Cahiliye toplumu denilince, bu insanların büyük çoğunluğunun Allah'ın varlığını hiç bilmedikleri ya da din ahlakından habersiz oldukları düşünülmemelidir. Aksine cahiliye ahlakını yaşayan insanların büyük bir kısmı kendilerini ve tüm evreni yaratan, üstün güç sahibi Allah'ın varlığını kabul ederler. Ancak kendi ilkel mantıklarıyla geliştirdikleri yanlış bir din anlayışları vardır. Kuran'da pek çok ayetle bu insanların Allah'ın varlığını bildikleri halde düşünmedikleri ve gerçekleri kavrayamadıkları haber verilmiştir:
Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?" diye soracak olursan, şüphesiz: "Allah" diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar? (Ankebut Suresi, 61)
Andolsun, onlara: "Kendilerini kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette: "Allah" diyecekler. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar? (Zuhruf Suresi, 87)
De ki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? Onlar: "Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız?" (Yunus Suresi, 31)
Söz konusu insanların Allah'ın varlığını, herşeyin yaratıcısı olduğunu bildikleri halde sapmalarının nedeni ise, dünyaya karşı duydukları şiddetli tutkudur. Bu tutku sebebiyle farkına vardıkları gerçekleri göz ardı eder ve kendilerini çeşitli bahanelerle kandırırlar. Eğer bu konu hakkında samimi bir biçimde düşünecek olurlarsa, etraflarındaki düzeni mükemmel bir şekilde yaratan Allah'a kulluk etmeleri gerekeceğini anlarlar. Onlar ise böyle bir sorumlulukları olduğunu gözardı ederek yaşamak isterler. Eğer Allah'a iman edecek olurlarsa, ahiretin varlığını da kavrayacaklarını ve ahiret için ciddi bir hazırlık yapmaları gerekeceğini bilirler. Onlar ise böyle bir sorumlulukları olduğunu gözardı ederek yaşamak isterler. Eğer Allah'a iman edecek olurlarsa, ahiretin varlığını da kavrayacaklarını ve ahiret için ciddi bir hazırlık yapmaları gerekeceğini bilirler. Bu da onların dünyaya olan şiddetli bağlılıklarından vazgeçmeleri anlamına gelir ki, böyle bir şeyi de asla kabul edemezler. İşte cahiliye toplumunun bu konuda sığındığı akılsızca yöntem, düşünmemek ve sözde vicdanlarını rahatlatacak bahaneler bularak açıkça gördükleri bu gerçekten kaçmaya çalışmaktır.
Bu inkarın meydana getirdiği vicdan azabından kurtulmak için ise din konusunda çeşitli sapkın inançlar geliştirirler. Geliştirdikleri mantıklar boş birer kandırmacadan başka bir şey değildir ve hepsi birbirinden oldukça farklı olmakla birlikte, temelde sadece tek bir amaca yöneliktir; Kuran ahlakını yaşamaktan ve Allah'a kulluk etmekten kaçmak.
Bununla beraber cahiliyenin din hakkında geliştirdiği bu sapkın inançların her biri bundan 1400 yıl önce Allah'ın müminlere bir kılavuz olarak indirdiği Kuran'da detaylıca açıklanmıştır. Bu nedenle ilerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz bu sapkın inançlar, cahiliye insanını dünyada iken kandırsa bile, ahirette kurtaramayacaktır. O gün herkes dünyada iken Allah'ın Kuran'da bildirdiği doğrulardan sorumlu tutulacak ve tüm işlediklerinden sorguya çekilecektir. Vicdanının sesine kulak veren ve imanı nefsinin tutkularından üstün tutan insanlar sonsuz ikramla mükafatlandırılacaklardır. 60-70 senelik geçici bir dünya hayatı uğruna Allah'ın gösterdiği gerçeklerden yüz çevirip, yalanlayanlar ise telafi edilemez bir pişmanlıkla karşılaşacaklardır:
O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler. (Hicr Suresi, 2)
Din ahlakından uzak yaşayan insanların hayatlarına hakim olan sapkın mantıklardan biri, "çoğunluk tarafından kabul gören düşüncenin doğru olduğu"dur. "Bu kadar çok kişi böyle düşündüğüne ve böyle yaşadığına göre bir bildikleri vardır" ya da "yanlış olsa bu kadar insan bu fikrin peşinden gider mi?" gibi mantıklarla kendilerini kandırırlar. Hele bir de örnek aldıkları çoğunluk içerisinde kendilerince itibar kazanmış ve belirli yerlere gelmiş kimseler bulunuyorsa, bu çoğunluğu kendilerine rehber edinmekten hiç kaçınmazlar.
Oysa ki çoğunluk tarafından uygulanması, yapılan bir şeyin meşru olduğunu göstermez. Aksine Kuran'a uymayan insanlar için bu aynı zamanda da tehlikeli bir tuzaktır. Ayette bu sır müminlere haber verilmiş ve çoğunluğun peşinden gitmemeleri konusunda uyarılmışlardır:
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle' yalan söylerler. (Enam Suresi, 116)
Kuran'daki bu uyarı doğrultusunda, müminler çoğunluğa değil Kuran'a ve vicdanlarına itibar ederler. Cahiliye toplumu bireyleri ise, çoğunluğun peşinden giderek, dünyada kendilerini koruyabilecek bir güç ve ahirette kendilerini savunabilecekleri makul bir mazeret bulduklarını sanırlar. Fakat olaylar hiç de umdukları gibi gelişmez. Dünyada din ahlakını gözardı eden kalabalık, ahirette onları yapayalnız ve yardımsız bırakacaktır:
(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz. (Mearic Suresi, 10)
Ve kişi mazeretlerini öne sürüp, "herkes böyleydi" ya da "çoğunluğun doğru yolda olduğunu sandım, çoğunluğa uydum" dediğinde, bunların hiçbir geçerliliği olmadığını görecektir:
Artık o gün, zulmedenlerin ne mazeretleri bir yarar sağlayacak, ne (Allah'tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir. (Rum Suresi, 57)
İşte cahiliye toplumunun din konusunda ölçü aldığı bu sapkın mantığın, ne dünyada ne de ahirette hiçbir geçerliliği yoktur. "… Ancak insanların çoğu iman etmezler" (Rad Suresi, 1) ayetiyle çoğunluğun doğru yolda olmayacağı, aksine doğru yolda olanların tarih boyunca her dönemde azınlık bir topluluktan oluştuğu haber verilmiştir.
Cahiliye insanları, büyük bir cehaletle, var olan herşeyin bu dünyada gözleriyle görebildikleri, elleriyle tutabildikleri ve hissedebildikleri maddeden ibaret olduğunu zannederler. Bu nedenle de dünyadaki hayatları sona erdikten sonra bir daha yaşamayacaklarına kendilerini ikna ederler. Aslında bu onların inkarları için öne sürdükleri bir mazeretten başka bir şey değildir. Çünkü düşünen her insanın kavrayabileceği gibi, ahiretin yaratılması ile dünyanın yaratılması arasında hiçbir fark yoktur. Nasıl kendileri bir hiç iken yokluktan var edildilerse, bunlara güç yetiren Allah şüphesiz bunun bir benzerini yaratmaya da kadirdir.
Ancak cahiliye inancında direten kimseler, son derece açık olan bu gerçeği görmek ve anlamak istemezler. Kuran'da onların bu direnişleri için öne sürdükleri mazeretler şöyle ifade edilmiştir:
Dediler ki: "Biz yer (toprağın için) de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız?" Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkar edenlerdir. (Secde Suresi, 10)
Elbette böyle açık bir gerçeği inkar etmelerinin sebebi açıktır: Ahiretin varlığını inkar edince, dünyaya bu derece hırsla bağlanmanın sözde makul olduğunu kendilerince daha rahat savunacaklardır. Dünyaya hırsla bağlı, ahiretten gafil bir hayat süreceklerdir. Ölümden sonra dirileceklerini kabul etmek, aynı zamanda dünyada yaptıkları iyiliklerden ve kötülüklerden hesaba çekilecekleri anlamına gelir ki, bu gerçek onların kurmuş olduğu tüm batıl sistemi alt üst eder.
Ahiretin varlığını tasdik eden bir insan, ahiret hayatı için de hazırlık yapması gerektiğini bilir. Cahiliye insanları ise, yaşam konusunda o kadar hırslıdırlar ki, böyle bir kabule asla yanaşmazlar. İşte kendi ilkel mantıklarıyla buna sözde çözüm olarak, ahireti tamamen reddetme cahilliğine kapılmışlardır. Ancak bu onlara kayıptan başkasını arttırmaz; üstelik bu cahilce inanışları sebebiyle hem dünyada sıkıntılı bir hayat sürerler, hem de, bu yanlışlarını tevbe edip değiştirmedikleri takdirde, ahirette sonsuz bir azaba mahkum olurlar. Bu durumda ölümden sonra yaşam olduğunu inkar etmenin kişiye sanıldığı gibi kazanç değil, sadece kayıp getireceği son derece açıktır.
Kimi insanların din hakkında geliştirdikleri sapkın inançlardan biri de, iman etmek için doğaüstü bir olay görmeleri gerektiğidir. Cahiliye toplumunda çoğu insanın öne sürdüğü bu mucize arayışı, sadece bir kaçıştan ibarettir ve bu, tarih boyunca inkarda direnen her topluluk tarafından ortaya atılmış geçersiz bir bahanedir. Kuran'da bu insanların cahilce talep ettikleri mucizelerden bazıları şöyle sıralanmıştır:
Andolsun, Biz bu Kur'an'da her örnekten insanlar için çeşitli açıklamalarda bulunduk. İnsanların çoğu ise ancak inkarda ayak direttiler. Dediler ki: "Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız." "Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe olup aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın." "Veya öne sürdüğün gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza (şahit olarak) getirmelisin." "Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız." De ki: "Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?" (İsra Suresi, 89-93)
"Bilgisizler, dediler ki: "Allah bizimle konuşmalı veya bize de bir ayet gelmeli değil miydi?" Onlardan öncekiler de onların bu söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzeşti. Biz, kesin bilgiyle inanan bir topluluğa ayetleri apaçık gösterdik. (Bakara Suresi, 118)
Görüldüğü gibi tarih boyunca Allah'tan ve O'nun elçilerinden mucize talebinde bulunanlar sadece inkarcılar olmuştur. Mucize isterler çünkü karşılarındaki elçinin kendilerine doğruyu getirdiğinin farkındadırlar. Ama kendi düşük akıllarınca inkar edebilmek ya da başka bir deyişle inanmamak için bahane aramaktadırlar. Kuran'da onların bu taleplerinin samimiyetsiz olduğu şöyle haber verilmiştir:
Olanca yeminleriyle, eğer kendilerine bir ayet gelse, kesin olarak ona inanacaklarına dair Allah'a yemin ettiler. De ki: "Ayetler, ancak Allah Katındadır; onlara (mucizeler) gelse de kuşkusuz inanmayacaklarının şuurunda değil misiniz?" (En'am Suresi, 109)
Cahiliye insanlarının din ahlakı konusunda kapıldıkları sapkın inançlar oldukça fazladır. Çünkü onlar doğrularını ve yanlışlarını Kuran'a göre değil, kendi ilkel mantıklarına göre belirlerler. Bu da pek çok konuda yanılgıya düşmelerine neden olur. Edindikleri bilgileri ya kendilerini yetiştiren büyüklerinin yanılgılarına ya da çevrelerindeki insanların hatalı mantıklarına göre belirlemiş ve sapkın bir mantık geliştirmişlerdir. İşte bu çarpık mantıklardan biri de, Allah'ın varlığı hakkındaki batıl inançlarıdır.
Cahiliye mantığını alan insanlardan kimileri, Allah'a karşı yüzeysel de olsa bir inanç beslerler. Ancak bu inançları öylesine zayıftır ki, hayatları boyunca Allah'ın varlığını akıllarına getirmek istemez ve düşünmekten kaçınırlar. Çünkü eğer Allah'ı düşünecek olurlarsa, vicdanlarıyla Rabbimiz'in üstünlüğünü ve hakimiyetini kabul edeceklerini bilirler. İşte bu nedenle Allah'ı Kuran'da anlatıldığı şekilde tanıyamaz ve kudretini takdir edemezler. Bunun yerine Allah'ı kendi sınırlı akıllarınca değerlendirme akılsızlığına kapılır ve çok sayıda batıl ve çarpık inanış geliştirirler. Allah'ın her yeri sarıp kuşattığını, herşeyi bilen ve gören olduğunu, hiçbir şeyin Yüce Allah'tan gizli kalamayacağını, Allah'ın sonsuz kudret ve güç sahibi olduğunu, adil olduğunu, herşeyin karşılığını tam olarak veren olduğunu kavrayamazlar. Bu nedenle de kendilerince yaptıklarının gizli kalacağını, gereken karşılığı almayacaklarını sanıp yanılırlar.
Oysa ki, Allah hak olarak indirdiği Kuran'da kullarına kendisini tanıtmıştır. Kuran'ı kendilerine ölçü alan müminler Allah'ın Zatı hakkında doğru ve kesin bilgiler elde ederler. Kuran'da Allah'ın tüm kainatı sarıp kuşattığı, tüm varlıkları kontrolü altında tuttuğu açıkça bildirilmiştir. Allah gözle görülmeyen bir toz zerreciğine kadar yaratılmış olan tüm varlıkların tek sahibi ve tek hakimidir. Ezelden ebede kadar var olan tek varlık Allah'tır. O'nun Zatı dışında herşey yok olucudur. Allah her varlığın kaderini belirleyen ve her birini an an koruyup kollayandır. Bir ayette Allah insanlara, "Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız" diye bildirerek, kendilerine, içlerindeki damarlardan daha yakın olduğunu haber vermiştir. (Kaf Suresi, 16) Bu ayetten de anlaşıldığı gibi insan yaşamını sürdürürken kendisine en yakın olan varlık yalnızca Allah'ın Kendisi'dir. Allah insanı çepeçevre kuşatmıştır ve ona "sonsuz yakın"dır. Kuran'ın birçok ayetinde Allah'ın bizim gördüğümüz ve görmediğimiz her yerde olduğu, her yeri sarıp kuşattığı açıklanmıştır:
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)
İnsanlardan bazıları kendilerini, maddeyi, çevrelerinde gördükleri dünyayı mutlak varlık zannederler. Allah'ı ise (Allah'ı tenzih ederiz) bu mutlak maddeyi saran bir hayal gibi düşünürler. Veya, Allah'ı gözleri ile göremedikleri için, "herhalde Allah bizim göremeyeceğimiz bir yerde, uzayın veya göklerin uzak bir yerinde bulunuyor" derler. (Allah'ı tenzih ederiz) Bunların hepsi büyük bir yanılgıdır.
Çünkü Allah, sadece göklerde değil her yerdedir. Allah, tek mutlak varlık olarak, tüm kainatı, tüm insanları, yerleri, gökleri, her yeri sarıp kuşatmıştır ve Allah tüm evrende tecelli etmektedir. Hadislerde rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (sav), Allah'ın gökte olduğunu söyleyen bir şahsa doğru söylediğini bildirmiştir. Ancak bu rivayet, Allah'ın her yerde olduğu gerçeğiyle hiçbir şekilde çelişmemektedir. Zira, dünyanın sizin bulunduğunuz noktasındaki bir kişi ellerini göğe kaldırarak Allah'a dua etse ve Allah'ın gökte olduğunu düşünse, Güney Kutbu'nda bir başka insan da aynı şekilde Allah'a yönelse, Kuzey Kutbu'nda bir insan ellerini göğe kaldırsa, Japonya'daki bir insan, Amerika'daki bir insan, Ekvator'daki bir insan da aynı şekilde ellerini göğe kaldırarak Allah'a yönelse, bu durumda herhangi bir sabit yönden söz etmek mümkün değildir. Aynı şekilde evrenin ve uzayın farklı noktalarındaki cinler, melekler, şeytanlar da göğe doğru dua etse herhangi bir sabit gökten veya yönden söz etmek mümkün olmayacak, tüm evreni kaplayan bir durum olacaktır.
Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah zamandan ve mekandan münezzehtir. Allah'ın Zatı başkadır. Allah'ın tecellileri ise her yerdedir. Bir kişi bir odaya girse burada Allah yok derse, Allah'ı inkar etmiş olur. Allah'ın tecellileri o oda da dahil her yerdedir. Siz her nereye dönerseniz, Allah'ın tecellisi oradadır. Allah'ın her yeri sarıp kuşattığı, bize şah damarımızdan yakın olduğu, her nereye dönersek Allah'ın yüzünü göreceğimiz birçok Kuran ayeti ile bildirilmiştir. Örneğin Allah, Bakara Suresi'nin 255. ayetinde "... O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır...." diye bildirmektedir. Hud Suresinin 92. ayetinde ise, "... Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır." denilerek, Allah'ın insanları da yaptıklarını da kuşattığı bildirilmektedir.
Allah... O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
Hani Biz sana: "Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı insanları denemek için yaptık, Kur'an'da lanetlenmiş ağacı da. Biz onları korkutuyoruz. Fakat (bu) onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şey arttırmıyor. (İsra Suresi, 60)
Göklerde ve yerde olan (herkesin ve herşeyin) tümü Rahman (olan Allah)a, yalnızca kul olarak gelecektir. Andolsun, onların tümünü kuşatmış ve onları sayı olarak saymış bulunmaktadır. (Meryem Suresi, 93-94)
Allah ise, onları arkalarından sarıp-kuşatmıştır. (Büruc Suresi, 20)
Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız. (Kaf Suresi, 16)
Onlar, insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Oysa O, kendileri, sözden (plan olarak) hoşnut olmayacağı şeyi 'geceleri düzenleyip kurarlarken,' onlarla beraberdir. Allah, yaptıklarını kuşatandır. (Nisa Suresi, 108)
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)
İnsanların çoğu geçici menfaatler elde etmek uğruna ahiret menfaatlerini gözardı ederler. Gerçeği fark etmiş oldukları halde yüz çevirmenin verdiği vicdan azabı onları zaman zaman da olsa, yaptıklarını sorgulamaya iter. İşte bu konuda ortaya attıkları bahaneleri ise, "henüz din ahlakını yaşamak için çok erken olduğu, daha çok genç oldukları" yanılgısıdır. Kendilerince vicdanlarını rahatlatmak için kendilerine "bir gün din ahlakının gereklerini mutlaka uygulayacakları" telkinini yaparlar. Burada bahsettikleri "bir gün" ise ölümün yaklaştığını hissettikleri "yaşlılık" dönemidir.
Din ahlakını yaşamayı yaşlılık dönemine ertelerler çünkü bu insanların çoğu, kendilerince gençken "hayatın tadını çıkarmak" arzusu içindedirler. "Hayatlarının baharında olduklarını" düşünür ve eğer o yaşlarda din ahlakını yaşamayı kabul ederlerse, kendi düşük akıllarınca "gençliklerinin boşa gideceğine" inanırlar. Oysa insanın gençliğinin asıl boşa gitmesi din ahlakını yaşamamakla olur. Din ahlakını samimi olarak yaşayanlar ise hem gençliklerini ve sağlıklı dönemlerini en verimli, en huzurlu, en neşeli, en güzel, en mutlu şekilde geçirirler hem de Allah'ın güzel bir nimeti olarak gençliklerini çok daha uzun yıllar muhafaza ederler. Cahiliyenin ilkel mantığıyla yaşayan insanlar ise bu sapkın mantığın getirdiği korkular, saplantılar, ahlak bozuklukları ve stresler nedeniyle çok daha hızlı yaşlanıp çok daha hızlı çöküntüye uğrarlar. Üstelik hiçbir zaman da arayışı içinde oldukları rahatı ve huzuru bulamazlar. Bunlara rağmen cahiliye insanlarının büyük kısmının din ahlakını yaşlanınca yaşamak gerektiği şeklindeki yanılgılarının temelinde, nasıl olsa, belli bir yaştan sonra doğal olarak, fiziksel imkansızlıklarından dolayı dünyadan ellerini eteklerini çekecekleri düşüncesi vardır. Müminler ise Allah’ın rızasını kazanmak, O’na yakınlaşmak, Rabbimiz'e olan teslimiyetlerini ve boyun eğiciliklerini göstermek için ibadetleri büyük bir fırsat olarak görür, genç yaşlarından itibaren huşu içinde yerine getirirler. Örneğin Allah'ın 5 vakit olarak farz kıldığı namaz ibadetini, diğer tüm işlerinin üstünde görürler. Bu konuda hiçbir mazeretin söz konusu olamayacağını bildiklerinden, mutlaka namazlarını vaktinde ve tüm sünnetleriyle birlikte eksiksiz eda ederler. Bunun karşılığında da Rabbimiz’in hoşnutluğunu umarlar. Resulullah Efendimiz (sav), namaz kılmamanın ya da namaz vaktini geçirmenin ne kadar tehlikeli olduğunu bir hadis-i şeriflerinde şöyle bildirmiştir:
Imam-i Sâfi ile Beyhakî'ye göre Peygamberimiz (sav): “Herhangi bir vakit namazı kılmaksızın vaktini geçirenler yuvası dağılmış, malını mülkünü elden kaçırmış gibidirler.” buyuruyor. (Imam Gazali - Mükasefetü´l Kulub - Kalplerin Keşfi)
İman edenler namazlarında olduğu gibi, tesettür, oruç, zekat ve diğer tüm ibadetlerini aynı titizlikle, genç yaşlarından itibaren yerine getirirler.
Elbette her insan hayatının her aşamasında tevbe edip Allah'a yönelebilir. Doğruyu görüp, teslim olan her insanı Allah dilerse bağışlar ve cennetle mükafatlandırır. Ancak unutmamak gerekir ki Allah Kuran'da kişinin tevbesinin hangi şartlarda kabul edileceğini de bildirmiştir:
Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. Tevbe, ne kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca, "ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18)
Yaşlılıkta ya da ölüm yaklaştığında din ahlakını yaşamalarının yeterli olacağı şeklinde sapkın bir inanca sahip olan insanların, bu ayetler doğrultusunda şunları düşünmeleri ve korkmaları gerekir: Gerçekten vicdanı ve şuuru açık her insan, Allah'ın varlığını ve gücünü takdir edebiliyorsa, doğrulara boyun eğmekte gecikmemelidir. Çünkü uzakta sandığı ölüm, her an kendisini bulabilir ve yaşlılığa ulaşamadan bir anda ahirete gidebilir. Ve o zaman kişi geri dönüşü olmayan bir pişmanlıkla karşılaşır. Kuran'da birçok ayet ile insanlara bu hatırlatma yapılmıştır:
Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve mü'minlerden olsaydık." (En’am Suresi, 27)
İnsanların çoğu temelde iman etmemekle birlikte, ahiret hayatının gerçekten var olabileceğine dair bir şüphe duyarlar. Bu gibi insanlar ahireti hiçbir zaman ciddi olarak düşünmezler, ancak yine de "eğer varsa" diye düşünerek kendilerince çeşitli bahaneler hazırlarlar. Çünkü öldükten sonra insanların işledikleri herşeyden sorguya çekilecekleri bir ahiretle karşılaştıklarında, zor durumda kalacaklarını bilirler. Bu durumda ya dünyaya karşı olan ideallerinden vazgeçecek, Allah'ın beğendiği kurallar, emir ve yasakları doğrultusunda yaşamlarını sürdüreceklerdir ya da kendi düşük akıllarınca vicdanlarını rahatlatmanın ve kural tanımadan yaşamanın bir yolunu bulacaklardır.
Vicdanlarını sözde rahatlatmak için buldukları bahane ise "nasıl olsa bağışlanırız" yanılgısıdır. Allah'ın "esirgeyen ve bağışlayan" olduğunu bildikleri için, her ne kadar kusur ve hata işlemiş olurlarsa olsunlar, Allah'ın tevbelerini kabul edeceğini düşünürler. Kendilerince ne kadar nankörlük yaparlarsa yapsınlar, ne kadar inkar ederlerse etsinler, yaptıkları unutulacak ve bağışlanacaktır. Bunun yanında çevrelerindeki herkesin aynı yönteme başvurması da bu kişileri yanıltan bir başka unsurdur. Karşılarındaki kişilerin "nasıl olsa Allah bizi bağışlar" sözü, cahiliyenin bu bozuk mantığına sahip olanların tam aradıkları sahte desteği sağlar. Çok fazla düşünmeden bu yanılgıyı kabul ederek yaşamlarına devam ederler. Söz konusu kimselerin bu yanılgıları Kuran'da şöyle tarif edilmiştir:
... (Bunlar) şu değersiz olan (dünya)nın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl erdirmeyecek misiniz? (Araf Suresi, 169)
Oysa Kuran'da bildirildiği gibi, cahiliye toplumunun geliştirdiği bu batıl fikrin Allah Katında ve hesap gününde hiçbir geçerliliği yoktur. Allah sonsuz bağışlayıcı ve sonsuz esirgeyici olandır. Ancak bu, kusur işleyen ve bunun bilincine vardığında da hemen vazgeçen insanlar için geçerli bir durumdur. Yoksa kasıtlı olarak bir plan içerisinde hareket eden ve gerçeği bildiği halde sırt çevirenler için değil. Allah Kuran'da samimi Müslümanların tavrını şöyle haber verir:
Ve 'çirkin bir hayasızlık' işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir. İşte bunların karşılığı, Rablerinden bağışlanma ve içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. (Böyle) Yapıp-edenlere ne güzel bir karşılık (ecir var.) (Al-i İmran Suresi, 135-136)
Cahiliye toplumunda pek çok insan tarafından en çok kullanılan sözde "vicdan rahatlatma" bahanelerinden biri de, "kalp temizliğinin yeterli olacağı" yanılgısıdır. Cahiliye insanları Kuran ahlakını uygulamadıkları halde, kalplerindeki bu sözde temizlik sebebiyle kendilerinin cennete layık olduğunu zannederler. Kendilerince iyi insanlardır ve kimseye bir zararları yoktur. Bu durumda, ahiret hayatı ile karşılaştıklarında da, cennete gideceklerini sanırlar. Ancak bu kanaate nereden vardıkları sorulacak olsa, buna Kuran'dan hiçbir delil gösteremezler. Çünkü bu tamamen kendilerine ait sapkın bir inançtan ibarettir. Kuran'da onların bu sapkın inançları şöyle ifade edilmiştir:
Oysa ona dokunan bir zarardan sonra tarafımızdan bir rahmet taddırsak, mutlaka: "Bu benim (hakkım)dır. Ve ben kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbime döndürülsem bile, muhakkak O'nun Katında benim için daha güzel olanı vardır." der. Ama andolsun Biz, o kafirlere yaptıklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azabtan taddıracağız. (Fussilet Suresi, 50)
Elbette ki kendilerini bu şekilde avutan insanların samimi bir imanları yoktur. Kıyamet gününe dahi kesin bir kanaatleri yoktur. Yalnızca kıyamet günüyle karşı karşıya geldiklerinde, kendilerince vicdanlarını rahatlatma yöntemi olarak bilinçaltlarında "cennetlik olduklarına inanma" gibi bir kendilerini kandırma psikolojisi geliştirmişlerdir. Böyle ikiyüzlü bir psikoloji içinde, yaptıkları kötülüklerden dolayı hesaba çekilecekleri, cehenneme girebilecekleri akıllarına geldiğinde kıyametin kopmayacağını düşünür, öldükten sonra mezarda çürüyüp sonsuza kadar yok olacakları düşüncesinin dehşetine kapılınca ise mutlaka diriltilip cennete sokulacakları yanılgısıyla cahilce kendilerini avuturlar. Allah'ın cennet ile müjdelediği kullarında olduğunu haber verdiği belirli tavırlar vardır. Ancak samimi olan, Allah'ı çok seven ve Allah'tan çok korkan bir insan cennetle müjdelenebilir. Allah'ı çok seven ve O'ndan çok korkan bir insanın tavrı da kişinin, Allah'ın isteklerini uygulamadaki titizliğiyle kendini belli eder. Allah, Kuran'da pek çok ayette ancak namazı kılan, diğer tüm farzları yerine getiren, çok şükreden, çok bağışlanma dileyen, malını ve canını Allah yoluna adayan, mümin alametlerini üzerinde taşıyan insanların cennete gideceğini açıklamıştır.
Görüldüğü gibi, cahiliyenin kastettiği manada Kuran'da "kalp temizliği" diye bir ölçü yoktur. Elbette iman edenler iyi niyetli, temiz ahlaklı ve samimi insanlardır ve Kuran'a göre müminler samimi olmakla yükümlüdürler. Ancak cahiliyenin bahsettiği kalp temizliği bu anlamda bir samimiyet değildir. Bu kimselerin kalp temizliği derken kastettikleri her türlü ahlak ve tavır bozukluğunu yaşamasına rağmen, aslında kötü bir niyeti olmadığı yalanını söyleyen insanların öne sürdüğü geçersiz bahanedir. Ve bu, cahiliye toplumunun, vicdanını rahatlatmak ve sorumluluklarından kaçmak için ürettiği bir safsatadan ibarettir. Kişinin kendisini savunmak için kullandığı “kalp temizliği” konusunda neyi ölçü aldığı meçhuldür. Ölçüleri yine cahiliye ölçüleridir ve kişiden kişiye de değişmektedir. Söz gelimi hırsızlık yapan bir insan da kendisine göre masum olabilir. Çünkü kalbinin son derece temiz olduğunu ve yaptığı bu ahlaksızlığı da isteyerek değil, sadece ihtiyaçtan yaptığını düşünüyor olabilir. Ama elbette bu kişi çok hatalı bir mantık içindedir.
O halde şu sonuca varabiliriz: Cahiliye sistemi tamamen sahtekarca temellere dayanır ve Kuran'a göre hiçbir geçerliliği yoktur. Cennete girebilmenin ölçüsü herşeyden önce çok samimi olmak, Allah'a derin bir imanla bağlanmak, Allah'tan başka hiç kimseden korkmamak, Allah'ı çok sevmek, O'ndan başka dost ve yardımcı olmadığını bilmek ve Allah'ın emirlerini samimiyetle uygulamaktır. Kuran'da bu ölçü şöyle ifade edilmiştir:
Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün) yakınlaştırılmıştır. Bu, size vadolunandır; (gönülden Allah'a) yönelip-dönen (İslam'ın hükümlerini) koruyan, görmediği halde Rahman'a karşı 'içi titreyerek korku duyan' ve 'içten Allah'a yönelmiş' bir kalp ile gelen içindir. "Ona 'esenlik ve barış (selam)la' girin. Bu, ebedilik günüdür. (Kaf Suresi, 31-34)
Cahiliye insanlarının öne sürdükleri bir başka ilkel mantık daha vardır: Cehennemin dar ve kısıtlı bir mekan olduğunu ve buraya ancak belirli sayıda insanın sığabileceğini sanırlar. Ve son derece cahilce ve sapkın mantıklar üretirler. Dünya üzerinde asırlardır gelmiş geçmiş tüm insanların sayısıyla bir kıyaslama yaparak, bu kalabalığın cehennem için çok fazla olduğu kanısına varırlar. Bu durumda da kendilerine sıra gelene kadar daha günahkar ve daha azgın karakterli insanların cehenneme konulacağını ve kendilerinin de cennete gireceklerine inanırlar. Şüphesiz bu hiçbir geçerliliği olmayan sapkın bir mantıktır ve cahiliyenin ortaya attığı bu mazeret baştan sona yanlıştır. Allah sonsuz kudret sahibidir ve örneksiz yaratandır. Dilediği zaman, dilediği yerde, dilediği genişlikte bir mekan yaratabilir. Bu nedenle cehennemin dolması ve kimi insanların sığmadıkları için cennete konulması gibi bir durum asla söz konusu değildir. Bu yalnızca cahiliye ahlakını yaşayan insanların boş ve batıl sözleridir. Kuran'da cehennemin sınırlı bir mekan olmadığı, aksine inkar edenlerin sayısı ne kadar çok olursa olsun, hepsini alacak ve hatta daha fazlasını dahi soracak kadar geniş bir yer olduğu haber verilmiştir:
Cehennem nedir, sen bilir misin? Ne alıkoyar, ne bırakır. Beşere delicesine susamıştır. (Müddessir Suresi, 27-29)
Her insan hayatı boyunca yaptığı iyi ve kötü tüm işlerden sorumlu tutulacak ve ahirette bu tavırlarının karşılığını eksiksiz olarak görecektir. Bu, Allah'ın sonsuz ve mutlak adaletinin bir gereğidir. Bu nedenle dünya hayatını Allah'tan ve O'nun emirlerini uygulamaktan uzak olarak geçiren kişilerin, -Allah'ın dilemesi dışında- tevbe etmedikleri takdirde ahirette herhangi bir sebeple cehennem azabından kurtulmaları mümkün değildir. Kuran'da, Allah'ın mutlak adaleti şöyle açıklanır:
O gün, Allah hak ettikleri cezayı eksiksiz verecektir ve onlar da Allah'ın hiç şüphesiz hak olduğunu bileceklerdir. (Nur Suresi, 25)