Cahiliye toplumunda din ahlakının yaşanmaması sonucu ortaya çıkan ortak bir karakter yapısı vardır. Bu karakterin özellikleri, insanlara göre çeşitlilik göstermekle birlikte, temelde aynıdır. Çünkü cahiliye karakterini yaşamalarının asıl nedeni, bu insanların Allah'a ve ahirete gerçek anlamda iman etmemeleridir.
Allah'a iman etmeyen, dolayısıyla Allah'tan korkmayan ve hesap vereceğini düşünmeyen bir insanın güzel ahlak göstermesini beklemek ise anlamsızdır. Çünkü bu insanlar, akıllarından geçen bir düşünceyi Allah'ın bilmediğini, gizlice yaptıkları bir tavrı Allah'ın görmediğini sanmaktadırlar.
Bu bölümde, cahiliyenin ilkel yaşam tarzının bireylerine kazandırdığı çirkin ahlakı ve onun detaylarını inceleyeceğiz. Ancak bu detaylara geçmeden önce şunu belirtmekte fayda vardır: Burada bahsedilecek özellikler, her insanın nefsinde yaratılıştan var olan özelliklerdir. Allah, bu kötü özelliklerin deneme maksadıyla insanların nefislerine yaratılıştan verilmiş olduğunu Kuran'da haber verir:
Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 8-10)
Yalnızca inanan kimseler Allah'ın imtihanı olduğunu bildikleri için, nefislerinin kötü yöndeki emirlerine uymaktan şiddetle sakınırlar. Nefislerini arındırıp temizlerler.
Cahiliye toplumu bireyleri ise, yaptıkları tavırların ahirette en küçük ayrıntısına kadar karşılarına çıkacağını düşünmedikleri için, nefislerinin hoş gösterdiği kötü tavır ve özelliklerden sakınmak, bunun yerine Allah Katında makbul olan güzel tavırları sergilemek için kendi düşük akıllarınca bir neden görmezler.
Belirtilmesi gereken ikinci nokta ise şudur; aşağıda sayılan özelliklerden çeşitli sebeplerle kendilerini arındırmış cahiliye insanları da olabilir. Bu insanların bir kısmı görünürde oldukça olumlu özellikler de taşıyabilirler. Çeşitli menfaatler veya başka sebeplerle söz konusu kişiler cahiliye ahlakının her tavrını uygulamayabilirler. Ancak burada önemli olan bunu yapmalarını engelleyenin, Allah korkusu olmadığıdır. Çünkü Allah korkusu olmayan bir insan, çıkarlarıyla çatıştığı anda veya kendince daha iyi bir menfaat elde edeceğini düşündüğünde aniden tavrını değiştirebilir. İnce düşünceli, cömert bir insan birdenbire son derece kaba ve cimri bir yapı gösterebilir. Allah korkusu olmadığı ve O'nun sınırlarını tanımadığı için, nefsinin emrettiği her türlü ahlaksızlığı uygulayabilir.
Özet olarak, cahiliye toplumunun tüm üyelerinde bu bölümde sıralayacağımız özelliklerin tümü görülmeyebilir. Ama Allah korkusunun güçlü olmaması nedeniyle bu kişiler Allah'ın hoşnutluğunu değil, çoğunlukla nefislerinin isteklerini yerine getirmek istemektedirler. Nefisleri kendilerine nasıl bir ahlak göstermelerini emrederse öyle davranırlar. Bu, günden güne değişiklik gösterebildiği gibi, temelde cahiliye ahlak özelliklerini içerir. Kişi bir gün kolaylıkla yalan söylerken, bir gün kıskanç, bir gün karamsar, bir gün de isyankar olabilir. Bu nedenle kişinin ahlakını Allah korkusu ve O'nun hoşnutluğuna göre şekillendirmesi gerekir. Eğer bu şekilde olursa, sağlam bir karakter ve vicdanlı davranışlar sergilenir. Kuran'ı ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetini rehber edinen bir kimse için, cahiliye ahlak özelliklerini göstermesi söz konusu olmaz.
Bu bölümde, kimilerinde az, kimilerinde çok görülebilen cahiliyeye ait bu kötü ahlakın bazı yönlerini inceleyeceğiz.
Tembellik insanların çoğunun oldukça dar anlamda değerlendirdikleri ve bu nedenle de çoğu zaman kendi üzerlerine almadıkları bir konudur. Tembel vasfı, sadece, toplumun geneline oranla, üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmede daha gevşek davranan insanlara yakıştırılır. Ancak burada kastettiğimiz tembellik, cahiliye toplumunun geneline yansımış ve maddi-manevi olumsuz sonuçlara yol açan önemli bir davranış bozukluğudur.
Bu davranış bozukluğunun, insan üzerinde oluşturduğu en büyük tahribatlardan biri öncelikle kişileri düşünce tembelliğine itmesidir. Oysa ki insanı insan yapan, ona insani vasıflar kazandıran en temel özellik, düşünebilmesidir. Bu yeteneğin kullanılmaması, bir anlamda kişiyi mekanikleştirir ve aklını tamamen devre dışı bırakır. Bu noktadan sonra kişinin tek yapabildiği kendisine öğretilmiş kurallar doğrultusunda durağan bir yaşantı sürmektir. Bir yenilik yapmak ya da hayatına bir güzellik kazandırmak, bu kimse için neredeyse imkansız gibidir. Vicdan ve irade kullanmak ve bunun için çaba harcamaktansa, alışageldiği sistemi hiç düşünmeden uygulamak, söz konusu tembellik anlayışına çok daha uygun düşer.
Üşengeçliğin vicdan, akıl ve irade üzerindeki bu etkisi, hayatın her safhasında çeşitli modellerle kendini gösterir. Düşünmeye üşenen kimseler, öncelikle neden ve nasıl var oldukları ve hangi amaç için yaşadıkları gibi hayati sorulara hiçbir zaman cevap aramazlar. Bunların önemli konular olduğunu kabul etmekle birlikte, birilerinin kendileri için düşünüp değerlendirmesini tercih ederler. Bu öyle bir hal alır ki, kişi bir anlamda farkında olmadan maddi manevi tüm varlığını tehlike altına atacak kadar tembel bir ruh hali içerisine girer.
Örneğin mal ve can güvenliği için tedbir alması gerekirken, olayları akışına bırakır. Ya da sağlığını korumak için gerekli olan dikkati göstermeye, hastalandığında doktora gitmeye ve hatta doktorun verdiği tedaviyi uygulamaya dahi üşenecek hale gelir.
Eğlenmeye, gülmeye, neşelenmeye üşenir, bunun yerine sadece eğlenen insanları seyretmekle yetinir. Aklını kullanıp kendine huzur ve rahatlık sağlayacak bir ortam oluşturma imkanı varken, sırf üşendiğinden zorluk içerisinde yaşamayı tercih eder.
Sağlıklı ve lezzetli yiyeceklerle beslenebilecekken, bu ruh onu hazır ya da sağlıksız yiyeceklere yöneltir. Okumaya, bilgisini, görgüsünü ve kültürünü artırmaya üşenir; bu nedenle de hayatı boyunca her konuda klasik bir anlayış içerisinde yaşar. Para kazanmak ister ama bunun için çaba harcamak ya da akıl kullanmak yerine gayri meşru yollardan hazır paraya konmak daha kolayına gelir. Daha da ciddi bir zorlukla karşılaşacak olursa, bununla mücadele etmek yerine intihar etmeyi daha kolay ve zahmetsiz bir yöntem olarak görür. Buna benzer örnekler oldukça çoktur, ancak burada dikkati çeken en önemli ölçü, konu her ne olursa olsun "en az emek ile hayatta kalmayı başarabilmenin" hedeflenmiş olmasıdır.
"En az emek harcamanın" en kolay yollarından birisi ise, var olan sistemi en iyi şekilde "taklit etmek"tir. Bu durum cahiliye ahlakının yaşandığı pek çok toplumda sadece bireysel düzeyde değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde de köklü bir sisteme dönüşmüştür. Öyle ki bir ülkede herhangi bir şekilde ün kazanmış herhangi bir şey diğer ülkelerde hiç vakit geçirmeden taklit edilir. Şarkılar, reklamlar, filmler, propaganda yöntemleri hep başkalarından görüldüğü şekli ile uygulanır. Buradaki temel mantık, herhangi bir yenilik getirmeye olan kapalılık, üşengeçliktir.
Görüldüğü gibi tembellik cahiliye toplumunu saran köklü davranış bozukluklarından biridir ve kişileri, zararının kendilerine döndüğü bir sistem içerisinde yaşamak durumunda bırakır. Ancak şunu da vurgulamak gerekir ki bu, cahiliye toplumunda kınanan ya da yadırganan bir yapı değil, aksine oldukça benimsenmiş ve hayatın doğal akışı olarak kabul görmüş bir sistemdir. Bu sistemi yaşayan insanlar uğradıkları zararın ve yaşayamadıkları güzelliklerin eksikliğinin farkında dahi değildirler. Bu nedenle de bu durumu değiştirmek amacıyla çaba göstermek için bir neden bulamazlar.
Kuran ahlakı tam olarak uygulandığında cahiliyeye ait tüm bu özellikler ortadan kalkar. Kişiyi harekete geçiren, Allah'a ve ahirete olan inancıdır. Bu da onu hem dünyaya hem de ahirete yönelik ciddi bir çaba içerisine sokar. Böyle bir insan için dünyada kaybedilecek vakit yoktur. Geçen her an, kendisine Allah'ın rızasını ve sonsuz ahiret hayatını kazanabilmek için verilmiş bir fırsattır. Önemli ve büyük bir hedefi vardır. Bu nedenle, durağan bir yapı değil aksine hareketli, çalışkan ve üretken bir karakter ortaya koyar. Çünkü Allah yoğun bir çabadan hoşnut olacağını Kuran'da haber vermiştir:
Kim de ahireti ister ve bir mü'min olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 19)
Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın yorulmaya-devam et." (İnşirah Suresi, 7)
Cahiliye ahlakının temel özelliklerden biri de kıskançlıktır. Ahiretin varlığına inanmayan bir insan, dünya hayatına büyük bir hırsla sarılır. Kendince dünyanın önüne serdiği imkanlardan en üst düzeyde faydalanmak ve nefsinin sınırsız ihtiraslarını tatmin etmek ister. Bu hırs öylesine şiddetlidir ki, kişi dünyaya ilişkin her konuda hep en üstün ve en başarılı konumda olmak ister. Dolayısıyla çevresindeki herkesi kendisi için birer rakip olarak görür. Bir insanın başarılı olmak istemesi ve bunun için gayret etmesi son derece doğaldır, ancak cahiliyenin başarılı olma tutkusu zalimlik, acımasızlık, bencillik gibi çok sayıda kötü ahlak özelliğini de beraberinde taşıyan çirkin bir tutkudur. Yoksa bir insan başarılı olmak, kaliteli ve güzel bir hayat yaşamak isteyebilir ve bunun için hak ve meşru sınırlar içinde elinden gelen çabayı da gösterir. Ancak salih bir mümin bunu yaparken hiçbir zaman, kendisini zengin edecek olanın da imkanlarını dilediği takdirde kısacak olanın da Allah olduğunu ve her ne olursa olsun bunun kendisi için en hayırlısı olduğunu hiçbir zaman unutmaz.
Cahiliye ahlakının çirkin yönlerinden biri olan kıskançlığın temelini oluşturan acımasız rekabet duygusu ise neredeyse doğduğu andan itibaren bir anlamda kişinin tüm yaşantısını şekillendirir. Yaşadığı rekabet ortamının kurallarını en iyi şekilde öğrenir ve uygulamaya başlar. Bir süre sonra, başkalarının kendisinden daha üstün olmasını kabul edemediği gibi, karşısındaki insanların az da olsa bir iyilik ya da güzelliğe sahip olmasını da çekemez hale gelir.
Bu kötü anlayışa sahip cahiliye insanları, çevrelerindeki insanların sahip olduğundan daha iyisine sahip olabilmek için büyük bir çaba harcarlar. En zengin, en güzel ya da en yakışıklı eş, en güzel ev, en lüks mobilyalar, en iyi araba, en başarılı çocuklar, en kaliteli kıyafetler hep kendilerinin olmalıdır. En lüks yerlerde gezmeli ve en güzel olan hep kendilerinin olmalıdır. Bu durum cahiliye insanları arasında hayati bir yarışa dönüşmüş, birbirlerine karşı duydukları kıskançlık nedeniyle, neredeyse karşılarındaki kişinin kötülüğünü ister olmuşlardır. Öyle ki kimi zaman üstünlüklerini koruma pahasına, karşı tarafın lehine gelişen bir durumu engellemeye dahi yeltenebilirler. Oysa ki başka bir insanın zengin ve güzel olması ya da refah içinde yaşaması, kendisinin ne güzelliğinde, ne zenginliğinde, ne de hayat standartlarında bir eksilme meydana getirir.
Cahiliye düşüncesinin getirdiği çarpık mantık bu kadarla da kalmaz. Kıskanç olmak, toplum arasında bazı kesimlerde oldukça takdir gören bir karakter özelliği olarak benimsenmiştir. Hatta, kıskanç olmadığını söyleyen insanlar, bu çevreler tarafından oldukça tuhaf ve sıra dışı olarak algılanırlar. Cahiliye inancına göre insanlar gerçekten değer verdikleri şeyleri sahiplenmeli ve onlara karşı kıskanç bir tavır geliştirmelidirler. Söz gelimi eğer bir dostunu seviyorsa, bir başkasının ona sevgi duymasını ve onunla dost olmasını engellemelidir; onun en iyi dostu sadece kendisi olmalıdır. Oysa, bir insanın duyduğu sevgi bir diğerinin de aynı kişiye sevgi duymasına engel değildir ve bunun kimseye bir zararı da yoktur. Aksine, eğer karşıdaki kişi gerçekten dost edinilecek kalitede bir insansa, onun bu meziyetinden bir başkasının daha yararlanması son derece doğal ve güzeldir.
Bu mantıkla düşünüldüğünde kıskançlığın yersizliği ve zararı net bir biçimde ortaya çıkar. Kendilerini bu hastalığa kaptıran insanlar, ellerindekiyle yetinmeyi bilmediklerinden, hiçbir zaman gerçek mutluluğu yaşayamazlar. Kendilerinden daha iyisinin varlığını bilmek onlara huzursuzluk ve keder verir.
Böylesine zor ve zahmetli bir sisteme tabi olmaktansa, dinin getirdiği ahlakı yaşamak insanın yaratılışına en uygun olanıdır. İnsanın nefsi kıskançlığı barındırabilecek nitelikte olabilir. Ancak akıl ve vicdan kullanılarak bu duygunun önüne geçmek de bir o kadar kolaydır. Bir ayette bu gerçek bildirilir:
… Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 128)
Allah insanlara nefislerini kıskançlıktan arındırmalarını bildirmiştir. Bunun yerine de, tam aksine, hep karşı tarafın iyiliğini, rahatını, huzurunu kendi isteklerinden hep ön planda tutan ve alabildiğine özverili bir yapıyı benimsemelerini istemiştir. Nitekim Kuran ayetlerinden pek çoğunda, müminlerin kıskançlıktan arınmış olan bu fedakar ruhu haber verilmektedir:
... Mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere veren... (Bakara Suresi, 177)
Müslümanlar en sevdikleri şeyleri bile, kolaylıkla ihtiyacı olan diğer insanlara verebilmekte ve bu konuda en ufak bir hırsa, kıskançlığa kapılmamaktadırlar. Kuşku yok ki vicdanın sesini dinleyerek bu ahlakı uygulamak, Müslümanları kıskançlığın neden olduğu tüm huzursuzluklardan uzak tutar ve en önemlisi Allah'ın hoşnutluğunu kazanmalarına yardımcı olur.
Cahiliye insanları Allah'ın yarattığı ve kendilerine nimet olarak sunduğu imkanlardan dolayı şiddetli bir büyüklük duygusuna kapılırlar. Kibir adı verilen bu belanın bulaştığı kişi, kendisini dünyanın en akıllı, en yetenekli ve en yenilmez insanı olarak görür.
Ancak kişinin kibirlenmesi için, muhakkak, cahiliye toplumunda büyük önem taşıyan para, itibar ya da güzellik gibi dikkat çekici özelliklere sahip olmasına gerek yoktur. Kendi aklını başkalarından üstün görmesi bile onun büyüklük hissine kapılması için yeterlidir. Etrafındaki herkesten çok daha üstün olduğunu, hepsinin hem maddi hem de manevi yönlerden çok ciddi eksikleri olduğunu, fakat kendisinde bu kusurların hiçbirinin barınmadığını düşünür.
Bu yanlış çıkarımlara bir kez inandıktan sonra kibir ve büyüklenme onun hayat felsefesi haline gelir. Artık çevresindeki insanlardan gelecek olan tüm tavsiyelere ya da eleştirilere kapalıdır. Onun, kendisinden eksik gördüğü diğer insanlardan alabileceği bir fikir ya da tavsiyenin olması mümkün değildir. Kendisi de mümkün olduğunca bu insanları beğenmediğini vurgulamaya ve her fırsatta kusurlarını dile getirmeye çalışır. Onların kusurları belirginleştikçe, kendi büyüklüğü ile onların küçüklüğü arasındaki tezatın daha da ortaya çıkacağına inanır.
Bu kötü anlayış aslında kişiye çok ciddi kayıplar getirir, ancak kişi bunları fark edemeyecek kadar kibirlidir. Herkes ona neredeyse acıyan gözlerle bakarken o, kendisinin bu tavrı nedeniyle son derece şahsiyetli ve güçlü bir karakter sergilediğine ve bundan dolayı da çevresinde derin bir saygı uyandırdığına inanır. Oysa ki daha büyük ve daha üstün olmak amacıyla geliştirdiği bu çirkin tavır, kişiyi sandığının aksine en küçük düşen, en az sevilen ve yanında en rahat edilemeyen insan konumuna getirir.
Kibirli insan, büyüklük arzusundan dolayı kimseyle gerçek anlamda dost olamaz, kimseye sevgi saygı duyamaz, cana yakın ya da alçakgönüllü bir tavır gösteremez. Bu da etrafındakilerin kendisinden ciddi şekilde rahatsızlık duymalarına neden olur.
Bunun yanında kibir, sadece etraftaki insanlarda değil, kişinin kendisinde de ciddi sıkıntılara yol açar. Öncelikle büyüklük iddiasında olan bir kişi hiçbir açık vermemeli ve hiçbir zaman hata yapmamalıdır ki, kendince elde ettiğini zannettiği itibarı zedelenmesin. Böyle bir şeyi başarmak için çok yüksek bir efor harcaması gerekir. İçinden gelen bir şeyi gerçekleştiremez, onu önce kendi imajının süzgecinden geçirir. Eğer itibarına uygun bir tavırsa yapar, değilse hoşuna giden birşey bile olsa kendince insanların gözünden düşmemek için bunu yapmaz. Ne içinden geldiği gibi gülebilir eğlenebilir, ne de akıcı ve doğal bir sohbete katılabilir. Sarf ettiği yoğun dikkat kişinin yüzünde ve vücudunda ciddi bir kasılmayla kendini gösterir ki bu da güzel bir insanın dahi yüz ifadesini son derece çirkinleştirir ve anlamsızlaştırır. Bununla birlikte hata yapmaktan korktuğu için çevresindeki insanlara mümkün olduğunca uzak ve mesafeli davranır; bu da kimseyle gerçek bir samimiyet yaşayamamasına neden olur.
Kişinin kendisini soktuğu bu kalıp zararlı olduğu gibi bir o kadar da anlamsızdır aslında. Çünkü insan ne kadar üstün özelliklere sahip olursa olsun, en küçük detayına kadar Allah'ın yardımına muhtaç son derece aciz bir varlıktır. Ne doğarken bedeninin alacağı şekli, ne yeteneklerinin ne de aklının kapasitesini kendisi belirlemiştir. Tüm bunlar tamamen Allah'ın kendisi için yarattığı şekliyle gerçekleşmiştir.
Ancak kibir adındaki bu büyüklenme arzusu kişinin, Allah'ın yüceliğini ve büyüklüğünü kavrayamayacak kadar akılsızca bir tavır sergilemesine neden olur. Kibirlenen insan, Allah'ın yarattığı trilyonlarca varlıktan sadece herhangi biri olduğunu düşünemez. Ve kendisinin bunlardan herhangi birinin bir benzerini dahi yaratmaktan aciz olduğunu hiç aklına getirmez. Binbir çeşit virüs ve mikrobun sebep olabileceği hastalıklara engel olamayacağını da düşünmez.
Kibirin cahiliye insanını içine soktuğu durum bu kadar açıkken, kişinin bu tavrı sürdürmesi dünyada olduğu gibi ahirette de karşılık görecektir. Kuran'da, Allah'ın büyüklüğünü takdir edemeyen ve her konuda sadece kendisini otorite kabul eden kişiler için cehennem azabı olduğu haber verilmiştir:
Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o. (Bakara Suresi, 206)
Allah'a ve hesap gününe samimi ve derin imanı olmayan bir insanın, affedici ve hoşgörülü olması da mümkün değildir. Cahiliyenin çarpık mantığına göre, ömrü kısa olduğu için bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmelidir. Ancak bu samimi bir müminin anladığı manada güzel ve ahlaklı tavırlarda bulunarak, iyi bir değerlendirme değildir elbette. Dünya hırsıyla dolu, Allah'tan ve ahiretten gafil, insanda hem maddi hem de manevi olarak büyük tahribat oluşturan bir anlayıştır. Cahiliyeye göre hayatı iyi değerlendirmenin manası alabildiğince bencil olmak, tüm acizliklerini ve eksikliklerini hiç düşünmeyerek dünyaya hırsla bağlanmak, ruhsuz, sevgisiz bir hayat içinde eğlendiğini iddia ederek kendini kandırmaktan ibarettir. Bu durumda kişinin hep kendi menfaatlerini düşünmesi ve bunlara zarar vermeye kalkışanlara da çok keskin bir karşılık vermesi gerekir. Dolayısıyla kendisine karşı yapılan bir hatayı kesinlikle unutmamalı, herkes hakkındaki hatıralarını hafızasında biriktirmeli ve ilk fırsatta "öc almak" üzere kin gütmelidir.
Bu çarpık mantık kişide öyle bir saplantı haline dönüşür ki, kimi zaman yirmi yıl, otuz yıl geçtiği halde yapılan küçücük bir hatayı unutmayabilir. Üstelik çoğu zaman zihnini kurcalayan konular son derece önemsizdir. Karşı taraf konunun farkında olmasa bile, kindar insan herşeyin altında bir kasıt olduğuna inanır. Öyle ki cahiliye toplumlarında bu batıl inanç, kimi zaman cinayete ya da yaralamaya kadar varan bir intikam ile sonuçlanır.
Ancak bu kötü tavrından dolayı hep kaybeden kişinin kendisi olur. Kendi kendine çeşitli kuruntulara kapılır; herkesin ona düşman olduğuna, kendisini kullanmaya çalıştığına inanır. Her olayı bu kuruntular doğrultusunda değerlendirir. Aklını ve enerjisini sürekli olarak bu yönde harcayan bir insanın üretkenliği, yaratıcılığı, çalışkanlığı, neşesi birer birer körelir; bunun yerine psikolojisi tamamen hüzün, keder ve öfkeye ayarlı hale gelir.
Oysa ki affediciliğin ve hoşgörünün lezzeti, kinlenip kuruntulara kapılmanın verdiği öfke ve sıkıntıyla kıyaslanmayacak kadar yüksektir. Affetmek, cahiliye ortamında zannedildiği gibi küçük düşmenin ya da yenilmenin değil, aksine asilliğin ve yüksek bir ahlakın göstergesidir. Kuran ayetlerinde affediciliğin üstünlüğü şöyle vurgulanmaktadır:
Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah'a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez. (Şura Suresi, 40)
Cahiliye sisteminin getirdiği bu korkunç dünyaya karşılık, din ahlakının yaşanmasıyla ortaya çıkan sıcak ortam, Kuran'da cennet halkının bir özelliği olarak anlatılmıştır ki bu da bize bu ahlakın üstünlüğünü bir kez daha hatırlatır:
Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: "Bizi buna ulaştıran Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler." Onlara: "İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir" diye seslenilecek. (Araf Suresi, 43)
Cahiliye ahlakında göze çarpan karakter özelliklerinden biri de, insanların hayatlarının her anını memnuniyetsiz, bezgin ve şikayetçi bir ruh içerisinde geçirmeleridir. Hatta bu ahlakı benimseyen insanlar memnuniyetsiz olacakları bir konu olmadığında bile bu tavra özenir ve herşey hakkında sürekli "söylenirler". Bu çirkin tavır, onlar için yemek içmek gibi doğal bir alışkanlık haline gelmiştir. Üstelik toplumun her kesiminde uygulandığı için kimse tarafından tuhaf da karşılanmaz.
Kişi sabah uyandığı andan itibaren şikayet edecek bir şeyler aramaya başlar. Önce gece hiç rahat uyuyamadığından bahseder, ardından hava sıcaksa sıcaklığından, soğuksa soğukluğundan şikayet etmeye başlar. Kahvaltıdaki yemeklerin kötü olduğu, arabanın aksaklıkları, trafiğin sıkıcılığı, işyerinin gürültüsü, insanların anlayışsızlığı, uykusuzluk, yorgunluk, akşam evdeki ortam, komşuların geçimsizlikleri, hayatın tekdüzeliği, kimsenin onu anlamıyor olması ve bunun gibi art arda sayılıp yakınılan konular birbirini takip eder. Daha da olmazsa sırf şikayet olsun diye şikayet etmeye başlar; kadınsa kadın olduğu için, çocuksa çocuk olduğu için, esmerse sarışın olmadığı, ela gözlü ise mavi gözlü olmadığı için memnuniyetsizliğini dile getirir.Ancak bu konuların hiçbir zaman sonu gelmez, çünkü bu kötü bir ruh halidir ve kişi buna rağmen bu durumdan çıkmak istemez.
Bu çarpık mantık örgüleri cahiliye insanlarının, hiçbir zaman hiçbir şeyden mutlu olamamalarına neden olur. Çünkü herşeyin en mükemmelini elde etmiş olsalar bile, iyi ve güzel yönleri göremedikleri için bir süre sonra sahip olduklarından yine sıkılırlar.
Allah, insanların saymakla bitirilemeyecek kadar çok nimet içerisinde oldukları halde yine de memnuniyetsiz ve nankör bir ahlak sergilediklerini şöyle haber vermiştir:
Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 34)
İşte cahiliyenin bu ilkel mantığı, onları dünyanın bunca güzelliği varken hiçbirinden tat alamayacak hale getirir.
İnsanın hem ruhen hem de bedenen fıtratına en uygun yaşam olan İslam ahlakı ise bunun tam zıttını yaşatır. Tüm evrenin ve içerisindeki her türlü detayın kendisi için bir süs ve bir ikram olarak yaratıldığını bilen mümin, sürekli olarak Allah'a şükreden bir ruh hali içindedir. Karşılaştığı her olayın ardında gizlenen güzellikleri ve hikmetleri bulup çıkarır. Kendi çevresini kendi güzelleştirmeye ve nimete dönüştürmeye çalışır. Kuran'da, Allah'ın bu ahlakı gösteren kimselere nimetlerini ve ikramlarını artıracağı, sürekli memnuniyetsiz ve şikayetçi olarak nankörlük eden insanlardan da bu güzellikleri alacağı bildirilmiştir:
Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 7)
Din ahlakından uzak yaşayan bir insan, hayatı boyunca çevresinde olup biten tüm olayların tesadüf eseri geliştiği gibi akıl ve mantık dışı bir düşünceye sahiptir. Eğer işleri yolunda gitmişse bunun "işlerinin yaver gitmesinden", aksinin de "aksilik olmasından" kaynaklandığı yanılgısına inanır. Bu sapkın görüşün getirdiği en tehlikeli ve kötü sonuçlardan biri ise, ümitsiz ruh halidir. Çünkü bu ilkel mantıkta, güvenilecek ya da ümit beslenecek hiçbir dayanak yoktur.
Bu karanlık ruh hali, Allah'ın gücünü ve herşeyin bir kader üzerine işlediğini kavrayamamanın cahiliye insanlarına getirdiği bir beladır. Oysa Allah'a iman eden bir insan her an, her konuda ümitvardır. Çünkü her olay ve her varlık Allah'ın kontrolü altındadır. Bütün güç Allah'ındır ve O'nun izni olmadan hiçbir olayın olması mümkün değildir. Bunu kavrayan bir insan herşeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla anında değişebileceğini ve hiçbir şeyin imkansız olmadığını çok iyi bilir. Allah'a inanmayan ve herşeyi tesadüflerin yönettiğini düşünen bir insanın ise ümitsiz olması olağandır, çünkü bu onun kendi inanç bozukluğundan kaynaklanan bir ruh halidir.
Bu inanç bozukluğuyla yaşayan insanlar -kendi aralarında "hayata küskün" deyimiyle ifade ettikleri gibi- daha en baştan karamsar bir ruh haline sahiptirler. Hayata bezgin ve yenik düşmüş bir ruh haliyle yaklaşırlar. İnançlarındaki çarpıklık, onlarda hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceği, hayatın hep aksiliklerle dolu olacağı gibi bir endişe oluşturur. Nitekim bu beklenti içinde olduklarından, olayları hep böyle görmek isterler. Söz gelimi, üniversitede istedikleri branşı kazanamayacaklarını, kazansalar bile okulu bitiremeyeceklerini, mezun olsalar bile bu hayat şartlarında iş bulamayacaklarını, bulsalar bile başarılı olmak için yılların geçmesi gerektiğini, istedikleri gibi bir evlilik yapamayacaklarını, yapsalar bile mutlu olamayacaklarını, zengin ve lüks bir hayat yaşayamayacaklarını, çocuklarını istedikleri gibi yetiştiremeyeceklerini, onların "mürvetlerini göremeden" öleceklerini, mezarlarına kimsenin gelmeyeceğini, hemen unutulacaklarını düşünür ve buna benzer bitmek bilmeyen bir dizi ümitsizlik hezeyanları sergileyip dururlar. Kuran'da bu insanların içinde bulundukları umutsuz ruh hali şöyle ifade edilmiştir:
İnsana bir nimet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman da umutsuzluğa kapılır. (İsra Suresi, 83)
İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur. (Fussilet Suresi, 49)
Bu kötü ahlakı yaşayan insanlar cahiliye toplumunda "şom ağızlı" olarak da adlandırılırlar. Her konuda hep olumsuz telkinler yapmaları ve çevrelerini telaşlandıracak şekilde kötü ve ümitsiz tahminlerde bulunmaları, etraflarındaki insanların da sinirlerini bozar. Söz gelimi uçağa binmek üzere olan dostlarına "ya uçağınız düşerse, ya sağ salim gelemezseniz" gibi ümitsizce konuşmalar yaparak, huzursuzluk verirler. Bir parça öksüren birine "çok hastasın galiba" gibi felaket tahminlerinde bulunurlar. Büyük yatırımlar yaparak kurulan bir işyerinin, ortada hiçbir ihtimal olmadığı halde, sürekli olarak iflas edebileceğinden endişe eder ve başarılı olamayacağı hakkında fikir beyan ederler.
Kuşkusuz bu sayılanlar günlük hayatta rastlanabilen sınırlı birkaç örnektir. Ama burada dikkat çeken husus, bu ahlakı üzerinde barındıran cahiliye insanının, sadece kendini değil, etrafını da rahatsız eden bir sistem oluşturduğudur. İşte bu sistem, cahiliyenin ilkel mantığının bir ürünüdür. Bu ilkel mantığın ana özelliği ise, kişilerin bile bile kendilerine hem dünyada hem de ahirette hiçbir şey kazandırmayan, hatta sıkıntı ve huzursuzluk yaratan bir sistemi kabulleniyor olmalarıdır.
İslam dininin getirdiği yüksek ahlak ise, bu ilkel mantığın çok üstünde bir dünya görüşü sunar. Allah'ın sınırsız ve sonsuz gücünü bilmenin verdiği ümitvar yapı, müminlere sadece dünyada değil aynı zamanda ahirette de neşe ve huzur getirir. Onlar daima Allah'ın ayette bildirdiği, "… Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87) emrine uyarlar.
"Umursuzluk" terimi, cahiliye insanlarının olaylar karşısındaki ilgisiz ve duyarsız tavırlarını ifade eder. Küçük yaşlarından itibaren çevrelerinde bu yapıyı görerek büyüyen kimi insanlar, umursuz davranışların doğal olduğunu düşünürler. Oysa cahiliye mantığının dışına çıkılıp bakıldığında görülen gerçek, umursuzluğun, vicdanın bir nevi uyuşturulması ve dondurulması olduğudur.
Vicdanın açık ve güçlü olması, kişiye hayatın her anında çeşitli sorumluluklar yükleyecek bir özelliktir. Bu da ahirete inanmayan insanların hiç işine gelmez. Bundan kaçınmak için umursuzluğu temel yaşam felsefeleri haline getirirler. Bu durumdaki bir insan, herşeyden önce kendi sorumluluklarını yerine getirmede son derece gevşektir. Çevresindeki insanlar onun adına herşeyi üstlenmek zorunda kalırlar.
Bu çirkin ahlakı taşıyan kişi yalnızca kendine değil, çevresine de zarar verir. Söz verir ama boşvermişliğinden dolayı sözünde durmaz. Yine aynı şekilde borç alır, fazlasıyla ödeme imkanı olur ama önem vermediği için ödemeyi unutur. Kimi zaman umursuzluğu, hayati boyutlara kadar uzanır. Tedavi amacıyla bir ilaç alacakken, sırf boşvermişlikten bunu aksatır ve hastalığının sürmesine göz yumar. Yüzme bilmeyen küçük çocuğunu deniz kenarında bırakır, boğulmasından yana en ufak bir tedirginlik dahi duymaz; iş işten geçtikten sonra aklı başına gelir. Bunun gibi binlerce umursuzluk örneği, cahiliyenin günlük hayatı içinde sürekli yaşanır.
Örneğin trafikte kaza geçiren ağır yaralı bir insanla karşılaştığında vicdanı açık olan bir insanın yapacağı şey, kendi işi her ne kadar önemli olursa olsun, acil durumdaki bu insana tüm imkanlarıyla yardım etmektir. Ancak umursuzluk adı altında vicdanını donduran bir insan, bu manzaraya kısa bir göz attıktan sonra, yardım eden tek bir kişi olmadığını görse dahi rahatlıkla randevusuna gitmek üzere yoluna devam edebilir. Veya eğer etrafta başka kişiler varsa "onlar ilgilenir nasılsa" diye düşünebilir.
Görüldüğü gibi umursuzluk aslında vicdansızlığın bir diğer dile getiriliş şeklidir. Kişi, aklı ve mantığı algıladığı halde geliştirdiği duyarsızlık ile pek çok konunun üzerinden rahatlıkla geçip gider. Vicdanını dondurduğu için üzerinden atladığı, umursuzluk gösterdiği tavırlar nedeniyle en ufak bir vicdan azabı da duymaz. Hatta için için kendisini dünyanın en uyanık kişisi olarak görür. Halbuki bu kişi hiçbir şekilde kazanç içinde değildir. Vicdanını saf dışı ederek dünyada önüne çıkan tüm fırsatları kaçırmış, ahiret için yapabileceği hazırlığı bile bile göz ardı etmiştir.
Her konuda vicdanını devreye sokan, aklını ve imkanlarını bu uğurda sonuna kadar kullanan mümin kişi ise, Allah'ın hoşnutluğunu ve ahireti kazanabilecek en isabetli davranışı yapmıştır. Müminin bu konuda gösterdiği hassasiyet onun dünya hayatında da rahat yaşamasını sağlar. Karşılaştığı her konuda aklını kullandığı için, işleri hep olabilecek en iyi neticelerle sonuçlanır.
Dünyaya olan bağlılık ve mala karşı duyulan hırs, cahiliye ahlakını yaşayan insanları bu uğurda her türlü ahlak ve tavır bozukluğunu göze alabilecek çirkin bir tavır içerisine sokar. Konu eğer dünyadan istifade etmekse, kişi bu arzusunu tatmin etmek için tamahkar bir yapı göstermekten hiçbir şekilde çekinmez. Hayatın kısalığının farkındadır ve bu süreyi ahiret için çalışarak geçirmektense, dünyaya yönelik olarak değerlendirmenin kendi düşük aklınca en iyi yol olduğunu sanır. Bunun için de karşısına çıkan fırsatları hep bu uğurda harcayarak dünyaya biraz daha tamah eder.
Tüm amacı dünyayı yaşamak olan bu insanların, Allah'ın onların çirkin ahlakına verdiği bir karşılık olarak, dünyadan memnun olmaları ise hiçbir zaman mümkün olmaz. Kendilerince dünyadan faydalanmak için Allah'tan gafil bir yaşam benimserler, ama dünya onlara hiçbir zaman güzellik, rahat ve mutluluk sunmaz. Bir ömür boyu peşinden koştukları dünya tutkularının kendilerine bıraktığı tek şey mutsuzluk, tedirginlik, sevgisizlik, dostsuzluk ve türlü acılardır.
Bu yapı, cahiliye toplumunda insanların büyük kısmına hakim olduğu halde, yalnızca belirli bir kesime mal edilerek örtbas edilmek istenir. Sadece bazı açgözlü insanların tamahkar bir karakter sergileyebilecekleri imajı oldukça yaygındır. Oysa, tamahkarlık cahiliye ahlakının dünyaya ve insanlara bakış açısını en açık yansıtan özelliklerinden biridir.
Bu çirkin bakış açısıyla yoğrulmuş olan cahiliye insanları, zengin olsun fakir olsun hiçbir farklılık göstermeden dünyadaki herşeye karşı açgözlü yaklaşır. Söz gelimi misafirliğe gider; karnı doyduğu halde -hastalanma pahasına da olsa- daha çok faydalanmak için biraz daha yer. İşyerinden maksimum istifade etmek için ihtiyacı olmadığı halde sağa sola gereksiz telefonlar açar; çocuğunun, ailesinin tüm ihtiyaçlarını iş yerinin imkanlarından karşılamaya kalkışır. Bu mantık öylesine köklü bir hastalıktır ki kişi ailesine bile bu gözle yaklaşır. Kocasının çok çalışmasını, çok para kazanmasını neredeyse bir hırs haline getirmiştir. Çünkü işin sonunda kendisine daha çok kıyafet aldırtacak, daha çok gezebilecek, daha çok yiyebilecek ve kocasının bu özelliklerinden maksimum istifade edebilmiş olacaktır. Bu hırs ve açgözlülük öyle noktalara gelir ki, kimi zaman insanların dünyadan daha fazla menfaat elde edebilmek için dolandırıcılığa ya da açıkça hırsızlığa kalkışmalarıyla kendini gösterir.
Bu gibi insanları bir tabak yemeğe dahi tenezzül ettirten bu çirkin ahlak, uyanıklık kafasıyla uygulanır ama tam aksine kişiyi akıl almaz derecede küçük düşürür.
Samimi ve dürüst yaşamak ise, binbir türlü plan ve sahtekarlıkla yaşamaktan çok daha kolay ve çok daha zevklidir. Allah'a iman etmiş bir insan dünya nimetlerinden en güzel şekilde faydalanır. Tüm nimetin Allah'a ait olduğunu, Allah Katında olanın hiçbir zaman bitip tükenmeyeceğini ve Allah'ın dilediği kimseye sonsuz nimetinden hesapsız olarak hem dünyada hem de ahirette vereceğini bilir. Bu yüzden ne dünyaya tamah eder ne de sahip olmadığının hırsını yapar. Bu da ona hem asalet hem saygınlık, en önemlisi de Allah'ın rızasını kazandırır.
Cahiliyenin çarpık mantık örgüsüne göre, bir insanın bir başkasını, en az kendisi kadar düşünmesi, kollaması ve onunla ilgilenmesi için o kişiden ciddi anlamda bir çıkarının söz konusu olması gereklidir. Aksi takdirde, cahiliye insanının başkaları için kendisinden bir şeyler vermesi için hiçbir sebep yoktur; hatta bu batıl sisteme göre bu onun için maddi manevi önemli bir kayıp demektir. Arada sırada hayatın bir gereği olarak mecburen başkalarına ufak tefek fedakarlıklar yaptığı olabilir, ama bunu oturmuş bir ahlak anlayışı haline getirmenin, ona göre hiçbir gereği yoktur.
İşte benimsediği bu çarpık dünya görüşü nedeniyle, kişi her konuda ve herkese karşı bencil ve egoist bir tavır ortaya koyar. Henüz ilkokul yıllarında ailesinin tembih ve telkinleriyle kök salan bu çirkin mantık, çocuğun oyuncaklarını, yiyeceklerini, odasını, ailesini sahiplenmesi ve kimseyle paylaşmamasıyla kendini gösterir. Sonraki yıllarda ise, kişinin malını paylaşmamasındaki bu kararlılığına bir de insaniyetsiz ve düşüncesizce tavırlar eklenir.
Egoist olan bir insan sadece kendi rahatını düşünür. Bu yüzden de başkalarının ihtiyaçları ve sorunlarıyla hiçbir şekilde ilgilenmez. Karşısındakinin ihtiyacı olduğunu bile bile, karşısına geçip yemeğini yer ama paylaşmak aklına bile gelmez. Hasta olduğunda kendine çok özenli bir bakım uygular ama bir başkası hastalandığında buna hiç gerek duymaz. Arabasıyla yoldan geçerken bir arkadaşının yağmurdan sırılsıklam olduğunu görür. Aynı istikamete gittiği halde sırf arabası çamur olmasın diye arabaya almaz, görmezlikten gelip geçer. Yanındaki insanın düştüğünü görse, yardım edeceği yerde gülüp geçer ve kendi işine devam eder...
Günlük hayatın her aşamasında ortaya çıkan bu insaniyetsiz tavırlar, istisnai ve hayati durumlarda da aynı mantıkla devam eder. Örneğin ölmek üzere olan bir insana kan vermesi istenir, kendine hiçbir zararı olmadığı halde, insaniyetsizliğinden, rahatına ve keyfine olan düşkünlüğünden dolayı bunu kabul etmez.
Din ahlakında ise bencilliğin, egoistliğin ve insaniyetsizliğin yeri yoktur. Aksine müminler her an vicdanlarını tüm güçleriyle kullandıkları için, çevrelerindeki eksiklikleri ve ihtiyaçları görür ve bunlar karşısında en insaniyetli tavırları sergilerler. Bunu gerçekleştirirken de, asla karşı tarafı minnet altında bırakmazlar. Müminlerin yaşadığı bu fedakarlık ve insaniyet anlayışının güzel örneklerinden biri Kuran'da şöyle bildirilir:
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz." (İnsan Suresi, 8-10)
Cahiliye toplumlarında, sadece aşırı derecede problemli insanlara "geçimsiz" sıfatı yakıştırılır. Gün içerisinde arada bir çıkan tartışmalar ya da çekişmeler ise bu tanımlamaya dahil edilmez. Oysa oldukça hoşgörülü ve mazlum olarak bilinen bir insan bile, belli konularda belli kişilere karşı aksi bir tavır içerisine girebilir. Mutlaka geçinemediği ya da tahammül edemediği insanlar vardır yaşamında. Ancak cahiliyenin ilkel mantığı içerisinde tüm diğer ahlak çarpıklıkları gibi, bu kötü tavır da oldukça "makul" ve "olağan" karşılanmaktadır.
Aile yaşantıları bitmek bilmeyen geçimsizliklere sahne olurken, "aile meseleleri" ya da "her ailede olur böyle şeyler" gibi sözlerle bu tavrın çirkinliğini geçiştirmeye çalışırlar. Arkadaş ilişkilerinde neredeyse her gün anlaşmazlıklar, küsmeler ve kavgalar yaşanır; bunu da "arkadaşlıklarda olur böyle şeyler" gibi anlamsız açıklamalarla kabullenirler. Okulda öğretmenleriyle, işyerinde patronlarıyla ve diğer çalışanlarla, trafikte araç sahipleriyle, apartmanda komşularıyla, akrabalarıyla kısacası diyalog kurdukları herkesle bir çekişme içerisindedirler.
Bu çekişmeler, genellikle büyük sebeplerden kaynaklanmaz. Eğer çatışacak bir konuları yoksa bile, bunu bir şekilde kendileri oluştururlar. Söz gelimi, karısının sevdiği yemeği pişirmemiş olması, ya da kocasının kendisini gezmeye götürmemesi, komşunun balkonu yıkarken su sıçratması, apartmandaki bir gürültü, bir hayvan ya da çocuk sesi, yeşil ışık yandığında hemen harekete geçmeyen bir araç sürücüsü, bir aracın hızla sollaması, başka bir aracın arabasının önüne park etmesi, hatta bazen tek bir korna sesi, patronunun az zam yapmış olması, belediyenin asfalt çalışmalarını geciktirmesi, ve bunun gibi günlük hayatın her anı, onlar için bir geçimsizlik ve huzursuzluk kaynağıdır. Küçük küçük olaylarda gerilimli bir atmosfer oluşturan bu insanlar, ne aralarındaki bu huzursuzluğu yadırgarlar, ne de yaşadıkları tahammülü zor ortamı. Öyle ki, kimi zaman iki insanın bir süre boyunca sırf aynı ortamı paylaşmak zorunda kalmaları bile kaçınılmaz bir huzursuzluk sebebi olur. Birbirlerinden sıkıntı duyarlar, acizliklerine ve insani ihtiyaçlarına kesinlikle tahammül edemezler. Bu beraberlik zaman içinde dayanılmaz bir hal alır. Ama kişilerin ya da mekanın değişmesinin kendileri için hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinin bilincindedirler. Kiminle ve nerede olurlarsa olsunlar, aynı geçimsizlik yaşanır. Çünkü karşılıklı anlayışsızlığın sonucunda ortaya tahammülsüzlük çıkar.
Peki bu tahammülsüzlüğün altında yatan ana etken nedir?
Cahiliye toplumlarında herkes mutlaka kendisinin haklı olduğuna inanır. Hoşgörülü olamadıkları için, alttan almayı akıllarına dahi getirmezler. Bunun yerine kendi bildiklerinde ısrarcı olup geçimsiz bir insan olmayı tercih ederler.
Halbuki, Kuran'a göre tek doğru vardır. Kuran'a uyan insanlar, Kuran'da kendileri için belirlenmiş olan doğruyu fark ettiklerinde onu uygularlar. Sonuçta ortada "herkesin fikri" değil, "yalnızca Kuran'da bildirilen ahlak " vardır. Aradaki muhtemel anlaşmazlıklar ise, Kuran'a başvurulduğunda çözüme kavuşacaktır. Böylelikle ortada anlaşmazlık değil, daima çözüm vardır. Kuran ahlakı ile hareket eden bir kişi Allah'ın insanlara öğütlediği özellikleri, saygıyı, sevgiyi, hürmeti yaşayan bir insandır. Kuran ahlakı, anlayışı, ince düşünceyi ve karşı tarafın fikrine saygı duymayı gerektirir. Bu teslimiyetin sonucunda da bir anlaşmazlık söz konusu olamaz. Cahiliye hiç durmadan tartışırken, inananlar Kuran ahlakını uygulamanın rahatlığını yaşarlar. Böyle bir topluluk içinde huzursuz veya geçimsiz bir tutumun ortaya çıkması mümkün değildir.
Kuran ahlakında yer alan güzel özelliklerden birisi de, "boş söz sarf etmekten kaçınmak" ve "boş söze dalanlarla birlikte dalmamak"tır. Kuşkusuz ki bu, müminlere maddi manevi çok fazla kazanç sağlar. Boş ve kişiye hiçbir şey kazandırmayacak bir sohbete girmektense, buradan kazanacakları vakit ile çok daha faydalı ve önemli faaliyetlerde bulunurlar. Ayrıca boş konuşmaların sıkıcı ve uyuşturucu etkisinden de daha en başından kurtulmuş olurlar.
Buna karşılık hikmetsiz ve uzun sohbetlerle vakit öldürmek, cahiliyenin vazgeçemediği bir alışkanlıktır. Bu şekilde hayatın ciddiyetinden ve sorunlarından biraz olsun uzaklaştıklarını düşünürler. Ancak herkesin kendi aklını beğenmesi ve iddiacı bir kişilik sergilemesi nedeniyle bu sohbetler kısa süre içerisinde hararetli ve sonuç vermeyen tartışmalara dönüşür. Çoğu zaman hakkında hiçbir şey bilmedikleri konularda dahi bitmek bilmeyen konuşmalar yaparak saatlerce tartışırlar. Ve bu saatler süren tartışmalar sonunda da genellikle hiçbir sonuca varamazlar. Bu tartışmalar esnasında mümkün olduğunca kendi fikirlerini ön plana çıkarmaya, ve karşı tarafa kabul ettirmeye çalışırlar. Öylesine iddiacı bir kişilik sergilerler ki, karşılarındakinin konuştukları konuda uzman bir kişi olması bile onları yıldırmaz. Onlar, kendilerince doktordan daha iyi doktor, avukattan daha iyi avukattırlar.
Tartışmaları esnasında yaptıkları yorumlar ise genellikle tahminlere ya da kulaktan dolma bilgilere dayalıdır. Ancak bu yapı da, cahiliye toplumlarında kınanacak bir özellik olarak karşılanmaz. Tartışmacı kişilik gösteren kimselere sadece "biraz sabit fikirli" ya da "biraz inatçı" sıfatları yakıştırılır. Bunun kişiye has bir karakter özelliği olduğu düşünülür.
Oysa insanların hiçbir bilgileri olmadığı halde uzun tartışmalara girmelerinin altında yatan neden, nefislerdeki tartışma eğilimidir. İnsanların bu özelliği Kuran'da "... insan, herşeyden çok tartışmacıdır..." ayetiyle haber verilmiştir. (Kehf Suresi, 54) İşte cahiliye insanları da akılcı hareket etmektense, bu zayıflıklarına yenik düşmeyi göze alırlar.
İnsanlar kimi zaman haklı oldukları konuları savunmak için de tartışabilirler. Ancak cahiliye toplumu bireylerinde dikkat çeken yön, bu tartışma esnasında gösterdikleri tavır bozukluklarıdır. Bu tavır bozukluklarının en başında, tartışırken kullandıkları ses tonu gelir. Ne kadar bağırırlarsa ve karşı tarafın sesini ne kadar bastırırlarsa, o kadar haklı çıkabileceklerini zannederler ve bu yüzden de son derece yüksek sesle konuşurlar. Bu tür ortamlarda, kişiler üzerinde fiziksel olarak da belirgin etkiler oluşur; iddialaşmanın etkisi ile yüzleri kıpkırmızı kesilir, boyun damarları şişer, tartışmanın ve bağırmanın etkisiyle son derece çirkin bir görünüme bürünürler. Oturdukları yerde sakinliklerini koruyamaz, taşkın el kol hareketleri ile karşı tarafı sindirmeye çalışırlar. Muhakkak birbirlerinin sözünü keserler, daha doğrusu her iki taraf da aynı anda konuşur ve birbirlerini kesinlikle dinlemeye yanaşmazlar. Eğer taraflardan biri sakin davranacak olursa, diğer taraf onu kışkırtmak ve tartışma havasına sokabilmek için elinden geleni yapar. Karşılarındaki kişiye haklı olduklarını kabul ettiremedikleri sürece de bir türlü rahatlayamaz ve bu gergin havadan kurtulamazlar.
Müminlerde ise böyle bir anlayışın hiçbir belirtisi görülmez. Her bilenden daha iyi bir bilen olduğunu daha en başından kabul eder ve hiçbir zaman sabit fikirli bir yapı göstermezler. Her duydukları bilgiyi akıllarının ve vicdanlarının süzgecinden geçirir ve böylece en isabetli sonuçları elde ederler. Bu güzel ahlaklı kişiler, bilgileri olmayan bir konuda ise asla fikir yürütmez, aslı olmayan görüşlere kesin olarak değer vermezler. Böyle bir bakış açısı da tartışma ruhunu tamamen ortadan kaldırır ve çözümcülüğü getirir. Eğer konuyla ilgili bilgileri yoksa, fikir yürütmek ya da tartışmak yerine, konu hakkında araştırma yapıp sağlıklı bilgi edinme yoluna giderler. Müminlere Kuran'da tavsiye edilen de budur:
…Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır. (Yusuf Suresi, 76)
… De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünürler." (Zümer Suresi, 9)
Cahiliye toplumunun en çok yakındığı konuların başında insanların ikiyüzlü ve samimiyetsiz olmaları gelir. Buna rağmen insanların ikiyüzlülüğünden yakınırlar. Bu durum, kendi elleriyle oluşturdukları ahlak bozukluğunun nasıl kendilerine geri dönen acımasız bir sisteme dönüştüğünün en açık belirtilerindendir.
İkiyüzlülük kişinin, biri dışarıya karşı gösterdiği, biri de içinde sakladığı olmak üzere iki ayrı karakter sergilemesidir. Dışarıya karşı gösterilen her zaman kişinin sahte yönlerini, içte gizlenen ise gerçek düşüncelerini yansıtan karakteridir. Bu konunun asıl ilginç yanı da, cahiliye toplumuna dahil olan herkesin bu gerçeği biliyor ve kabulleniyor olmasıdır. Allah önemli bir ikiyüzlülük örneği olan münafıkları Kuran'da şöyle haber vermektedir:
Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar... (Fetih Suresi, 11)
Cahiliyenin "arkadan konuşma" olarak adlandırdığı ortamlar, bu karakterin en belirgin şekilde yaşandığı anlardır. Kişi, bir olay ya da bir kişi hakkındaki gerçek bakış açısını, en açık şekliyle bir başkası ile yaptığı dedikodular esnasında ortaya koyar. Ama bu da tam olarak gerçek karakteri değildir, çünkü o sırada birlikte olduğu kişi hakkındaki gerçek fikirlerini de ondan saklıyordur. Ve bir başkasının yanında da o kişi hakkındaki samimi fikirlerini açıklayacaktır.
Aynı şekilde kişinin gerçek karakterini ortaya koyduğu ortamlardan bir diğeri de menfaatleriyle çatışıldığı anlardır. Örneğin bir kişi çok istediği bir şeyi yapmayınca veya bir kişi ile fikir ayrılığı yaşarken gerçek düşüncelerini saklayamaz.
İkiyüzlü karakterin bir başka özelliği ise kişinin asıl yüzünü ve gerçek düşüncelerini saklayabilmek için karşısındaki insanları hep aldatması ve hiçbir zaman dürüst davranmamasıdır. Bunun için kendisine geliştirdiği silah ise yapmacıklıktır. Samimiyeti yaşamak ve gerçek halini göstermek yerine, samimiyetin taklidini yapmaya çalışır. Bunu da beceremediği için ortaya tamamen yapmacık tavırlar çıkar.
Herkesin samimiyetsiz, ikiyüzlü ve yapmacık davrandığı ortamlarda gerçek dostluğun, sevginin ve saygının sözünün dahi edilemeyeceği ise açıktır. Bunu gördükleri ve rahatsızlığını fark ettikleri halde cahiliyenin halen bu sistemi körükleyip sürdürmesi ise, ilkel mantık örgülerinden kaynaklanmaktadır. İnsanın yaşamı boyunca bıkıp usanmadan inanmadığı ve yaşamadığı şeylerin taklidini yaparak, iki karakteri bir arada sürdürmeye çalışması gerçekten de çok zor ve külfetli bir iştir.
Dürüst olmanın, içte ve dışta tek ve sabit bir karakter yaşamanın ise büyük bir rahatlığı ve güzelliği vardır. Bu yapıdaki bir insan emin ve güvenilirdir; dürüst ve samimi olduğu için herkes tarafından sevilir ve saygı görür. Dürüstlük ve samimiyet, İslam ahlakının insana sunduğu bir rahatlıktır. Kuran'ın hükümlerine uyan insanın üzerine kendisini sıkacak, sürekli rol yapmasına sebep olacak hiçbir yük binmez. Aksine Kuran, cahiliyenin batıl inançlarını ortadan kaldırır ve inananlara kolaylık sunar. Cahiliye ahlakının getirdiği karanlık ortamlar yerine samimi ve sıcak bir ortam hazırlar.
Alaycılık cahiliye sisteminde bir tavır bozukluğu olarak değil de, daha çok bir neşelenme ya da eğlence şekli olarak algılanır ve bu nedenle de uygulanmasında çoğu zaman bir sakınca görülmez. Bu toplumun bireyleri, başkalarını küçük düşürerek kendilerini yücelttiklerine inanırlar.
Alaycılık, sadece sözle değil bazı durumlarda üstü kapalı tavırlarla da uygulanır. Özellikle bakışlar, mimikler, gülüşler ve dolaylı yoldan yapılan "imalı dokundurmalar" cahiliye sisteminde uygulanan alaycılığın "incelikleri" olarak kabul edilir.
Bu "inceliklerin" nesilden nesile, toplumlardan toplumlara nasıl aktarıldığı ve bu çirkin dili herkesin nasıl bildiği ise cahiliye sisteminin en karanlık yönlerinden birisidir. Bu konunun inceliklerini ve sırlarını anlatan ne bir kitap vardır, ne de bunları öğreten bir okul. Ama herkes bu konuda yapılan en ufak bir tavrın dahi ne anlama geldiğini bilir. Alaycılık, açıkça konuşulmayan ama herkes tarafından bilinen ve uygulanan gizli bir dil gibidir.
Cahiliye sisteminde nelerin alay konusu edildiğine gelince, öncelikle bu konuda hiçbir sınırlama olmadığını belirtmek gerekir. Aksan bozuklukları, sakatlıklar ya da fiziksel kusurlar gibi insani eksikliklerin yanısıra, dil sürçmesi, hapşırmak ya da hıçkırmak gibi hayatın herhangi bir parçası da alay konusu yapılabilir. Birinin ayağının takılıp düşmesi kahkahalarla gülünecek bir olaydır bu topluma göre. Böyle bir tavrı herkes makul karşılar. Bu şartlarda dili sürçen veya bir yere takılıp düşen kişi de küçük düştüğünü ve alay konusu olduğunu fark ederek bunun altında kalmamaya çalışır. Örneğin canı şiddetle acısa dahi, daha fazla alaya maruz kalmamak için bunu gizler ve bir şey olmadığını söyler. Hatta kendisiyle alay etmelerini önemsemediğini ifade etmek amacıyla çevresindekilerin gülmelerine kendisi de katılır.
Ancak elbette ki sergiledikleri bu cahilce tavırlar, üzerlerinde büyük bir sıkıntı yaratır. Söz gelimi kekeme olan bir insan en yakınım dediği arkadaşlarının yanında bile rahat edemez. Hatta alay edilmesinden korktuğu için çoğu zaman konuşmayıp susmayı tercih eder. Herkes birbirinin yanında son derece temkinlidir.
Bu sistemde yaşanan alaycılık kültürü, belirli bir kesime mahsus da değildir. Sosyetede, gecekondularda, iş ortamında, okullarda yani kısacası cahiliye ahlakının hakim olduğu her kesimde uygulanır. Kültüre ya da modernlik anlayışına göre değişkenlik göstermez. Sonuç olarak ortaya çıkan manzara ise, aşırı dikkat ve efor harcanması gereken, sıkıntı verici bir ortamdır.
Oysa Kuran ahlakının yaşandığı ortamlarda böyle bir zorluk yoktur. Kimse kimseyle alay etmez ve kusur arama gözüyle bakmaz. Acizliklerin tüm insanlara ait vasıflar olduğu bilinir, bunlardan dolayı kimse küçük görülmez. Aksine bunlar istem dışı gelişen ve insanın eksikliklerini ifade eden yönler olduğu için şefkat ve merhamet gözüyle bakılır. Allah Kuran'da müminlere bu ahlakı emretmiştir:
Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi 'olmadık-kötü lakaplarla' çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 11)
Bununla birlikte en önemlisi, bu alaycı ruh insanları Allah'ı, hak dini ve ahireti de kavrayamayacak bir konuma getirir. Hayata bakış açısı alaycı ve "dalgacı" olan kişi, ölüm ve ahiret gibi ciddi konulara dahi kendi düşük aklınca alayla yaklaşarak çok çirkin bir ahlak gösterebilir. Ayette cahiliye toplumu insanlarına bu konu hatırlatıldığında nasıl alaycı bir üslupla karşılık verdikleri şöyle anlatılır:
..."Bizi kim (hayata) geri çevirebilir" diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa yaratan." Bu durumda sana başlarını alaylıca sallayacaklar ve diyecekler ki: "Ne zamanmış o?" De ki: "Umulur ki pek yakında." (İsra Suresi, 51)
Ancak alay eden kişinin unutmaması gereken önemli bir konu vardır: Eğer tevbe edip bu tavrını düzeltmezse, bu tavırları kendisine dünyada yaşanması güç ve sıkıntılı bir ortam oluşturduğu gibi, sonsuza dek sürecek ahiret hayatında da kendisini telafisi imkansız bir hüsranla karşılaştıracaktır:
Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu. (Rum Suresi, 10)
Duygusallık ve romantizm, cahiliye toplumunda insanlığın bir gereği ve hayatın bir gerçeği olarak değerlendirilir. Duygusal olmamak, cahiliye ahlakını benimseyen toplumlarda kötü bir özellik olarak kabul edilir ve yadırganır. Romantizmin ise kendine has bir büyüsü ve güzelliği olduğu imajı verilmeye çalışılır. Oysa ki duygusallık "aklın aşırı derecede kapanması ve insanın içgüdülerine teslim olup, onların yönlendirmesiyle hareket etmesi" demektir. Böyle bir insan sağlıklı muhakemeler yapamaz, isabetli kararlar alamaz. Bir aşama sonrasında duygularının kendisini nasıl yönlendireceğini kendisi de bilmez. Hep iş işten geçtikten sonra olup bitenleri kavrayıp, ne kadar yanlış kararlar aldığını görür. Fevri ve düşüncesizce çıkışları olur. Örneğin romantizm ile, kişi bir anda bir karamsarlık, ağlama ya da kıskançlık krizine kapılabilir ya da bir anda alınganlaşıp sebepsiz yere çevresine küsebilir.
Dostluklarında ölçü olarak romantizmi arayan insanların canlarını en çok yakan şey ise yine bu tavırdır. Karşılarındaki insanın ne zaman ne yapacağını bir türlü kestiremez, bağlantı kurabilmek için iyi bir anını kollarlar. Hayatları bu insanların duygusal beklentilerini tatmin etmekle geçer. Bir yandan kendileri de çevrelerinden aynı tavrı görmek isterler. Bunu da "acı ama diğer yandan da zevkli" şeklinde ifade ederler. Çünkü cahiliye toplumu insanları, her ne kadar sıkıntısını yaşasalar da, romantizmin getirdiği ağlamanın, karamsarlığın ya da kıskançlığın kendine göre bir zevki olduğunu düşünürler. "Bunlar da olmasa hayat çok yavan olurdu" gibi ilkel yaklaşımlarla akılsızlıklarını örtmeye, bu tavırlarını normal göstermeye çalışırlar.
Bu duygusal ruh hali, insanda kaçınılmaz olarak bir dengesizlik yaratır. Sürekli melankolik bir hava içinde olduklarından, hiçbir şey kendilerine gerçek anlamda zevk vermez. Herkesin eğlendiği, neşelendiği bir ortamda, bu insanların kederlenecek ve duygusallaşacak bir konuları mutlaka vardır. Hatta üzüldükleri konuyu kafalarında hayali senaryolarla genişleterek, daha da duygulanacak şekle sokmaya çalışırlar. Bu nedenle de dışarıya karşı gülmeye çalışsalar bile için için huzursuzluğun acısını çekerler. Rahat ve huzur içinde yaşamak varken, sıkıntı ve azap içinde yaşamayı makul görürler.
Romantik bir dünya içerisinde yaşadıkları için karşılaştıkları olayların etkisinden kolay kolay kurtulamazlar. Örneğin başlarından geçen kötü bir olayın etkisini hemen üzerlerinden atıp, akılcı bir değerlendirmeyle telafi yoluna gitmek varken, bunu bir fırsat bilir ve senelerce bu olayı duygusallaşmak için bir sebep olarak kullanırlar.
Oysa insanların hayattan zevk almalarını, başarılı olmalarını, vicdani huzur içinde yaşamalarını sağlayan tek yöntem akılcılıktır. Bu anlayışı ise sadece Kuran ahlakı kazandırır. Kuran hükümleri ölçü alındığında, aklı tamamen örten duygusallık, yerini çözümcülüğe ve olumlu bir bakış açısına bırakır.
Adnan Oktar: Bir kere romantiklikte olayın kendisi komik zaten. Bir insanın tiyatro sanatçısı gibi poz yapması, oyun oynaması, gerçek yüzünü gizleyip, tamamen yapmacık mimikler ve yüz ifadesiyle, üslupla ve konuşmayla, bir tiyatro sahnesinde bir oyun sergiler gibi yaşaması, hem komik hem çok zorlu hem de bir azaptır. Böyle bir insanla konuşmak da çok zordur. Ki insanların bayağı bir kısmının ben yapmacık olduğunu görüyorum. Yani akıllı bir insan yapmacıklıktan şiddetle kaçınıp, yapmacık bir insanı seyretmek onunla konuşmak çok rahatsız edici birşeydir.
Mesela kadınlarda da bazen erkeklere karşı öyle tavırlar oluyor, erkeklerde de kadınlara karşı yapmacık tavırlar oluyor. Mesela koskoca delikanlı kadın gibi ağlıyor, yani anormal hareketler yapıyor, duygusal konuşmalar yapıyor, bu kadını çok kızdırır, çok rahatsız eder. Kadının da yapmacıklığı, sevmediği halde seviyor görünmesi, bazen öyle zengin birisini gördüğünde bir genci, işte eli yüzü de düzgünse, arabası da varsa, birden çarpıldığını, hayatta ilk defa böyle birşeyle karşılaştığını, daha önce böyle birşeyi hiç hissetmediğini söyleyerek o garibimi öyle kandırarak yani bir süre sonra tam istediği çizgiye kadar getirebiliyor.
Bir gerçek çiçek vardır, mesela gerçek bir menekşe vardır, bir de plastik menekşe vardır, satılır, plastikten yapılmış. Şimdi sahtelerini insanlar kullanıyorlar bayağı bir yerde. Yani o menekşenin taklidini yapmaya çalışıyor, mesela aşkın taklidini yapmaya çalışıyor, aşık tarzında bir tiyatro sanatçısı gibi birşeyler yapmaya çalışıyor, ama kastettiği insan bunu hemen anlıyor, yani niçin seviyorsun dediğinde arabası için, evi için ve tipi için diyor. Orada zaten aşk diye birşey kalmadığı açık belli, çünkü adamın tipi gittiğinde, tipine birşey olduğunda ondan nefret edeceği ve hemen kaçacağı belli. Parasının gitmesi durumunda da ondan kaçacağı belli, arabasının gitmesi durumunda da ondan kaçacağı belli. O zaman bu oyuna ne gerek var, ama işte bazı zavallı insanları böyle kandırıyorlar, o da inanıyor hakikaten. (Sayın Adnan Oktar'ın 30 Ocak 2009 Tarihli Kral Karadeniz TV Röportajından)
Duygusal ve romantik bir dünya görüşünün getirdiği sıkıntılardan biri de, bu insanların her an hissettiği sebepsiz ağlama eğilimidir. Cahiliye insanlarında, özellikle de kadınlarında böyle bir eğilimi oluşturan neden, içlerinde ağlamanın gerekliliğine karşı duydukları batıl bir inançtır. Ağlamanın gülmek, acıkmak ya da uyumak gibi insani ve doğal bir ihtiyaç olduğuna inanırlar. Üzüntülerini ve sıkıntılarını içlerine atarlarsa, meydana gelen gerilimin çeşitli hastalıklara neden olacağını, ama eğer ağlarlarsa, sinirlerinin gevşemesiyle birlikte rahatlayacaklarını sanırlar.
Bunun yanında dünyaya sürekli olarak olumsuz ve ümitsiz bir bakış açısıyla yaklaşıyor olmaları da onlara ağlamayı gerekli gösteren sebeplerden biridir. Her zaman her konuda ağlanacak ve sızlanacak bir yön bulurlar. Bundan kurtulmak için, olumsuzlukları ortadan kaldırma ya da sorunları çözme yoluna gitmezler. Aksine ağlamaya karşı duydukları derin ilgi ve istekten dolayı, çeşitli yöntemlerle bunu daha da körüklemeyi tercih ederler.
Bu batıl inanç, cahiliye ahlakını yaşayan toplumlarda neredeyse her kesim tarafından kabul görmekle birlikte, verilen telkinler sebebiyle kadınlarda daha yoğun olarak göze çarpar. Erkeklere doğdukları andan itibaren "erkekler ağlamaz" mantığı aşılanırken, kadınlara da ağlamanın acıma ve şefkat oluşturacağı yönünde telkinler yapılır. Cahiliye inançlarına göre kadın, erkeğe göre bedenen daha narin bir yapıya sahip olduğuna göre, ruhen de aynı özellikleri, aynı zayıflığı göstermelidir. Kadınların daha zayıf bir kişilik, olaylardan daha çabuk ve daha çok etkilenen daha hassas bir yapı sergilemesi oldukça olağan karşılanır. Kadın da kendisi için seçilen bu modeli sorgusuz sualsiz kabullenip yaşamaya başlar.
Bu ağlama tavrı, bir acizlik ve iradesizlik olarak algılanmaz. Kimse bu tavrı benimseyen diğer insanları kınamaz ve yadırgamaz. Aksine, günlük hayatın her alanında bu ahlaka özendirecek ve bunu güzel gösterecek malzemelerle sunulur. Filmlerin, TV programlarının, dergilerin genelde işlediği ana tema budur. Her birinde toplumda büyük ilgi ve beğeni uyandıran "acıklı", dramatik sahneler ve acılarını, mutluluklarını, sevgilerini dile getirerek ağlayan insanlar yer alır. Duygusal insanlar, kendi ruhlarını yansıttığı için bir anlamda "kendilerini buldukları" bu melankolik ortamdan çok hoşlanır ve tüm yaşamlarını bu telkinleri alarak geçirirler.
Artık ağlamak o kadar hayatlarına yerleşmiştir ki, kendilerini yakından ilgilendirmeyen olaylar dahi ağlamaları için bir sebeptir. "Acıklı" bir ses tonu ile anlatılan bir haberi dinlerken de, dramatik bir film izlerken de ağlamakta sakınca görmezler. Hatta neşe ve mutluluk verici olaylar karşısında bile ağlamaya başlarlar. Söz gelimi hediye alan, okuldan mezun olan, evlenen, çocuk sahibi olan, çocuklarının başarılarını duyan her duygusal insan niye yaptığını bir kez olsun dahi sorgulamadan ağlar.
Bu mantığı alarak yetişen insanlar, bir süre sonra ağlamanın, aynı zamanda gerektiğinde kullanılabilecek önemli ve güçlü bir silah olduğunu da fark ederler. Gerçekten de cahiliye sisteminde ağlamak, normal şartlarda elde edilemeyen bazı şeylerin samimiyetsiz yollarla elde edilmesi için uygulanan en etkili yöntemlerden biridir. Çünkü ağlama, cahiliye toplumunda acıma hissi uyandıran önemli bir malzemedir. Normal şartlarda müsamaha göstermeyecekleri pek çok şeyi, ağlayan birini gördüklerinde acıma duyguları devreye girdiği için kabul ederler.
Ağlayan bir çocuk belli menfaatler karşılığında bu eylemini durdurduğu için, hayatının ileriki dönemlerinde de ağlamayı bir silah olarak kullanmaktadır. Yalan söylediğinde kendisini haklı göstermek için, suçlu olduğunda bunu örtbas edip masum izlenimi vermek için, çevresinde acıma hissi uyandırıp destek sağlamak için, samimiyetsiz davrandığı bir konuda samimiyetine inandırmak ya da sırf dikkat çekip ilgi odağı olmak için artık hep bu yönteme başvurur.
Oysa Allah bu tavrı beğenmemektedir. Allah'a inanıp güvenen bir kişi böyle zayıf bir karakter göstermez ve bu eylemden dolayı bir menfaat beklentisi içinde olmaz. Kuran'da bildirildiği üzere ağlamanın, güzellik olmadığı "öyleyse kazandıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar" (Tevbe Suresi, 82) ayetiyle bildirilmiştir.
Cehennem halkının dünyada kazandıklarına karşılık olmak üzere artık isteseler de neşeye, rahatlığa ve huzura kavuşamayacakları da Kuran'da bildirilmiştir. Buna rağmen insanların bile bile kendi iradeleriyle cehennem ahlakını yaşatmaya çalışmaları ise, cahilce bir tavırdan başka bir şey değildir. Mutsuz ve bedbaht bir ruh halinin ancak cehennem halkının bir vasfı olduğu Kuran'ın birçok ayetinde belirtilmiştir.
Artık sizi, 'alevleri kabardıkça kabaran' bir ateşle uyardım. Ona, ancak en bedbaht olandan başkası yollanmaz. (Leyl Suresi, 14-15)
(Kıyametin) Geleceği günde, O'nun izni olmaksızın, hiç kimse söz söyleyemez. Artık onlardan kimi 'bedbaht ve mutsuz', (kimi de) mutlu ve bahtiyardır. (Hud Suresi, 105)
İşte cahiliye insanı da Kuran'dan uzak olmalarının karşılığını daha bu dünyadayken görmeye başlar.
Cahiliyenin, olağan karşıladığı, oysa son derece anormal olan duygusallığın neden olduğu tavır bozukluklarından biri de alınganlıktır. Adından da anlaşıldığı gibi duygusal bir insanı yönlendiren etkenler duygularıdır. Duyguların ön planda olduğu bir kimsede ise akıl geri planda kalır. Bu nedenle de kişi olayları açık bir şuur ve sağlam bir mantık örgüsüyle değerlendiremez. İşte alınganlığın çıkış noktası da budur; olayların çarpık bir mantıkla değerlendirilmesi...
Bu ruh halindeki bir insan çevresinde olup biten tüm olayların hep kendi merkezli geliştiğini sanır. Herkesin her an kendisinden bahsettiğini, ya da kendisine bir şeyler ima etmek istediğini düşünür. Bu nedenle etrafında gelişen tüm olaylardan kendisine pay çıkarır ve alınır. Cahiliyenin neredeyse tümüne hakim olan bu yanlış tavır bazı kişilerde saplantı haline dönüşmüştür. Özellikle yaş ilerledikçe kişilerdeki alınganlık da artar. Bu ahlakı yaşayan bazı yaşlılar yanlarında yapılan ilgili ilgisiz her konuşmayı ve her tavrı kendi üzerlerine alınırlar. Büyük bir ihtimamla üzerlerine düşüldüğü ve çok iyi bakıldıkları halde kimsenin, öz çocuklarının dahi kendilerini sevmediğini, evden göndermek istediklerini, yediklerinin içtiklerinin, herşeylerinin külfet olduğunu ve karşı tarafın da sürekli bunu ima etmeye çalıştığını düşünürler.
Aslında bu ahlak cahiliyenin yaşadığı güvensiz ortamın bir sonucudur. Kişinin yaşadığı ortam alınganlığa sebebiyet veren çok fazla bozuk tavırla doludur. Söz gelimi kişi alınır ama karşı tarafın merhametsiz, memnuniyetsiz, ikiyüzlü ya da kindar olduğunu açıkça görüyordur. Bu durumda da birçok tavrın aslında kasten yapıldığını düşünüyordur. Fakat bu, alınganlığın haklılığını ya da geçerliliğini ortaya koymaz ancak cahiliye sisteminin kökteki bozukluğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Örneğin çocuklarının yanında kalan yaşlı bir insan bahsi geçen konularda alınganlık yapar ama düşündükleri aslında büyük ölçüde de doğrudur. Gerçekten de istenmiyordur ve pek de sevilmiyordur; ancak karşı taraf bu düşüncelerini örtbas ederek belli etmemeye çalışır.
Cahiliye insanları, doğdukları andan itibaren kendilerine sunulan bu duygusal ve alıngan karakteri, yaşamlarının sonuna kadar üzerlerinden atamazlar. Ancak zararını da fazlasıyla tadarlar. Herkesin dostane bir tavır içerisinde olduğu ortamlarda dahi alıngan kişiler gerçek neşeyi ve huzuru yaşayamazlar. Herkes eğlenirken, bir köşede durgun ve küskün oturan, hayatları boyunca yalnız olan hep kendileri olurlar.
Görüldüğü gibi, cahiliye ahlakının her yönü birbirinden daha korkunç ortamlar oluşturur. Kuran ahlakında ise insanların içinde yaşadığı ahlak neyse, dışındaki tavır da onun aynası gibidir. Beğenmediği, yanlış olduğuna inandığı ve söylemek istediği bir şey olduğunda mümin bunu bakışlarıyla, tavırlarıyla ya da imalı sözleriyle değil, doğrudan doğruya konuşmalarıyla açıkça ifade eder. Aynı şekilde içerisinde bulunduğu ortam da bu ruhu yaşayan insanlardan oluştuğu için, kimse alınganlık yapmaz. Allah Kuran'da insanlara "iyiliğin emredilip kötülükten men edilmesini" güzel ahlakın bir gerekliliği olarak bildirmiş ve böylece de alınganlığın oluşabileceği durumları tamamen ortadan kaldırmıştır.
Cahiliye toplumlarında sıkça karşılaşılan ahlak bozukluklarından biri de yalancılıktır.
Dürüst ve samimi bir insanın yalan söylemesi için hiçbir gerekçe yoktur. Ancak hayatını samimiyetsiz bir sistemin getirdiği kurallar üzerine kuran kişinin, bu çarpık sistem içerisinde başarılı olabilmesi için yine çarpık bir yönteme, yani yalana başvurması gerekir. Yalan ise ucu bucağı olmayan ve sınır tanımayan bir ahlak bozukluğudur. Bir kez bu yolun geçerliliğine inanan kişi, bunu bir yaşam biçimi haline dönüştürür ve artık hem dili, hem de mantığı bu çirkin yönteme alışır. Her sıkıştığı noktada yalana başvurur.
Bu, hayati anlamda bir zarar oluşturmadığı sürece cahiliye insanları tarafından da yadırganmayan bir yöntemdir. Belirli bir noktaya kadar, hepsi zaman zaman en samimi dostuna bile yalan söylemenin hiçbir sakıncası olmadığını savunur. Ama eğer yalan birinin maddi ya da manevi anlamda zarar görmesine neden olursa ya da daha da önemlisi çıkarlarına dokunacak olursa, bu durumda yalanın aslında pek de iyi bir şey olmadığı konusunda fikir yürütmeye başlarlar. Sonuçta yalan, cahiliye toplumunda insanların hem kendi uyguladıkları hem de rahatsızlığını duydukları bir davranış bozukluğudur. Ama dünyadaki zararından çok ahirette kişiye vereceği zarar önemlidir.
Allah "… yalan söz söylemekten de kaçının" (Hac Suresi, 30) ayeti ile insanları yalan söylemekten men etmiştir. Ayrıca "Yalanı, yalnızca Allah'ın ayetlerine inanmayanlar uydurur…" (Nahl Suresi, 105) ayeti ile de yalan söyleyen insanların nasıl bir inancı olduğunu da haber vermiştir.
Nitekim, Allah'a kesin bilgiyle iman eden, Kuran ahlakını uygulayan kişilerden meydana gelen bir toplumda yalan söylemenin gerekçesi oluşmaz. Örneğin cahiliye ahlakında, kişi hata yaptığında bunun bilinmesini istemez ve örtbas etmek için yalan söyler. Veya gerçek dost olmadığı insanlara kendisini dost gibi göstermek için yalan söyler, menfaat ve çıkar elde etmek için insanları aldatmak amacıyla yalan söyler. Mümin ise hata yaptığında bunu gizlemek yerine o hatadan vazgeçme ya da oluşturduğu tahribatı telafi etme yoluna gider. Gerçekten dost olmadığı, fikirlerini, yaşantılarını benimsemediği insanlarla samimi dostluklar kurmaz, sadece Allah'ın razı olacağı insanlarla beraber olur. İnsanlara menfaat ve çıkar beklentisi için yaklaşmaz. Görünenin ve bilinenin dışında gizli bir yönü ya da gizli bir hayatı yoktur; bu sebeple bu konuda yalan söyleyecek bir şeyi olmaz. Bu ahlak sayesinde de mümin hayatı boyunca kendi gerçek karakterini yaşamanın rahatlığını tadar.
Cahiliye kültüründe yaşanan basitlik, toplumun sadece belirli bir kesimine has bir durum değil aksine çok sık rastlanan bir tavır bozukluğudur. Fakat çoğu insan bu durumu üzerine alınmaz ve basitliği sadece, düşük kültürlü, görgüsüz ve cahil insanlara mal etmeye çalışır. Oysa ki bu tavır her kültürde farklı örneklerle yaşanmakla beraber, temelde aynı mantığın birer ürünüdür; zekası, kültürü ve tahsili her ne olursa olsun cahiliye ahlakını üzerinde barındıran her insanda görülen bir tavırdır.
Basitlik aslında cahiliye ahlakı olarak tanımladığımız tüm tavırları kapsayan kötü bir yaşam şeklidir. Basitliği bir kez kabul eden bir insan, yeri geldiğinde cahiliye ahlakının her türlü ilkelliğini yaşayabilecek bir eğilim gösterir. Örneğin menfaatleri ve çıkarları doğrultusunda zaman zaman yalan söyleyebilir, tamahkar bir tavır gösterebilir, kıskanç, sinirli ya da bencil bir yapı sergileyebilir. Burada basitliğe asıl temel oluşturan ölçü, kişinin dünya hırsı ve çıkarları doğrultusunda asil ve güzel bir ahlaktan kolaylıkla ödün verebiliyor ve cahiliye tavırlarını tereddütsüz kabul ediyor olmasıdır.
Bu bakış açısıyla basitliğin ilk çıkış noktasına döndüğümüzde bunun, tüm diğer tavırlar gibi çocukluk yıllarına dayandığını görürüz. Ailesinden "hocana hediye götür, aranı iyi tut", "yemek sıranı kimseye kaptırma, hemen en öne geç", "başka çocuklara sakın yiyeceğinden verme", "olur olmaz herkese yardım etme, enayi konumuna düşersin", "paranı aç olan olsa bile kimseye ödünç verme, herkesin ailesi var, onlar versin", "babana bile güvenme" gibi telkinleri alarak yetişen insanlar, hayatın böylesine basit bir mantık üzerine kurulduğuna inanmaya başlarlar. Bundan sonraki tüm hayatları, temelini aldıkları bu ruhun gelişmiş örnekleriyle doludur. Örneğin iş hayatına atıldıklarında, alt kademelerde çalışanlara diklenen, emirler yağdıran şirket müdürleri, şirketin sahibi geldiğinde bir anda ezik, şahsiyetsiz ve gariban bir havaya bürünürler. O şahsiyetli insan gitmiş, yerine patronun gözüne girebilmek için olmadık "yağcılıklar" yapan bir insan gelmiştir. Böyle insanlar, azarlanmayı, aşağılanmayı, küçük düşürülmeyi göze alırlar ve bundan hiçbir şekilde "gocunmazlar".
Oysa ki söz konusu kişilerin çoğu üniversite mezunu, kültürlü insanlardan oluşmaktadır. Ama onlar da yükselebilmek için bunları yapmak zorunda olduklarına, bunların hayatın birer gerçeği olduğuna inanırlar. Bunun basitlik olduğunu bilir ama soranlara da "bu zamanda işler böyle yürüyor" diye cevap verirler. "Günün birinde zorda kalırsak ya da torpil yaptırmamız gerekirse bize yardım edecek, arkamızı dayayacağımız biri olsun" düşüncesiyle bu insanlara senelerce "yağcılık" yaparlar. Bununla birlikte burada asıl saygı gösterdikleri, patronlarının şahsı ya da kişiliği değil, parası, makamı ve itibarıdır.
Aynı ahlakı ev hayatlarına da taşırlar. Söz gelimi istemedikleri bir dostları misafirliğe gelmek istediğinde, telefonda alelacele bir yalan uydurur ve gelmemeleri için evde olmayacaklarını söylerler. Kimi zaman da kapıları çaldığında evde yok havası vermek için, ses çıkarmadan misafirin gitmesini beklerler. Misafir ağırlamayı bir külfet olarak görür ve misafir daha gelmeden "durduk yere iş çıktı başımıza" gibi bir mantıkla konuşmalar yaparlar. Tüm bunlara rağmen bir misafir ağırlıyorlarsa da, mümkün olduğunca ucuza mal etmeye çalışır ve ara ara "ne zaman gidecekler" diye arka odalarda söylenirler. Gider gitmez de arkalarından onları "çekiştirmeye" başlarlar. Yüzlerine karşı farklı, arkalarından farklı bir tavır göstermenin basitlik olduğunu çok iyi bilir ama buna rağmen bunu uygulamaktan hiç çekinmezler.
Bu çirkin ahlak hayatın her aşamasında kendini gösterir. Örneğin otobüste daha iyi bir yer kapabilmek için, küçük büyük demeden herkesi iterek otobüse hücum etmekte hiçbir sakınca görmezler. Ya da kendileri çok sağlıklı ve genç oldukları halde, yaşlı ya da hasta birinin ayakta kalmasını umursamadan "pişkin" bir tavırla oturmaya devam ederler. Yine aynı şekilde bedava yiyecek dağıtan bir yer gördüklerinde, ihtiyaç içinde olmadıkları, isteseler evlerinde çok daha iyisini bulabilecekleri halde bu basitlik isteğine yenilir ve açgözlülükle oraya hücum ederek "tıka basa" yerler. Gittikleri alış veriş merkezlerinde eşantiyon olarak dağıtılan malzemelerden bol bol alabilmek için defalarca sıraya girer, çocuklarını da ayrıca sıraya sokarak bu imkandan maksimum istifade etmeye çalışırlar. Başkalarının bu çıkarcılıklarına şahit olmalarını da umursamazlar. Çünkü bu, kendi ilkel mantıkları için dünya hayatını daha iyi yaşamanın bir yoludur. Aksine kendilerini "uyanık", basitliğe tenezzül etmeyen insanları "enayi" olarak nitelendirirler.
Oysa ki, "uyanıklık" diye ifade ettikleri şey, çıkarcılık ve bencillikten başka bir şey değildir. Yine aynı şekilde "enayi" tanımlamasını yaptıkları kişiler de bu ahlaka tenezzül etmeyen onurlu insanlardır.
Kuran'ın sunduğu ahlak modelini yaşayan insan ise en üstün ve en asil tavrı ortaya koyar. Bu ahlakı üzerine alan bir insan ruhunda küçüklüğe hiçbir zaman izin vermez. Şartlar ne olursa olsun, dünya hayatının çıkarları için ahlakından ödün vermeye asla tenezzül etmez.
Cahiliye toplumunda sıkça rastlanılan bir özellik de "özenti ruhu"dur. Cahiliye insanlarının kendi üzerlerine kondurmayıp başkalarına atfederek, kimi zaman kınayarak kimi zaman da küçümseyerek bahsettikleri bu özelliğe pek çok kimsede rastlanabilir.
İdeal modelin ne olduğunu ise, her konuda olduğu gibi kendileri değil, cahiliye toplumu belirler. Din ahlakından uzak olan bir toplumda "kaliteli" olabilmek için sahip olunması gereken özellikler herkes tarafından bilinmektedir; iyi bir tahsil yapmış olmak, yabancı dil bilmek, sık sık yabancı ülkelere seyahat etmek, kaliteli eğlence yerlerine gitmek, marka kıyafetler giymek, son model arabalara sahip olmak, sınırsızca para harcamak ve tüm bunları sık sık dile getirmek… İşte cahiliye toplumunun özendiği model budur. (Bu arada belirtmek gerekir ki iyi bir tahsil görmek, yabancı dil bilmek tabii ki güzel özelliklerdir, ama bu insanların hatası bu özelliklerini kendilerince "hava atma" unsuru olarak kullanmalarıdır.)
Ancak çoğu insan için bu standartlarda bir yaşam sürdürmek mümkün olmaz. İşte "özenti ruhu" da bu noktada ortaya çıkar. Bu hayatı elde edemeyen kimi insanlar, hiç olmazsa bunun taklidini yaparak bu anlayışa sahip insanlar arasında itibar elde etmek isterler.
Özenti ruhunun günlük hayattaki yansımalarına baktığımızda, çok geniş bir çeşitlilikle karşılaşırız. Söz gelimi en az bir, mümkünse birkaç yabancı dil bilmek, cahiliyenin ilkel "kalite" anlayışında ilk sıralarda yer alır. Ancak bunu ifade etmedeki sözde profesyonellik de, en az yabancı dil bilmek kadar önemlidir. Konuşurken ara ara yabancı kelimeler kullanmak, özellikle de Türkçe yerine yabancı dilde konuşmaya daha aşina olunduğu havasını vermek için Türkçeyi hatırlayamıyormuş gibi yapmak ya da yabancı kelimeleri abartılı bir aksanla kullanmak cahiliye toplumunda "havalı" sayılan, ancak çok küçük düşürücü ve basit bir tavırdır. Böyle yapılınca karşı tarafta bir anda pek çok imaj birden uyandırır. Öncelikle bu kişi muhtemelen yabancı dilde eğitim veren özel ve pahalı bir kolejde okumuştur. Dolayısıyla zengin bir aileden gelmektedir. Kelimenin Türkçesi'ni hatırlayamadığı halde, yabancı dildeki karşılığını hemen bulması ise, onun yabancı dile daha alışkın olduğunu göstermektedir. Öyleyse büyük olasılıkla ya tahsilini yurt dışında tamamlamış, ya uzun seneler yabancı ülkelerde yaşamış, ya da sık sık yurt dışı seyahatlerine çıkmıştır.
Oysa ki çoğu zaman, çevrelerine kendilerini bu imajla tanıtmaya çalışan insanlardan bazılarının doğru düzgün tek bir yabancı dil bile bilmediklerini, zengin bir aileye mensup olmadıklarını ve hayatlarında bir kez olsun yurt dışına çıkmadıklarını görürüz.
Özenti ruhu sadece yabancı kelimeler kullanmakla ortaya çıkmaz elbette. Bu kimseler, geçirdikleri bir kazayı bile hava atma vesilesi olarak kullanmaya çalışırlar. Örneğin yolda yürürken bileklerini incitirler ama çevrelerine "hava atabilmek" amacıyla, kayak yaparken ayaklarını kırdıklarını söylerler. Bu onlar için gerçekten de bulunmaz bir fırsattır. Öyle ki bazen alçıya alınması zaruri olmadığı halde, sırf görenlerin "bacağına ne oldu?" sorusunu sormaları ve böylece kendilerince sükse yapacakları bir cevap verebilmek için bu yönteme başvuranlar olabilir. Bunun dışında alçılı bir kol ya da bacak, üzerine atılan imzalar ve yazılan kısa mesajlar nedeniyle de son derece önemlidir. Mesajların sayısı artıkça etrafa ne kadar "popüler" bir insan olduklarını kanıtladıklarını düşünürler. Çoğu zaman bronzlaşmalarının altında da yine bu özenti ruhu yatar. Tatilden döndüklerinde herkesin "nerede yandın böyle?" diye sorması, kendince hava atmak için ideal bir imkan oluşturur.
Sadece birkaç tanesini ele aldığımız bu özellikler bile, cahiliye toplumunda yaygın olan özenti ruhu hakkında fikir sahibi olmamızı sağlamaktadır. Elbette bu örneklerde sergilenen tavırların tek başına bir anlamı yoktur. Kelimeleri aksanlı söylemenin, yabancı terimler kullanmanın hiç kimseye bir zarar getirmeyeceği açıktır. Ancak bu noktada önemli olan, insanların içlerinde taşıdıkları, dünyaya yönelik "özenti"dir. Dünyada geçici süre bulunduğunu, ölümün yakın olduğunu düşünen aklı başında, şuuru açık bir insan, bunların hiçbirinin ahirette bir üstünlük veya fayda sağlamayacağını anlar. İşte cahiliye toplumu insanlarının eksikliği bu yöndedir. Bu insanlar asılsız ve boş emellerle oyalanmakta ve hayatlarının asıl gayesini unutmaktadırlar.
Üstünlüğü, cahiliye toplumunun belirlediği "kalite anlayışı"nda aramak ise, insanı sonu gelmeyen yorucu bir yarış içine sokar. Özendikleri modele yetişmek için türlü kalıplara girmeleri ve bu uğurda ahlaki değerlerini bir kenara bırakmaları gerekir. Bunun sonucunda ise ellerine geçen hiçbir şey olmaz. Hatta çoğu zaman, hayranlıkla peşinden koşturdukları kimseler de onları "özenti" diye nitelendirerek küçümseyebilir.
Kuran'ı ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetini rehber edinen inananlar, cahiliye toplumunun, ne kadar boş bir uğraş içinde olduğunun en başından beri bilincindedirler. Bu nedenle de hiçbir zaman Kuran'da tavsiye edilenler dışında özendikleri bir model olmaz. Dünyanın en zengin, en güzel, en kültürlü ya da en bilgili insanı dahi olsalar, bunları hiçbir zaman için bir üstünlük vesilesi olarak değerlendirmezler. Tüm bunların kendilerine Allah'ın vermiş olduğu nimetler olduğunu bilerek, bu imkanlardan en iyi şekilde istifade eder ve Rabbimize şükrederler. Ama bunun dışında insanlara karşı bir üstünlük yarışına girmeye asla tenezzül etmezler. Çünkü Allah ayetinde asıl üstünlüğün insanların takvalarında gizli olduğunu bildirir. Müminin bunun dışında özeneceği ve yetişmeye çalışacağı hiçbir ölçü ve kriter yoktur. İnsan, hayatı boyunca hiçbir zaman marka bir giysi giymemiş veya bir kere bile yurtdışına çıkmamış ya da tek bir yabancı dil bile öğrenmemiş olabilir. Ancak bunların hiçbir önemi yoktur, Allah Katında en üstün olan kişi, takvaca en ileride olandır:
... Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Cahiliye toplumunun üstün olabilmek ve güçlü görünebilmek için geliştirdiği bir başka kötü özellik de "kabadayı tavrı"dır. Ancak kabadayı deyince akla yalnızca halk arasında bilinen anlamıyla sokak aralarında serserilik yapan kişiler gelmemelidir. Burada ilk olarak vurgulanmak istenen, o bilinen kabadayıların tavrının, toplumun çeşitli kesimlerine ne şekilde yansıdığıdır. Çünkü bu, en zengininden en fakirine, en görgülüsünden, en eğitimlisinden en cahiline kadar, kadın erkek demeden, Allah korkusu olmayan her insanda ortaya çıkabilen çirkin bir özelliktir.
Bu kültürü, her ne olursa olsun altta kalmayı kabul etmeyen, hep haklı çıkma iddiasında bulunan kimselerde yoğun olarak görmek mümkündür. Bu insanlar kimsenin kendilerine fikir vermesine hatta sadece yönlendirmesine dahi tahammül edemezler. Bulundukları ortamda her zaman için tek söz sahibi kişi olmak isterler. Bu sistemi kurabilmek için de, kabadayı ruhunu yansıtan bir karakter geliştirirler. Böyle bir kimsenin etrafına verdiği imaj, eğer üzerine gidilecek olursa her an kontrolden çıkabileceği ve akla gelebilecek her türlü şeyi yapabileceği şeklindedir. Bu nedenle bu mesajı alan çevresi de, böyle bir insandan çekinir. Başkalarına rahatlıkla söyleyebilecekleri bir sözü ya da hiç düşünmeden uygulayabilecekleri bir tavrı, kabadayı ahlakını hissettiren bir insana kolay kolay yapamazlar. Öyle ki, küçük büyük demeden, en zengininden en mertebeli insana kadar herkes bu kimseden ciddi anlamda korkar. Nitekim bu kişinin oluşturmak istediği etki de budur zaten; insanların kendisinden çekinmesi ve bundan dolayı da hiçbir şeyine karışmaya kalkışmamaları. Ama tabii ki bu kişiye karşı duyulan çekingenlik saygıdan kaynaklanmaz. İnsanlar bu kişiye sayıgı gösteriyormuş gibi davranırlar ama aslında içten içe nefret besliyorlardır. Ve ellerine geçen ilk fırsatta da yaptıklarının karşılığını vermek için bekliyorlardır.
Başta da belirttiğimiz gibi bir de gerçek anlamda kabadayılar vardır. Bu kişiler de insanlar üzerinde ciddi anlamda bir çekinme ve korku hissi uyandırırlar. "Peki bu insanlar böylesine ciddi bir etkiyi nasıl olur da oluştururlar?" diye soracak olursanız, bunun halk arasında "gözü kara" diye ifade edilen tavırla elde edildiğini söyleyebiliriz. Elbette dünyevi hiçbir kayıptan korkmamak ve Allah'a kul ve dost olmak için gözü kara olmak çok güzel ve övgüye layık bir tavırdır. Müminler Allah yolunda cesur ve kararlı insanlardır ve sadece Allah'tan korkarlar. Ancak cahiliye ahlakında kast edilen bu gözükaralık asla olumlu manada değildir ve "delilik" derecesindedir. Böyle bir kimse hiçbir şeyden, hiç kimseden korkmadığını, bu nedenle de hiçbir kural tanımayacağını, "aklına her eseni" yapabileceğini sürekli hissettirir. Tanımadığı bu kurallar arasında kişisel haklardan, toplumsal kurallara, devletin kanunlarına kadar her türlü prensip yer alabilir.
Böyle bir insanın öfkelendiğinde, öfkesini yenmek gibi bir özelliği yoktur. Aksine sinirlendiği zamanlarda bu ahlakını çok daha kapsamlı olarak yaşayabileceği için, genellikle herşey yolunda gitse, çok huzurlu ve neşeli ortamlar içerisinde bile olsa, o hep sebepsiz bir öfke ve kin içerisindedir.
Çevresine asıl korku salan şey de, onun bu sebepsiz öfkesi ve her zaman ters olan tavırlarıdır. Bazen yalnızca bakışlardan bile rahatlıkla anlaşılan bu ters tavırlar, karşı tarafın hemen toparlanmasına ve bu kimsenin öfkesine hedef olmamak için aşırı derecede "yaranmaya" çalışmasına neden olur. Bu da, kabadayı kültürünü yaşayan kimsenin hedeflediği sonuçlardan biridir. Ancak bu şekilde kendince herkesten üstün ve güçlü olduğunu hissedebilir. Kabadayı ruhunu yaşayan kimse çevresindeki insanlara en yakınları bile olsa, maddi manevi şiddet uygulamaktan kaçınmaz. Kapıları çarpmak, tehditler savurmak, kin dolu bakışlarla bakmak, terslemek, taşkınlık dolu el kol hareketleriyle çıkışmak, bağırıp çağırıp azarlamak, hakaret etmek, aşağılayıp küfür etmek, sövüp saymak bu ahlakın sadece sözlerde dışa vuran yansımasıdır.
Bunun yanında korku salmakta kullandıkları en büyük silahları ise fiziksel şiddettir. Bu karanlık ruhu yaşayan insanların şiddete başvurma konusunda da hiçbir sınırları yoktur. Çünkü onlar bunu amaçsızca, sadece başkalarını aşağılayarak kendi üstünlüklerini hissettirmek ve güç gösterisi yapmak için uygularlar. Üzerlerindeki bu pervasızlık, ağır yaralamayı hatta cinayet işlemeyi dahi normal karşılayacak niteliktedir. Bu ruhtaki insanların çoğu, herhangi bir sorunla karşılaştıklarında, karşılarındaki kişi, eşleri, çocukları bile olsa konuyu konuşarak halletmektense, direk olarak saldırarak halletme yoluna giderler. Çoğu zaman da hızlarını alamayarak ciddi tahribatlar oluştururlar. Ancak hem sözlü hem de fiili olarak uyguladıkları bu tavırlarıyla çevrelerinde "nefret dolu" da olsa cahilce bir saygı oluşturmayı başarırlar. Elbette ki bu saygı, korku dışında hiçbir anlam içermez.
Oysa Allah Kuran'da kesin bir adaleti emretmiş her türlü zulüm ve zorbalığı da kınamış ve yasaklamıştır:
Biz bunlardan önce nice nesiller yıkıma uğrattık ki onlar, zorbaca yakalamak (yakıp-yıkmak, baskı ve şiddetle yönetmek, sindirmek) bakımından kendilerinden daha üstündüler; şehirlerde (yerin üstünü altına getirip, sayısız kazı, inşaat ve araştırmalarla her yanı) delik-deşik etmişlerdi. (Ama) kaçacak bir yer var mı? (Kaf Suresi, 36)
... İşte Allah, her mütekebbir (büyüklük taslayan) zorbanın kalbini böyle mühürler. (Mümin Suresi, 35)
Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar, zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik... (Kalem Suresi, 10-13)
Unutulmaması gereken bir nokta ise, bu ahlakın kadın erkek demeden Allah'tan korkmayan pek çok kimsede görülebileceğidir. Cahiliye toplumunda "kabadayı" denince akla ilk gelen kişiler "erkekler" olur. Oysa ki, her ne kadar adı koyulmamış olsa da, bazı kadınlar da bu çirkin ahlakı imkanları elverdiğince yaşarlar. Söz gelimi sosyeteye mensup bir kadının bu cesaretinin altında parasına, ya da itibarına olan güveni yatar. Karşısındaki insanları her ne pahasına olursa olsun küçümser. Ya da sözde itibar sahibi olduğu için, karşı tarafın saygı göstermek zorunda olduğunu, aksi takdirde elinde bulundurduğu imkanlarıyla onlara gereken karşılığı verebileceğini düşünerek pervasızlaşır. Bu nedenle de aksilik çıkartmaktan, terslemekten ve çevresindeki insanları aşağılamaktan hiç çekinmez.
Kenar mahallelerde ise durum çok daha farklıdır. Kabadayılığı yaşayan insanlar arasında yetiştiği ve hatta belki de babası, kocası, oğulları da bu kimselerden oluştuğu için, burada yaşayan bir kadın, kabadayı ahlakını her yönüyle yaşar. Bağıra çağıra mahalle aralarında dolaşmak, küfürler savurarak tartışmak kadar, mahallenin diğer kadınlarıyla ya da gençleriyle "saç saça baş başa" kavga etmek de bu kadınlar için oldukça olağan bir durumdur. Bu şekilde, kendisinden çekinillmesi gereken insanlardan olduğunu ve kendisine karşı "hata yapılmaması" gerektiğini çevresine hissettirmeye çalışır.
Cahiliye toplumunda bir de, bu ruhu yaşayan insanların kendi aralarında bir "üstünlük yarışı" söz konusudur. Kabadayı olabilmek için izlenmesi gereken yöntemler, yapılması gereken uygulamalar ve yerine getirilmesi gereken görevler vardır. Bu unsurların en önemlilerinden biri tavırlarıdır. Konuşma, yürüme, el-kol hareketleri, bakış, duruş, belli bir tarzda olmalıdır. Yan yürüme, yukarıdan ve kaş kaldırarak bakma bunlardan birkaç tanesidir. Özel bir konuşma tarzı benimsenmeli, belirli kelimeler kullanılmalı, kalıplaşmış hitaplar tercih edilmelidir. Birtakım aşırılıklar yapmak ve bu tip konularda korkusuz olmak da başlıca özelliklerindendir. Kendisini bu "mertebeye yükseltecek" bir "sabıkasının" olması şarttır. Cinayet işlemek, adam yaralamak, kavga etmek, sarhoş olup olay çıkarmak gibi her türlü şiddet unsuru, söz konusu bu kabadayılık yarışında, kişileri öne geçiren detaylardır. Tüm bu özellikleri kim üzerinde daha çok barındırıyorsa, aralarında "en kabadayı" olanın o kişi olduğuna inanırlar. Ve kendi aralarında bu kimseye karşı anlamsız bir saygı duyarlar.
Oysa bu insanlar, Kuran'da bize öğretilen ahlaka göre, "yeryüzünde haksız yere bir büyüklenme" içindedirler. Tüm gücün Allah'a ait olduğunu ve O'ndan bağımsız hareket edemeyeceklerini kavrayamazlar. O'na "muhtaç" olduklarını düşünmezler. Bu nedenle doğruyu yanlıştan ayırt edemezler. Onlar doğru yol yerine "azgınlık" yolunu benimsemektedirler:
...Onların göğüslerinde kendisine ulaşamayacakları bir büyüklük (isteğin)den başkası yoktur... (Mümin Suresi, 56)
Bu seçimlerinden dolayı da dünyada adeta cehenneme benzer bir ortam oluştururlar. Bu ortamda yaşamlarını sürdürürken aslında kendi elleriyle kendilerine zulmetmektedirler. Ama bu gerçeği bir türlü göremezler.
Kuran ahlakını yaşayan insanlar ise onların karanlık ruhundan tamamen uzaktırlar. Herşeyden önce Allah'a karşı acizliklerini tam olarak bildikleri için, "büyüklük" iddiası içerisinde değillerdir. Sürekli itidalli ve dengeli bir tavır sergiler ve bu sayede her zaman yanlarında rahat edilen insanlar olurlar. Ayrıca üstünlüğün "cahiliye tavırlarıyla" ya da "şiddetle" değil, "takva" ve "güzel ahlak" ile elde edilebileceğini bilirler. Hiçbir zaman tek söz sahibi olma saplantısı içerisine girmezler. Ayette belirtildiği gibi her zaman "doğru olana" uyarlar. Allah inananlara hoşgörüyü, adaleti emretmiştir:
Biz onların neler söylediklerini daha iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin; şu halde, Benim kesin tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver. (Kaf Suresi, 45)
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)