türlü onu bulamayız. Mesela çileği bile aldığında pudra şekerine batırırlar, çünkü çilekte bir şey vardır eksik olan. İşte cennette bunlar kalkıyor. Mükemmel elmayı görmek, mükemmel çileği görmek, makyajın sürekli olması, mesela tırnak bakımına ihtiyacı olmaması kadınların, mükemmel tırnaklarının olması, bütün vücudunun mükemmel olması, toz ve kirin hiç olmaması cennete özgüdür. Toz, burada özel olarak, mucize olarak yaratılır. Her bir toz tanesi uzay gemisi gibidir yakından bakarsak. Elektron mikroskobunda büyüttüğünde toz tanesini muazzam bir âlem olduğunu görürsün, havada uçuyor gemi gibi toz. Ama cennette yok toz, hiçbir yerde toz olmaz. Hiçbir şekilde oluşmuyor, bozulmuyor. Şimdi bunun insanlara vereceği zevki bir düşünün. Mesela dişleri her yemekten sonra yıkamak gerekiyor. Daha yemeği yer yemez yıkamak gerekiyor. Cennette böyle bir şey yok, gıcır gıcır dişler. Cennette her seferinde dişini yıkamamasına hayret edecektir, dişini yıkamasına gerek olmamasına. Makyaj yapmaya gerek olmamasına. Ama yüz katrilyon sene geçiyor yine hayret ediyor. 100 katrilyon çarpı 100 katrilyon değil, 100 katrilyon sene bir insan söylese, bunun sonucunu bir araya getirsen ve "Ne kadar zaman geçti?" desen, "Daha dün gibi." der, çünkü Allah Katında zaman yok. Zaman algı biçimi olarak veriliyor ve dünyayı biz hiçbir zaman için unutmayacağız. Tabi ki kötü olan şeyleri unuturuz, aklımıza gelmez, cennetin vasfı bu. Onun için Allah çok titiz bir imtihandan sonra cennete alıyor. Yoksa cennetin bir anlamı olmaz. Mesela Hz. Adem (as)'ı cennete doğrudan aldı Allah, şeytan geldi daha ilk konuşmada kandırdı. Dedi ki, "Ben sana sonsuzluk ağacını, sonsuzluğu vereceğim. Sonsuzluğun ilmini vereceğim sana, imkânını vereceğim. Şu meyveden yediğinizde sonsuzluğa kavuşmuş olacaksınız. Allah size özellikle yememenizi söylüyor ki, sonsuz olmayasınız diye." Allah'a güveneceğine şeytana güvendi Hz. Adem (as) ki bu zelledir. Peygamberlerin yaptığı hataya "zelle" denir. Hata denmez, zelle denir. Gittiler o meyveden yediler, sonsuz olacaklarını düşünerek. İnsanın ruhunda var çünkü bu istek. Hâlbuki Allah'a güvenmesi lazım, zaten cennette belli ki sonsuz olacak. Allah'ın sözüne güveneceği yerde şeytanın sözüne güvendi. Niye? Cehennem yok ortada da onun için, imtihan yok. Dünyaya inince Hz. Âdem (as) baktı her yer açık, vücudunun her tarafı açık, hemen orada yapraklarla vücutlarının açık olan kısımlarını örttüler. Bir de baktı doğal ihtiyaçları da var ve dünyanın diğer zorluklarını da gördü, bir tane iki tane üç tane değil biliyorsunuz dünyanın zorlukları. Buradaki imtihandan sonra yeniden cennete alındı Hz. Âdem (as). Şimdi git bak bakayım, ister şeytan gelsin, isterse ordusu gelsin. Desin ki, sana sonsuzluk ağacını sonsuzluk imkanını vereceğim dese, Hz. Âdem (as)'ın ne cevap vereceği belli ona. Olmaz, çünkü biz ahirete gittiğimizde cehennemi bir küçük pencereden, bir televizyon gibi düşünün, cehennemi görebileceğiz istediğimiz zaman. Onu gören bir kişinin, bu dünyadaki zorlukları gören birinin cennette garip bir hareket yapması mümkün değildir. Cennette herşey özgürdür; kafamıza eser uçmak istersek uçarız, denizin altında yüzmek istersek yüzeriz. İstediğimiz yere gitmek istesek, anında kafamızdan geçmesiyle beraber o anda orada oluruz. Bediüzzaman: "Işık hızının üstündedir hayal hızı." diyor. Sırf hayal ettiğimizde, cennetin en uzak noktasında, anında orada oluyoruz. Anında, hayal ederek. Bu dünyada onun flu bir modeli yaratılmıştır. Mesela insan bir yemeği aklından geçiriyor hemen yutkunmaya başlıyor, ağzı sulanıyor. Hemen beyninde o yemek oluşuyor. Tadı ve kokusu da oluşuyor yaklaşık, onun için zaten ağzı sulanıyor. Bu sistemin netleşmesiyle oluşuyor, tabi fludur bu dünyada, cennette ise net olacaktır. Bir insanın aklından geçirdiği yiyecek birden net, üç boyutlu görüntü olarak oluşur, kokusuyla, tadıyla her şeyiyle. Allah onu anlamamız için flu olarak o sistemi beynimize, ruhumuza koymuştur. Cennette bu çok nettir, mesela uçmak isteyen kafasından geçirince uçtuğunu hisseder. Hatta rüyasında da birçok insan uçar. Hayal ettiğinde de uçabilir. Denizin altında yüzdüğünü düşünür, hayal ettiğinde istediğin gibi olursun. Ahirette kafamızdan geçirmemizle yaratılması bir olacaktır, aynı bu dünyadaki beynimizde olduğu gibi ama bu fluluğun tabii biraz daha neti rüyada oluyor, ahirette tam neti olacaktır, dünya o kadar net değildir, Allah "o gün görüş keskindir" diyor. Yani biz bu dünyadan uykudan uyanır gibi uyanacağız, inşaAllah… (Adnan Oktar'ın 29 Ekim 2010 tarihli Kaçkar Tv röportajından) |
Bir insana verilmiş pek çok fiziksel zayıflık vardır. Öncelikle insan hem bedenini hem de çevresini temiz tutmak, onlara çok özenli bir bakım yapmak zorundadır. Bu bakım için ayırdığı vakit, hayatının oldukça büyük bir bölümünü kapsar. Banyo yaparken, tıraş olurken, el-ayak, saç, cilt vs. bakımı ile ilgilenirken insanların harcadıkları zamanı gözler önüne seren anketlere sık sık rastlanabilir. Bu tip bilgileri ilk duyduğunda insan şaşırmaktan kendini alamaz, çünkü ömrünün oldukça uzun bir zamanının böyle sıradan işler için harcandığını belki de hiç düşünmemiştir.
Günlük hayatın akışı içinde evde, yolda, işte, okulda çeşit çeşit insan görmek mümkündür. Bu insanların önemli bir bölümü, düzgün giyimli, makyajlı, saçları taranmış, tıraş olmuş, ütülü kıyafetler giymiş insanlardır. Ancak bu görünüşlerinin bir de arka planı vardır. Bu insanlar bu düzgün görüntüyü elde edebilmek için acaba ne kadar zaman harcamak zorunda kalmışlardır?
Sabah ilk uyandığı andan gece uyuyana kadar bir insanın uygulamak zorunda olduğu bakım çok sayıda detayı içermektedir. Uykudan uyanıp gözünü açtığı andan itibaren ilk gideceği yer banyodur. Çünkü uyuduğu süre boyunca ağzının içinde çoğalan bakteriler sebebiyle, hoş olmayan bir tat ve koku ile uyanmıştır ve dişlerini fırçalaması kaçınılmazdır. İnsanın güne başlayabilmesi için gereken işlemler bununla sınırlı değildir. Elini, yüzünü yıkaması da zorunludur. Ancak sadece bu uzuvlarını yıkaması da yetmeyecektir. Bir önceki gün ve gece boyunca vücudunda ve cilt yüzeyinde pek çok işlem gerçekleşmiştir. Örneğin, saçları ve yüzü yağlanmış, saçında kepek oluşmuş, vücudu terlemiştir. Bütün bu istenmeyen koşullardan kurtulmanın tek çaresi ise banyo yapmaktır. Bunu yapmadığı takdirde insanın tüm bu acizlikleriyle, yağlı saçları ve ter kokan vücuduyla insanların arasına girmesi pek hoş olmayacaktır.
İnsan içine çıkmak için gerekli temizliğin sağlanmasında kullanılan malzemeler ise o kadar çoktur ki; insanın bedeninin ne kadar çok şeye muhtaç olduğunu göstermesi açısından üzerinde düşünülmelidir. Örneğin, temizlik için su ve sabunun yanında ek malzemelere de ihtiyaç vardır. Çünkü cilt üzerindeki ölü deri tabakasını temizlemek gerekir. Her insanın, beden temizliği yanında kıyafetlerinin, evinin, çevresinin de temizliğine uzun bir süre ayırması gerekir. Hem beden temizliğine hem evin temizliğine hem de kıyafetlere harcanan vakit düşünüldüğünde insanın ömrünün çok büyük bölümünün temizliğe ayrıldığı açıkça görülmektedir.
Kısacası insanın bir gün içinde yaşadığı vaktin önemli bir bölümü temizlik ve bakımla geçer. Üstelik bu bakımı sağlayabilmek için çok çeşitli araçlara, kimyasal malzemelere ihtiyaç duyar. Allah insanı son derece aciz bir bedenle yaratırken, bu acizliğini geçici olarak örtmesini, dışarıya hissettirmemesini sağlayacak imkanları da ona sunmuştur. Ayrıca insana temizlenmesini, acizliğini göstermemesini sağlayacak bir düşünme yeteneği de vermiştir. Ancak kimi zaman insanlar akıllarını ve Allah'ın verdiği diğer teknik imkanları kullanmadıkları için kötü bir görünümle karşımıza çıkabilirler. Özellikle temizlik için gereken malzemeleri kullanmadıkları ve bu yönde bir çaba harcamadıkları takdirde, kısa sürede son derece itici bir görünüme bürünebilirler.
İnsan içine çıkmak için gerekli temizliğin sağlanmasında kullanılan malzemeler ise o kadar çoktur ki; insanın bedeninin ne kadar çok şeye muhtaç olduğunu göstermesi açısından üzerinde düşünülmelidir. Örneğin, temizlik için su ve sabunun yanında ek malzemelere de ihtiyaç vardır. Çünkü cilt üzerindeki ölü deri tabakasını temizlemek gerekir. Her insanın, beden temizliği yanında kıyafetlerinin, evinin, çevresinin de temizliğine uzun bir süre ayırması gerekir. Hem beden temizliğine hem evin temizliğine hem de kıyafetlere harcanan vakit düşünüldüğünde insanın ömrünün çok büyük bölümünün temizliğe ayrıldığı açıkça görülmektedir.
Kısacası insanın bir gün içinde yaşadığı vaktin önemli bir bölümü temizlik ve bakımla geçer. Üstelik bu bakımı sağlayabilmek için çok çeşitli araçlara, kimyasal malzemelere ihtiyaç duyar. Allah insanı son derece aciz bir bedenle yaratırken, bu acizliğini geçici olarak örtmesini, dışarıya hissettirmemesini sağlayacak imkanları da ona sunmuştur. Ayrıca insana temizlenmesini, acizliğini göstermemesini sağlayacak bir düşünme yeteneği de vermiştir. Ancak kimi zaman insanlar akıllarını ve Allah'ın verdiği diğer teknik imkanları kullanmadıkları için kötü bir görünümle karşımıza çıkabilirler. Özellikle temizlik için gereken malzemeleri kullanmadıkları ve bu yönde bir çaba harcamadıkları takdirde, kısa sürede son derece itici bir görünüme bürünebilirler.
Elbette burada anlatılanlar her insanın kendi üzerinde görebileceği eksikliklerdir. Ancak herkes bunların bir eksiklik olduğunu kavrayabiliyor mudur acaba? Yoksa her insan aynı acizliklere sahip diye bunları doğal mı karşılıyordur? Elbette burada anlatılanlar tüm insanlar için geçerlidir. Ama unutmamak gerekir ki, Allah dileseydi bunların hiçbirini insanların üzerinde yaratmazdı; her insan bir gül kadar güzel kokulu ve tertemiz olabilirdi. Ama insanı tüm acizlikleriyle beraber yaratan Allah bunu belli bir hikmet üzerine yapmıştır. Yaratıcımız olan Allah karşısındaki acizliğini gören insan, O'nun kendisini davet ettiği yola uymalı; geçici ve eksik olan bu dünyaya bağlanmamalı, sonsuz bir yurt olan ahiret için hazırlık yapmalıdır.
"Acizlikler Dünyayı Sevmemek İçin Özel Yaratılıyor." | |
ADNAN OKTAR: Bir hanım kardeşimiz şöyle yazmış: "Hocam, 40 yaşına girmeye çok az kaldı." 40 yaşına gelen kadının ne hale geldiğini biliriz. Erkekler de biraz daha geç yaşlanırlar ama onlar da en fazla 50 yaşına geldiğinde çöküyorlar. 50 yaşında bir insan bilinir. Özellikle 60 yaşına geldiğinde, ne hale geldiği biliniyor. Hatta 25 yaşına gelince bile hemen genç kızlarda ciddi şekilde yaşlanma alametleri görülüyor, bayağı değişiyorlar. 27 yaşındaki bir genç kıza bakın, hemen anlaşılır. 7 senenin içerisinde, olağanüstü değişir. Mesela 20 yaşında, iki 10 sene sonra hatta 15 sene sonra, bambaşka bir insan karşınıza çıkar, çok değişir. Bu, dünyanın aczidir ve Allah tarafından özel yaratılır, dünyayı sevmeyelim diye yaratılır. | |
Saçını yıkamasa ne hale geleceği, kulağını temizlemese ne hale geleceği bilinir. Burnunu, ağzını, gözünü temizlemesi gerekiyor, koltuğunun altını temizlenmesi gerekiyor. Vücudunun her yerini temizlemesi gerekiyor. Vücut sürekli eskimeye ve yıkıma doğru gitmek istiyor, insan da onu sürekli ayakta tutmaya çalışıyor. Sürekli su veriliyor, yiyecek veriliyor bedene ölmesin diye. Sürekli vitamin veriliyor, antibiyotik veriliyor. Vermezse, ölüyor. Bir vitamin eksik olduğunda yine ölebiliyor. Isısına dikkat etmek gerekiyor, uykusuna dikkat etmek gerekiyor. Birkaç gün uyku uyumazsa, bütün dengesi bozulur. Her yeri acz içindedir. Gün 24 saat ama 8 saati uykuda geçiyor. 8 saat de çalışıyor. Geriye de bir şey kalmıyor. Allah özellikle böyle yaratmıştır. Mesela bazı hanımlar makyaj yapmadıklarında tanınmayacak hale geliyorlar neredeyse. Yüzü makyajla anlam kazanıyor. Allah özellikle acz içerisinde yaratmıştır. Makyajsız kadınla, makyajlı kadın arasında dağlar kadar fark vardır. Sabah kalkmış bir kadını makyajsız olarak görse "Bu o mu?" der. Aczidir bu. Binbir türlü acz meydana getiriyor Allah. Her azasında, her organında bir acizlik meydana getiriyor ve insan ölmemek için, sürekli çaba harcıyor. Allah öyle yaratmıştır. Hemen akabinde de ölüyor zaten. Bütün gayretine rağmen, sonunda ölüme kendini bırakıyor. Kurs yeri burası, imtihan yeri ve vakit çok kısa. Burası eğlence yeri değil ki, burası imtihan yeri. Bunu fark ederse, gönlü cennet gibi olur, çok rahat eder. Allah onu çok rahat ettirir. Ama burayı eğlence yeri olarak görürse, Allah, onun burnundan fitil fitil getirir, adeta sürünür. Dünya kaçar o kovalar, dünya kaçar o kovalar ama o, dünyadan kaçarsa dünya onu kovalamaya başlar ve çok rahat eder. Allah'ın yarattığı kanundur bu. "Ben, Allah'a rağmen eğleneceğim" diyorsa adam, o olmaz işte, sürünür. Haşa "Allah'a meydan okuyarak eğlenirim" diyorsa perişan olur. Allah'a tam teslim olunarak rahat yaşanabilir, mutlu yaşanabilir. Biz rahat, mutlu yaşamak için değil, Allah'ı sevdiğimiz için Allah'a teslim oluruz, inşaAllah. (Adnan Oktar'ın 2 Haziran 2011 tarihli A9 Tv ve Samsun Aks Tv röportajından) |
Her insan gün içinde belli bir zamanı uyuyarak geçirmek zorundadır. Ne kadar çok işi olsa da, ne kadar istemese de belli bir süre sonra uyuması ve bedenini dinlendirmesi, gününün en az dörtte birini bir yerde yatarak geçirmesi kaçınılmazdır. Aksi takdirde hayatını sürdürmesi imkansız hale gelir. Her gün yaşadığı 24 saatin aslında en fazla 18 saatini şuurlu olarak geçirir, geri kalan minimum 6 saatlik uykuda bilinci tamamen kapalıdır. Bu açıdan bakınca karşımıza şöyle çarpıcı bir rakam çıkar: Ortalama 60 senelik bir yaşamın en az dörtte biri yani 15 senesi "bilinçsiz" olarak geçmektedir.
Peki uykunun başka bir alternatifi var mıdır? "Ben uyumak istemiyorum" diyen insan uyumamayı başarabilir mi?
İki gün uyumayan insanın gözleri kanlanır, cildi bozulur, rengi solar. Bu süre daha da uzayacak olursa, şuur kaybına kadar varabilecek ciddi rahatsızlıklar oluşur. İnsan istese de istemese de bir günün sonunda mutlaka gözleri kapanır, dikkati dağılır ve kendini birdenbire uykuya dalmış halde bulur. Bu kaçınılmazdır; en güçlüsünden en zayıfına, en güzelinden en çirkinine, en zengininden en fakirine; bu acizlik, herkes için değişmez bir kuraldır.
Uykunun hemen öncesinde, vücut adeta ölür gibi duyarsızlaşmaya başlar, hiçbir şeye tepki veremez hale gelir. Biraz önce sesi duyan ve algılayan kulaklar, fiziksel açıdan sağlam bir durumda olmalarına rağmen duyamaz, fonksiyonlarını yerine getiremezler. Beden bütün faaliyetlerini minimum seviyeye indirir, dikkat azalır, konsantrasyon düşer, hareketler yavaşlar. Ölümü ruhun bedenden ayrılması olarak tanımladığımıza göre, uyku da bir tür ölümdür. Çünkü insanın bedeni yatağında yatmaktadır ama o anda ruhu çok farklı bir mekanda, çok farklı olaylar yaşadığını sanmaktadır. Belki kendisini deniz kenarında, sıcağın altında hissetmektedir, ama aslında o an odasındaki yatağında sakince yatmaktadır. Ölüm de insana aynı etkiyi yapar: Onu bu dünyada kullandığı bedenden ayırır ve yeni bir bedenle yeni bir dünyaya taşır.
Çünkü insanın bedeni yatağında yatmaktadır ama o anda ruhu çok farklı bir mekanda, çok farklı olaylar yaşadığını sanmaktadır. Belki kendisini deniz kenarında, sıcağın altında hissetmektedir, ama aslında o an odasındaki yatağında sakince yatmaktadır. Ölüm de insana aynı etkiyi yapar: Onu bu dünyada kullandığı bedenden ayırır ve yeni bir bedenle yeni bir dünyaya taşır.
Uyku ile ölüm arasındaki bu benzerlik, Kuran'da da vurgulanır. Bir ayette "sizi geceleyin öldüren ve gündüzün 'güç yetirip etkilemekte olduklarınızı' bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten O'dur" şeklinde buyrulmaktadır. (Enam Suresi, 60) Ölüm ile uykunun benzer iki olay gibi anlatıldığı bir başka ayet ise şöyledir:
Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı tutar, öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır. (Zümer Suresi, 42)
Uyku nedeniyle insanlar hayatlarının dörtte birini algıya dair hiçbir fonksiyonlarını yerine getiremez bir durumda yani "ölü" halde geçirdikleri halde, bunun anlamını pek düşünmezler. Uykuya dalmaları ile birlikte dünyada kendileri için önemli olan ne varsa bir kenara bıraktıklarını hiç akıllarına getirmezler. Oysa insan uykuya daldığı an, o gün içerisinde kazandığı para, girdiği önemli bir sınav, aldığı güzel bir hediye artık onun için hiçbir şey ifade etmez. Bu, bir nevi dünya ile hiçbir bağlantısının kalmaması anlamına gelir.
Uyku ile ölüm arasındaki bu benzerlik, Kuran'da da vurgulanır. Bir ayette "Sizi geceleyin öldüren ve gündüzün 'güç yetirip etkilemekte olduklarınızı' bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten O'dur." şeklinde buyrulmaktadır. (Enam Suresi, 60) Ölüm ile uykunun benzer iki olay gibi anlatıldığı bir başka ayet ise şöyledir:
Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı tutar, öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır. (Zümer Suresi, 42)
Uyku nedeniyle insanlar hayatlarının dörtte birini algıya dair hiçbir fonksiyonlarını yerine getiremez bir durumda yani "ölü" halde geçirdikleri halde, bunun anlamını pek düşünmezler. Uykuya dalmaları ile birlikte dünyada kendileri için önemli olan ne varsa bir kenara bıraktıklarını hiç akıllarına getirmezler. Oysa insan uykuya daldığı an, o gün içerisinde kazandığı para, girdiği önemli bir sınav, aldığı güzel bir hediye artık onun için hiçbir şey ifade etmez. Bu, bir nevi dünya ile hiçbir bağlantısının kalmaması anlamına gelir.
Buraya kadar verilen tüm örnekler, insan hayatının aslında ne kadar kısa olduğu ve ne kadar "zaruri" işlerle geçirildiğini anlatmaktadır. Bu hayattan, zaruri işlere harcanan tüm zamanları çıkardığımızda; bir insanın eğlendiğini düşündüğü, isteklerini yapabildiği, "dünyada istediğim gibi yaşıyorum" diyebildiği anlar son derece azdır. Geriye dönüp baktığında, sadece beslenmeye, giyinmeye, temizlenmeye, uyumaya ve daha iyi şartlarda yaşamak için çalışmaya harcadığı yılları kapsayan çok uzun bir zaman dilimi ile karşı karşıya kalır.
İnsanın dünyada geçirdiği zamanla ilgili hesaplamalar kuşkusuz düşündürücüdür. Daha önce de belirttiğimiz gibi ortalama 60 yıllık bir ömrün en az 15-20 yılı kesin olarak uykuda geçmektedir. Geriye kalan 40-45 senenin ise ilk 5-10 yılı çocukluktan kaynaklanan bir şuursuzluk dönemidir. Yani 60 yıl yaşayan bir insan aslında bu yaşamının yarısını "şuursuz" olarak geçirmektedir. Diğer yarısıyla ilgili ise pek çok rakam verilebilir. Örneğin, çok uzun bir zaman dilimi yemek hazırlayarak ve yiyerek, bedenini ve çevresini temizleyerek, trafikte bir yere ulaşmaya çalışarak geçmektedir. Bu örnekleri çok fazla arttırabiliriz. Sonuçta ortaya çıkan gerçek ise "koskoca ömür"den geriye, doğal ihtiyaçlarını karşılaması dışında, belki 3-5 senelik bir vaktin kaldığıdır. Peki bu kadarcık bir zamanın sonsuz hayat yanında nasıl bir değeri olabilir?
İşte bu noktada gerçek iman sahibi insanlar ile inkarcı insanlar arasındaki büyük fark ortaya çıkar. İnkarcı insan hayatının yalnızca bu dünyada yaşadığı yıllardan ibaret olduğunu sanmıştır. Ve "göz açıp kapayıncaya kadar" geçen dünyanın kendince "tadını çıkarmaya" çalışır, ama boşuna yorulur. Çünkü baştan beri anlattığımız gibi bu dünya hem çok kısadır, hem de çok sayıda eksikliklerle doludur. Dahası, Allah'a güvenip dayanmadığı için, dünyanın bütün sıkıntılarının, endişe ve korkularının acısını çeker.
İman sahibi olan insan ise, tüm hayatını Allah'ın rızasını kazanmak için çalışarak geçirmiş, Allah'a teslim olmanın huzuru sayesinde dünyanın tüm korku ve hüzünlerinden kurtulmuş ve sonuç olarak da sonsuz bir mutluluk yurdu olan cenneti kazanmıştır. Nitekim insanın dünyada bulunuş amacı nasıl davranışlarda bulunacağının sınanmasıdır. Allah güzel davranışlarda bulunanlara dünyada ve ahirette güzellik vadetmiştir:
>(Allah'tan) Sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. Adn cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir. (Nahl Suresi, 30-31)
İnsan dünya hayatında uyuma, acıkma, terleme, üşüme, yaşlanma gibi birçok acizlikle boğuşurken cennete gittiğinde bedeninden tüm bu acizlikler kaldırılır. Cennete uyku yoktur, insanı bedenen sıkıntıya düşürecek hiçbir zorluk yoktur. Tam tersine insan daima zindedir, tüm şartlar onun bedeninin rahat etmesi için Allah tarafından mükemmel bir şekilde ayarlanmıştır. Cennette insanın tam rahat edeceği şekilde ılık bir hava, birbirinden güzel ve lezzetli yiyecekler, içecekler, meyveler durmaksızın sunulur. Doyma, acıkma, susama hislerinin hiçbiri yoktur. Dolayısıyla dünyada sürekli acizlikle imtihan olan insan cennete gittiğinde tüm bu acizliklerin özel olarak, cennetin kıymetini bilmesi için yaratıldığını anlar.
Sayın Adnan Oktar'ın Zümer Suresi'nden Açıklamaları: "İnsanların Uykularında Da Canları Alınır." |
ADNAN OKTAR: 45. ayet, Zümer Suresi. "Sadece Allah anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır." "Allah birdir, Allah var" diyorsun, adamı kan boğuyor adeta, bunalıyor Allah'tan bahsedince. "Oysa O'ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar." "Modadan, eğlenceden vs. bahsettin mi onlar açılır" diyor, "içleri açılır, ferahlarlar" diyor Allah ayette. 42. ayet; "Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda..." Demek ki insanların uykusunda da canları alınıyormuş. Hz. İsa (as)'ın da uyku halinde göğe çekilmesinde de canı alınmıştı. "Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanın ruhunu tutar," mesela biri uyuyor, ölüm kararı verildiyse onun ruhunu Allah bırakmıyor. Sabaha ölüdür o. "... öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir." Sabah uyandıysa canı geri verilmiştir. "Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır." diyor Allah.(Adnan Oktar'ın 10 Ocak 2010 tarihli TV Kayseri ve Kanal 35 röportajından) |
"Cennette Uyku Yoktur." |
ADNAN OKTAR: Cennette uyku yoktur, yorulma diye bir şey yoktur yani sonsuza kadar insan yorulmaz, sonsuza kadar uykusu gelmez. Uyku mucize olarak dünyada veriliyor ki uykunun oluşması zaten mucizedir. Dünyada da uykunun olmaması gerekirdi çünkü dışarıda bedenimiz var ama biz aslında görüntü olarak oluşturuluyoruz. Tabi ki görüntüde insanın uyuması için de bir sebep yoktur. (Adnan Oktar'ın 28 Ocak 2009 tarihli Tempo TV'deki röportajından) |
Ortalama 60 yıllık bir .mrün en az 15-20 yılı uykuda geçer. Geriye kalan 40-45 senenin ise ilk 5-10 yılı çocukluktan kaynaklanan bir şuursuzluk dönemidir. Çok uzun bir zaman dilimi yemek hazırlayarak ve yiyerek, bedenini ve çevresini temizleyerek, trafikte bir yere ulaşmaya çalışarak vs. geçer. Sonuçta "koskoca ömür"den geriye doğal ihtiyaçların karşılanması dışında 3-5 senelik bir vakit kalır. |
İnsana acizliğini hatırlatan olaylardan biri de hastalıklardır. Son derece iyi korunmuş olan beden, gözle görülemeyecek kadar küçük bir virüsten veya mikroptan ciddi şekilde etkilenir. Bu noktada biraz düşünüldüğünde aslında bedenin güçsüz düşmesinin makul olmadığı fark edilebilir. Çünkü Allah insan vücudunu son derece kusursuz sistemlere sahip olarak yaratmıştır. Özellikle de insanın savunma sistemi, düşmanlarına karşı son derece "güçlü bir ordu" olarak nitelendirilebilir. Ama insanlar tüm bunlara rağmen sık sık hastalanırlar.
Düşünmek gerekir ki, bedene bu son derece üstün sistemleri yerleştiren Allah dileseydi insan hiçbir zaman hasta olmayabilirdi. Virüsler, mikroplar, bakteriler onu hiç etkilemeyebilirdi, ya da bu özel hazırlanmış küçük "düşmanlar" hiç var olmayabilirdi. Oysa her insan son derece küçük sebepler yüzünden önemli sonuçlar doğuran hastalıklara yakalanabilir. Örneğin, ciltteki küçük bir yaradan vücuda girebilecek tek bir virüs, bedenin tamamını kısa sürede sarabilir. Teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun, en basit bir grip virüsü bile çok rahat şekilde insana zarar verebilir. Tarihte bunun örnekleri çok sık görülmektedir. Örneğin, 1918'de İspanya'da yaşanan bir grip salgınında 25 milyon kişinin öldüğü bilinmektedir. Yine 1995'te Almanya'daki bir salgın ise 30 bin kişinin ölümüne sebep olmuştur. 1347-1351 yılları arasında Avrupa'da büyük yıkıma yol açan veba salgınında yalnız Avrupa'da 20 milyon insan ölmüştür.
Teknoloji ve sağlık alanında dünya çapında gelişme yaşanmasına rağmen günümüzde de hastalıklara ve kazalara çok sık rastlanmaktadır. Elbette bunları doğal karşılayıp üzerinde düşünmeden geçmek büyük bir hata olacaktır. Diğer tüm acizlikler gibi hastalıkları da insana Allah imtihan olarak verir. Büyüklenme eğiliminde olan insan, bu vesileyle ne derece güçsüz olduğunu görebilir. Ayrıca yine bu şekilde dünyanın eksikliğini ve gerçek yüzünü de kavrayabilir.
Hastalıkların yanısıra, insanın dünyada karşı karşıya olduğu tehlikelerden biri de kazalardır; öyle ki her gün televizyonda ve gazetelerde pekçok örnek yer alır. Pek çok insan ise bir gün kendi başına da böyle bir kaza gelebileceğine ihtimal vermez. Oysa gün içinde kazaya neden olabilecek çok fazla sebep vardır. Örneğin, düz yolda yürürken ayağı takılıp düşen ve beyin kanaması geçiren insanları mutlaka duymuşsunuzdur. Veya evinin merdivenlerinden inerken aniden düşen ve bacağını kırıp aylarca yataktan kalkamayanları, yediği yemek nefes borusunu tıkadığı için boğulanları da. Bunların tümü çok küçük sebeplere bağlıdır ve her gün dünya üzerinde binlerce kişinin başına rahatlıkla gelebilmektedir.
Hastalıklar Allah tarafından özel olarak yaratılarak insana imtihan olarak verilir. Bu vesileyle insan Allah'ın huzurunda ne derece güçsüz olduğunu görebilir. |
Bahsedilen gerçekler karşısında insan, dünyaya bağlılığının ne derece anlamsız olduğunu düşünmelidir. Sahip olduğu şeylerin aslında denenmesi için ve geçici olarak kendisine imtihan olarak verildiğini de mutlaka fark etmelidir. Daha kendi vücudu içerisinde gezen tek bir mikroba güç yetiremeyen, önündeki basamağı hesaplayamadığı için hayati tehlikeye düşebilen bir insan nasıl olur da herşeyi yaratan Rabbimiz'e karşı acizliğini göremeyerek büyüklenebilir?
Elbette insanı yaratan Allah'tır ve onu tüm tehlikelerden koruyan da yalnızca O'dur. İnsan ne kadar kendini büyük görürse görsün, Allah'ın dilemesi dışında kendisi için bir yarar elde etmeye veya zarardan korunmaya güç yetiremez. Allah dilerse hastalık verir, dilerse aczini hatırlatacak türlü eksiklikleri insan bedeninde yaratır, dilediği anda da verdiği tüm bu acizlikleri anında kaldırmaya kadirdir. Mutlaka bilinmesi gereken gerçek, doktorun ve ilaçların hastalığın geçmesine sadece vesile olduklarıdır. Asıl şifayı veren Allah'tır. Allah dilemediği takdirde hasta olan insan isterse dünyanın en ünlü doktoruna gitsin, en iyi ilaçları kullansın, yine de şifa bulamaz.
Dünya hayatında hastalıklarla, kazalarla sürekli imtihan edilen insanların çoğu yine de tutkuyla dünyaya bağlanırlar. Allah'ın onlara dünya hayatının geçiciliğini kavramaları için bu zorlukları ve sıkıntıları yaşattığını görmezden gelirler. Kimi başına gelen zorlu imtihanlar sonucunda daha da kibirlenir ve öfkeye kapılır. Neden dünyada bu kadar insan varken kendisinin kanser olduğunu veya trafik kazası geçirip sakat kaldığını sorgulayıp durur. İsyanı ve büyüklenmesi onu giderek dinden ve Allah'tan uzaklaştırır. İşte böyle bir insan imtihanın sırrını hayatı boyunca kavrayamamıştır.
Sonuç olarak en başta da belirttiğimiz gibi dünya, Allah'ın yarattığı bir imtihan yeridir. Her insan dünyada Rabbimizi razı edecek iyi işler yapmakla sorumlu tutulmuştur ve bu yönde denenmektedir. Bu denemenin sonunda Allah'ın emir ve yasaklarına uyanlar, güzel ahlak gösterenler ve bunda kararlı olanlar sonsuza kadar cennette yaşamaya hak kazanacaklardır. Ama büyüklenmede direnenler ve birkaç on yıllık dünya hayatını sonsuz hayatlarına tercih edenler ise dünyada da ahirette de eksikliklerden, acizliklerden, sıkıntılardan kurtulamayacaklardır.
Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)
Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 35)
Sayın Adnan Oktar'ın Nisa Suresi'nden Açıklamaları: "Çok Fazla Acizliği, Hastalığı Olmasına Rağmen İnsanların Birçoğu Delicesine Dünyaya Bağlıdır." | |
ADNAN OKTAR: ... "Bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?" dediler. De ki: "Dünyanın metaı azdır. (Nisa Suresi, 77)" 'Dünyada bir şey yok' diyor Cenab-ı Allah. Ne var dünyada görüyorsunuz. Binbir uğraşıyla ayakta duruyor insanlar. En az sekiz saat uyuması gerekiyor, günün yarısı neredeyse. Elini yüzünü yıkıyor, dişlerini yıkıyor, yemek yemesi şart, ayakta duramıyor, su içmesi lazım. Su içiyor, yemek yiyor yine canlanamıyor. Aczin önü sonu yok. Mesela beli ağrıyor, sırtı ağrıyor, grip oluyor, nezle oluyor, hava sıcak oluyor, kapıyı açtırıyor, bu sefer hava soğuyor kapattırıyor, saçını yıkaması gerekiyor, kirleniyor, saçı dökülüyor, yemek yiyor, kilo alıyor, kilodan kurtulmaya çalışıyor veya yemek yediği halde kilo alamıyor. O kadar çok acz vermiştir ki Allah dünyadan vazgeçsinler diye, binlercedir, önü sonu yok. Mesela böbreğinde taş da olabilir, kanser de olabilir, ur da olabilir. Midesi ağrıyor, midesinde ur da oluşabiliyor, kanser de oluşabiliyor, bir bakterinin meydana getirdiği enfeksiyon da olabiliyor, mide asidinin herhangi bir şekilde artması da olabiliyor, sinirsel de olabiliyor. Bakın aczin önü sonu yok. İnsanların büyük bölümünün gözü bozuktur, ya miyop ya hipermetrop ya astigmat mutlaka bir şeyler oluyor. Çok nadirdir gözü sağlam olan. Kulağında ayrı bir sorun oluyor, orta kulak enfeksiyonu oluyor, sinüzit olan insanların haddi hesabı yok. Müzmin baş ağrıları olabiliyor. Allah dünyadan vazgeçsinler diye veriyor bunları. Astım hastalıkları, alerji hastalıkları gençlerde o kadar çok yaygın ki. Kolesterolleri yüksek, kalp damarları tıkalı ama bütün bunlara rağmen bakın nasıl delicesine ve şımarıkçasına dünyaya bağlı insanların birçoğu. Sabaha kadar sayarım insanın acizliklerini. "Dünyanın metaı azdır" diyor Cenab-ı Allah, "Ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar' bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. (Nisa Suresi, 77)" Cenab-ı Allah diyor ki: "Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile... (Nisa Suresi, 78)" En kaliteli hastanenin, en kaliteli odasında yatsa da, en iyi ilaçları alsa da yine kurtulamaz, ölüm onu her yerde bulur. "Onlara bir iyilik dokunsa: "Bu, Allah'tandır" derler; onlara bir kötülük dokunsa: "Bu sendendir" derler. De ki: "Tümü Allah'tandır." Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar? (Nisa Suresi, 78)" "Sana iyilikten her ne gelirse Allah'tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. (Nisa Suresi, 79)" Mesela gece-gündüz içki içiyor, Allah yasaklamış ama içiyor, tansiyonu çıkıyor, ölüyor. Çünkü alkol müthiş tansiyonu yükseltir. Dolayısıyla Kuran'ın neresini açsak, Allah yolunda cehd yani gayret etmek, Allah'ın dinini, Kuran ahlakını hakim kılma düşüncesi var." (Adnan Oktar'ın 4 Şubat 2011 tarihli Kaçkar Tv röportajından) |
Daha önce de vurguladığımız gibi, hastalıklar ve kazalar Allah'ın insanları denemek için yarattığı olaylardır. İman eden bir insan başına gelen bu tür bir olay karşısında dua edip, Allah'a yönelir ve bilir ki Allah'tan başka kendisini kurtarabilecek hiçbir güç yoktur. Böyle bir olayla onun sabrını, sadakatini, tevekkülünü deneyen Allah'ın, ahirette de kendisine en güzel karşılığı vereceğini umar. Nitekim Kuran'da, Hz. İbrahim (as) bu konuda güzel tavrıyla ve samimi duasıyla örnek gösterilmiştir. Müminlere düşen de bu samimiyeti örnek almaktır. Hz. İbrahim'in duası şöyledir:
Bana yediren ve içiren O'dur; Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur; Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur.(Şuara Suresi, 79-81)
Hz. Eyüp (as) ise, kendisine isabet eden şiddetli bir acı ve hastalık karşısında yine Allah'a sığınmış ve bu tavrıyla tüm müminlere örnek olmuştur:
Kuran ahlakının hakim olmadığı ortamlarda hasta kişiye sağlıklı iken verilen sadakat ve vefa sözleri, yerini egoist, bencil ve çıkarcı düşünce ve sözlere bırakır. |
Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o: 'Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu' diye Rabbine seslenmişti.(Sad Suresi, 41)
Bu tür sıkıntılar müminlerin Allah'a olan bağlılıklarının, olgunluklarının artmasını sağlar, onlar için birer güzellik olur, hayra dönüşür. İnkarcı bir insan için ise her türlü kaza ve hastalık bir beladır. Başına gelenlerin belli bir hikmetle yaratıldığını, ahirette karşılığının olacağını düşünmediğinden büyük bir sıkıntı içine girer. Üstelik bu belanın maddi sıkıntıları yanında bir de manevi sıkıntıları vardır. Çünkü Allah'ı inkar eden bir sistemde yaşayan insanların değer yargıları tamamen maddiyata göredir. Herhangi bir hastalık ya da kaza sonucu sakat kalan kişi, önceden ne kadar sevilen, sayılan biri olsa da, eli ayağı tutmadığı için eski "dost"larının çoğu artık yanında olmayacaktır. Güzel bir insan güzelliğini, güçlü bir insan gücünü kaybettiğinde gördüğü değer azalacaktır. Bunun sebebi, dinden uzak yaşayan toplumlarda insanların birbirlerini sadece maddiyata göre değerlendirmeleridir. Dolayısıyla kişi maddi olarak zarara uğradığında insanların gözündeki değeri de yok olur.
Örneğin, sakat kalan birinin eşi ya da akrabaları çok büyük olasılıkla bundan şiddetle yakınmaya başlayacaklardır. Çevrelerine ne kadar sıkıntıda olduklarını anlatacaklardır. Kimisi gençliğini öne sürecek ve kendince bu yaşta böyle birşeyi hak etmediğini, daha "hayatının baharında" bunun başına geldiğini söyleyecektir. Bunun sonucunda da hasta kişiye yeterli ilgiyi göstermemesi konusunda etrafındakilerin kendisine hak vermesini bekleyecektir. Bir kısım insanlar da kendilerine kalsa hasta kişiyi hemen bırakıp gitmek isterken, sadece toplum tarafından ayıplanma korkusu sebebiyle bunu yapamayacaktır. Hasta kişiye sağlıklı iken verilen sadakat ve vefa sözleri, yerini egoist, bencil ve çıkarcı düşünce ve sözlere bırakmıştır.
Sadakat ve vefanın çok kısa süreli olduğu böyle bir sistemde yaşanan bu tarz olaylara şaşırmak da aslında yanlıştır. Çünkü insanları sadece maddesel kıstaslarla değerlendiren ve en önemlisi Allah korkusu olmayan bir insandan sürekli sadakat beklemek mümkün değildir. Karşılığını ahirette alacağına inanmayan bir insanın iyi davranışlarda bulunması, kendi çarpık mantığına göre bir "enayilik"tir. Çünkü birkaç on yıl içerisinde ölümle birlikte sonsuza kadar yok olacağına inandığı bir insana fedakarlık yapıp sadakat göstermesinin cahiliye kültürüne göre bir anlamı yoktur. Zaten her ikisi de kısa süre yaşayıp yok olacakları inancındadırlar, dolayısıyla bir tercih yapılması gerektiğinde de kendi çıkarlarını, rahatlarını düşüneceklerdir.
Oysa Müslümanlar için durum son derece farklıdır. Allah'a iman eden, O'na karşı aczini bilen ve O'ndan korkan insanlar birbirlerini de Allah'ın emrettiği özellikler doğrultusunda değerlendirirler. İnsanın en önemli özelliği "takvası" yani Allah'a olan korkusu, saygısı ve bundan dolayı sahip olduğu asalet ve güzel ahlaktır.
Bir kişi bu özelliklere sahipse, dünyada fiziksel olarak birtakım kusurları bulunsa da ahirette sonsuza kadar güzellik içinde yaşayacaktır. Bu, Allah'ın inananlara vaadidir ve bunu bilen müminler de birbirlerinin eksikliklerini, kusurlarını şefkatle karşılar, son derece sadakatli ve vefalı olurlar.
İşte bu büyük fark, içinde yaşadıkları cahiliye kültürünün inkarcılara bir cezasıdır. Aynı zamanda Allah'ın Kendisini inkar edenlere dünyada verdiği büyük bir beladır. Dünyada hevasının isteği doğrultusunda yaşayıp, işlediklerinin hesabını vermeyeceğini sanan kişi ahirette büyük bir şaşkınlık yaşayacaktır. Orada dünyada gösterdiği zalimlik, vefasızlık, sadakatsizlik ve bunlar gibi tüm kötü ahlak özelliklerinin hepsinden tek tek hesaba çekilecektir. Allah inkar edenlerin dünyada gösterdikleri çirkin tavırların onların aleyhine olduğunu şöyle bildirmiştir:
O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, Biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır.(Al-i İmran Suresi, 178)
"Allah Sevgisi Olmadığında, Şefkat, Merhamet, Sabır Olmaz. Materyalist Zihniyette Sevgisizliğin, Egoistliğin Acısı En Şiddetli Şekilde Yaşanır." | |
ADNAN OKTAR: Şimdi bir erkek kadını Allah için sevmezse, Allah için muhabbet duymazsa, Allah'ın tecellisi olarak onu görmezse, onu bir et kemik yığını olarak, makine gibi; bulaşık yıkayan, yemek yapan, evi süpüren, ütü yapan, zaman zaman da ihtiyaçlarını giderdiği bir et parçası gibi görürse, ona değer vermemiş olur. Saygı da duymaz, dolayısıyla içinde bir öfke oluşur. Kimileri kadını tüketici bir varlık gibi, bir et yığını gibi görüyor. Kadın sevilip sevilmediğini çok iyi bilir. Özellikle samimi olarak sevilmediğini çok iyi bilir. Bunu fark ettiğinde de bir öfke meydana gelir. Karşılıklı bir nefret oluşur. O onu Allah'ın tecellisi olarak görmüyor, o da onu Allah'ın bir tecellisi olarak görmüyor. Dolayısıyla ona ne bir vefa, ne bir sadakat, ne bir koruma hissi, ne şefkat duyar; zaten onun aczini de görüyor. Bakıyor ki o kişi sabah kalkıyor aczi ortada. Uykusuz kaldığındaki halini görüyor. Grip, nezleyken halini görüyor veya doğum yaptığındaki halini görüyor. İçinde tahammül edilmez bir nefret meydana geliyor. İlk önce hemen evini ayırıyor, yüzünü görmeye dahi tahammül edemiyor. Nasıl olur böyle birşey? Allah rızası için seninle evlenmiş, o kişi kendini sana teslim etmiş. Dünyada, ahirette senin kardeşin olmuş. Artık senin çocuğun gibi olmuş, parçan, etin, kemiğin o senin. Nasıl ayrılırsın sen onunla? Sokağa atıyor, nereye gittiğinden de haberi yok ya da ne yaptığından. Ne yiyecek, ne içecek? Başına ne gelir? Ne olur? İnsan nasıl kıyar? Nasıl sokağa atar onu? Allah korkusu olmadığında, Allah sevgisi olmadığında bu tip olaylar olabiliyor. Bazen başka nedenlerden de oluyor ama genelinde bu durum var. Şefkatle, merhametle yaklaşması mümkün olmuyor o zaman. Her gün boşanmalar yaşanıyor, boşanma insanın ağzına en son alacağı sözdür. Daha evlenir evlenmez, on beş gün geçmeden boşanma muhabbetine başlıyorlar. İnsan ağzına alır mı öyle bir sözü? Ne kadar korkunç. Sokağa atmak ne demektir? Çok acı bir olaydır. Kökeninde materyalist eğitim var, Darwinist eğitim var, ateist eğitim var. Sonucunda da böyle şefkatten, merhametten uzak bir kısım insanlar oluşuyor. Bunlar hep dinden uzak olmak, Allah sevgisinden uzak olmak, Allah aşkıyla sevememekten kaynaklanıyor. Allah'ın tecellisi olarak Allah aşkıyla sevsen, insanın ruhunda ikinci bir güç vardır. Derin bir güç. O şehvetle, ya da başka hiçbir şeyle yıkılmaz. Daha fazla seversin. Daha aşkla seversin, özel bir güçtür. Bu devreye girer. Ama o olmadığında manevi gücü olmadığı için sevemiyor ve itici geliyor ona. Özetle, Allah için sevmek dünyanın bir süsü ve güzelliğidir. Allah bizi öyle yarattı. Allah için aşkla, tutkuyla sevecek şekilde yarattı bizi, Allah'ın tecellisi olarak. Bunu yapmadığımızda mutlaka ama mutlaka felaketle karşılaşırız. Sevgisizliğin, egoistliğin acısını en şiddetli şekilde yaşarız Allah vermesin. Onun için materyalist kafadan şiddetle kaçınıp, Kuran ahlakıyla, Kuran sevgisiyle, Allah sevgisiyle, Allah'ın tecellisi olarak sevmek çok hayati bir konudur. İnşaAllah. (Sayın Adnan Oktar'ın 4 Temmuz 2010 Tarihli HarunYahya.TV Röportajından) |
Zamanın yıpratıcı etkisi herşeyde gözle görülür biçimde fark edilir. En son model diye alınan bir araba birkaç sene içinde çizilir, arızalanır ve kaçınılmaz olarak eskir. Çok beğenilen bir ev, 5-10 sene sonra (eğer bakım yapılmazsa) boyaları dökülmüş, eski görünümlü bir harabeye dönüşür. Ancak tüm bunların yanında en büyük yıpranmaya insan kendi bedeninde şahit olur. Geçen yıllarla birlikte insanın çok değer verdiği bedeni, geri dönülemez bir biçimde hasar görür. İnsanın belirli bir zaman süreci içinde geçirdiği bu değişiklik Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
Allah sizi bir za'ftan yarattı, sonra (bu) za'fın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu kuvvetin ardından da bir za'f ve yaşlılık verdi. Dilediğini yaratır. O, bilendir, güç yetirendir. (Rum Suresi, 54)
Yaşlılık çoğu zaman, düşünülmek istenmeyen, hayata dair planlara dahil edilmeyen bir dönemdir. İnsanların çoğu fiziksel birtakım acizlikler içinde geçirecekleri yaşlılık dönemini mümkün olduğu kadar akıllarına getirmemeye çalışır. Zaman zaman konusu açıldığında ise çok şiddetli bir korkuya ve endişeye kapılırlar, ama kısa bir süre içinde yine hiçbir şey yokmuş gibi günlük yaşamlarına devam ederler. Yaşlanacaklarını akıllarına getirmek istememelerinin en büyük nedenlerinden biri, bu düşüncenin dünyada sonsuza dek yaşayamayacaklarını kendilerine hatırlatıyor olmasıdır. Bu yüzden eninde sonunda karşılaşacaklarını bilseler de yaşlılığı çok az düşünürler. Önlerinde uzun seneler olduğunu, yaşlanmanın ve ölümün çok ileride olacağını varsayarlar. Kuran'da kimi insanların içerisine düştüğü bu yanılgı açıkça belirtilmiştir:
İnsanın yaşlanması, dünyanın geçici bir mekan olduğunun en keskin hatırlatıcılarındandır. İnsan ne yaparsa yapsın, vakti geldiğinde bu dünyadan bir daha geri dönmemek üzere ayrılacaktır. |
Evet Biz onları ve atalarını yararlandırdık; öyle ki ömür onlara (hiç bitmeyecekmiş gibi) uzun geldi… (Enbiya Suresi, 44)
Bazı insanların içine düştüğü "yaşlılığı uzak görme yanılgısı" onları hayatları boyunca oyalar. Çünkü kaç yaşında olursa olsun yetişkin her insan şeytanın kandırmasına uyup daha önünde çok uzun bir ömür olduğunu zanneder. Oysa yıllar hızla akıp geçer. Dönüp geride kalan hayatına baktığında aklında belli-belirsiz hatıraların kaldığını görür. Çocukluk ve gençlik dönemlerinde başından geçen iyi ve kötü olayları, onu heyecanlandıran şeyleri, aldığı önemli kararları, hırsını yaptığı, ulaşmak için yıllarını verdiği amaçları, daha sonra zorlukla hatırladığında, onun için hepsi birer anıdan ibarettir. Bu nedenle çoğu zaman "koca bir hayatı" anlatmak, en fazla birkaç saat alır. İyice yaşlanmış ve ölümün kıyısına gelmiş insanların hangisine sorarsanız sorun, ömrün bir göz çarpması gibi son derece kısa ve hızlı geçtiğini söyleyecektir.
Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?"
Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor."
Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz," (Mü'minun Suresi, 112- 114)
Allah yaşlılık döneminde insanda fiziksel birtakım eksiklikler yaratarak, ona bu dünyanın geçiciliğini bir kez daha hatırlatmaktadır. |
Sadece birkaç saniye düşünerek kavranabilecek bu gerçek, insanı hayatının hangi döneminde olursa olsun durup bir karar almaya sevk etmelidir. Örneğin, 40 yaşında olan bir insan 65 yaşına kadar yaşamayı umuyorsa bilmelidir ki önünde kalan 25 sene, geçirdiği 40 sene kadar çabuk geçecektir. Aynı kişi 90 yaşına kadar da yaşayacak olsa, değişen hiçbir şey olmayacaktır. Çünkü önünde kalan yıllar uzun da olsa, kısa da olsa eninde sonunda tükenip sona erecektir. İşte bu noktada insanın yaşlanması, dünyanın geçici bir mekan olduğunun en keskin hatırlatıcılarındandır. İnsan ne yaparsa yapsın, bu dünyadan bir daha geri dönmemek üzere ayrılacaktır.
O halde insan, ön yargılarını bir kenara bırakıp kendi hayatı hakkında daha gerçekçi düşünmelidir. Öncelikle belirttiğimiz gibi zaman çok hızlı geçmekte ve geçen her gün insanı daha genç ve dinamik bir yapıya değil, ayette bildirildiği gibi "bir za'fa" düşürmektedir. Kısacası yaşlanmak, insanın acizliğinin önemli bir göstergesidir. İlerleyen zamanın insan bedeni ve zihni üzerinde yarattığı bozucu etki apaçık bir gerçektir. Kuran'da insanın yaşlılıkla birlikte içine düştüğü acizlikten şöyle bahsedilmiştir:
Allah sizi yarattı, sonra sizi öldürüyor, sizden kimi de, bildikten sonra bir şey bilmesin diye, ömür en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilir. Şüphesiz Allah bilendir, herşeye güç yetirendir. (Nahl Suresi, 70) |
Tıbbi olarak yaşlılığa "ikinci çocukluk dönemi" de denmektedir. Çünkü vücutta meydana gelen bozulmalar, tıpkı bir çocuk gibi bakıma ve korunmaya muhtaç bırakır insanı. Nitekim bu yaşlarda, fiziksel ve ruhsal açıdan çocukluk dönemine ait bariz özellikler ortaya çıkmaktadır. Yaşlı bir insan, gençken fiziksel olarak rahatlıkla güç yetirebildiği pek çok işi yapamaz. Veya gençken çok güçlü bir hafızaya sahip olsa bile, yaşlandığında hafızasında doğal bir gerileme oluşur. Bu örnekler her konu için çoğaltılabilir. Ancak sonuç olarak, belli bir yaştan sonra her insanda görülen fiziksel ve zihinsel çöküş kişiyi bir nevi çocukluk haline geri döndürür.
Kısacası insan, hayatına çocuk olarak başlar ve bir dönem sonra tekrar çocukluğa dönerek hayatını noktalar. Bu süreç, şüphesiz gelişigüzel oluşmuş değildir. Allah dileseydi insanı ölene kadar genç yaşatır, vücudunda hiçbir eksiklik ya da hastalık yaratmazdı. Ama Allah yaşlılık döneminde insanda fiziksel birtakım eksiklikler yaratarak, ona bu dünyanın geçiciliğini bir kez daha hatırlatmaktadır. Aynı zamanda bu dünyadaki eksiklikleri göstererek, insanın ahirete, yani gerçek yurt olan cennete özlem duymasını da sağlamaktadır.
Bu dünyanın geçiciliği ve insanın belli bir hikmet üzerine yaşlılık dönemine ulaştırıldığı, aşağıdaki ayetle açıkça ifade edilir:
Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, Biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkca göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten sonra hiçbir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir. (Hac Suresi, 5) |
Ne kadar zengin, ünlü ya da güçlü olursa olsun, hiçbir insan ileriki yaşlarda kendisini bekleyen ve aşağıda bahsedeceğimiz fiziki bozulmalardan kurtulamaz.
Deri, insanın güzelliğinde en çok önem taşıyan faktörlerdendir. Yaklaşık bir milimetrelik bu doku kaldırıldığında estetik yönden hiç de hoş olmayan bir görüntü çıkar. Öyle ki, oluşan manzaraya bakmak bile oldukça güçtür. Çünkü deri, koruyucu fonksiyonunun yanısıra düzgün ve pürüzsüz bir görünüm verdiği için estetik yönden çok önemli bir işlev üstlenmiştir. Bu durumda, "İnsanın övündüğü, çevresine gösteriş yaptığı özelliği, vücudunun her yerini kaplayan yaklaşık 2 kilogramlık deridir." diyebiliriz. Fakat ne hikmetlidir ki, yaşlılığın en fazla tahribat yaptığı yer de yine deridir.
Yaşlandıkça derinin esnekliği azalır, incelir ve alt tabakalardaki yapı, iskelesini oluşturan yapısal proteinler hassaslaşıp çöktüğü için, sarkar. Yaşı biraz ilerlemiş herkesin korkuyla beklediği yüzdeki kırışıklıklar, çizgiler işte bu nedenle meydana gelir. Üst deride sürekli yağ katmanı oluşturacak ve doğal yumuşatıcı etkisi gösterecek bezlerin salgısının azalması dolayısıyla pullanma görülür. Aşırı pullanma ve dökülme sonucunda derinin geçirgenliği artar ve dış etkilerin deriden geçişi kolaylaşır. Buna bağlı olarak da yaşlılık kaşıntısı, tırnak yaraları, deride lekelenme, uykusuzluk vs. meydana gelir. Aynı şekilde alt deride de çok büyük bozukluklar oluşur. Deri dokularında yenilenme ve madde alışverişi mekanizmaları yaşlı insanlarda önemli ölçüde bozulmuştur. Bu nedenle ileri yaşlarda kötü huylu tümörlere sık rastlanır.
Kemiklerin sağlamlığı da insan bedeni için her yönden büyük önem taşımaktadır. Dik bir duruşu yakalamak genç biri için çok kolayken, yaşlılık döneminde bu, fiziksel açıdan pek mümkün değildir. İlerleyen yaşlarda omurilikte meydana gelen doğal eğilme nedeniyle kamburluk ortaya çıkar. Bu, gençlikte sahip olunan her türlü gösterişin bir kenara bırakılması anlamına gelir. Duruşuna bile hakim olamayacak hale gelen bir insanın, doğaldır ki diğer insanlara karşı büyüklük taslayacak hiçbir özelliği kalmayacaktır. Kendisi kabullenmek istemese de, acizliğini artık etrafındaki kimselerden gizleyemeyecektir.
Bu arada yaşlanan insanların sinir hücrelerinde yenilenme olmadığı için, tüm duyularda belli bir kayıp oluşur. Gözlerde yaşlanma ile birlikte, ışık şiddetine tepki olarak boyut değiştirme kabiliyeti azalır. Bu durum görme yeteneğini kısıtlar; renklerin canlılığı, cisimlerin şekli, konumları ve uzaklıkları bulanıklaşır. Çok önemli olan görüş keskinliği giderek azalır. Bu, yaşlılar için en zor alışılacak durumlardan biridir.
İnsanın yaşlılık döneminde fiziksel ve ruhsal açıdan pek çok kayba uğraması, şüphesiz üzerinde düşünülmesi gereken bir olaydır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Allah dileseydi insana bu eksikliklerin hiçbirini vermeyebilirdi; insan doğduktan sonra büyür, gelişir, hatta zamanla tüm organları, kabiliyetleri daha da kuvvetlenebilirdi. Dünya hayatında geçirdiği yıllar insanın sağlığına sağlık, gücüne güç katabilirdi. Alışılmadık bir model olmasına rağmen, hayatın insanı yıpratan değil, yenileyen, geliştiren bir özelliği olması pekala mümkün olabilirdi. Ne var ki Allah'ın bir hikmet üzerine insanlar için dileyip yarattığı sistem, yaşlanmaya, bozulmaya göre ayarlanmıştır. Dünya üzerindeki herşey gibi insan bedeni de bozulmaya mahkumdur.
Her geçen gün hızla yaşlanıp ölüme hazırlanan insan, bu dünyanın geçiciliğini ve kendisine faydası olmadığını bir kez daha anlamaktadır. Tüm bu acizliklerden anlaşılmaktadır ki, sonsuz hayat yanında bu dünya hayatının hiçbir kıymeti yoktur. Nitekim Allah, Kuran'da bu gerçeğe defalarca dikkat çekmiş, dünya hayatının geçici özelliklerle dolu olduğunu ayetleriyle haber vermiştir. İnsanlara bu durumu düşünmelerini ve gerekli öğüdü almalarını emretmiştir.
Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiğimiz, onunla insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkisi karışmış olan bir su gibidir. Öyle ki yer, güzelliğini takınıp süslendiği ve ahalisi gerçekten ona güç yetirdiklerini sanmışlarken (işte tam bu sırada) gece veya gündüz ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden biçilip atılmış bir durumda kılmışız. Düşünen bir topluluk için Biz ayetleri böyle birer birer açıklarız. (Yunus Suresi, 24)
Buraya kadar anlatılanlardan gördüğümüz gibi, insan doğmakta, gelişerek belli bir yaşa ulaşmaktadır. Bu en güçlü çağında tüm bedeninin kendisine ait olduğuna da kesin kanaati gelmekte ve kendini tüm dünyanın odak noktası olarak görmektedir. Ancak bir süre sonra aniden gücü ve güzelliği, yaşlanmayla yok olmaya başlamakta ve kendisi de bu durum karşısında bir şey yapamamaktadır. Çünkü Allah dünya hayatını geçici bir yurt olarak hazırlamıştır. Ve insanı, gerçek yurt olan ahireti hatırlatacak, ona hazırlık yapmasını sağlayacak her türlü acizlikle birlikte yaratmıştır. Dolayısıyla bu, insanın düşünmesi gereken son derece özel bir durumdur.
"Güzel Ahlaklı Olanlar Yaşlandıklarında Da Genç Ve Dinç Olurlar. Hz. Peygamberimiz (Sav)'İn Vefatında, Çocukluğunun Tazeliği Ve Güzelliği Aynen Duruyordu." | |
ADNAN OKTAR: ... Küfre düşenler, zulme gidenler; Allah onlarda bir iç acısı meydana getirir ve ruhu vücuduna saldırmaya başlar ve buna dayanamıyor vücudu. Artık çökmeye başlıyor çünkü vücut zavallıdır. Ruh saldırdı mı ona gücü yetmez, vicdanı her yerden onu boğuyor. Mesela o güzelim gözü gidiyor bambaşka bir göze dönüşüyor, anlamsız ve matlaşıyor. O güzelim cildi bambaşka bir şekle giriyor. Saçları bozuluyor, vücudu bozuluyor. Onu gördükçe daha da çöküyor. Çöktükçe daha da üzülüyor yani ters bir gelişme oluyor onun açısından, tevekkül etmediği için. Mesela Peygamber Efendimiz (sav)'in vefatı zamanında bile çocukluğundaki tazeliği ve güzelliği duruyordu ki bu onun bir mucizesidir. Hep masumdu Peygamberimiz (sav)'in yüzü, çocuk masumluğu vardı. Çocukluğundaki yüzü hiç bozulmadı Peygamberimiz (sav)'in. Bu bir mucizedir, peygamberlerde bu vardır Çocukluklarındaki masumlukları durur çünkü günahtan beriler. Çok efendi ve dürüst yaşıyorlar. Peygamberimiz'in biliyorsunuz lakabı "Muhammed-ül emin"di. Kim diyor bunu biliyor musunuz? Ateistler, müşrikler Peygamberimiz (sav)'e "emin insan" diyorlar. Her konuda o hakemlik yapıyor, o kadar eminler. Bakın bir dinsizin veya bir ateistin bir Müslümana emin demesi çok muhteşem bir olay. Aslında düşmanlar ama güvenilir olduğunu biliyorlar, adı gibi eminler ve bir şey olduğunda Efendimiz (sav)'i hakem tayin ediyorlar. |
Yaşlanmak, tek bir istisna bile olmadan herkes için geçerli ve kaçınılmaz bir gerçektir. Ancak zengin, ünlü ya da çok güzel kişilerin yaşlanmaları, tüm zenginliklerini ve güzelliklerini kaybetmeleri ibret verici olması açısından insanları daha çok etkiler. Cahiliye ahlakını yaşayan birçok insanın özendiği, parası, ünü ya da güzelliğiyle tanınmış kişilerin yaşlılığı ve acizliği dünya hayatının kısalığını ve değersizliğini hatırlatan en önemli sembollerden biridir.
Bunun örneklerini çevremizde yüzlerce kez görmemiz mümkündür. Bir zamanlar fiziki güzelliği, gücü ile ün kazanan, çok zeki ve sağlıklı olarak tanınan insanları bir gün televizyonda ya da gazetede zihinsel ve fiziksel gücünü kaybetmiş olarak görebiliriz. Örneğin, tüm dünyaca tanınan Madonna, John Travolta, Brad Pitt, Angelina Jolie, Al Pacino, Mickey Rourke, Richard Gere, Jack Nicholson, Cindy Crawford, Julia Roberts, Michael Douglas gibi ünlüler yıllar geçtikçe yaşlanmış, eski güzelliklerini ve zindeliklerini tamamen kaybetmişlerdir. Yine güzelliği dünya çapında ünlü olan Farrah Fawcett ile ünlü bir dansçı olan Patrick Swayze kanser olup tanınmayacak hale gelmiş ve hastalığın pençesinde yaşamlarını yitirmişlerdir. Gençlerin özenerek örnek aldıkları Michael Jackson ve Amy Winehouse gibi ünlüler de hiç beklemedikleri bir anda ölmüş ve tüm servetlerini ve şöhretlerini geride bırakarak ahirete gitmişlerdir. Dünya çapında şöhret olan bu insanların herşeylerini geride bırakarak ölmeleri tüm insanlar için çok büyük bir ibret vesiledir. Allah dünya hayatının geçici olduğunu, insanların ne kadar zengin, güzel ve şöhretli olurlarsa olsunlar öldüklerinde, dünyadan tek bir taş parçası bile götüremeyeceklerini çok net bir şekilde göstermektedir.
İlerleyen sayfalarda dünya çapında ünlü olup yaşlandıktan sonra tanınmayacak hale gelen ya da genç yaşta hayatını kaybeden kişilerden örnekler vereceğiz. Göreceğiz ki; insan her ne kadar genç, ünlü ve güzel olursa olsun, mutlaka bir gün yaşlanacak ve daha sonra da ölüp Allah'ın huzuruna çıkacaktır.
1. Elizabeth Taylor | 2. Alain Delon | 3. Paul Newman |
4. Robert Redford | 5. Brigitte Bardot | 6. Rita Hayworth |
7. Catherine Deneuve | 8. Mickey Rourke | 9. Sharone Stone |
10. Sean Connery | 11. Meryl Streep | 12. Robert De Niro |
Her gün ölüme biraz daha yaklaştığınızın farkında mısınız? Ölümün size de diğer insanlara olduğu kadar, belki de daha yakın olduğunu biliyor musunuz?
"Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra Bize döndürüleceksiniz" (Ankebut Suresi, 57) ayetinde bildirildiği gibi dünya üzerinde şu ana kadar yaşamış, şu anda yaşayan ve bundan sonra yaşayacak olan her insan istisnasız olarak ölümle karşılaşacaktır. Ancak bu kesin gerçeğe rağmen kimi insanlar, her nedense, kendilerini bu sondan oldukça uzak görebilmektedirler.
Dünyaya ilk kez gözlerini açan ve dünyaya gözlerini son kez yuman iki insan düşünün. Ne yeni doğan bebek doğumuna müdahale edebilmiştir ne de ölen kişi kendi ölümüne. Sadece Allah bu güce sahiptir; dilediği zaman yaratır, dilediği zaman geri alır. Bütün insanlar kendileri için belirlenen bir süreye kadar yaşayacaktır ve daha sonra ölecektir. Kuran'da bu gerçek şöyle bildirilmiştir:
De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)
Birçok insan ölümü düşünmek istemez, aynı zamanda günlük uğraşıları da insanı farklı konular üzerinde düşünmeye sevk eder. Hangi okulda okuyacağı, hangi işte çalışacağı, ne giyeceği ve ne yiyeceği daha önemlidir. Hayatın bunlardan ibaret olduğunu düşünür. Ölümden bahsedildiği zaman ise, "ağzını hayra aç, daha çok genciz" gibi anlamı olmayan ve ölümü engellemeye de gücü yetmeyen yüzeysel sözlerin arkasına saklanır. Kendisinin yaşlanınca öleceğini, en az 50-60 yıl daha yaşayacağını hesaplar; genç yaşında böyle "iç karartıcı" konularla meşgul olmak istemez. Halbuki bu son derece kibirli bir düşüncedir ve böylesine kendinden emin olan bu insanın bir saniye sonra yaşayabilme garantisi bile yoktur. Her gün gazetelerde, televizyon kanallarında çok genç yaşta aniden ölen insanların haberlerine, kendi yakınlarının ölümlerine tanık olmaktadır; ama bir gün kendi ölümüne de başkalarının tanıklık edeceğini, kendisini de böyle bir sonun beklediğini düşünmez.
Oysaki ölüm insana aniden geldiğinde, o an için dünyaya yönelik herşey, tüm beklentiler, umutlar, hesaplar sona erer. Şu anki halinizi, gözlerinizin açılıp kapanmasını, vücudunuzun hareket etmesini, konuşabilmenizi, gülebilmenizi, yani tüm hayati fonksiyonlarınızı düşünün. Sonra da ölümün akabinde ne hale geleceğinizi canlandırın gözünüzde... Hareketsiz bir şekilde, etrafınızda olup bitenleri anlamayıp öylece yatacaksınız. Bedeniniz başka insanlar tarafından taşınacak ve bir "et yığını" olarak kabul edileceksiniz. Tabutunuzun konacağı mezar kazılırken, siz gusülhanede görevli kişi tarafından yıkanacaksınız. Beyaz kefenle sizi saracaklar. Tahta tabuta konacaksınız. Camideki işlemler bittikten sonra mezara gidilecek, üzerinde isminizin, doğum ve ölüm tarihinizin yazıldığı bir taş olacak. Kefenle birlikte sizin için kazılan çukura atılacaksınız. Üzerinize tahta konacak, daha sonra da toprak. Toprak sizi iyice örttükten sonra işlem son bulmuş olacak.
Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir. (Al-i İmran Suresi, 185) |
Mezarınızı ziyaretler ilk zamanlar daha sık olmakla birlikte, sonraları yılda bir kez olacak, daha sonraları hiç olmayacak. Üstelik bu ziyaretlerden sizin haberiniz dahi olmayacak.
Yıllarca kullandığınız odanız, yatağınız boş kalacak. Cenazeniz kaldırıldıktan bir süre sonra da özel eşyalarınız ihtiyacı olanlara dağıtılmak üzere evinizden yollanacak. Yakınlarınız nüfus dairesine gidip sizin öldüğünüzü ve kaydınızın bu dünyadan silinmesini söyleyecekler. İlk zamanlar belki hatırlanacaksınız, arkanızdan ağlayan birkaç kişi olacak. Ancak zamanın unutturucu etkisi ileriki yıllarda gittikçe ağır basacak. Birkaç on yıl sonra ise "koca bir ömür" sürdüğünüz dünyada sizi hatırlayan pek kimse kalmayacak. Ama bununla birlikte, öldükten sonra arkanızda bıraktığınız tüm aileniz ve tanıdıklarınız da yavaş yavaş bu dünya hayatından ayrılacağı için, hatırlanıp hatırlanmamak da pek bir şey ifade etmeyecek.
Dünyada bunlar olup biterken, toprağın altındaki bedeniniz ise, hızlı bir parçalanma sürecine girecek. Toprağa konmanızdan hemen sonra böcekler ve bakteriler harekete geçecek. Karında toplanan gazlar cesedi şişirecek ve bu şişlik vücudun her tarafına yayılarak, bedeni tanınmaz hale getirecek. Bundan sonra gazın diyaframa yaptığı basınçtan dolayı ağzınızdan ve burnunuzdan kanlı köpükler gelmeye başlayacak. Çürüme ilerledikçe kıllar, tırnaklar, avuç içleri ve tabanlar yerlerinden ayrılacak. Bu dış değişmeyle beraber, iç oganlarda da çürüme başlayacak. En korkunç olay ise bu noktada gerçekleşecek; karın bölgesinde toplanan gazlar deriyi zayıf noktasından patlatacak ve bedenden tahammül edilemeyecek derecede pis kokular yayılacak. Bu süre içinde kafanızdan başlamak üzere, adaleler de yerlerinden ayrılacak. Cilt ve yumuşak kısımlar tamamen dökülecek ve iskelet gözükmeye başlayacak. Beyin tamamen çürüyecek ve kil görünümünü alacak, kemikler bağlantılarından ayrılacak ve iskelet dağılmaya başlayacak… Bu olay, cesediniz bir toprak ve kemik yığını haline gelene kadar böylece devam edecek.
Artık ölmeden önceki yaşamın bir saniyesine bile geri dönme imkanı olmayacak. Aileyle görüşme, arkadaşlarla buluşup eğlenme, en yüksek mevkiye gelme imkanı da kalmayacak ve beden mezarda çürüyerek iskelet haline gelecek.
Kısacası kendisiyle özdeşleştiğiniz, "ben" sandığınız beden, oldukça iğrenç bir sonla yok olup gidecek. Siz, yani gerçekte bir ruh olan siz, bu bedeni çoktan terk etmiş olacaksınız, geride kalan beden ise, oldukça çarpıcı bir biçimde yok olacak.
Peki tüm bunların sebebi nedir?..
Allah dileseydi, insan vücudunu öldükten sonra bu hale getirmeyebilirdi. Ancak insan bedeninin toprağın içinde böylesine dehşetli bir şekilde parçalanmasının çok büyük bir hikmeti vardır. Bu hikmeti anlamak için de insanın ölümle birlikte karşılaşacaklarını düşünmesi gerekir.
Öncelikle insan, kendisinin aslında bir et yığını olan vücudundan ibaret olmadığını, bedeninin yalnızca kendisine giydirilmiş geçici bir kılıf olduğunu, bu korkunç sonu görerek anlamalı, bedenin ötesinde bir varlığı olduğunu hissetmelidir. Dahası insan, bedeninin ölümüne bakmalı, bu geçici dünyada adeta sonsuza kadar kalacakmış gibi sahiplendiği ve bütün arzularına boyun eğdiği bedeninin akıbeti hakkında düşünmelidir. O beden bir gün mutlaka toprağın altında çürüyecek, kurtlanacak ve iskelete dönüşecektir. Ve o gün belki de çok uzak değil, bir salise, bir adım ötededir…
Anlatılan tüm bu gerçeklere rağmen, insan ruhunda sevilmeyen, istenmeyen şeyleri düşünmemek, yok kabul etmek gibi bir eğilim vardır. Bu durum özellikle ölüm söz konusu olunca iyice belirginleşir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, ölüm ancak bir tanıdık kaybedildiğinde ya da birinin ölüm yıldönümünde hatırlanır. Hemen hemen herkes ölümü kendisine uzak görür. Sanki yolda yürürken, yatakta yatarken ölenlerin kendinden farklı bir durumu mu vardır? Yoksa o "daha gençtir" de "uzun yıllar" yaşayacak mıdır? Ne var ki evinden okula gitmek için yola çıkıp ya da önemli bir toplantıya yetişmeye çalışırken trafik kazası geçiren kişi, hiç tahmin etmediği bir zamanda beklemediği bir hastalıkla ölen biri de ölmeden önce aynı düşünceyi taşıyor olabilir. Bu insanlar bir gün önce yaşarlarken, ertesi günün gazetelerinde herkesin onların ölüm haberlerini okuyacaklarını büyük bir olasılıkla akıllarına bile getirmemişlerdir.
Gariptir ki siz de bu satırları okuduktan sonra çok kısa bir süre sonra ölebileceğinize ihtimal vermeyebilirsiniz. Daha yapılacak, bitirilecek işlerinizin olması belki de ölümün sizin için "henüz erken ve zamansız olduğunu" düşündürüyordur. Oysa bu bir aldanma ve kaçıştır, üstelik Allah bu kaçışın fayda vermeyeceğini de bize bildirmiştir:
De ki: "Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz; böyle olsa bile, pek az (bir zaman) dışında metalanıp yararlandırılmazsınız." (Ahzab Suresi, 16)
İnsan bilmelidir ki bu dünyaya "yalın" bir şekilde gelmiştir ve yine "yalın" bir şekilde gidecektir. Ama doğduktan hemen sonra, ihtiyaçlarını gidermek için kendine sunulan nimetleri cahilce sıkı sıkıya sahiplenir; onları elde tutmayı hayatının en önemli amacı haline getirir. Oysa hiç kimse malını, mülkünü ya da sahip olduğu diğer şeyleri öldükten sonra yanına alamaz. Sonuçta beden, birkaç metrelik beyaz beze sarılıp defnedilir. İnsan, bu kısa dünyaya "yalın" gelir ve "yalın" gider.
Kendisiyle birlikte ahirete varan tek şey, Allah'a olan inancı ya da inançsızlığıdır.
"Her İnsan Ölümlüdür. Kapkaranlık Toprağın Altında En Azametli İnsan Bile Toz, Toprağa Dönüşecek." |
ADNAN OKTAR: ...Dış görünüme göre değerlendirme çok yaygın. Mesela zengin görünümlü bir insana karşı, sevgi ve saygı daha yoğun olabiliyor ama fakirlere karşı sevgi ve saygı daha düşük oluyor. Ben bunu her yerde görüyorum ve çok acı bir olay. Bakar bakmaz kıyafetine, tavrına göre bir muamele oluyor. Bu yakışık alacak bir şey değil. Halbuki her insan ölümlüdür. En gösterişli dediğimiz insanı düşünelim, mesela genç kızlar aslan gibi, son derece güzel, gösterişliler ama onun 70 yıl sonrasını düşünüyorum. Mezarda upuzun yatıyor olacak. Kafatası, kemikler simsiyah karanlık toprağın altında ama zifiri karanlık toprağın altında yatacak kemik olarak. Nerede o daha önceki lüks çantalar, lüks kıyafetler, makyaj malzemeleri, o şen kahkahaları, değil mi? O azametli yürüyüşü, o enaniyeti? Kafasını dikerek yürümesi, hiç ölmeyecekmiş gibi davranması ama bakıyoruz mezarın altında ve milim kıpırdayamıyor. Çıt yok. Sessizlik var tam anlamıyla, mutlak sessizlik; sıfır görüntü var simsiyah karanlığın altında. Marka çantalar, parfümler yok. Ne parfüm götürebiliyor mezarın altına, ne bir yatın üzerinde güneş gözlüğüyle başkalarına hava atabiliyor, ne azamet yapabiliyor, ne sigara içebiliyor yerin altında. Hiçbir şey yapamıyor. Bu ne kadar süre içinde oluyor? Çok kısa süre içerisinde oluyor. Ben televizyonu açıyorum, mankenleri gösteriyor, onların geliş gidişlerini gösteriyor, kimi zaman geçmişin ünlü kadınlarını, mesela Mussolini döneminin İtalyan kadınlarını gösteriyor; şık ve güzel, gösterişli kadınlar. Ama şimdi hepsi mezarın altında, hiç kıpırmadan şu an duruyorlar tamamı. O devirde biz onlara bu konuyu anlatmış olsak muhtemelen "Daha durun bakalım, sen neden bahsediyorsun? Daha çok vakit var" derlerdi. Oysa bakın, bir anda bitmiş herşey, üzerinden nesil geçmiş. Orada onları filme alan kişi de yok artık veya eski konuşmalar var kayıtlarda mesela şen kahkahaları var, teybe alınmış. Hiçbiri yok ortada şu an. Allah; "Fısıltılarını duyuyor musun?" diyor (Meryem Suresi, 98). Hatta "Üstlerinden geçiyorsun" diyor. Bir genç kız düşünelim, hiç ortada yokken küçücük bir spermden oluşuyor, bunu düşünmesi lazım. Koskoca bir insan haline geliyor. Saçına bakıyor havaya giriyor, gözüne bakıyor havaya giriyor, koluna bacağına bakıyor havaya giriyor. "Bunu kim yarattı?" diye düşünmüyor. Halbuki aczini düşünmesi lazım. Cildinin 1 milim altı kıpkırmızı kan. En güzel genç kızın derisini bir kaldırsan bütün insanlar kaçar. Kimse bakmaya tahammül edemez çünkü kasları ve yağları göründüğünde kaçacak delik ararlar. 1 milim, birkaç metrekare deri o çirkinliği kapatıyor. Biraz daha içine girdiğimizde kan görüyoruz, biraz daha, et görüyoruz, kemik görüyoruz, bağırsağı var, karaciğeri var, dalağı var. Bu kadar havayı nereye atıyorsun sen o zaman? İşte insandaki bu azamet ve bu enaniyet, büyüklük hissi mucizedir. Akılcı düşündüğünde böyle bir şeyi yapması mümkün değil, yapamaması lazım. Her gün aczini görüyor, sabah kalktığından itibaren aczini görüyor, zavallılığını görüyor. Perişanlığını görüyor. Sürekli bakım yapıyor ondan sonra dışarıya çıkabilecek hale gelebiliyor. Buna rağmen akıl almaz bir azamet gösteriyor. Bu kadar aczine rağmen, bu kadar büyüklük ve azamet hissi olması mucizedir. Azgınlaşıp, hırsa kapılıp, hatta bu hırsla insanları öldürmeye kalkması, hırsızlık yapması, soygun yapması, bağırıp çağırması, insanları dolandırmaya kalkması bunlar hep mucizedir. (Adnan Oktar'ın 12 Mayıs 2010 tarihli röportajından) |
Çevrenizde her gün gördüğünüz insanlar, aileniz, komşularınız, iş arkadaşlarınız bir gün gelecek mutlaka ölecekler ve öldükleri anda da ölüm melekleriyle karşılaşacaklar. Onlardan kimi yatağında yatarken, kimi trafikte giderken, kimi sınava yetişmek için sınıfa girerken ölümle birlikte aniden karşılarına çıkan ölüm meleklerini görecekler. Onlar melekleri görürken çevrelerinde bulunan hiçbir insan melekleri göremeyecek, sadece ölen kişi bu gerçeği çok keskin ve net bir şekilde görecek. Bu insanlar öldükleri anda çok değer verdikleri bedenlerini dünyada bırakacak ve ölüm meleklerine teslim olacaklardır. Kuran'a göre iman eden bir insan ve inkar eden bir insanın ölüm anı birbirinden çok farklı olacaktır.
İman eden kişinin canı Allah'ın görevlendirdiği melekler tarafından çok kolaylıkla alınacak, ölen kişi melekler tarafından cennetle müjdelenecektir. Kitabı sağ yanından verilecek, Allah'ın huzurunda güvenle duracak ve hayatı boyunca yaptığı salih amellerle Allah'ı razı ettiğini, cennetle ödüllendirileceğini anlayacaktır.
Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin." (Nahl Suresi, 32)
O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. "Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir." İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Hadid Suresi, 12)
İnkar eden kişi ise hayatına devam edip nefsini eğlendirirken ya da dalmış sokakta yürürken, arkadaşıyla bir tartışmaya tutuşmuşken ya da evde yatmaya hazırlanırken aniden ölüm melekleriyle karşılaşacaktır. Ve karşılaştığı anda da kendisi için çok zorlu bir sorgulamanın başlayacağını kavrayacaktır. Kuran'da ölüm meleklerinin, inkar edenlerin canlarını sırtlarına vura vura aldıkları bildirilir. Ölen kişi yapayalnız Allah'ın huzuruna getirilir. Tüm dünya hayatı boyunca Allah'ın rızasından yüz çevirmenin ve şeytana uymanın, nefsinin peşinden sürüklenmenin pişmanlığı içindedir. Sonuç olarak inkar eden kişinin canı ölüm melekleri tarafından çok korkunç bir şekilde, bağırta bağırta, çok acı çektirilerek alınır.
Öyleyse melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak? (Muhammed Suresi, 27)
Sen bu zalimleri, ölümün 'şiddetli sarsıntıları' sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: "Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz" (dediklerinde) bir görsen... (En'am Suresi, 93)
Melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak: "Yakıcı azabı tadın" diye o inkâr edenlerin canlarını alırken görmelisin. (Enfal Suresi, 50)
Kuran'da Allah iki insan tipinden bahseder. Biri Allah'ın varlığını fark edebilen, inançlı, yaşarken Allah'ın ayetlerini görebilen, ahiretin varlığını bilen ve hayatını ona göre düzenleyen insandır. Bu kişinin şuuru tamamen açıktır. Olayların Allah'ın kontrolünde olduğunu hisseder. Her olayın kendisi için bir imtihan olduğunu ve özel olarak yaratıldığını bilir. Her şeyden önemlisi dış alemde var olan dünyanın aslında beyninde yaratıldığının ve Allah'ın kendisini her an denediğinin bilincindedir. Olayların hepsinin Allah tarafından bilinçli ve bir hikmet üzerine yaratıldığını bilir.
Şuuru açık olan imanlı bir insan olayların arkasındaki hikmetleri hemen anlar. Mesela işe giderken yolda bir kaza ve ölü gördüğünde o insanın kaderinde belirlenen vaktinin geldiğini ve Allah'ın canını aldığını düşünür. O kişinin sonsuza kadar sürecek ahiret hayatının başladığını ve Allah'ın huzurunda hesap verdiğini bilir. İmanlı bir insan her baktığı yerde Allah'ın ayetlerini ve tecellilerini görür. Kalbi de imanından dolayı yumuşaktır. Kendisine Allah'ın bir ayeti hatırlatıldığında hemen harekete geçer, ayetlerden etkilenir ve ahlakını güzelleştirir, hatalarını düzeltir. İşte bu da o kişinin gerçek anlamda duyduğunu ve hissettiğini bize gösterir. İnsan ancak kendisine iman verildiği anda gerçekten gören, duyan ve hisseden birine yani yaşayan bir ölüden gerçek anlamda yaşayan bir insana dönüşür.
Kuran'da bahsedilen diğer insan tipi ise imansız, Allah'tan habersiz, sadece dünyayı yaşayanlardır. Bu insan dünya hayatına ve onun karmaşasına dalıp gider. Hızla ahirete yaklaştığını fark edemez. Gerçek hayatın asıl ölümden sonra başladığını ve sonsuz bir hayat olduğunu hiç düşünmez. Allah'ın ayetlerini bilmediği için bunları göremez. Allah'ın kendisini sürekli olarak denediğini, imtihan ettiğini bilmez. Olayları hep kendince nedenlere göre değerlendirir. "Eğer evden biraz geç çıksaydım kaza geçirmeyecekti, eğer yavaş gitseydi ölmeyecekti" gibi anlamı olmayan çıkarımlarda bulunur. Herkesin kaderini yaşadığını ve hayatlarının bir saniyesini bile değiştiremeyeceklerini bilmez. Yolda kaza gördüğünde yerde yatan cansız bedene ilk anda dehşetle bakar, kazanın nasıl olduğunu araştırır ama kaderi ve ahireti hiç düşünmez. Çok kısa bir süre sonra da unutur gider. Dünya işlerine dalıp oyalanır ve Allah'ı tamamen unutur.
Bu mantıktaki bir insana Kuran ayeti söylesen kalbinde hiçbir etki oluşmaz, adeta duymamış gibi hayatına devam eder. Allah'ın varlığını anlatsan, yarattığı mükemmel canlıları göstersen bunları da doğal karşılar. Heyecanlanıyor gibi görünse de aslında iman etmez. İşte bu o kişinin gerçek anlamda duymadığını, görmediğini ve hissetmediğini gösterir. Kalbinde bir heyecan oluşmaması, kişinin Allah'a iman etmemesi kalbinin de kaskatı olduğunu gösterir. İşte karşımızda görür, işitir ve hisseder gibi duran ama aslında duymayan, görmeyen ve hissetmeyen bir insan vardır. Bu insan her ne kadar yaşıyor gibi gözükse de aslında tam anlamıyla ölüdür. Kuran'da Allah yeryüzünde yaşayan milyarlarca ölüden bahseder.
Dünyada gerçek anlamda yaşayanlar, ruh taşıyan yani iman etmiş olan insanlardır. Diğer çevrenizde gördüğünüz birçok insanın gerçek anlamda ruhu yoktur. Ruhları olmadığı için göremez, duyamaz ve hissedemezler. Dışarıdan baktığınızda yaşadıklarını zannederek yanılırsınız ama aslında bu kişiler ölüdür. Kuran'da bildirilen bu gerçeği her insanın bilmesi ve üzerinde düşünmesi gerekir. Bu gerçeği fark eden insan, eğer ruhu varsa hemen doğru yolu bulmaya çalışacaktır. Allah'ın varlığını hissedecek, Kuran ayetleri ruhunda etki uyandırıp, iman edecektir. İnsan ancak iman ederse dirilir, aksi takdirde yaşayan bir ölü olmaktan asla kurtulamaz. İman etmeyen insanlar da asıl öldüklerinde canlanacak ve karşılarında tüm gerçekliğiyle duran Allah'ın varlığını ve sonsuz hayatı göreceklerdir. Allah yaşıyor gibi görünen ama ruhu olmayan insanların varlığını bize Kuran'da şöyle bildirmiştir:
Çünkü gerçekten sen, ölülere (söz) dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. (Neml Suresi, 80)
Diri olanlarla ölüler de bir değildir. Gerçekten Allah, dilediğine işittirir; sen ise kabirlerde olanlara işittirecek değilsin. (Fatır Suresi, 22)
İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler. (Bakara Suresi, 171)
Gerçek şu ki size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir... (En'am Suresi, 104)
Ve sana bakacak olanlar vardır. Ama kör olanları -üstelik basiretleri de yoksa- sen mi doğru yola ulaştıracaksın? (Yunus Suresi, 43)
Bu iki grubun örneği; kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Örnekçe bunlar eşit olur mu? Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz? (Hud Suresi, 24)
Kim bunda (dünyada) kör ise, O, ahirette de kördür ve yol bakımından daha 'şaşkın bir sapıktır.' (İsra Suresi, 72)
Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır. (Furkan Suresi, 73)
Ahirete inanmayanlara gelince; Biz onlara kendi yaptıklarını süslemişiz, böylece onlar, 'körlük içinde şaşkınca dolaşırlar'. (Neml Suresi, 4)
Öyleyse sağır olanlara sen mi dinleteceksin veya kör olan ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı hidayete erdireceksin? (Zuhruf Suresi, 40)
"İman Edenlerin Ve İnkar Edenlerin Cennet Ve Cehenneme Alınışları" | |
ADNAN OKTAR: ... İman eden bir insanı ölüm anından itibaren hiçbir rahatsız edecek olay yoktur. Sürekli keyif ve zevk içindedir. Bir kere canı alınırken çok nezaketli ve sevgi dolu bir üslupla alınır. İltifatlarla, hürmetle, aşkla alınır. Heyetle gelirler, sevgiyle alıp götürürler, aksi birşey olmaz. Cehennemin yanına götürürlerken de aynı şekilde. Herkes gidecektir cehennem arazisine, yanlarında sürücüleri ile birlikte. Araziyi, ortamı bilmedikleri için "önlerinde bir ışık vardır aydınlatan" diyor Allah, "ve sağlarında da bir ışık vardır" diyor. Bizim aklımıza lamba gibi bir şey gelir, ama değil. Biz onu ahirette anlarız, sürücü deyince biz araba gibi bir şey düşünürüz, o da değil, ilk defa görmüş olacağız, anlayacağız. Bizim bildiğimiz şeyler değil. Arazi deyince de, biz böyle düz arazi zannederiz. Öyle de değil, bambaşka bir şey, orada anlayacağız ne olduğunu. Onun için biz sadece iman ediyoruz şu an ne olduğuna. Görünce tam kanaatimiz gelecek, çünkü ilk uyandıklarında da insanlar anlamıyorlar ahirette. Kalkıyorlar, "Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?" diyorlar, şaşırıyorlar. Bir uykudan uyandıkları kanaatindeler, anlayamıyorlar. Sonra belirli bir noktadan birisi onları çağırıyor, uzak bir noktadan. Oraya doğru topluca gidiyorlar. Oraya gelince olayı anlıyorlar. "Eyvah, din günü buymuş, öldük, dirildik" diyorlar yani orada anlıyorlar. Fakat orada bile yine anlamıyor birçoğu. Uyandığını, baygın veya komada olduğunu ve bir araziye bırakıldıklarını zannediyorlar. Bir şeye bırakıldıklarını zannediyorlar, yine fark edemiyorlar. "Eyvahlar bize, bu din günü, kastedilen buydu" diyorlar. Ondan sonra olay başlıyor işte. Müminleri Allah ayırıyor, onlar ayrı, inkarcılar ayrıdır. Cehennem kapısı deyince, tabii insanın aklına çelik kapılar gelir, öyle değil, onu da orada insanlar görecekler. Mesela cennet kapısı deyince de, yine bizim aklımıza süslü bir kapı gelir. Bahçe kapısı gibi, öyle bir şey değil, hepsini orada göreceğiz. Çünkü Allah: "Yepyeni bir yaratılışla yarattık." diyor. Bütün fizik kanunları değişiyor, kimya kanunları değişiyor, hepsi değişik. İlk defa göreceğimiz bir boyut, yeni bir hayat şekli. Onun için ne kadar düşünürsek düşünelim, biz bunu bilemeyiz. Ayette Allah: "Hiçbir göz görmedi, hiçbir nefis tatmadı." diyor bakın. O zaman biz nasıl bilelim? Bileceğimiz gibi bir şey değil ama gördüğümüzde çabuk adapte olacağız. Çünkü bizim yanımızda tanıtıcılar var, bizim mihmandarlarımız olacak, eğer mümin olarak gidersek inşaAllah. Çok kolaydır Müslümanlık. Dolayısıyla Müslümanın o anlamda cehennemden korkacağı bir şey yoktur. Biz Allah'tan korkarız, cehennemden korkarız ama biz cenneti umut ediyoruz. Allah'a sığınacağız. O cehennem korkusu bizi açar, Allah aşkını artırır, inşaAllah... (Sayın Adnan Oktar'ın 14 Mayıs 2010 tarihli Kocaeli TV röportajından) |
"İman Edenlerin Cennete Kabul Edilişlerindeki Sevinçleri" |
ADNAN OKTAR: Müminler ve ehli küfür, ikisi de cehennemin kenarına yani cehennemin arazisine getirileceklerdir. Müslümanların, önlerinde bir ışık sağlarında bir ışık olacaktır ki bu, cennete girecekler anlamındadır. Ayette Allah: "Kuvvetle umarlar" diyor cennete girmeyi. Allah vaat etmiş. Işık varsa önde ve yan tarafta, bu müminlik alametidir. Müminler oradan topluca, önünde ve sağ tarafında ışığı olan müminlerin hepsi alınıp götürülüyorlar cennete. Ehli küfür, Allah'a isyan edenlerse diz üstü o arazide bırakılıyorlar. Orada o ayrılık acısını hissettirmek ve Müslümanlara da kurtuluş sevincini hissettirmek için Allah'ın yaptığı bir süstür bu, bir güzelliktir, o heyecanı yaşatmak için. Çünkü Allah tekdüzelik yaratmıyor, hep süs yaratır Allah, bir hareketlilik yaratır, bir güzellik yaratır. Müminler, cennet kapılarından girdikten sonra cennetin kapıları kapatılıyor. Büyük bir heyecan ve sevinç içinde oluyor tabii müminler. Artık sonsuzluğa kilitleneceklerdir ve sonsuza kadar cennetten çıkmak yoktur. Elhamdülillah, orada büyük bir sevinç, heyecan ve coşku içerisinde dünyada yaptıklarını birbirlerine anlatacaklar... (Adnan Oktar'ın Tempo TV'deki Röportajından, 13 Ocak 2009) ADNAN OKTAR: Müminler oraya giderken üstlerinde güzel bir nurdan kıyafetleri olacak yani çıplak olmayacaklar fakat küfür ve dalalet tamamen çıplak, tozlu, kirli ve çirkin halde, insanların tiksineceği şekilde haşredilecekler. Müminler yüzlerindeki nurdan anlaşılacak. Onları götürecek ruhani bir varlıktan bahsediyor Allah. Yanlarında sürücülerle gidecekler diyor. Bu müminler için bir güvenlik ve rahatlık olacak. Mümin hiçbir yerde zaten korkmayacak, rahatsız olmayacak, tedirgin olmayacak. O toplanma alanına geldiklerinde hepsi cehennemin arazisine getirilecekler, tamamı.. Müminler de özellikle getiriliyor ki oradan çıktıklarında cennetin kıymetini daha iyi bilsinler diye. Sonsuza kadar tadını, kıymetini bilsin. Bir de Allah'ın vaat ettiğinin ne olduğunu görmeleri de çok önemli. Çünkü cehennemden bahsediyor ama insanlar bilmemiş olacaklar. Allah o yüzden onlara cehennemi gösterecek, müminlerin hepsine gösterecek. (Adnan Oktar'ın Tempo TV'deki Röportajından, 24 Şubat 2009) |
"Allah Cennette Çeşitli Güzellikler Yaratacaktır." |
ADNAN OKTAR: Allah nasip ederse ahirette gittiğimizde, cennete gittiğimizde son olarak hükmen, usulen, güzellik olsun diye Allah sorgulama yapıyor. Yoksa Allah bizi cennette yaratıyor, mümin isek cennetteyiz. Küfür de zaten cehennemde ama Allah orayı süslemiş, önce bir araziye geliyoruz, düz araziye, cehennemin arazisine geliniyor, orada bir sorgulama var müminlere. Cenab-ı Allah mesela "Bu insanın durumu nedir?" diyor, Peygamberimiz (sav) diyor ki: "Ya Rabbi ben ona şahidim, o çok güzel ahlaklı bir insan." diyor. "Ben onu gördüm, benim yanımda yaşadı." diyor. Ayette dikkat ederseniz, "şahit ve müjdeci olarak" diyor. Şahit ve müjdeci. "Ben gördüm" diyor "Bizzat bu insana ben kefilim iyi bir insan" diyor. Cenab-ı Allah "Ben de biliyorum" diyor ve cennetine alıyor. Güzellik olsun, heyecan olsun. Sevinç ve heyecanla cennete içeri girmiş oluyor. Mehdi de öyledir. Mesela Mehdi diyecek. "Ya Rabbi buna şahidim, ben bunu gördüm. Bu kişi yanımdaydı, ama bu münafık ve alçaktı. Bu ahlaksızlık yapmıştı. Bunu gördüm, ama bu muttaki ve temiz bir insandı. Güzel bir insandı, çile ehliydi. Bu benim arkadaşımdı, dostumdu." diyecek. Onlara sınırlı miktarda bir şahitlik yapma ve onların lehinde konuşma hakkı veriyor Cenab-ı Allah, güzellik olsun diye onları cennette de sevmelerine vesiledir bu. Münafıklar da onun acısını çeksinler diye böyle oluyor inşaAllah. (Sayın Adnan Oktar'ın Kanal-35'deki Röportajından, 7 Mart 2009) |