Cahiliyenin Sunduğu Karanlık Yaşam Tarzı

Zaman kavramının artık önemini yitirdiği, sonsuzluğun başladığı, asla tükenmeyen ikramlarla dolu kusursuz bir cennet hayatı mı, yoksa ilk on senesi çocukluğun şuursuzluğuyla, son on senesi de yaşlılığın yorgunluğuyla geçen üç-beş on senelik, eksik ve kusurlarla dolu bir dünya hayatı mı?

Kuşkusuz ki aklını kullanan her insan, "kusursuz ve sonsuz olan cennet hayatını" seçer; acizliklerden asla kurtulamayacağı birkaç on sene için de bundan asla vazgeçmez. Ancak, göz açıp kapayıncaya kadar geçip biten dünya hayatının sahte büyüsüne kapılan ve ahireti tamamen unutan insanlar da vardır.

Kendilerince menfaat elde edebilmek için dünyaya aldanan bu insanlar, bir süre sonra yaptıkları seçimin hiç de karlı olmadığını anlamaya başlarlar. Yaşadıkları sürece, her ne yaparlarsa yapsınlar, her nereye giderlerse gitsinler, sıkıntı ve zorluklardan bir türlü "yakalarını kurtaramazlar". Yaptıkları seçimin yanlışlığını kesin olarak anladıklarında ise, artık iş işten geçmiş ve ölüm kapılarına dayanmış olur.

Sadece bir tabak yemek, bir yatak ve başlarını sokacakları alelade bir barınak için sahiplendikleri dünya hayatı, onlara ellerinde kalan 30-40 senenin de hiçbir lezzet vermediği bir ortam sunar. Kuran'da, insanların göz göre göre bu denli aleyhlerine işleyen bir sistemi tercih etmelerinin "akıllarını kullanmamalarından" kaynaklandığı bildirilir.

Peki insanların büyük kısmı için dünyada sürekli huzursuzluk ve sıkıntı kaynağı olan, ahirette ise onları sonsuz azaba uğratan yaşam tarzının özellikleri nelerdir? Cahiliye toplumunun insanları nasıl bir hayat sürerler?

İlerleyen sayfalarda cahiliye insanlarının yaşadıkları ortam genel olarak ele alınacaktır. Böylelikle sahip oldukları ilkel mantık ortaya çıkacak ve yapılan seçimin aslında kişiye, hem kısa hem de uzun vadede kayıptan başka bir şey kazandırmadığı bir kez daha görülecektir.

Ancak konuya geçmeden şunu hatırlamakta fayda vardır: Burada anlatılan yaşam tarzı cahiliye toplumlarının genel anlayışını ifade eder. Cahiliye bireylerinin tümünün tek tek burada anlatılan herşeyi yaşadıklarını söyleyemeyiz. İlerleyen sayfalarda anlatılan ortamların dışında yaşayan insanlar da olabilir. Fakat burada vurgulanmak istenen esas konu genel mantığın "ilkelliği"dir. Bu "ilkel anlayış" kimi insanın ahlaki değerlere yaklaşımında, kiminin çıkarcılığında, kiminin yaşam tarzında, kiminin ise burada hiç değinmediğimiz başka özelliklerinde görülebilir. Önemli olan Allah'ı ve hesap gününü unutarak hayat süren insanların, dünyada bu ilkelliği bir yönüyle mutlaka yaşıyor olmalarıdır.

Monoton Bir Hayat

Cahiliye sistemini kabul etmiş olan ve bundan vazgeçmeyen insanlar isteseler de istemeseler de hayatın her aşamasında monotonluğun içine girerler. Ancak bundan kurtulmanın yolunu da bir türlü bulamaz ve sonunda, kendilerince bunun “hayatın katlanılması gereken bir gerçeği” olduğuna karar vererek, bu batıl sisteme boyun eğerler. Söz konusu kişilerin bu aşamadan sonra yapabildikleri tek şey ise, "ömür tüketmek", diğer bir deyişle "ölümü beklemek"tir.

Sabah uyandıkları andan itibaren her günkü tekdüzeliğe bir kez daha dönerler. Yine erkenden işe gidecek, gün boyu aynı insanların yüzünü görecek ve yine her günkü klasik konuşmaları duyacaklardır. Akşam aynı arabaya binecek, senelerdir her gün geçtikleri yollardan bir kere daha geçecek ve yine aynı saatte evlerine ulaşacaklardır. Aynı masada, aynı insanlarla yine aynı sohbeti yapacak, günün nasıl geçtiğini kalıplaşmış birkaç cümleyle anlatacak ve televizyondaki aynı dizilere bir parça göz attıktan sonra bir sonraki günün monotonluğunu karşılamak üzere yatmaya gideceklerdir.

Bunun hep böyle sürüp gideceğini bilmek ise, herşeyi olduğundan daha sıkıcı ve çekilmez görmelerine neden olur. Söz gelimi yıllar önce çok severek ve beğenerek aldıkları evleri, artık tahammül edilemez, sıkıcı bir hal almıştır. Ama çok istisna bir fırsat çıkmadığı sürece, o evin içinde yaşamlarını sürdürmek zorundadırlar. Aynı şekilde monotonluğun etkisiyle tüm çekiciliğini yitirmiş olan evin her bir eşyası, onlara sadece hayatın tekdüzeliğini hatırlatır olmuştur. Çevrelerindeki insanlar da aynı şekilde sıradan gelmeye başlamış ve tüm özelliklerini yitirmişlerdir. Eskiden her an heyecan ve mutluluk veren aileleri ve dostları artık sadece alışkanlık nedeniyle aranır olmuşlardır.

Hayat tarzlarındaki bu monotonluğun önemli bir sebebi, son derece küçük hedeflere sahip olmalarıdır. Dünya hırsına en çok kapılan insanın bile, hayattan beklentileri birkaç satıra sığacak kadar kısıtlı ve küçük bir dünyanın ürünüdür: İyi bir okul bitirmek, çok para kazandıracak bir meslek edinmek, iyi bir evlilik yapmak, sağlıklı çocuklar doğurmak, onları en iyi şekilde okutmak ve büyütmek, böylece yaşlılıkta kendilerine bakabilecek bir yatırım yaparak ölümü beklemek…

Oysa insanın asıl ve en büyük hedefi, Allah'a gereği gibi kulluk etmek ve hayatı boyunca O'nun hoşnutluğunu kazanmayı kendisine amaç edinmek olmalıdır. Böyle bir insanın hayatı hiçbir zaman monoton ya da tekdüze olmaz. Her an yoğun bir şevk ve heyecan içerisindedir. Dünyada kısa bir süre kalacaktır ama burada yaptığı güzel davranışların karşılığını ahirette ebedi bir mutluluk yurdu olan cennete girerek alacaktır. Bu nedenle dünyada değil "vakit öldürmek" aksine, "vakit kazanmak" ve 60-70 senelik ömrünü sonsuz hayatına en çok fayda sağlayacak biçimde değerlendirme çabasında olacaktır.

Bunun yanında Kuran'a göre hareket eden insanların günlük hayatları da hiçbir zaman monoton olmaz. Çünkü mümin her zaman aklıyla hareket eder. Bu nedenle de her an yenilikçi bir karakter sergiler. Ne kendisinin, ne çevresinin, ne de faaliyetlerinin monotonlaşmasına izin vermez. En zor ve kısıtlı imkanlarda dahi aklını kullanarak, her zaman eskisinden daha da olumlu ve iyiye götüren değişiklikler, atılımlar yapar. En yorgun olduğu anlarda veya yaşça ileri olduğu dönemde bile şevk, heyecan ve üretkenliğinden en ufak bir şey kaybetmez. Yaptığı seçim yaşamını güzelleştirirken kendisine cennet hayatını da kazandırır ki, Allah Kuran'da, inananların bu kazancını şöyle bildirir:

Derler ki: "Bizden hüznü giderip yok eden Allah'a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul edendir. Ki O, bizi Kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz." (Fatır Suresi, 34-35)

Sonuç bu kadar kazançlıyken, cahiliye toplumunun monotonluk içerisinde yaşamayı kabul etmesi ve bundan kurtulmak için çaba harcamamasının sebebi ise ayetlerde şöyle bildirilir:

... Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir. Kendilerinden önce yakın geçmişte olanların durumu gibi; onlar, yaptıklarının sonucunu tatmışlardır. Onlara acı bir azap vardır. (Haşr Suresi, 14-15)

Sıkıntılı Ortamlar

Cahiliye toplumlarında insanlar tevekkülsüzlüğün getirdiği büyük sıkıntı içerisinde yaşam sürerler. Allah'a inanmamakla ya da Allah'ın hükümlerine uymamakla sorumluluklarından uzaklaşacaklarını ve böylece başıboş bir yaşam süreceklerini zannederler. Fakat her ne kadar bu sistemi savunsalar ve böyle bir ortamda daha rahat olacaklarını ileri sürseler de, aslında bundan hoşnut olmazlar. Çünkü çevrelerindeki insanların da asıl hedefleri yalnızca dünyayı yaşamaktır. Onlar da kendileri gibi bu konuda oldukça bencil ve hırslıdırlar. Bu nedenle, çevrelerindeki insanlarla gerçek samimiyeti, dostluğu ve huzurlu bir arkadaşlığı yaşayamazlar. Ayrıca herkesin kendi cahilce kurallarına göre yaşadığı, Allah korkusunun, dolayısıyla güven ortamının olmadığı bir hayat sürmek insanlara sıkıntı verir. Sadece kendilerince dünyadan zevk almak amacıyla dinsizliği tercih etmişlerdir. Fakat bu seçimleri onların çok daha sıkıntılı ve huzursuz olmalarına sebep olur. Günümüzde birçok insanın 'stres' denilen rahatsızlıkla mücadele ettiğini bilmekteyiz. İşte bu durum aslında dünyaya karşı duyulan hırsın bir karşılığıdır.

Bu sıkıntının asıl kaynağı Allah'a güvenip dayanmamanın getirdiği tevekkülsüzlüktür. Allah'ın sonsuz gücünü, insanlar ve olaylar üzerindeki kontrolünü kavrayamayan kişiler sürekli korku ve tedirginlik içinde yaşarlar. Kaderlerinin sonsuz akıl sahibi Allah'ın takdirinde olduğunu unutur, herşeyle kendilerinin başa çıkmaları gerektiğini zannederler. Bu çarpık mantığa göre her an başlarına bir şey gelme ihtimali vardır ve kendilerini koruyacak bir güce de sahip değildirler.

Olaylara sürekli korku dolu ve negatif bir bakış açısıyla yaklaşırlar. Sakin bir ruh halinde çok rahat akıl yürütebilecekleri konularda, stresin zihinlerinde oluşturduğu pus nedeniyle çözümsüz ve çaresiz kalırlar. Sürekli mutsuzdurlar; karşılarına çıkan küçük büyük her olaydan kolaylıkla gerilime düşebilirler. Özellikle de aksilik olarak nitelendirdikleri durumlar, onlar için stresin vazgeçilmez malzemeleridir.

Ancak bu insanların en önemli özelliği, olaylar henüz gerçekleşmeden "Ya böyle olursa?" ya da "Nasıl sonuçlanacak acaba?" gibi kuruntularla kendilerini gerilime sokuyor olmalarıdır. Sabah kalktıkları andan itibaren bu endişeleri birer birer kafalarından geçirir ve olası aksilikleri, henüz gerçekleşmeden düşünerek hayali senaryolar üretmeye başlarlar. Söz gelimi, çok önemli bir toplantıya yetişecek olan bir işadamı, en az bir hafta öncesinden ya bir aksilik çıkar da hastalanırsa veya geç kalıp o toplantıya katılamazsa neler olur, neler kaybeder, kaybettiklerini telafi etmek için ne zorluklarla muhatap olmak zorunda kalır gibi, tamamıyla asılsız ve boş kuruntularla kendisini meşgul eder. Bu meşguliyet sadece tek bir konuya da mahsus değildir. Sağlıkları, maddi durumları, aile, iş ve arkadaş ilişkileri, komşuları, ülke siyaseti, sosyal ve ekonomik durum ve bunlar gibi daha binlerce sıkıntı yaratacak konu vardır onlar için. Ayrıca sadece kendi kuruntularıyla meşgul olmakla kalmaz, eşlerinin, çocuklarının, arkadaşlarının, komşularının hayali sorunlarını da kendilerine dert edinir ve bunları düşünerek gerginliklerini daha da artırırlar.

Kuran'a tabi olan müminler ise rahatlığı, neşeyi, huzuru yaşarlar. Allah'ın varlığına ve gücüne duydukları güvenden dolayı hiçbir zaman sıkıntı içine girmezler. Karşılaştıkları her olayı akıl ve vicdan kullanarak halletmeye çalışırlar. Her olayı, her insanı ve her canlıyı Allah'ın en hayırlı şekilde yarattığını bildikleri için canlılıklarından, neşelerinden hiçbir şey kaybetmezler. Bir olay görünüşte olumsuz gibi görünse de bundan yese düşmezler, ümitsizliğe kapılmazlar. Bir müminin içinde bulunduğu durum, karşısındaki kişinin ahlakı, karşılaştığı olaylar nasıl olursa olsun, Allah'a olan güvenini kaybetmez ve bozuk ahlak özellikleri göstermez.

İnananlar Allah'ın karşısında aciz varlıklar olduklarını ve bu nedenle hataları olabileceğinin farkındadırlar. Müminler hataları ya da kusurları olduğu zaman da güven ve rahatlık ile eksikliklerini telafi etmenin yollarını ararlar. İmanlarından kaynaklanan bu tavır neticesinde de stres ve gerginliğin neden olduğu maddi manevi tüm zararlardan uzak kalmış olurlar.

Yukarıda tarif ettiğimiz bu tevekküllü ruh hali, Müslümanların tüm yaşamlarına hakimdir. Karşılaştıkları her zorlukta tek yardımcılarının Rabbimiz olduğunu bilirler. Allah'a olan güvenlerinde ve teslimiyetlerinde bir eksilme olmaz. Çünkü tüm canlıları yaratan Rabbimiz insanlar için en hayırlısının ne olduğunu en iyi bilendir. Kuran da bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

"… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, 216)

Buna karşılık cahiliyenin batıl sistemini benimseyen insanların maddi manevi pek çok zararlara uğradıkları görülür. Bozuk mantıklarının bir ürünü olan stres, onları hem ruhen hem de bedenen yıpratır. Bu gerilime dünyadan daha fazla yararlanmak için düşmüşlerdir; ama dünyadan hiçbir şekilde zevk alamadıkları gibi, bir de sonsuz ahiret hayatlarını kaybetmişlerdir. Oysa dünyadaki vakitlerini Allah rızası için hayır ve güzellik uğrunda değerlendirmiş olsalar, hem dünyayı hem de ahireti kazanacaklardır:

Hiç şüphesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır… (Tevbe Suresi, 111 )

... Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111)

İnsanları Zenginlik, Makam Ve Güzelliklerine Göre Değerlendirmeleri

Zenginlik, cahiliye toplumlarında en itibar gören değerlerden biridir. Bu toplumun insanları, kim daha zenginse, ona daha çok saygı duyarlar.

Cahiliye toplumunun üyeleri çevrelerindeki insanları, ahlak yapılarına, dürüstlüklerine, güvenilirliklerine, tevazularına ve şahsiyetlerine göre değil, sahip oldukları paranın çokluğuna göre değerlendirirler. Çünkü bu ahlaki değerlerin, söz konusu toplumdaki insanların büyük bölümü için neredeyse hiçbir önemi yoktur. Onların kendilerince adeta ilahlaştırdıkları kavram "para"dır ve herşey buna göre değerlendirilir. İşte bu çarpık anlayıştan dolayı, söz konusu toplumda "herkesin ve herşeyin bir fiyatı vardır". Nitekim "paranın açmayacağı kapı yoktur" sözü bu toplumlarda en geçerli anlayışlardan biridir.

Bu "sözde" üstünlük sebebiyle cahiliye toplumunda "elit" olarak isimlendirilen kesime karşı garip bir hayranlık duyulur. Zengin kesimin, tavırları ve ahlaki yapıları ne kadar kötü olursa olsun, hatta yaptıkları her türlü sapkınlık, "moda" olarak kabul edilir. Bu batıl felsefeye göre de toplumda ahlaki yönden en alt seviyede olan kişi şayet zengin olursa, cahiliye toplumunun en üst seviyesine yerleştirilir.

Zenginlik kadar önem taşıyan diğer kriterler de makam-mevki ve fiziksel güzelliktir. Güzel olan insanlara ve iyi bir mevkiye sahip olan kişilere karşı sebepsiz bir saygı duyulur. Çoğu zaman bu kişilerin kim olduğu, nasıl bir karaktere sahip olduğu dahi bilinmeden, üstünlükleri kabul edilir. Özellikle de kendilerini fiziksel anlamda beğenmeyen veya belirli bir makama sahip olmayan kişiler, söz konusu değerlerin üstünlük için yeterli birer ölçü olduğuna kesin olarak inanırlar.

İşte cahiliye toplumu, sayılan bu özellikler doğrultusunda işleyen çarpık bir sisteme sahiptir. Neredeyse tüm bireyleri bu değerleri daha çocukluk yıllarında öğrenir ve kabul eder. Bu batıl sistemi kabul eden herkes toplum içerisinde dahil olduğu sınıfı ve bunun getirdiği güç ve itibar seviyesini bilir. Örneğin onların batıl yargılarına göre, zengin fakirden, tahsilli olan cahilden, makam sahibi sıradan insanlardan, güzel çirkinden mutlaka üstün ve avantajlıdır. Bu yüzden de altta olan üstte olana karşı tuhaf bir eziklik, özenti ve kıskançlık hissi besler. Bu da söz konusu insanları, anlamsız bir yarış ve rekabet içine sokar. Yeryüzünde var oluş amaçlarını hiç düşünmezken, tüm dikkatlerini bu sonuçsuz itibar savaşında bir yer edinmeye verirler.

Anlamsız kriterlere dayanan bu telkin sonucunda kişi kendisinde, daha alt seviyedekiler üzerinde baskı uygulama hakkı da bulur. Örneğin usta kalfayı ezerken kalfa da çırağı ezer. Ya da ev sahibi kiracıyı, kiracı kapıcıyı, kapıcı karısını, karısı da çocuğunu aynı batıl sisteme dahil eder. Kendilerince böyle bir üstünlük sırası belirlemişlerdir. Ve herkes kendi yetki ve haklarının sınırlarını bilir.

Elbette bunların tümü son derece hatalı mantıklardır. Cahiliye insanları önce Allah'ın emrettiği ahlak dışında bir sistem kurar, ardından da belirledikleri batıl sistemin kuralları yüzünden azap dolu bir hayat yaşarlar. Tüm bunlar ilkel bir düşünce sisteminin ürünüdür. Oysa gerçek üstünlük, mal, mülk, şöhret, güç ya da itibar gibi kavramlara değil, insanların Allah'a olan imanlarına, takvalarına ve güzel ahlaklarına bağlıdır. Bunun dışında bir insanın ne derisinin rengi, ne boyu, ne kilosu, ne güzelliği, ne de maddi durumu Allah Katında bir önem taşımaz. Bunların tümü, insanlar kefene sarılıp toprağın altına gömüldüğünde önemini yitirecek olan gelip geçici değerlerdir. Geriye tek kalan şey ise kişinin Allah'a olan imanı ve bağlılığı olacaktır.

Kuran'da insanlar için geçerli olan ölçü şöyle belirtilir:

Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileri olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)

Bu bilinci alan insanların oluşturduğu bir toplumda yaşamak kuşkusuz ki büyük bir rahatlıktır. Saygı ve sevgi ölçüsünün maddi değerlerden arındığı, yerini vicdan, dürüstlük, güvenilirlik, güzel ahlak gibi erdemlere bıraktığı bir ortam, var olan anlamsız rekabeti de ortadan kaldırır. Bunun yerini alacak olan gerçek ve güzel olan yarış ise, Kuran'da da belirtildiği gibi, insanların hayırlarda, insani vasıfları kazanmada, saygıda ve sevgide yarışmaları olur. Allah hayırlarda yarışan kullarının üstünlüğünü Kuran'da şöyle bildirir:

İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi, 61)

Herkesin (her toplumun) yüzünü çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 148)

Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. (Al-i İmran Suresi, 114)

Aklın ve Vicdanın Kullanılmadığı Bir Ortamda Yaşamaları

Cahiliye sisteminin temeli, "düşünmeme" üzerine kuruludur; düşünmeden yaşamak, düşünmeden konuşmak, düşünmeden karar almak, düşünmeden uygulamak… Bu batıl sistemi benimsemiş insanların büyük çoğunluğu düşünmeyi kendilerince adeta bir vakit kaybı ve daha da önemlisi bir zorluk olarak değerlendirirler. Çünkü "düşünmek" aynı zamanda aklın ve vicdanın devreye sokulması demektir. Bunun yerine hiç düşünmeden ve sorgulamadan birilerinin kendileri için belirlediği kuralları ve prensipleri, adetleri doğrudan hayata geçirirler.

Söz gelimi kendilerine "öğretilen" konularla karşılaştıklarında ne yapacaklarını bilirler, ama hiç beklemedikleri ani ya da yeni bir durum söz konusu olduğunda çaresiz ve çözümsüz kalırlar. İçine düştükleri şaşkınlık ve bocalama, aklı ve vicdanı kullanmamanın getirdiği sonuçlardan sadece bir tanesidir. Bunun gibi, yenilik yapma konusunda da, kör bir mantık geliştirmişlerdir. Mecbur kalmadıkları sürece hiçbir konuya yenilik getirmezler.

Yukarıda açıkladığımız karakter eğer dikkatle değerlendirilmezse, yanlışlığı tam olarak fark edilmeyebilir. Müminler için yapılan her hareketin, söylenen her sözün şuurla yapılması önemlidir. Dikkatsizlik, ilgisizlik, umursuzluk gibi hususlar müminlerin kaçındıkları konulardır. Bu nedenle Allah'ın emirlerine karşı hem son derece saygılı, hem de bu emirleri yerine getirme konusunda hassastırlar. Bu hassasiyetlerini vicdanlarını kullanma konusunda da gösterirler. Bu özellikleri ile cahiliye insanlarından tamamen ayrılmaktadırlar. Örneğin cahiliye toplumu, kendilerine tarif edilen ve toplum tarafından kabul gören iyilikleri yaparlar. Fakat çoğu zaman bu iyilikleri niçin yaptıklarını bile düşünmezler. Yanlarındaki kişiye mahçup olmamak için, hatta diğer insanlara gösteriş yapabilmek için böyle davranan kişiler bile vardır.

Günlük hayatta bu tavırların sayısız örneği ile karşılaşmak mümkündür. Ama esas olarak bu, temel bir yaşam felsefesidir ve sonuçları çok daha ciddi zararlara yol açar. Uğradıkları en büyük zarar ise, akıl ve vicdan kullanarak düşünmemeleri nedeniyle, Allah'ın büyüklüğünü ve ahiretin varlığını kavrayamamalarıdır. Kuran'da cahiliye toplumunun akıllarını kullanmama özelliği, "Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir." ayetiyle haber verilmiştir. (Haşr Suresi, 14)

İnananlar ise, aklın ve vicdanın ne denli büyük bir nimet olduğunu kavramış kimselerdir. Hayatlarının her aşamasında bu imkanlardan sonuna kadar faydalanırlar. Gördükleri her olay üzerinde düşünür, en akılcı ve en vicdanlı tavrı bulurlar. Her olayın örnek ya da ibret alınacak yönlerini görür, daha sonraki olaylarda bu tecrübelerinden yararlanırlar. Hiçbir zaman geçmiştekilerin kendilerine bıraktıkları sistemleri sorgusuzca uygulamaya koymazlar. Gerçekten faydalı bir şey varsa bundan yararlanır, ancak bir hata varsa da kolaylıkla Allah'ın razı olacağı davranışa yönelirler. Dünyada böylesine huzur ve mutluluk içinde yaşadıkları gibi, bir ömür boyu vicdanlı davranmalarından dolayı sonsuz cennet hayatını kazanır ve ahirette de rahat bir hayat yaşarlar.

İşte tüm bunlar aklın ve vicdanın getirdiği nimetlerdendir.

Ahlaki Değerlerin Dejenere Olduğu Bir Ortam

İslam ahlakını yaşamanın getirdiği güzellikler tahrip edildiğinde ortaya çıkan durum, hiçbir insanın rahat edemeyeceği ve hatta zarara uğrayacağı bir görüntü oluşturur. Böyle bir durumda karşılaşılacak olan en tehlikeli ve rahatsızlık verici şeylerden biri "kuralsızlık ve sınır tanımazlık"tır. Bu sistemde her birey kendi kurallarını kendisi belirler. Bu kuralların her biri, kesin sınırlarla belirlenmemiş esnek ölçülere dayanır. Temel ölçü, toplum içerisinde çok aşırı kaçmamak ve çok tepki almamaktır. Bu batıl sisteme uyan insanların bir kısmı, topluma sezdirmeden ve deşifre olmadan yapılan herşeyin "serbest" olduğuna inanırlar. Söz konusu kimseler, dışarıya yönelik konuşmalarında hep ahlak ve erdem konusunda ahkam keserler, aksini savunanlara şiddetle karşı çıkarlar ama kimsenin görmediğini düşündükleri ortamlarda bunun tam tersi bir tavır sergilerler.

Felsefelerinin dayandığı temel de budur zaten. Allah'ın her an her yerde olduğunu ve her yaptıklarını gördüğünü, her söylediklerini duyduğunu düşünmezler. Böylece kendilerine, ahlaki dejenerasyonu rahatça sürdürebilecekleri bir zemin hazırladıklarını zannederler.

Bu kimselerin en önemli yanılgılarından biri de dejenerasyonu bir anlamda da modernliğin göstergesi sanmalarıdır Hatta ahlaki değerlere önem verdiklerinde küçük düşeceklerine inanır, bu nedenle alabildiğine sınır tanımayan bir insan imajı vermeye çalışırlar. Gerçekten de cahiliye toplumu içinde bu çarpık mantığa sıkça rastlanabilir. Söz gelimi yolda parasını düşüren birinin arkasından koşup, parasını geri vermeyi teklif eden bir kişi yanındaki arkadaşları tarafından alaya alınabilir. Bu tip bir durumda bazı insanların arasında asıl kabul gören tavır, parasını düşüren kişinin arkasından alay ederek eğlenmeleri ve parayı bir an önce kendi menfaatleri için harcamaya koyulmalarıdır.

Bu örnekleri okuyan bazı kişiler “ben böyle bir şey yapmıyorum bu nedenle cahiliye sisteminden tamamen uzak yaşıyorum” şeklinde düşünebilirler. Oysa bunlar cahiliyenin çirkin ahlakının ve uygulamalarının sadece bir iki örneğidir ve cahiliye sistemi, kendisine tabi olan kişinin yaşamının her anında kendini hissettiren önemli ahlak bozuklukları içermektedir. Bu batıl anlayış içerisinde iffet, namus, dürüstlük gibi kavramlar da önemini yitirir. Sahtekarlık, yalan söylemek son derece olağan bir hal alır. Böyle bir durumda Allah korkusunun gereği gibi yaşandığını söylemek mümkün olmaz. Bu nedenle kişi yaptığı işlerde bir mahsur görmeyecektir ve yaptığı eylemler katlanarak devam edecektir. Önceleri yalan söylemeyi mahsurlu görmeyen bir insan, giderek karşısındaki kişileri dolandırmayı, bir başkasının evini, işyerini soymayı mahsurlu görmeyecektir. Kendi çıkarlarını korumak için bir başka kişiye kolaylıkla iftira atabilecektir. Bu sistemde kişinin karşısındaki bir insana güvenmesi de söz konusu olmaz. Karşısındaki kişi de kendisi gibi kolaylıkla yalan söyleyen, kendi çıkarı için dostlarını, ailesini gözden çıkarabilen bir insan olmuştur. Bu çirkin ahlakı yaşayan insanların yaptıkları ahlaksızlıklara sözde mazeret olarak öne sürdükleri durum ise, kişinin kendini korumasıdır. Oysa Kuran'da din ahlakından uzak insanların, kendi elleriyle kendilerini zarara sokan bir sistem oluşturdukları şöyle haber verilmiştir:

Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. (Yunus Suresi, 44)

Kuran ahlakının yaşandığı ortamlar ise kişilere her yönden güvence ve huzur getirir. Çevrelerindeki her insan Allah'tan korktuğu için Allah'ın sınırlarını korur. Ne kalabalıkta ne de yalnızken tavırlarında bir değişiklik olmaz. Allah'ın koyduğu sınırları korudukları için, doğal olarak çevrelerindeki insanların haklarına karşı da son derece titizdirler. Dürüstlükten, samimiyetten hiçbir şekilde taviz vermezler. Bu tür insanlardan oluşan bir toplumda asla kuralsızlık, aşırılık gibi durumlar oluşmaz. Tüm ahlaki değerler gerçek anlamıyla yaşanır.

Dürüstlük ve Samimiyet Yerine Çıkar İlişkileri

Cahiliye anlayışının getirdiği çıkarcılık, gerçek dostlukların yaşanmasını daha en başından engeller. Çünkü dostluk, kişilerin gerektiğinde karşı tarafın menfaatlerini kendi çıkarlarından üstün tutmasını, zaman zaman özveride bulunmasını, karşı tarafın huzuru, rahatı için emek sarf etmesini, fedakarlık göstermesini gerektirir. Bu tarz bir özveri ise, cahiliyenin mantık örgüsüyle taban tabana zıttır. Kendi ilkel mantıklarına göre, dünya geçici, ömür de çok kısa olduğu için, hiçbir zaman fedakarlıkta bulunmamalı, aksine menfaat elde etmelidirler.

Ancak kurdukları bu çarpık mantık örgüsü sandıkları gibi kendilerine yarar sağlamaz. Tam tersine bu sistemin bozukluğu nedeniyle bunun sıkıntısı yine kendilerine döner. Hayatları boyunca samimiyetsiz ve ikiyüzlü bir ortamda yaşamak durumunda kalırlar. Görünüşte dost oldukları insanlarla aslında çeşitli menfaatlere dayalı bir birliktelik içerisinde olduklarını bilirler. Olağandışı bir olay olduğunda ya da maddi manevi bir yardıma ihtiyaç duyduklarında "dost" bildikleri kişilerin kendilerini yüzüstü bırakabileceğinden neredeyse hiç kuşkuları yoktur. Çünkü kendileri de aynı çıkarcı anlayış içerisinde karşılarındaki insanlara bu gözle bakıyorlardır. Bu nedenle de hayatları boyunca "gerçek dostları" olmadığından yakınırlar.

Cahiliye toplumlarında insanların büyük çoğunluğunun arkadaş ilişkilerine olan bakış açısı şöyledir: Eğer sonuç kişiye fazlasıyla menfaat kazandıracak ise, ancak bu şartla özveride bulunabilir, samimi ve dürüst bir dostluğun geçici bir süre için taklidini yapabilir. Ama kişi beklentisini elde ettikten sonra bir anda hiç çekinmeden soğuk ve mesafeli bir tavır koyarak dostluğunu bitirebilir.

Bu, cahiliye toplumu arasında çok iyi bilinen bir sistemdir ve bundan herkes zaman zaman nasibini aldığı için kimse kimseyi kınamaz ve karşı çıkmaz; hatta kimi zaman evlilikler ya da aile içi ilişkiler bile söz konusu çıkarlar üzerine kurulabilir. Evlenecek olan kişi, dostluk, saygı, sevgi, karşılıklı güven gibi kavramlardan çok, ailesine ve kendisine ne kadar çıkar sağlayabileceğinin hesabını yaparak yaklaşır karşı tarafa. Çıkar ilişkisini toplumsal bir gerçek olarak kabul ettiklerinden, yakın çevreleri ile konuşurken bu gerçeği dile getirirler. Örneğin zengin bir insanla evlenecek olan kişi, "Sonunda onu kandırdım, bağladım" gibi sözler kullanır. Emellerine ulaşmış olduklarından dolayı övünür ve yakaladıkları fırsattan maksimum derecede faydalanmayı ilke edinirler. Eşlerine en güzel arabayı, evi aldırır ve geleceklerini garanti altına almak amacıyla üzerlerine mal mülk yaptırmaya çalışırlar. Bu aslında her ne kadar açıkça kabul edilmese de karşılıklı bir alışverişten başka bir şey değildir. Eğer bu birliktelikte zengin olan yani "kandırılan" taraf erkekse, kadın para karşılığı evlenmiş olarak kendince karlı bir alışveriş yapmış olur. Aynı şekilde erkek de kendisini kandırılan olmaktan çok, kandıran olarak görür. Çünkü o da kendince belirli çıkarlar gözeterek bir anlaşma yapmıştır; beraber olduğu kişi eğer zengin ise zenginliğinden, çevresi ve itibarı var ise bunlardan istifade edecek, güzel ise onun güzelliğiyle kendince övünecektir. Ya da bunların hiçbiri olmasa dahi bir ömür boyunca kendisine baktıracak, evini temizletecek, yemeğini yaptıracak ve kendisine çocuk doğurtarak neslini devam ettirebileceği bir imkan oluşturacaktır.

Bu çirkin mantık elbette manevi değerlerden, dinin getirdiği güzel ahlaktan uzak olmanın doğurduğu bir sonuçtur. İnsanları yalnızca çıkar elde edecek bir araç olarak görmek, dinsizliğin cahiliye toplumlarında oluşturduğu en büyük tahribatlardan biridir.

Öyle ki, bu çarpık mantık bir süre sonra pek çok anne baba tarafından ailenin diğer fertlerine de aktarılır. Bir süre sonra çocuk da ailesini kendisine bakan, büyüten, tahsil, iş ve evlilik imkanı sağlayan, itibar kazandıran önemli bir kaynak olarak görmeye başlar. Zaten anne babası da onu, yaşlandıklarında kendilerine bakacak iyi bir yatırım olarak değerlendirir, bu nedenle de hiçbir fedakarlıktan kaçınmazlar. Bunlar pek dile getirilmeyen ama din ahlakından uzak olan toplumlar içinde yoğun olarak yaşanan olaylardır.

Görüldüğü gibi cahiliye toplumunun her bireyi istisnasız olarak bu düzene ayak uydurur ve menfaat elde etmenin yollarını arar. Bu sistemin kendilerine kısa zamanda çok menfaat kazandırdığına ve olabilecek en akılcı hesapları yaptıklarına inanırlar. Oysa ki gerçek anlamda samimiyeti, dürüstlüğü ve dostluğu yaşayamamak, eşleri, çocukları da dahil olmak üzere birlikte oldukları her insanın kendilerine çıkar amacıyla yaklaştığını bilmek çok büyük bir kayıptır. Bu nedenle bu insanların dünya hayatında hiçbir dost ve yardımcıları olmaz.

Ancak cahiliyenin bozuk mantığının getirdiği zarar bu kadarla kalmaz. Aynı yalnızlık sonsuz ahiret hayatında da devam eder. Allah bu durumu önceden haber vererek insanları böyle bir hüsrana karşı uyarmıştır:

Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)' Bize geldiniz ve size lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır. (Enam Suresi, 94)

Kuran ahlakına uyan insanlar ise herşeyden önce Allah'ın dostluğunu ve hoşnutluğunu kazanmış olmaktan dolayı büyük bir kazanç içerisindedirler. Bunun yanında peygamberler, melekler ve tüm inananlar, müminlerin gerçek ve samimi dostlarıdır ve bu dostlukları sonsuz ahiret hayatında da en güzel şekliyle devam edecektir:

Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği Peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehitler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar? (Nisa Suresi, 69)

İnsanın Gıdası Sevgi ve Şefkattir, Menfaatte Gerçek Sevgi Olmaz

Muhabir: “Sizi ne zaman izlesem her konuda sorulan soruları hiç takılmadan cevapladığınızı görüyorum ve size olan hayranlığım katlanıyor. İlmimi arttırmak için hep kitaplarınızdan ve internet sitenizden faydalanıyorum. Size sorum şu olacak, 24 yaşındayım dinime devamlı faydalı olmak istiyorum, kendimi geliştirmek istiyorum fakat ailemin tek derdi beni bir an önce evlendirmek ve torun sahibi olmak. Bu yüzden bana devamlı baskı yapıyorlar, şu anda sizi ailecek izliyoruz ve buradan aileme daha ayrıntılı bilgi verebilir misiniz ve ne tavsiye edersiniz? Teşekkürler”, Ayşe Numan Rize’den yazıyor.

Adnan Oktar: Evet, ben bazı aileleri görüyorum çocuklarını böyle kuluçka makinesi gibi görüyorlar yani hemen evlensin, hemen doğursun, hemen şunu yapsın. Bir kere o çocuğu yetiştirdin mi sen? Genel kültürünü, imanını, aklını, ruhunu ve bedenini geliştirdin mi yani ona bir faydan oldu mu? Bir kere onları halletmen lazım, sonra da onu onların gönlüne bırakmak lazım. Yaka paça çocuğu tanımadığı bilmediği bir insanın kucağına atmak, ne yaparsan yap demek olmaz. Adam mühendismiş, adam doktormuş, konu bitti. Felç oluyorlar öyle bir şey olduğunda, maaşlı ve herhangi bir görevi varsa diğerleri artık teferruat oluyor. Hele de arabası, evi varsa adamın ahlakı çok çok uç bir teferruat oluyor. Perçemi alnına düşmüş gibi sanki alelade bir konuymuş gibi, olsa ne olur, olmasa ne olur gibisinden. O çocuklara nasıl eziyet ediyorlar, ben biliyorum, evlenen genç kızlar çok görüyorum, nur gibi, aslan gibi gösterişli ve bayağı güzel, evleniyor üç yıl, dört yıl sonra insanlıktan çıkmış, çökmüş, yaşlı kadın olmuş, böyle teyze olmuş adeta. Demek ki bir zulüm görüyor bu insanlar, çünkü mutluluğu arar kadın, sevinci arar, sevgiyi, şefkati merhameti arar, dostluğu arar, kadın çok nazenin varlıktır. Onun gıdası sevgidir, muhabbettir, şefkattir, temizliktir, dinlenmedir. Mesela kadının spor yapması çok önemlidir, gıdalarına dikkat etmesi çok önemlidir, mesela üzüntü kadını çok tahrip eder, çok çok neşeli olması lazım ortamın. Çok hassas varlıklardır, çabuk alınır kadınlar, çabuk üzülürler. Yani detaycı oldukları için, çok zeki akıllı varlıklardır, detay gördükleri için çok çok üzülürler. Çok çok affedersiniz sığır gibi bir adama veriyorlar çocuğu, al götür diyorlar, tanımaz bilmez. “Selamünaleyküm” diyor, annesiyle babasıyla geliyor, bir elinde çiçek demeti, bir elinde çikolata paketi, biraz konuşuyorlar, “yavrum anlat” diyor işte neyin var? Arsasından bahsediyor, evinden vs., anlattıkça annesinin babasının gözleri ışıldıyor, parlamaya başlıyor. İşte “şöyle malım var, böyle malım var” diyor konu bitiyor zaten, ikinci gelişinde “al götür, senindir” diyorlar, konu bitmiş. Ondan sonra o çocuğa yapılan işkence, ona yapılan saygısızlıklar, hakaretler, münasebetsiz ve küstah tavırlar onlar için çok doğal bir şey olmuş oluyor. Yani hatta kendilerini örnek gösteriyorlar, kendi evliliklerinde de bunların olduğunu söylüyorlar. “Akrabalarında da var, dünyanın hali böyledir” diyor, “dünya böyledir” diyor.

İnsan biricik çocuğuna nasıl kıyar? Biricik derken genç kız, kız çocuğu bu, çok özenli olmaları lazım, bir kere yani karşısındaki insanın onu kendilerinden çok daha iyi koruyup kollayacağına ve mükemmel bir ahlaka sahip olduğuna samimi inanmaları lazım, Allah’tan çok korktuğuna, Allah’a tam teslim olduğuna, Allah’a hizmet ettiğine, Allah’a kendini adadığına samimi inanmaları lazım. (Adnan Oktar’ın Kral Karadeniz TV röportajından, 6 Şubat 2009)

Allah'ı Sevmeyenin Kalbinden Sevgi Nuru Alınır

Adnan Oktar: Allah bizden Kendisi'ni sevmemizi ister ve Kendisi'nden korkmamızı ister. Eğer Kendisi'ni sevmiyorsa ve Kendisi'nden korkmuyor ise insan, yani Allah esirgesin kendimi o şekilde örnek vermeyeyim de herhangi bir insan diyelim, kendisi Allah’ı sevmiyorsa ve Allah’tan korkmuyorsa, Allah, onun kalbindeki sevgi nurunu alır, sevgi gücünü alır. Yani istediği kadar uğraşsın, ne yaparsa yapsın ne sevebilir ne de kendini sevdirebilir. Yani iki gücü birden kaybeder, tek yanlı değil. Hem sevme gücünü kaybeder hem sevilme gücünü kaybeder. Ama mümin Allah korkusu ve Allah sevgisi ile yaklaştığı için Allah aşkıyla etrafa baktığı için her yerde Allah’ın tecellisini görür. O yüzden derin sevgiyi çok şiddetli yaşayabilir. Mesela bir çocuğa baktığında, onda Allah’ın o vildanlarda yarattığı güzelliği görür. Allah’ın nuru olarak onu görür. Allah’ın tecellisi olarak görür. Ondan derin bir zevk alır, ondan bir hoşnutluk duyar. Kalbinde şefkat, merhamet koruma hisleri oluşur. Ama bu sevgiyi ona veren Allah’tır. Mesela Hz. Musa (as) için; “Katımızdan ona bir sevimlilik verdik” diyor Allah. Demek ki insanın kendisinin sevimli olmasıyla olmuyor bu. Allah’ın ona vermesiyle oluyor. Hz. Yusuf (as)’a Allah, olağanüstü bir güzellik vermiştir. Ama Allah’ın yaratması ve dilemesiyle oluyor çünkü eğer insanlar etkilenecek olsaydı ilk Yusuf’u gördüklerinde etkilenmeleri gerekirdi. İlk gördüklerinde etkilenmediler. Kuyuda gördüklerinde. “Onu önemsiz gördüler” (Yusuf Suresi, 20) diyor Allah ayette. Ama sonra kadınlar ellerini kesecek derecede olağanüstü etkileniyorlar Hz. Yusuf (as)’tan. -Şeytandan Allah’a sığınırım- “Allah’ı tenzih ederiz” diyorlar “herhalde bu bir melek” (Yusuf Suresi, 30) diyorlar yani melek gibi diyorlar. Olağanüstü beğeniyorlar. Eğer mümin Allah rızasını taşımıyorsa, Allah’ın rızasıyla yaklaşmıyorsa kalbinde sevgi olmaz. Mesela evlenecek insanlar oluyor. Kız diyor ki çok muazzam bir şeyle karşılaştım. İlk defa hayatında aşık olduğunu, böyle bir insanı hiç görmediğini, adeta hipnotize olduğunu, hayatının insanını bulduğunu iddia ediyor. O zavallı da ona, -tabi insanlarda beğenilme arzusu olduğu için yani gururunu tatmin edecek bir duygu olduğu için- ona safça inanıyor. Sebebini araştırmıyor. “Bu insan beni neden sevdi?” demiyor. Arabası olmasaydı acaba onu sever miydi, evi olmasaydı acaba sever miydi, maaşı o kadar yüksek olmasaydı o kadar sever miydi bunu düşünmüyor. Yüzünde mahsun bir heyecanla yani kendisini keşfetmiş birisiyle karşılaşmış olmanın heyecanıyla ona inanıyor. Keşfedilmesine şaşırıyor. Daha önce nasıl başkası onu keşfedememiş de ilk defa o onu keşfetmiş gibisinden şaşırıyor. Hâlbuki kadın onun akılsızlığından dolayı ayrıca ona bilinçaltında özel bir nefret de geliştiriyor yani onun akıl edememesine. Çünkü onu bir av gibi görüyor. Ağına düşen bir av gibi, küçük bir sinek gibi görüyor. O da küçük bir sinek gibi orada debeleniyor. O, onu yavaş yavaş ağıyla sarıyor, ondan çok etkilendiğini, olağanüstü olduğunu, böyle birisinin dünyada olamayacağını falan o garibim de saf saf hepsine inanıyor. Ki bu karşılıklı bir azaptır yani onu malıyla etkilediğini bildiği halde bilinçaltında, yani bunun imkânlarıyla olduğunu bildiği halde ve gitmesi durumunda ondan nefret edeceğini bildiği halde kendini kandırıyor.

Bilinçaltında ona karşı tabi bir nefret oluşur. Kadın da ondan otomatik olarak tiksinir ve çok itici bulur. Ama iradesini kullanıyor bazı kadınlar böyle olaylarda, tiksinmesine rağmen oradaki çıkarı daha güçlü olduğu için çünkü para gelecek, araba gelecek, giyecek gelecek onları daha cazip bulduğu için, onlardan alacağı zevki, gücü ondan duyduğu tiksintinin gücüyle karşılaştırdığında daha şiddetli olduğu için karşı taraftaki güç, ona tahammül etmiş oluyor. Tahammül ederken de ona sezdirmemeye çalışıyor tabi o kişi. Tahammül ederkenki çeşitli yöntemleri oluyor onun. Karşılıklı şirin görünme yöntemleri oluyor mesela o, ona çok güzel bir yemek yaptığını ve onu beklediğini söylüyor o da ona çok şahane bir yüzük buldum diyor. Sarılıp etraflarında dönüyorlar şöyle filmlerde gördükleri gibi. Ömür boyu poz yapmak, ömür boyu taklit etmek o kadar acıdır ki bir insan için. Yani bir kadının hoşlanmadığı halde seviyor görünümüyle yaşaması, çıkar için bir erkeğin de sevilmediğini bildiği halde, seviliyor görüntüsüne kanıp, buna inanmadığı halde güya kanarak yaşaması ve karşılıklı sevgi görüntüleri yapmaları ve bunu bir aktör gibi, bir aktris gibi uygulamaları dünyanın en büyük azaplarındandır ve Allah’ın bu gibi insanlara verdiği en büyük belalardandır. Halbuki gerçek sevgide insan ne mal arar, ne mülk arar, ne şunu arar, ne bunu arar. Eğer Allah’ın tecellisini onda görüyorsa, Allah’ın aklını onda görüyorsa o insandan kadın hipnotize olur, o erkekten. Allah öyle bir güç vermiştir, mesela Hz. Musa (as)’dan olağanüstü etkilenmiştir Firavun’un hanımı. O adamdan ayrılıp Hz. Musa (as)’la evlenip çölde kırk yıl onunla beraber gezmiştir. Hz. Musa (as)’ın malı yoktu. Ona sadece çile ve zorluk sundu. Ama Hz. Musa (as)’da Allah’ın tecellisini gördü o ve bu yüzden ona karşı o kadar muhabbet duydu. İşte buna tutku denir. Mesela kölesi olan kişinin hanımı da boşanıp Peygamber Efendimiz (sav)'le evlenmiştir. Çünkü onda Allah’ın nurunu, Allah’ın güzelliğini, Allah’ın tecellisini görmüştür. Ve çok fazlasını görmüştür. Yani kendi eşiyle kıyasladığında onda çok çok fazla bir tecelli, çok yoğun bir tecelli görmüştür. Allah da diyor ki ayette, “Sen insanlardan utanıp bunu kalbinde saklıyordun ama Allah bunu biliyordu” (Ahzab Suresi, 37) diyor. “Ve Allah’ın emri artık yerine gelmiştir” diyor. Allah, o kölesinden o hanımın boşanmasını sağlamıştır Kuran ayetiyle ve Peygamber Efendimiz (sav)'le evlenmiştir. Peygamberimiz (sav) bunu kabul etmemiştir. Eşine söylemiştir “sen boşanma devam et” demiştir. Yani evliliğiniz devam etsin demiştir. Ama Allah vahiyle bildirince olay ortaya çıkmıştır ve Allah’ın emri yerine getirilmiştir. Bu da bir tutkudur işte, yani tutkunun gereği Allah’ın tecellisine duyulan tutkunun bir gereği olarak bunu yapmıştır kadın orada bu güzelliği. Bunun bir çok örneğini tarihte biz gördük. Yani diğer Peygamberlerde de vardır bu. Bizim Peygamberimiz (sav)'de de vardır. Allah rızası için sevmek bambaşka bir şeydir. Çok derin bir zevktir. İnsanın içinde özel bir güç vardır. Yani altıncı bir his gibi bir his. Ne görmeye benzer, ne duymaya benzer, ne işitmeye benzer yani tarif edilemeyecek şiddette derin bir zevk. Derin bir güç. Buna biz tutku diyoruz. İnsanlar tutkunun ve aşkın taklidini yapıyor sokakta. Ben duyuyorum mesela televizyonlarda. Aşık olduğunu söylüyor. Neye göre aşık olduğunu sorduğumda, “mesela işi olmasa, parası olmasa devam eder mi?” diyorum, boşanacağını söylüyor. Demek ki aşkla alakası yok.

Evet, müşrik erkekler müşrik kadınlarla, münafık erkekler, münafık kadınlarla, Müslüman kadınlar da Müslüman erkeklerle. Çünkü münafıkların zaten ruhu kapkaranlık oluyor. Kadınların da ruhu kapkaranlık oluyor. İki karanlık birleşip simsiyah bir karanlık meydana getiriyor. O ondan nefret ediyor, o ondan nefret ediyor. O ondan tiksiniyor, o ondan tiksiniyor. Hatta bunların tiksintilerinin şiddetinden dolayı biliyorsunuz etkilenmek için bunlar birçok çözüm ararlar. Yani nasıl olsa da sevse acaba? Nasıl yapsa da ondan hoşlansa diye çözüm ararlar. Fakat o tiksintilerini nefretlerini bir türlü gideremezler. Ama müminlerde de çok şiddetli bir muhabbet vardır. İnsanlar da onun hikmetini bazen çıkaramazlar. Onu yaşayamayan insanlar onu çıkaramazlar. Halbuki bu insanlar 6. duyuyu yaşıyorlar. Yani onların bilmediği bir mucize oluşuyor. Tutku bir mucizedir. Yani derin bir zevktir. Bir kısmı tutkuyu takliden anlatıyorlar. Çok seviyorum diyor. Peki, o zaman birbirine hakaret ediyorsun, saldırıyorsun, aşağılıyorsun, üzüyorsun, maddi çıkarınla çatıştığında anında harcıyorsun. Kendi nefsinle çatıştığında anında harcıyorsun. O zaman onun adı tutku değil. Demek ki, sen dinlerden hak dinlerden gelen bir tutku sözünü duymuşsun. İyi bir şey olduğunu bilinçaltında biliyorsun, onu arıyor fakat bulamıyorsun. Küfür de öyle onu bilir bilinçaltında fakat yaşayamaz. Mümin bunu bilinçaltında bilir ve en önemlisi yaşar, Allah ona yaşatır. Yani bu özel duyguyu ve özel sistemi Allah onda yaratır. Mesela tutkuyu tarif et deseniz bir mümine tarif edemez, ama şiddetli bir zevk olarak yaşar. Ve tutku yaşlanmayla Müslümanın üzerinden gitmez. O tip insanlarda hastalıkla gider tutku dediği şey. Mesela kızın, çok beğendiğini söylediği bir delikanlı oluyor, çocuk herhangi bir hastalık geçiriyor, elinin yüzünün şekli biraz değişiyor bir anda tutku uçuyor, gidiyor. Aşk bitiyor. O ne demektir? Demek ki tutkunun sahte, çok kötü bir taklidinin içerisine girmiş, ona özenmiş ve gerçek tutkuyu bilmiyor demektir. Halbuki insan gerçekten tutku ile seviyorsa mesela eli yüzü yansa da sevdiğinin, onu daha da fazla sever ve daha da derin bir şefkatle ona karşı muhabbet duyar, çünkü onun cennetteki gerçek yüzünün ne kadar mükemmel olacağını bilir ve sonsuza kadar onunla yaşayacağını da bilir. Sahte sevgilerde on yıl, onbeş yıl, beş yıl, üç yıl bazen bir kaç aydır tutku ama gerçek tutkuda sonsuza kadardır. Çünkü Allah’ı seviyorsun Allah’ın tecellisi olarak seviyorsun sonsuza kadar Allah’ın öyle tecelli edeceğini bilirsin inşaAllah umarsın o yüzden derin bir sevgi ile sevip sonsuza kadar beraber olma isteği ile bağlanırsın, bu sarsılmaz bir sevgidir. Yoksa öbür türlü rahatça ölüp gideceğini yok olacağını bildiği bir varlığa hele ki evrimle oluştuğuna inanıyorsa bir maymun türü olduğuna inanıyorsa, öyle bir insanın aşktan tutkudan bahsetmesinin ne kadar suni duracağını çocuk olsa bilir. (Adnan Oktar’ın Tempo TV röportajından, 28 Ocak 2009)

Allah’ın Koyduğu Ölçüye Uymak ve Allah Sevgisini Aramak

Adnan Oktar: Benim birçok vakada gördüğüm şu, bazı kadınlar arabanın markasını ilk gördüğünde şiddetli aşkı hissetmeye başlıyor. Araba, marka ve çok pahalı bir arabaysa o aşkın heyecanı bir kere kaplıyor, üstündeki kıyafetler de eğer pahalıysa şahsın, bir de iyi bir okuldan mezunsa, babası da zenginse artık o aşk onun gözünü döndürüyor, şiddetli bir tutkuya dönüşüyor, artık eli ayağı boşalıyor, her şeyini verecek hale geliyor öyle tipler, ben duyuyorum. Sonra bir gün diyor ki şahıs, “babam iflas etti, ki çok normal ekonomik kriz anında dolayısıyla ben de iflas ettim” diyor. Kadının kafasında bir ışık sönüyor adeta beyninin içerisinde, o aşk bir anda kayboluyor, nefret ettiği bir mahlûk kalıyor geride yani büyük bir tiksintiye ve öfkeye dönüşüyor. İşte bu Allah’ın bu insana verdiği bir cezadır, çok büyük bir aşağılanmadır halbuki Allah rızası için sevmiş olsa onun fabrikası da gitse, işyeri de gitse, gelse de hiç fark etmez. Gelirse Allah’ın bir nimeti olarak görür, giderse de Allah’tan bir hayır olarak görür, hiçbir şekilde etkilenmez. Ama, çocuklar küçük yaşta çarpık eğitiliyorlar. İşte ben bazen anneler görüyorum, nice doktorlar, mühendisler kızını istemiş de, vermemiş yani insan utanır bu sözü söylerken. Niye demiyorsun nice takva insanlar istedi, nice dindar insanlar, güzel ahlaklı, çok akıllı insanlar istedi de vermedim dese, yine bir dereceye kadar bir mantık olabilir ama yine bu da anormal olur ama çünkü akıllı bir insan görsen verirsin zaten kızını, ama doktor ve mühendis, ne hikmetse böyle iyi para getirenlerden bahsederek bunu da iftiharla anlatıyorlar duyanlar da birçok kişi takdir ediyor “ne kadar güzel konuştu” diyor. Halbuki burada çok büyük bir aşağılanma var ve çok çirkin bir ifade bu. O genç kızı da, çocuğu da köle yerine koymaktır bu ve yakışık almayacak bir izahtır. Genç kızlar hep öyle eğitildikleri için, bir çoğu çocukların hep böyle zengin birisini arama eğiliminde oluyorlar. Karaktersiz olması, psikopat olması onları hiç ilgilendirmiyor. Mesela o çocukları dövüyorlar, sövüyorlar, aşağılıyorlar, aileleri diyor ki; “yavrum senin eşindir tabi ki dövecek” diyor, “gayet normaldir” diyor. Adam kovuyor sokağa atıyor, gönderiyor, geri ailesi de alıp neşe içinde geri getiriyorlar, ya kusura bakma oldu bir kere falan diye, böyle çok acı bir açmaz, böyle bir rezalet, birçok yerde kendini devam ettiriyor. Nice zavallı kadınlar feci şekilde eziliyorlar, nefret edip tiksinmelerine rağmen ailelerinin telkinleriyle, çevrenin telkinleriyle o mahlûklara tahammül ediyorlar yani iğrendiği ve tiksindiği halde işte “senin eşindir çocuğum” diyor, “tahammül etmen gerek” diyor, “gayet normal” diyor, “falanca da buna tahammül ediyor ne var bunda” diyor hatta kendinden örnek veriyor. “Senin baban da öyle” diyor, ona da tahammül ettiğini söylüyor, yani çocuklar böyle çarpık bir eğitimden geçiriliyorlar bir kısmı. Bunlar doğru değildir, gerçek Allah sevgisi Allah için olan sevgi kadının ruhunda bir ateş gibi etki yapar, korkunç zevk verir, çok güzeldir kadın için, erkek için de şiddetli yakıcı etkisi olan çok derin bir duygudur, büyük bir zevktir, bu zevki alacaklarına maddeciliğin içerisine girip o azabın o kirin içerisinde adeta boğuşuyorlar. İğrendiği bir insanla sürekli beraber olmak durumunda kalıyor ve ömür boyu bu çileyi çekiyorlar. Çünkü ahlakından nefret ediyor, kişiliğinden nefret ediyor sürekli yalan söylüyor, sürekli ters konuşuyor kadının onurunu kırıyor, sevgisizliği açık açık belli oluyor elinden yüzünden, onun bütün sevgisi malında, mülkünde oluyor. Gururlu ve enaniyetli oluyor ve kadının değerini bilmiyor. Nice böyle güzel kadın bu şekilde heba oluyor bütün ömürleri ve çöküyorlar. Ben böyle birçok güzel kadın gördüm yazık yani yıllar sonra görüyorum, eli yüzü buruş buruş olmuş, perişan olmuş adeta insanlıktan çıkmış, mahvolmuş, bütün gençliği o şekilde geçip gidiyor. Ruhundaki o cevher de gidiyor, ruhundaki o derinlik de harcanmış oluyor, çok yazık oluyor. Onun için en güzel ölçü Allah’ın koyduğu ölçüye uyup gerçek aşkı aramak, Allah’ın o güzel tecellisini aramak, çok samimi olmak, çok dürüst olmak, Allah’tan çok korkmak ve Allah’ı çok sevmektir. Bunun meydana getireceği derin zevkin, şaşırtıcı ve çok sarsıcı olan zevkin, Allah’tan bir nimet olarak mümine sunulduğunun da bilinmesi gerekir. Sırf Müslümanlara has, Allah’tan gerçekten korkanlara has böyle derin bir mucize var. Bunu çok çok az insan bilir yani bilmedikleri için bu belanın içinde yaşıyorlar. Bilseler belki onlara dünyaları verseler yine gitmeyecek o insanlar. Gerçek imanla sevmenin ne kadar zevkli ve güzel olduğunu bilseler onların ne fabrika gözünde olur ne o para ne araba ne başka bir şey gözünde olur ama farkında değiller. (Sayın Adnan Oktar'ın 3 Şubat 2009 Tarihli Tempo TV Röportajından)

Evlilik Saf Sevgi Üstüne Kurulu Olmalıdır

Adnan Oktar: ... Evlilik saf sevgi üstüne olur. Allah’ın tecellisi olarak o insanı seversin. Ve bütün amacın Allah’ın verdiği o emaneti, eşin olarak, hatta bir nevi kardeşi gibi görerek, hatta bir çocuğu gibi görerek, evladı gibi görerek o emaneti koruyup kollamaktır ve onu dünya şartlarında en iyi şekilde yaşatmaktır.

Saf sevgiye dayalı olması lazım. Allah’ın tecellisine niyetle bakmak lazım. İnsan tutkuyu yaşamak için evlenir. Allah’ın verdiği o güzel hissi, derinlik hissini yaşamak için ve Allah’a birlikte güzel kulluk edebilmek için, Allah’ın rızasını kazanmak için insanlar evlenirler. Allah’ın tecellisine niyetle insan sevilir. Öbür türlü çok garip ve çok zorlu bir iticiliği var, yani çok zorlu iticiliği. Allah vermesin. (Sayın Adnan Oktar'ın 2 Şubat 2009 Tarihli Ekin TV Röportajından)

Yaşadıkları Ortamların Temiz Olmaması

Cahiliye insanlarının yalnızca hayatta kalmayı hedefleyen ilkel yaşam anlayışları, onları temizlikten uzak bir hayat tarzına doğru sürükler. Bu anlayışın temelinde yatan sebeplerden biri, çok kısa sürdüğünü bildikleri dünya hayatını alelacele yaşayarak zaman kazanma ve dünyanın imkanlarından biraz daha fazla yararlanma isteğidir. "Hayatın tadını çıkarmak", "gününü gün etmek" gibi hayali kavramlarla ifade edilen bu istek, cahiliye toplumunda sözde "çağdaş yaşam biçimi" olarak adlandırılarak teşvik edilir.

Bunun yanında insanların kendilerinden başka kimseye gerçek anlamda değer vermemeleri, saygı ve sevgi beslememeleri böyle bir yaşam şeklini de beraberinde getirir. Örneğin kişilerin birbirlerine saygılarını yitirdiği evliliklerde bu durum açıkça görülür. Her iki taraf da evlendikten hemen sonra, evlilik öncesi sakıncalı gördüğü birçok tavrı uygulamakta hiçbir tereddüt hissetmez. Akşama kadar yıkanmamış kirli bir yüzle, kirli bir ağızla ve bakımsız bir bedenle, pijamalarla dolaşmak, bütün gün dağınık kalan yatakları, bulaşık dolu mutfak tezgahlarını olağan karşılamak, hep bu kötü mantığın ürünleridir.

Oysa bu mantık insanlarına kargaşa, düzensizlik ve zorluktan başka bir şey getirmez. Bu yanlış mantığı benimseyip yaşayan insanlar, insanı insan yapan tüm özellikleri bir kenara bırakır ve vakit kaybetmeme adı altında insani değerlerden soyutlanarak yaşamaya çalışırlar. Sadece idare edecek ve sistemi devam ettirecek kadar bir uygulama yapar, gerisini ise boşverirler.

Söz gelimi, temizliği sadece dıştan bakıldığında pisliğin fark edilmeyeceği kadar yüzeysel yaparlar. Kimi insanlar banyo yapmayı, kirlenen giysilerini, havlularını, çarşaflarını değiştirmeyi, ütü yapmayı ya da ortalığı toplamayı bir vakit kaybı olarak görür ve belirgin bir kir oluşmadıkça temizlemeye yanaşmazlar. Kirlendiklerinde çoğu zaman, özellikle de soğuk havalarda, yıkanmaya üşenir kimi zaman sadece saçlarını yıkamakla yetinirler. Bazı kadınların bunun için buldukları bir başka yöntem de, kuaföre giderek alelacele saçlarını yıkatmak ve uygun bir şekle sokturmaktır. Bu saç modeli bozulana kadar da bir daha yıkanmaya gerek duymazlar. Kirlenen vücutlarını, sıktıkları bir parfüm ya da deodorantla kamufle etmeye çalışırlar, ama bu yöntem, kirli bedenlerini çok daha rahatsızlık verici bir hale getirmekten başka bir işe yaramaz. Kıyafet olarak önemsedikleri temizlik şekli ise, sadece dış kıyafetlerinin görünümüdür. Kazaklarında, pantolonlarında ya da paltolarında ciddi bir leke oluşmadığı sürece yıkamazlar. Bunun dışında sigara, is, yemek gibi ağır kokuların üzerlerine sinmiş olmasında bir sakınca görmez ve bunu temizlenmek için yeterli bir sebep olarak düşünmezler.

Bu cahilce "temizlik anlayışı" özellikle bazı gençlerde daha belirgin bir biçimde kendini gösterir. En güzel gördükleri kıyafetlerden biri yırtık ve yıpranmış kot pantolonlardır. Derbederlik anlayışını çok iyi yansıtan bu kıyafetlerin kirliliği ise kendilerince ayrı bir "hava" unsurudur. Örneğin üniversitelerde, diskolarda ya da mahalle aralarında, kaldırımlara, merdivenlere oturmak, yağlı sandviçlerin ardından el ağız yıkamamak, kirden siyahlaşmış deri montlarla, rengini yitirmiş sırt çantalarıyla, çamurlu postallarla dolaşmak cahiliye anlayışında moda olacak kadar kabul gören bir hayat şeklidir. Dolapların temizlenmesi, toplanması gibi bir alışkanlık söz konusu değildir. Kirli çamaşırlar, temiz kıyafetlerin bulunduğu dolaplara buruşturularak fırlatılır ve bir şey arandığında, bu kalabalık yumak içinde bulunmaya çalışılır. Haftada bir temizliğe gelen yardımcıların dışında evde herhangi bir iş yapılmaz. Yemekler bile bulaşık çıkmasını önlemek için "fast food" adıyla ifade ettikleri hazır besinlerden ve kolaylıkla çöpe atılabilecek kutu içeceklerden oluşur.

"Çağdaşlık" adı altında özendirilmek istenen bu kötü anlayış ve yaşam biçimi, kendini "aydın-entellektüel" olarak lanse etmeye çalışan toplum kesimi içindeki bazı kimselerde de oldukça yaygındır. Söz konusu kimseler, aydın olmanın sırrının kirli sakallarda, bakımsız yağlı saçlarda, pejmurde kıyafetlerde, alabildiğine dağınık, sigara kokusundan ve dumanından geçilmeyen karmaşık ortamlarda gizlendiğine inanırlar. Havadar ve temiz ortamlarda, tertipli ve düzenli mekanlarda, bakımlı bir görünümle, ütülü ve temiz kıyafetlerle yaşamanın meslekleriyle bağdaşmayacağını, karizmalarını yok edeceğini düşünürler.

Böylesine sağlıksız koşullarda derbeder bir hayat sürmek, bu mantığı benimseyen genç, yaşlı her insana zarardan başka bir şey kazandırmaz. Sağlıksız beslenmekten ve pislikten dolayı hastalıktan kurtulmazlar. Sigara dumanıyla kaplı ortamlarda yaşamaktan renkleri sararır, ciltleri bozulur, ciğerleri zarar görür. Bunlar sadece bedenlerinde gördükleri zararlardır. Bunun yanında sürekli olarak dağınık ve pis ortamlarda, kendileri gibi bakımsız ve kirli insanlarla içiçe yaşamak zorunda olmaları ruh sağlıklarını da olumsuz yönde etkiler. Zamanla güzellikten, estetikten, temizlikten, ince düşünceden zevk almayan duyarsız ve tepkisiz bir yapıya bürünürler. Bu durum elbette ki bilerek ve isteyerek yaptıkları akılsızca seçimin sonucudur.

Cahiliye insanlarının yaşamadıkları Kuran ahlakı ise Müslümanları, en güzel ve en temiz ortamları hazırlamaları için teşvik eder. Allah inananlara yiyeceklerinden, kıyafetlerinden, yaşadıkları ortamlara kadar herşeylerinde mutlak bir temizliği layık görmüş ve emretmiştir:

Elbiseni temizle. Pislikten kaçıp uzaklaş. (Müddessir Suresi, 4-5)

Ey insanlar yeryüzünde olan şeyleri temiz ve helal olarak yiyin... (Bakara Suresi, 168)

Sana, kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar. De ki: "Bütün temiz şeyler size helal kılındı."... (Maide Suresi, 4)

... O (Peygamber), onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar (pis) şeyleri haram kılıyor... (Araf Suresi, 157)

Hani Evi (Kabe'yi) insanlar için bir toplanma ve güvenlik yeri kılmıştık. "İbrahim'in makamını namaz yeri edinin", İbrahim ve İsmail'e de, "Evimi tavaf edenler, itikafa çekilenler ve rüku ve secde edenler için temizleyin" diye ahid verdik. (Bakara Suresi, 125)

... Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin... (Kehf Suresi, 19)

Katımızdan ona (Yahya) bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takva sahibi biriydi. (Meryem Suresi, 13)

Cahiliye insanlarının modernlik adı altında oluşturduğu derbeder yaşam tarzı, kendi elleriyle kendilerine huzursuz ve sağlıksız ortamlar hazırlarken, Müslümanlar Kuran ahlakına uyarak, dünyada da çok kaliteli, asil, temiz ve iyi bir hayat yaşarlar.

PAYLAŞ
logo
logo
logo
logo
logo
İNDİRMELER
  • Giriş
  • Cahiliye Toplumunu Tanımak
  • Cahiliyenin Sunduğu Karanlık Yaşam Tarzı
  • Cahiliyenin Ahlaksızlığı
  • Cahiliyenin Korkuları ve Saplantıları
  • Cahiliyenin Din Konusundaki Sapkın İnançları
  • Cahiliye Toplumunun Önemli Bir Özelliği: İkna Edilememeleri
  • Cahiliyenin İlkel Mantığından Uzaklaşmak
  • Sonuç
  • Darwinizm'in Çöküşü
  • Yaratılış Gerçeği 1/2
  • Yaratılış Gerçeği 2/2