Yarasalar çok ilginç varlıklardır. Onları ilginç kılan özelliklerinin başında ise, olağanüstü yön bulma yetenekleri gelir.
Yarasaların bu yeteneği, bilim adamları tarafından yürütülen bir dizi deneyle ortaya çıkarıldı. Bu canlıların yapısındaki olağanüstü tasarımı görmek için, bu deneyleri biraz inceleyelim:29
Bu deneylerin ilkinde, yarasa tamamen karanlık bir odaya bırakıldı. Aynı odanın bir ucuna ise yarasanın besini olan bir sinek yerleştirildi. Bu andan itibaren odada olup bitenler ise gece görüş kabiliyeti olan kameralarla takip edildi. Sinek havada daha ilk kanat çırpışlarını yaparken odanın bir ucundan hızla harekete geçen yarasa doğrudan sineğin yanına gelerek onu avladı. Bu deney ile yarasaların karanlıkta bile işleyen çok keskin bir algılama kabiliyeti olduğu sonucuna varıldı. Ama yarasanın bu algılaması, işitme duyusundan mı, yoksa sahip olduğu bir gece görüş sisteminden mi kaynaklanıyordu?
İşte bunun için ikinci bir deney yapıldı. Aynı odada bir köşeye bir grup tırtıl yere bırakıldı ve üzerleri bir gazete sayfası ile örtüldü. Serbest kalan yarasa, hiç zaman kaybetmeden, yerdeki gazete sayfasını kaldırarak tırtılları yedi. Bu, yarasanın yön bulma yeteneğinin görme duyusuyla ilgili olmadığını gösteriyordu.
Bilim adamları yarasalarla ilgili deneylerine devam ettiler: Yeni deney uzun bir koridorda gerçekleştirildi. Bir uca yarasa, diğer uca ise yem olarak bir grup kelebek yerleştirilecekti. Ancak bundan önce koridoru diklemesine kesen, birbirine paralel duvarlar yapıldı. Daha sonra da bu duvarların her birine, ancak bir yarasanın geçebileceği kadar genişlikte birer delik açıldı. Ama delikler her duvarın farklı bir noktasındaydı. Yani yarasanın bu duvarları aşması için adeta "slalom" yarışı yapan kayakçılar gibi sürekli manevra yapması gerekecekti.
Zifiri karanlık olan koridorun başındaki yarasanın serbest bırakılmasıyla birlikte bilim adamları gözlemlerine başladı. Yarasa ilk duvara yaklaştığında doğrudan deliğe doğru hareket ederek buradan kolaylıkla geçti. Bundan sonraki her duvarda aynı şey gözlemlendi: Yarasa duvara çarpmak bir yana, duvar yüzeyindeki deliği aramaya bile gerek duymadı. Son duvarı da rahatlıkla geçen yarasa burada yakaladığı kelebeklerle karnını doyurdu.
Bu durum karşısında hayranlıklarını gizleyemeyen bilim adamları, yarasanın algılamasındaki hassasiyeti anlamak için son bir deney daha yapmaya karar verdiler. Bu kez amaç yarasanın algı sınırlarını daha kesin belirlemekti. Yine uzun bir tünel hazırlandı ve tünel boyunca 0.6 mm kalınlığındaki çelik teller tavandan yere inecek şekilde dağınık bir tarzda gerildi. Yarasa, deneyi yapanları bir kez daha şaşırtarak, gerili tellerden hiçbirine takılmadan, tek seferde aralarından geçerek yolculuğunu başarıyla tamamladı. Yarasanın bu uçuşu, 0.6 mm kalınlığındaki telleri bile uzaktan algılayabildiğini gösteriyordu. Daha sonra yapılan diğer araştırmalar, yarasaların bu inanılmaz algılama yeteneklerinin, sahip oldukları bir sonar sistemine bağlı olduğunu gösterdi. Yarasalar, etraflarındaki cisimleri algılamak için, yüksek titreşimli ses dalgaları yayıyorlardı. İnsanlar tarafından duyulamayan bu dalgaların yankıları yarasa tarafından algılanıyor ve böylece hayvan içinde bulunduğu ortamın bir tür "harita"sını çıkarıyordu.30 Yani yarasanın havada uçan küçücük bir sineği algılaması, çıkardığı seslerin sineğe çarpıp geri dönmesiyle oluşan yankıya dayanıyordu. Bu sistemin ne anlama geldiğini biraz düşünelim. Yarasanın sonarla yön bulması, yaydığı seslerin kendisine geri dönme süreleri arasındaki farkı hesaplaması sayesinde mümkün olmaktadır. Örneğin karanlık ve boş bir odanın zeminindeki tırtılı avlayan yarasa deneyini hatırlayalım. Yarasanın tırtılı algılaması şöyle olmaktadır: Yarasa tiz sesli çığlıklar atmakta ve kendisine gelen yankılara göre odanın şeklini tespit etmektedir. Yarasanın çığlığı oda zeminine çarpıp geri dönmekte, yarasa da bu gidip-gelme süresine göre zeminin uzaklığını anlamaktadır. Tırtıl ise, odanın zemini üzerinde 0.5 ya da 1 cm. kadar yükseklik oluşturur. Yani tırtıl yarasaya zeminin genelinden 0.5 ya da 1 cm. kadar daha yakındır. Ayrıca tırtıl çok yavaş olsa da hareket etmekte, bu da kendine çarpıp yansıyan dalgaların frekansını değiştirmektedir. Yarasa, bu ufak farkları bile algılayarak yerde bir tırtıl olduğunu anlayabilir. Yarasa bu işi saniyede 20 bin frekans yayıp, bunların hepsinin yankılarını analiz ederek yapar. Dahası bu işi yaparken hareket halindedir. Tüm bunlar düşünüldüğünde, akıllara durgunluk verecek birer mucize oldukları anlaşılır.
Yapılan deneylerde, yarasanın zifiri karanlıkta bile duvarlarda açılan delikleri kolaylıkla tespit ettiği ve bunların arasından uçtuğu görülmüştür.
Yarasanın sonarının daha da olağanüstü bir yönü vardır. Yarasanın işitme sistemi yalnızca kendi sesini duyacak biçimde yaratılmıştır. Hayvanın algılayabildiği frekans aralığı çok dardır yani ancak belli frekanstaki sesleri algılayabilir. Ancak işte bu noktada çok önemli bir sorun ortaya çıkmaktadır. Doppler etkisi denen fizik kuralına göre, hareket halindeki bir cisme çarpan sesin frekansı değişir. Bu yüzden, yarasa kendisinden uzaklaşmakta olan bir sineğe doğru ses dalgalarını yaydığında, dönen ses dalgaları yarasanın duyamayacağı bir aralığa düşecektir. Bu nedenle yarasanın hareketli cisimleri algılamada büyük zorluklar yaşaması gerekir.
Yarasaların avlarını tespit etmek için kullandıkları sistem, insan yapısı radar ve sonarlardan milyarlarca kez daha verimli ve hassastır. Bu özellik yukarıdaki tablodan rahatlıkla anlaşılmaktadır. İlk kolonda yarasa sonarının, diğer kolonlarda ise insan yapısı radar ve sonarların özellikleri sıralanmıştır.
Ama böyle olmaz. Yarasa her türlü cismi kusursuzca algılamaya devam eder. Çünkü yarasa, Doppler etkisini bilirmişcesine, hareketli cisimlere doğru yolladığı ses dalgalarını değiştirir. Örneğin kendisinden uzaklaşan sineğe en yüksek frekanslı ses dalgasını yollar ki, ses geri döndüğünde duyamayacağı kadar düşük bir frekansa inmesin.
Peki bu ayarlama nasıl gerçekleşir?
Yarasanın beyninde, sonar sistemini denetleyen iki farklı tipte nöron (sinir hücresi) bulunmaktadır; bunlardan biri yansıyan ultrasonu algılar, diğeri bazı kaslara komut vererek yarasanın çığlığını oluşturur. Bu iki nöron beyinde eş güdümlü çalışır; öyle ki yankının frekansı değişince, birinci nöron bunu algılar ve ikinci nöronu baskılayarak veya uyararak, çığlığın frekansının yankının frekansına uymasını sağlar. Sonuçta yarasanın çığlığı ortamın durumuna göre frekans değiştirir ve en verimli şekilde kullanılır.
Tüm bu sistemin evrim teorisinin "tesadüf" açıklamasına indirdiği darbeyi görmemek ise mümkün değildir. Yarasadaki sonar sistem son derece kompleks bir yapıdır ve asla rastgele mutasyonlarla açıklanamaz. Sistemin çalışabilmesi için, tüm ayrıntılarıyla kusursuz olarak var olması zorunludur. Yarasa hem yüksek frekanslarda ses yayacak yapıya, hem bu sesleri algılayıp analiz edecek organlara, hem de hareket değişikliklerine göre frekans ayarlaması yapan sisteme sahip olmalıdır ki, sahip olduğu sonar işe yarasın. Elbette ki tüm bunlar rastlantılarla açıklanamaz ve yarasanın kusursuz bir biçimde Allah tarafından yaratıldığını gösterir.
Bilimsel araştırmalar, yarasalardaki yaratılış mucizelerinin yeni örneklerini ortaya çıkarmaktadır. Ortaya çıkan her yeni mucizede de bilim dünyası bu olağanüstü sistemlerin nasıl çalıştığını çözmeye uğraşmaktadır. Örneğin geçtiğimiz yıllarda yarasalarla ilgili olarak yapılan yeni bir araştırma ortaya çok ilginç sonuçlar çıkardı:31 Mağarada yaşayan bir yarasa grubunu incelemek isteyen bilim adamları, grup üyelerinin bazılarına vericiler yerleştirdi. Gece olunca yarasalar dışarı çıkarak, gün doğana kadar dolaşıp besin ihtiyaçlarını giderlerdi. Bilim adamları ellerindeki alıcılarla saatler boyu süren bu yolculuğu izlediler. Yarasaların, zaman zaman, yaptıkları bu yolculuk nedeniyle mağaradan 50-70 km. kadar uzaklaştıkları tespit edildi. Ancak bilim adamlarını asıl şaşırtan şey, güneşin doğmasına yakın başlayan dönüş yolculuğu oldu. Yarasalar, dönüş yolculuklarını, bulundukları yerden doğrudan doğruya yuvaya uçuş yaparak gerçekleştirdi. Peki yarasalar mağaraya göre hangi yönde ve ne kadar uzakta olduklarını nasıl biliyorlardı?
1- Yarasaların mağalarından çıktan sonra farklı yönlerde uzun süre dolaştıkları, ancak geri gönüş yolculuklarında doğrudan mağara döndükleri belirlenmiştir. Bu yön tayinini nasıl yaptıkları halen araştırılmaktadır.
2- Yarasa Sürüsü
Nüfusu 50 milyonu bulan dünyanın en büyük yarasa sürüsü Amerika'da yaşar. Sürünün üyeleri olan "özgürkuyruk yarasaları" saatte 95 km hızla 3050 m yükseklikten uçar. Bu o kadar büyük bir sürüdür ki, uçak radarları tarafından tespit edilebilir.
Böyle bir uçuşta yön tayininin nasıl yapıldığına dair detaylı bilgiler henüz elde edilemedi. Bilim adamları, bu uçuşu yapan yarasaların işitme duyusunun böyle bir yolculukta çok fazla işlevi olamayacağını düşünüyorlar. Aynı bilim adamları, yarasaların kör olduklarını da hatırlatarak, kendilerini şaşırtacak kadar üstün olan yeni bir sistemle her an karşılaşabileceklerini belirtiyorlar. Kısacası bilim, yarasa adını verdiğimiz canlılarda yeni yaratılış mucizeleri bulmaya devam ediyor.
Boyları zaman zaman 2 metreye kadar uzanabilen elektrikli yılan balıkları Amazon bölgesinde yaşar. Bu balıklarda gövdenin üçte ikisini kaplayan ve sayıları 5000 ila 6000'i bulan organik elektrik plakaları vardır. Bunların oluşturduğu elektriğin gerilimi 500 volt, akım değeri ise 2 amperdir. Bu, televizyonunuzu çalıştırmak için kullandığınızdan çok daha güçlü bir elektrik yüküdür.
Elektrik üretebilme yeteneği, bu hayvana hem savunma hem de mükemmel bir saldırı aracı olarak verilmiştir. Balık, vücudunda ürettiği bu elektriği düşmanlarını şok edip öldürmekte kullanır. Balıktan kaynaklanan elektrik şoku 2 m uzaktaki büyük baş bir hayvanı bile öldürebilecek şiddettedir. Balığın elektrik üretme mekanizması saniyenin binde ikisi veya üçü kadar kısa bir sürede devreye girer.
Hayvanın bu denli büyük bir enerjiye sahip olması gerçekten büyük bir yaratılış mucizesidir. Sistem son derece komplekstir ve "aşama aşama" gelişmesi gibi bir ihtimal de söz konusu değildir. Çünkü balığın elektrik sistemi, tam olarak işlemediği sürece, ona hiçbir avantaj sağlamayacaktır. Bir başka deyişle bu sistemin her parçası aynı anda kusursuz bir şekilde yaratılmıştır.
Doğada yüksek elektrik yükleriyle silahlanmış olan balıkların yanı sıra, iki yada üç volt gibi çok düşük sinyaller yayan balıklar da vardır. Avlanma ya da savunmaya yaraması mümkün olmayan bu zayıf sinyaller acaba ne işe yarıyor olabilir?
Bu balıklar zayıf elektrik sinyallerinden bir duyu organı gibi faydalanır. Allah, balıkların vücudunda, sinyalleri yayınlayabilecek ve bunları algılayabilecek eşsiz bir duyum sistemi yaratmıştır.32
1- İletken olmayan nesne, 2- Elektrik organı, 3- İletken nesne, 4- Elektriksel görüntü.
Balık, yaydığı elektrik yükünü kuyruğunda yer alan özel bir organda üretir. Bu yük, hayvanın gövdesinin arka bölümüne dağılmış binlerce delikten sinyaller şeklinde yayılır. Bu sinyaller balığı çevreleyen suda anlık bir elektrik alanının oluşmasına neden olur. Balığın yakınındaki nesneler ise, bu alanın biçiminin bozulmasına neden olur. Balık bu bozulmaları hemen tiplerine göre yorumlayarak çevredeki nesnelerin büyüklüğü, iletkenliği ve hareketi hakkında bilgiler edinir. Balığın vücudunda, çevredeki elektrik alanının dağılımını bir radar gibi sürekli olarak denetleyen elektriksel alıcılar vardır.
Kısacası bu balıkların vücudunda etrafa sürekli olarak elektrik sinyalleri yayan, bir yandan da bu sinyallerin çarptığı cisimleri yorumlayan organik bir radar vardır. İnsanların kullandıkları radarların ne denli kompleks aygıtlar olduklarını düşündüğümüzde, balığın vücudundaki yaratılışın harikalığı da ortaya çıkar.
Elektrikli balıkların vücutlarında çeşitli tipte alıcılar vardır. 'Ampulümsü' denen alıcılar, diğer balıkların yüzücü kaslarının ve böcek larvalarının yayınladığı alçak frekanslı elektrik sinyallerini algılar. Bu tür alıcılar hayvanın, av ve avcılar hakkında bilgilenmesine yarar. Bu alıcıların duyarlılığı o kadar fazladır ki, yerin manyetik alanını bile algılar.
Ancak ampulümsü alıcılar, hayvanın kendi yayınladığı yüksek frekanslı sinyalleri algılayamaz. Bu görev 'yumrulu' denen özel alıcılar tarafından yerine getirilir. Bu alıcılar, balığın etrafa yaydığı elektrik sinyallerini algılayan ve bu sinyallere göre çevrenin bir tür haritasını çıkaran radar nitelikli alıcılardır.
Gnathonemus Petersi
Bu balıklar sahip oldukları sistem sayesinde, bir yandan hemcinslerine kolayca ulaşabilir, öte yandan da birbirlerini tehlikelere karşı haberdar edebilir. Bunun yanında türe, yaşa, büyüklüğe cinsiyete ilişkin bilgileri de alıp verebilir.
Her elektrikli balık türünün kendine özgü bir sinyali vardır. Hatta aynı türdeki balıkların sinyallerinde bile bazı farklılıklar gözlenebilir, ancak genel yapı aynıdır. Fakat bazı ayrıntılar her bireye özeldir. Bir dişi balık bir erkekle karşılaştığında sinyallerdeki bu farklılığı hemen algılar ve karşısındakinin cinsiyetini öğrenerek ona göre davranır.
Elektrik sinyalleri balıkların yaşlarıyla ilgili bilgileri de kapsar. Yumurtadan yeni çıkan bir elektrikli balığın sinyalleri yetişkinlerden çok farklıdır. Sinyaller doğumu izleyen on dördüncü güne dek bu 'çocuksu' biçimlerini korur, daha sonra ergin balığın normal sinyallerine dönüşür. Yeni doğmuş balıklara özgü olan bu sinyaller, balıkların çok karmaşık olan analık-babalık davranışlarının düzenlenmesinde önemli rol oynar. Baba, kaybolan yavrusunu sinyallerinden tanıyarak yuvaya geri getirebilir.
Balıklar, cinsiyet ve yaşla ilgili bilgilerin yanında, daha karmaşık olan başka bilgileri de yine elektriksel sinyallerle ulaştırabilir. Elektrikli balık türlerinin tümünde korkutma mesajları, frekansın birden bire artması ile verilir. Örneğin normal zamanlarda 10 hz.'lik, yani saniye başına 10 sinyal yayan Mormydaeler, bazen kısa bir süre içinde, yayma ritimlerini 100-120 hz.'e ulaşıncaya kadar hızlandırabilir. Hareketsiz bir Mormydae, yayınladığı korkutucu elektriksel sinyalleri ile düşmanına üzerine saldırmak üzere olduğunu anlatır. Bu davranış, saldırıya hazırlanan bir insanın yumruğunu sıkması gibidir. Bu korkutma sinyali çoğu zaman karşı tarafı caydıracak kadar etkilidir: Düşman, kısa bir süre için kendi sinyalini keserek baş eğdiğini gösterir. Aralarında kavga olduysa ve düşman yaralandıysa, yaralı yaklaşık 30 dakika elektriksel sessizliğe girecek, yani sinyal üretmeyi bırakacaktır. Yatışma davranışı gösteren veya kavgayı kesen balıklar, çoğu kez hareketsiz kalır. Bunun bir amacı, yerlerinin belirlenmesini zorlaştırmaktır. Diğer amaç ise, sinyal üretmeyip elektriksel olarak kör hale geldikleri için, etraftaki engellere çarpmamaktır.
Elektrikli bir balık, diğer bir balığı sinyalleriyle tespit ediyor.
Peki acaba bir elektrikli balık, kendisiyle aynı sinyalleri üreten bir başka balıkla yanyana gelirse ne olacaktır? Sinyaller birbiri ile karışacak ve balıkların radarı işe yaramaz hale mi gelecektir? Normalde olması gereken şey budur. Ama elektrikli balıklar bu karmaşıklığa karşı doğal bir savunma sistemiyle birlikte yaratılmıştır. Uzmanlar bu sisteme "Karmaşa Engelleme Tepkisi", kısaca JAR (Jamming Avoidance Response) adını vermektedirler. Bu sistem uyarınca, balık kendisine eşit bir sinyal frekansı olan başka bir balıkla karşılaşınca, kendi yayın frekansını hemen değiştirmektedir. Karmaşaya karşı önlem, karmaşa kaynağı olan balık henüz çok uzakta iken oluşmaya başlar; böylece sinyallerdeki karışıklık, hiçbir zaman yüksek bir düzeye ulaşamaz.
Tüm bu bilgiler, elektrikli balıkların olağanüstü derecede kompleks vücut sistemlerine sahip olduğunu göstermektedir. Bu sistemlerin kökeni ise asla evrimle açıklanamaz. Nitekim Darwin, Türlerin Kökeni adlı kitabının "Teorinin Zorlukları" başlıklı bölümünde bu canlılara değinmiş ve bunları teorisine göre açıklayamadığını kabul etmiştir.33 Darwin'den bu yana geçen zaman zarfında ise, elektrikli balıkların Darwin'in sandığından çok daha kompleks bir tasarıma sahip oldukları anlaşılmış bulunmaktadır.
Elektrik dalgası yayan balıklar, birbirleriyle bu dalgalar aracılığıyla iletişim kurar. Aynı türün üyeleri aynı tip dalgaları kullanır. Toplu halde yaşadıklarından, olası bir iletişim karmaşasına karşı tedbir olarak yaydıkları dalgaların frekansını değiştirir. Böylece, yapıları aynı olmasına karşın, küçük bir özelliği değişmiş olan dalgalar rahatlıkla birbirinden ayırt edilebilir.
Açıktır ki, elektrikli balıklar da tüm diğer canlılar gibi, Allah tarafından kusursuzca yaratılmıştır ve bizlere kendilerini yaratmış olan Allah'ın varlığını ve sonsuz ilmini göstermektedir.
Bir yunus, zifiri karanlıktaki suda kendinden 3 km uzakta yanyana duran iki ayrı metal parayı birbirinden ayırt edebilir. Görerek mi? Hayır, bunu gözleri ile yapmaz. Kafatasının altında bulunan mükemmel tasarlanmış sonar sistemi, ona bu gibi hassas saptamalar yapma imkanını tanır. Böylece cisimlerin şekli, büyüklüğü, hızı ve yapıları hakkında çok detaylı bilgiler edinebilir.
Bir yunusun bu sonar sistemi kullanmayı öğrenmesi zaman alabilir. Tecrübeli bir yunus için yolladığı birkaç "sinyal" sonuç almasına yeterken, gençlerin objeleri tanımlamak için yıllarca deneme yapmaları gerekebilir.
Yunuslar, insan kulağının algılayamayacağı yükseklikte (20.000 Hertz ve üstü) ses dalgaları yayar. Bu sesler, kafatasının ön kısmında yer alan ve "kavun" olarak adlandırılan bir bölgeden kaynaklanır. Hayvan kafasını hareket ettirerek dalgaları istediği tarafa doğru yönlendirebilir. Yayılan bu ses dalgaları, bir engelle karşılaştıkları anda yansıyarak yunusa geri döner. Hayvanın alt ağzı alıcı görevi yapmaktadır. Kendisine ulaşan sinyalleri iç kulağa ulaştırır. İç kulak da bunları beyne gönderir. Bu veriler beyinde analiz edilir ve yorumlanır.
Yunuslar sonarlarını sadece çevreleri hakkında bilgi edinmek için kullanmaz. Bazen 3-4 tane yunus bir balık sürüsünün etrafında yüzer. Bu esnada hepsi birden yüksek ses dalgaları yayar. Bu dalgalar balıkları sersemletecek kadar şiddetlidir. Yunusların bundan sonra yapacakları tek iş, sersemleyen balıkları rahatlıkla avlayıp yemektir. Yetişkin bir yunus, insan kulağının algılayamayacağı büyüklükte (20.000 Hertz ve üstü) ses dalgaları yayar. Bu dalgalar kafasının ön kısmı hizasında yer alan ve "kavun" olarak adlandırılan bir bölgeden kaynaklanır. Hayvan kafasını hareket ettirerek dalgaları istediği yöne doğru kanalize edebilir. Sonar dalgası bir engelle karşılaştığı zaman, hemen yansıyarak geri döner. Alt ağız, alıcı görevi yaparak yankıyı iç kulağa yollar. Alt ağız ile iç kulak arasındaki sinüs boşlukları ise, "lipit" adı verilen bir yağ bileşiği ile doludur. Bu yağ, alınan dalganın iç kulağa taşınması amacıyla oraya yerleştirilmiştir. İç kulak da verileri beyne gönderir. Bu veriler beyinde analiz edilir ve yorumlanır. Benzeri lipit yapıları balinalardaki sonarlarda da mevcuttur. Yansıyan dalgalar farklı lipitlerden geçerken farklı özellikler gösterir. Bu özellikler dönen dalgaların yorumlanmasında kilit rol alır. Lipitler yansıyan dalgaları kullanabilmek için doğru şekil ve sırada düzenlenmek zorundadır. Her bir lipit kendine özgüdür ve normal balina yağından farklıdır. Her lipit çok sayıda enzimin kullanıldığı karmaşık kimyasal işlemler sonucu oluşturulmaktadır. Yunusun bu sonar sisteminin evrim teorisinin iddia ettiği gibi adım adım ortaya çıkması mümkün değildir. Çünkü lipitler tam olarak oluşana ve doğru yere ve şekle gelene kadar, işe yaramaları mümkün değildir. Balığın sonar sisteminin çalışması için, alt ağzının, iç kulak sisteminin ve beyindeki analiz merkezinin de kusursuz olarak çalışması gerekmektedir. Sistem "indirgenemez kompleks" bir yapıya sahiptir ve bu da aşamalarla ortaya çıkmasını imkansız kılmaktadır. Dolayısıyla, bu sistemin kusursuz bir biçimde Allah tarafından yaratılmış olduğu açıktır.
Düşünürseniz, birçok defa bir tanıdıkla göz göze gelip merhabalaştığınızı hatırlarsınız. Peki sizin için bir iki saniyelik bir süreç olan bu olayın, oldukça uzun ve karmaşık bir hikayesi olduğunu biliyor muydunuz?
Bir akşamüstü deniz kıyısında iki adamın ayrı ayrı oturduklarını varsayın. İyi dost olmalarına rağmen henüz birbirlerini fark etmemişler. Adamlardan birisinin, henüz görmediği arkadaşına doğru yüzünü çevirmesi, bir biyokimyasal olaylar zincirini başlatır: Arkadaşının vücudundan yansıyan ışık, saniyede 10 trilyon foton (ışık parçacığı) geçecek şekilde gözbebeğine varır. Işık önce bu merceğin daha sonra da göz yuvalarını dolduran sıvının içinden geçer ve retinanın üzerine düşer. Retinanın üzerinde, "koni hücreler" ve "çubuk hücreler" olarak adlandırılan yaklaşık yüz milyon hücre vardır. Çubuklar aydınlık ve karanlığı ayırt edebilirken, koniler renkleri seçebilir.
İnsan gözü yaklaşık 40 ayrı parçanın uyum içinde çalışmasıyla işlev görür. Bu parçaların tek biri bile olmasa, göz hiçbir işe yaramaz. Örneğin sadece gözyaşı bezleri bile olmasa, göz kısa sürede kuruyup kör olacaktır. Basite indirgenmesi mümkün olmayan bu sistem, evrimin iddia ettiği "kademe kademe gelişim" modeliyle asla açıklanamaz. Bu ise gözün eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktığını göstermektedir. Yani göz, yaratılmıştır.
Dışarıdaki cisimlere göre, retinanın farklı noktalarına farklı ışık demetleri düşer. Örneğimizdeki kişinin arkadaşını gördüğü anı düşünelim. Arkadaşının yüzündeki bazı noktalar, örneğin kaşları koyu renklidir ve retinanın üzerindeki bazı hücrelere çok zayıf bir ışık düşmesine neden olur. Bu hücrelerin yanında bulunan diğer bir grup hücre ise, arkadaşının alnından gelen ışıkla muhatap olur, yani daha fazla ışık alır. Arkadaşının tüm yüz hatları, etraftaki diğer detaylar dahil, bu şekilde retinanın farklı hücre gruplarına farklı ışıklar düşürür.
Peki retinanın üzerine düşen bu ışıklar ne gibi bir etki oluşturur?
Bu sorunun cevabı gerçekten çok karmaşıktır ve anlaşılması da biraz zordur. Ama gözdeki olağanüstü tasarımı inceleyebilmek için, bu cevabı incelememiz yerinde olacaktır.
Gözdeki 40 temel parçadan biri olan kornea, gözün en önünde yer alan saydam bir tabakadır. Işığı pencere camı kadar kusursuz bir biçimde geçirir. Vücudun başka hiçbir yerinde benzeri olmayan bu dokunun, tam gereken yerde, yani gözün önünde bulunması, elbette bir tesadüf olamaz. Gözdeki önemli parçalardan biri de bu organımıza rengini veren iris tabakasıdır. Korneanın hemen arkasında yer alan iris, ortasındaki boşluğu genişletip daraltarak göze giren ışık miktarını ayarlar. Parlak bir ışıkta hemen daralır. Karanlıkta ise göze daha çok ışık alabilmek için genişler. Benzer bir ışık ayar sistemi kameralarda da kullanılır. Ama hiçbir kamera iris kadar başarılı değildir.
Fotonlar retinadaki hücrelere çarptıklarında, adeta birbiri ardına ustaca dizilmiş domino taşlarını harekete geçirir. Bu domino taşlarının ilki, "11-cis-retinal" ismi verilen ve fotonlardan etkilenen bir moleküldür. Kendisine foton isabet ettiği anda 11-cis-retinal molekülü şekil değiştirir. Bu şekil değişikliği, 11-cis-retinal'e bağlı olan "rodopsin" adlı proteinin de şeklini değiştirir. Rodopsin, bu sayede, daha önce hücre içinde yer alan ama şeklinin uyumsuzluğu nedeniyle etkileşim içine giremediği "transdusin" adlı bir başka proteinle birleşebilecek hale gelir.
Görmedeki ilk aşama. Işığın fotonları, küçük bir organik molekül olan 11-cis-retinalin şeklinde değişikliğe neden olur. Bu durum bağlı olduğu ve daha büyük bir protein olan rodopsinin şeklinde değişiklik yapar.
Transdusin, rodopsinle tepkimeye girmeden önce GDP isimli bir başka moleküle bağlıdır. Rodopsin'e bağlandığı anda, GDP'den ayrılır ve GTP isimli yeni bir moleküle bağlanır. Artık 2 protein (rodopsin ve transdusin) ve bir kimyasal molekül (GTP) birbirine bağlanmış durumdadır. Bu yeni yapının tümüne "GTP-transdusinrodopsin" ismi verilir.
Ancak daha işlem yeni başlamıştır. GTP-transdusinrodopsin adlı yeni birleşim, hücrenin içinde önceden beri var olan "fosfodiesteraz" adlı bir başka proteinle bağlanmaya uygun bir yapıdadır. Bu bağlanma zaman geçirilmeden hemen yapılır. Bu bağlanmanın sonucunda ise fosfodiesteraz proteini, yine daha önceden hücre içinde var olan cGMP isimli bir molekülü parçalama özelliği kazanır. Bu işlem bir kaç tane değil, milyonlarca protein tarafından gerçekleştirildiği için, hücrenin içindeki cGMP oranı hızla düşer.
Peki tüm bunların görmeyle ilgisi nedir? Bu sorunun cevabını bulmak için, bu ilginç kimyasal reaksiyon zincirinin son aşamasına bakalım. Hücrenin içindeki cGMP yoğunluğunun düşmesi, hücrenin içindeki "iyon kanalları"nı etkileyecektir. İyon kanalları dediğimiz şey, hücre içindeki sodyum iyonlarının sayısını düzenleyen proteinlerdir. Normalde cGMP molekülleri, hücreye dışarıdan sodyum iyonları taşımakta, bir başka molekül de fazla iyonları dışarı atmakta ve böylece denge sağlanmaktadır. Ancak cGMP moleküllerinin sayısı azalınca, hücredeki sodyum iyonlarının da sayısı azalır. Bu sayı azalması, hücre içinde elektriksel bir dengesizlik meydana getirir. Bu eletriksel dengesizlik, hücreye bağlı olan sinir hücrelerini etkiler ve bizim "elektrik uyarısı" dediğimiz şey oluşur. Sinirler bunları beyne aktarır ve orada da "görme" dediğimiz işlem yaşanır.
Kısacası tek bir foton, retinadaki hücrelerin tek birisine çarpmış ve birbirini izleyen zincirleme reaksiyonlar sayesinde hücrenin bir elektrik uyarısı üretmesini sağlamıştır. Bu uyarı, fotonon enerjisine göre değişir, böylece bizim "güçlü ışık", "zayıf ışık" dediğimiz kavramlar oluşur. İşin en ilginç yanlarından birisi, üstte anlattığımız tüm bu karmaşık reaksiyonların, saniyenin en fazla binde biri kadarlık kısa bir sürede olup bitmesidir. Daha da ilginç olan bir nokta, bu zincirleme reaksiyon tamamlandığı anda, hücre içindeki özel bazı proteinlerin, 11-cis-retinal, rodopsin, transdusin gibi unsurları tekrar eski hallerine döndürmüş olmasıdır. Göz, sürekli fotonların akını altındadır ve gözün duyarlı hücrelerindeki zincirleme reaksiyonlar, fotonların her birinin algılanmasını sağlar.34
Yukarıdaki şema görmenin biyokimyasını göstermektedir. RH: Rodopsin, Rhk: Rodopsin Kinaz, A: Arestin, GC: Guanilat Siklaz, T: Trandusin, PDE Fosfodiesteraz, ile sembolize edilmiştir.
Burada kısaca özetlediğimiz bu görme işleminin aslında çok daha kompleks detayları vardır. Ancak bu kabataslak özet bile, ne kadar muhteşem bir sistemle karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yeter. Gözün içinde öylesine kompleks, öylesine iyi hesaplanmış bir sistem vardır ki, gözün içindeki kimyasal reaksiyonlar, Guinness Rekorlar Kitabı'na geçmiş olan ünlü domino taşları gösterilerini hatırlatır. Bu gösterilerde onbinlerce domino taşı, bir sonrakini devirecek biçimde dizilmekte ve sonra da sadece ilk taşın düşürülmesiyle tüm sistem harekete geçmektedir. Domino taşlarından oluşan zincirin bazı noktalarına ilginç düzenekler kurulmakta, örneğin bir taşın düşmesi küçük bir vinci harekete geçirmekte, vinç, uzağa taşıdığı tek bir domino taşını tam gerekli noktaya koyup düşürerek yeni bir zincirleme düşüş başlatmaktadır.
Elbette böyle bir domino gösterisi izleyen bir insan, tüm bu taşların ve düzeneklerin, bulundukları yere, rüzgarla, selle ya da yer sarsıntısıyla "tesadüfen" geldiklerini düşünmez. Her taşın büyük bir dikkat ve bilinçle yerine yerleştirilirdiği açıktır. İnsan gözündeki zincirleme reaksiyon da, "tesadüf" kelimesini akla getirmenin bile saçma olduğunu gösterir. Sistem çok farklı parçaların çok hassas dengelerle bir araya gelmesiyle oluşmuştur ve açık bir "tasarım"ın göstergesidir. Göz, kusursuzca yaratılmıştır.
Ünlü biyokimyacı Michael Behe Darwin'in Kara Kutusu isimli kitabında gözün kimyası ve evrim teorisi hakkında şu yorumu yapmaktadır:
Görmenin kara kutusu artık açılmış durumdadır ve Darwin’in 19. yüzyılda yaptığı ve hala günümüz evrimcilerinin yapmaya devam ettiği gibi, tüm gözün sadece anatomik yapısını değerlendiren evrimci açıklamalar artık yeterli olmamaktadır. Darwin’in basit zannettiği anatomik aşamaların ve yapıların her biri, gerçekte sözlerle örtbas edilemeyecek, hayret verici derecede karmaşık biyokimyasal süreçleri kapsamaktadır.35
Buraya kadar anlattıklarımız, sadece sahildeki adamın, arkadaşından yansıyarak gözüne gelen fotonlarla ilk temasıdır. Retina hücreleri, az önce anlattığımız kompleks kimyasal işlemler sayesinde fotonları algılamış ve elektrik sinyalleri üretmiş olur. Bu sinyallerde öyle bir bilgi vardır ki, söz konusu arkadaşın yüzü, vücudu, kıyafeti, saçının rengi ya da yüzündeki küçücük bir iz bile işlenmiştir. Sadece bu kişinin değil, etraftaki her cismin en küçük detayı bile atlanmamış ve elektrik sinyallerine kodlanmıştır. Ama bir de bu sinyallerin beyne ulaştırılması gerekmektedir.
Retina moleküllerinin hareketiyle uyarılan sinir hücreleri (nöronlar), tepki gösterir. Bu tepki kimyasaldır; bir nöron harekete geçtiği anda yüzeyindeki protein molekülleri aniden şekillerini değiştirir. Bu hareket, pozitif elektrik yüküne sahip olan sodyum atomlarının akışını bloke eder. Elektrik yüklü atomların akışındaki bu değişiklik, hücrenin içinde bir voltaj farklılığına neden olur. Voltaj farklılığı, elektrik sinyali demektir. Bu sinyal, milimetre cinsinden ifade edilen bir mesafeyi kat ettikten sonra sinir hücresinin ucuna ulaşır. Ancak burada bir sorun vardır: İki sinir hücresi arasında bir boşluk bulunmaktadır ve elektrik sinyalinin bu boşluğu aşması için özel bir önlem gereklidir. Nitekim bu önlem alınmıştır: İki sinir hücresi arasında bulunan bazı özel serbest moleküller, sinyali taşıma işini üstlenir. Bir milimetrenin dört ile kırkta biri kadar bir mesafe kat ederek diğer nörona ulaşır ve mesajı tekrar iletir. Retinadan gelen elektrik uyarısı, bu sayede bir nörondan bir diğer nöron hücresine iletilerek ilerler ve beyne varır.
Burada, bu özel sinyaller görme korteksine gider. Bu görme korteksi 2.5 mm kalınlığında 13 m2 alanında üst üste binmiş doku tabakalarından oluşmuştur. Bu tabakaların bir tanesi yaklaşık 17 milyon nöronu içerir. Gelen sinyali ilk olarak 4. tabaka alır. Ön bir analiz yapar ve bilgiyi diğer tabakalardaki nöronlara ulaştırır. Her aşamada her bir nöron diğer bir nörondan sinyal alabilir.
Bu sayede dışardaki adamın görüntüsü, kusursuz bir biçimde beynin korteks merkezinde oluşur. Ancak bir de bu kişinin tanınabilmesi için, hafıza hücrelerinin yoklanması, bu kişinin yüzü ile hafızadaki bilgilerin karşılaştırılması gerekmektedir. Bu iş de başarı ile yapılır. En ufak bir detay bile atlanmaz. Hatta adamın yüzü, beyin korteksindeki görüntüde, hafızadaki yüz bilgisine göre biraz daha renksiz duruyorsa, kişi bu farkı hissedecek ve "arkadaşımın yüzü bugün acaba neden solgun" diye düşünecektir.
Böylece bir saniyeden çok daha kısa bir zaman dilimi içinde, "görme" ve "tanıma" gibi iki ayrı mucize gerçekleşmiş olur.
Yüzlerce milyon ışık parçacığıyla gelen bilgi, sahildeki adamın bilincine ulaşmış, işleme tutulmuş, bu arada hafıza taranmış ve kişi böylece arkadaşını tanımıştır.
Tanımanın ardından selamlaşma faslı gelecektir. Kişi, tanıdık insanlara karşı vermesi gereken tepkiyi, yine saniyenin binde biri kadarlık bir süre içinde hafıza hücrelerinden bulup çıkaracaktır. Örneğin gülümsemesi ve "merhaba" demesi gerektiğini belirleyecektir. Bunun üzerine, yüz kaslarını kontrol eden beyin hücreleri devreye girecek ve bu kaslara bizim "gülümseme" olarak bildiğimiz hareketi yapmaları için emir verecektir. Bu emir yine nöronlarla aktarılacak ve kaslarda yine son derece kompleks işlemler başlayacaktır.
Aynı anda bir dizi emir de boğazdaki ses tellerine, dile ve çene kaslarına gidecek ve "merhaba" sesinin çıkarılması için gerekli kas hareketlerini başlatacaktır. Bu ses çıktığı anda, hava molekülleri bir araya toplanıp uzaklaşmaya ve kendisine selam yollanan arkadaşın kulağına doğru gitmeye başlar. Bu ses dalgaları kulak kepçesi tarafından toplanır. Ses, yolculuğu sırasında saniyenin ellide birinde 6 m yol kat eder.
Kulak kepçesi, sesi toplayacak şekilde tasarlanmıştır. Kepçe tarafından odaklanan ses, kulak kanalına aktarılır. Kulak kanalının iç kısmı, kulağı dışardan gelen kirlere karşı korumak üzere bazı salgılar çıkaran hücrelerle ve tüylerle kaplanmıştır. Kanalın sonunda, orta kulağın ağzına yerleştirilmiş olan kulak zarı vardır. Zarın arkasındaki orta kulak boşluğunda, çekiç, örs ve üzengi adlı üç küçük kemik bulunur. Burnun arka kısmına bağlı olan östaki borusu ise, orta kulaktaki hava basıncını dengelemektedir. Orta kulağın bittiği yerde, çok hassas bir duyma mekanizmasına sahip olan sıvı dolu "salyangoz" bulunur.
Adamın iki kulağının içinde titreşen hava, hızla orta kulağa kadar olan mesafeyi kat eder. 7.6 mm çapında olan kulak zarı titremeye başlar. Bu titreme hareketi üç küçük kemiğe iletilir. Ses titreşimleri böylece mekanik titreşimlere dönüşür. Daha sonra ise bu kemiklerdeki titreşimler iç kulağa iletilir ve buradaki salyangoza benzeyen koklea isimli yapının içinde bulunan özel sıvıyı hareketlendirir.
O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz.
(Mü'minun Suresi,78)
Kulak o denli kompleks bir tasarım harikasıdır ki, evrim teorisinin canlılığın varoluşuna getirmeye çalıştığı "tesadüf" açıklamasını tek başına geçersiz kılar. Kulaktaki duyma işlemi, tümüyle indirgenemez kompleks bir sistem sayesinde mümkün olur. Önce havadaki ses dalgaları kulak kepçesi (1) tarafından toplanır. Sonra kulak zarına (2) çarpar. Zar, orta kulak kemiklerini(3) titreştirir. Ses titreşimleri böylece mekanik titreşimlere dönüşür. Titreşimler, iç kulaktaki "vestibüler pencere" denen kısma (4) geçer ve kulak salyangozunun (5) içindeki sıvıyı titreştirir. Bu sıvının titreşimleri, sinirsel uyarılara dönüşerek işitme yolları (6) ile beyne gidecektir.
Ancak kulak salyangozu içinde çok kompleks bir mekanizma vardır. Salyangoz (ortadaki büyütülmüş resim) spiral biçimindeki bazı özel kanallara sahiptir (7). Sıvı bu kanalların içindedir. Kanalların içindeki ayrı bir bölmede (8) ise, "corti organı" (9) bulunmaktadır. (En sağdaki şekilde, corti organı büyütülmüş olarak görülüyor) Corti organının yüzeyindeki hücrelerin (10), "tüycük" adı verilen antenleri vardır (12). Salyangoz içindeki sıvının titreşimleri, corti organının yüzeyindeki zar (11) tarafından bu tüycüklere aktarılır. Kulağa gelen sesin frekansına göre, tüycükler farklı şekilde titreşir. İşte bizim duyduğumuz sesleri birbirinden ayırt etmemiz, bu sayede mümkün olur.
Ses titreşimlerini tüycükler (10) sayesinde algılayan hücreler (13) bunları elektriksel uyarılara dönüştürür ve sinirlere aktarır. Bu sinirler (14), şakak kemiğinden çıkarak pons ile omurlik soğanı arasından beyine girer (15). Bundan sonra beyindeki işitme yolu şöyle gider: Dördüz yumrular (16), iç geniculate cisim (17) ve şakak lobu kabuğundaki işitme merkezleri (18).
Beynin içindeki mavi çizgi, yüksek frekansların, kırmızı ise düşük frekansların yolunu göstermektedir. Her iki kulağımızdaki salyangoz da, hem sağ, hem sol beyin yarım küresine sinyal yollar.36
Görüldüğü gibi duymamızı sağlayan sistem, en küçük ayrıntısına kadar ince ince tasarlanmış farklı yapılardan oluşmaktadır. Bu sistem hiçbir şekilde "aşama aşama" oluşamaz, çünkü en küçük bir detay bile eksik olsa, tüm sistem işe yaramaz hale gelecektir. Açıktır ki, kulak, kusursuzca yaratılmıştır.
Koklea'nın içerisinde farklı ses tonları birbirinden ayrıştırılır. Kokleanın içinde, tıpkı bir müzik aleti olan harpteki teller gibi, değişik kalınlıklarda ince teller uzanmaktadır. Adamın arkadaşının sesi şimdi bu telleri adeta çalmaktadır. "Merhaba" sesi, başlangıçta düşük perdeden başlamış sona doğru yükselmiştir. Önce kalın teller titreşir sonra bunu inceleri takip eder. Sonunda iç kulaktaki on binlerce çubuk şekilli cisimcik, kendi titreşmelerini işitme sinirlerine aktarır.
Orta kulaktaki üç kemik, kulak zarı ile iç kulağın duvarı arasında bir bağlantı görevi yapmaktadır. Birbirine mafsallarla bağlı olan bu kemikler, kulak zarının titreşimlerini daha da güçlendiren birer mekanik kaldıraç gibidir. Güçlendirilen titreşimler iç kulağa aktarılır. Üzengi kemiğinin oval pencerenin zarına vurmasıyla oluşan basınç dalgası, salyangoz içindeki sıvıda dolaşır. Sıvı tarafından uyarılan algılayıcılar, "duyma" işlemini başlatacaktır.
Artık "merhaba" sesi sadece bir elektrik sinyalidir. Bu sinyal, işitme sinirleri içinde beyne doğru hızla ilerler. Sinirlerdeki bu yolculuk, sinyaller beyindeki duyma merkezine ulaşıncaya kadar devam eder. En sonunda adamın beynindeki trilyonlarca nöronun büyük bir kısmı, elde edilen görme ve işitme bilgilerini değerlendirmekle meşguldür. Adam arkadaşını algılamış ve onun merhabasını almıştır. Şimdi duyduğu merhabaya cevap verecektir. Yüzlerce kasın, saniyenin çok minik bölümlerinde mükemmel bir eş güdümle çalışması sonucu ortaya çıkan konuşma eylemi gerçekleşecektir: Beyinde cevap vermek üzere tasarlanan düşünce, önce konuşulan dile göre formüle edilir. Beyindeki Broca Bölgesi denen ve beynin konuşma merkezlerini içeren bölge, harekette rol alacak tüm kaslara gerekli emirleri gönderir.
İlk önce, akciğer "sıcak hava" sağlar. Sıcak hava, konuşmanın ham maddesidir. Bu mekanizmanın ilk evresi, atmosferdeki oksijen yüklü havanın içeri çekilmesidir. Hava adamın burnundan girer, burun boşluğu, boğaz, nefes borusundan bronş tüplerine, oradan da akciğerlere geçer. Havadaki oksijen akciğerlerde kana karışır. Kanın artık maddesi olan karbondioksit de dışarı verilir. Artık hava ciğerlerden çıkarak dışarı çıkmaya hazırdır.
Konuşabilmek için, yalnızca ses telleri, burun, ciğerler ve hava yolları değil, onların bağlı olduğu kas sistemleri de uyum içinde çalışır. Konuşma sırasında çıkan sesler, gırtlaktaki ses tellerinin hava geçişi sırasında titreşmesiyle oluşur.
Ciğerlerden geri dönen hava, boğazdan geçerken, ses telleri denen iki doku kıvrımı arasından geçer. Bu teller, bir tür perdeye benzer. Bağlı oldukları küçük kıkırdakların etkisine göre hareket eder. Adam konuşmadan önce teller açık vaziyettedir. Konuşma sırasında bir araya getirilir ve soluk verirken çıkan hava ile titreştirilir. Bu sesin perdesini de belirler. Teller gerildikçe perde yükselir.
Hava ses tellerinden geçmek suretiyle seslendirilmiştir. Seslendirilmiş hava, boğazın kontrolü altında burun ve ağız aracılığıyla yüzeye ulaştırılır. Adamın ağız ve burun yapısı, sesinin kendine özgü bireysel niteliklerini verir. Dil damağa belirli miktarda yaklaşıp uzaklaşmakta, dudaklar da büzülüp yayılmaktadır. Bu işlemlerde birçok kas, büyük bir hızla hareket eder.37
Adamın arkadaşı, duyduğu sesi, hafızasındaki eski ses kayıtları ile anında karşılaştırır. Bu karşılaştırma sayesinde sesin "tanıdık" bir ses olduğunu hemen anlar. Artık iki taraf da birbirini tanımış ve merhabalaşmıştır.
Tüm bu anlattıklarımız, yalnızca iki arkadaşın birbirlerini görüp karşılıklı selam verebilmeleri için gerçekleşmiştir. Tüm bu olağanüstü işlemler, akıl almaz bir hız içinde ve kusursuzca gerçekleşir. Bizim ise bunlardan haberimiz bile olmaz. Sanki çok kolay ve basit bir iş yaparmışcasına, görür, duyar ve konuşuruz. Oysa bunların gerçekleşmesi için kurulmuş olan sistemler ve gerçekleşen işlemler, hayal bile edemeyeceğimiz kadar komplekstir.
Ses telleri, iskelet kaslarına bağlı bulunan esnek kıkırdak şeritlerinden oluşur. Kaslar durgun halde iken teller açıktır (Solda). Konuşma sırasında ses telleri kapanır. Teller gerildikçe ses perdesi de yükselir (altta).
Bu kompleks sistem, evrim teorisinin asla açıklayamadığı eşsiz tasarımlarla doludur. Görmenin, işitmenin, akıl yürütmenin nasıl ortaya çıktığı, asla evrimin "tesadüf" inancıyla açıklanamaz. Aksine, tüm bunların çok üstün bir Yaratıcı tarafından kusursuzca yaratıldığı ve bize verildiği açıktır. İnsan, kendi görmesini, duymasını ya da düşünmesini sağlayan sistemlerin nasıl çalıştığını bile tam olarak kavramaktan acizken, bu sistemleri yoktan yaratmış olan Allah'ın sonsuz aklı ve gücü aşikardır.
Ses tellerinin çalışması hızlı fotoğraf tekniğiyle görüntülenmiştir. Üstte görülen tüm farklı pozisyonlar, ses tellerinin saniyenin onda biri kadarlık süre içinde gösterdiği farklı hareketlerdir. Konuşmamız, ses tellerindeki bu kusursuz tasarım sayesinde mümkün olmaktadır.
Allah Kuran'da insanı bu gerçek üzerinde düşünmeye ve buna karşılık şükredici olmaya davet etmektedir:
Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78)
Bir başka ayette ise şöyle buyrulur:
O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Müminun Suresi, 78)
29. J. A. Summer, Maria Torres, Scientific Researchs about Bats, Boston: National Academic Press, Eylül 1996, s. 192-195.
30. Donald Griffin, Animal Engineering, San Francisco: The Rockefeller University - W.H. Freeman Com., s. 72-75.
31. J. A. Summer, Maria Torres, Scientific Researchs about Bats, Boston: National Academic Press, Eylül 1996, s. 192-195.
32. Bu sistemin detayları için bkz: W. M. Westby, "Elektrikli Balıkların Haberleşmesi", Bilim ve Teknik, Şubat 1985, s 3-6.
33. Charles Darwin, Türlerin Kökeni, Ankara: Onur Yayınları, 1996, s.206
34. Michael Behe, Darwin Black Box, New York: Free Press, 1996, s. 18-21.
35. Michael Behe, Darwin Black Box, New York: Free Press, 1996, s. 22.
36. Jean Michael Bader, "Le gené de L’Oreille Absolue", Science et Vie, sayı 885, Haziran 1991, s. 50-51.
37. Marshall Cavendish, The Illustrated Encyclopedia of The Human Body, London: Marshall Cavendish Books Limited, 1984, s.95-97.
38. Fred Bavendam, "Chameloon of The Reef", National Geographic, s.100.