Normal bir akla ve şuur açıklığına sahip olan bir insan, kendisine keskin ve akılcı deliller sunulduğu zaman fikri her ne olursa olsun, doğrular karşısında boyun eğer ve hemen ikna olur. Çünkü bir insan olarak her zaman için yanılma ihtimalinin olabileceğinin farkındadır. Bilmediklerini öğrenmenin, yanıldığında kabul edip fikir değiştirmenin insanı küçük düşüreceğini değil, aksine geliştireceğini bilir.
Ancak gördükleri delilleri ve duydukları gerçekleri bu şekilde samimi ve dürüst bir bakış açısıyla değerlendirmeyen insanlar da vardır. Cahiliye sisteminin çarpık mantık örgüsüyle hareket eden bu kimseler, sabit fikirli ve inatçı yapılarıyla dikkat çekerler. Bu insanların öncelikli olarak hedefledikleri şey, doğruyu bulmak ya da yanıldıkları noktaları düzeltmek değildir. Onlar konu her ne olursa olsun, büyük bir yanlış ya da hata içinde olsalar da, kendi bildiklerini karşı tarafa kabul ettirmek ve böylece de kendilerini haklı çıkartmak peşindedirler. Hiçbir zaman yanılabileceklerine ihtimal vermez, akıllarını şiddetle beğenirler. Bu, kimi insanlarda öylesine bir hal alır ki, gözüyle gördüğü somut deliller dahi kişinin ikna olması için yeterli olmaz. Fakat bu, onların doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edememelerinden değil, aksine doğru olanı vicdanlarıyla gördükleri halde bile bile anlamazlıktan gelmelerinden kaynaklanmaktadır. Kuran'da cahiliye toplumunun bu özelliğine geçmişteki kavimlerden şöyle bir örnek verilmiştir:
Siz (Müslümanlar,) onların size inanacaklarını umuyor musunuz? Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı. (Bakara Suresi, 75)
Her ne pahasına olursa olsun inkarda direten bu insanlara doğruları göstermek, onları ikna etmek için yeterli olmaz. Özellikle de iman etmeleri konusunda, kendilerine gösterilen delillere karşı tamamıyla duyarsız bir tavır sergilerler. Nitekim Kuran'da bu gerçek, "şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için farketmez; inanmazlar" ayetiyle bildirilmiştir. (Bakara Suresi, 6)
Peki nasıl olur da aynı akılcı deliller kimi insanlara sunulduğunda onlar hem vicdanen hem de aklen ikna olurken, cahiliye insanları bu durumdan etkilenmezler? Onları bu derece inatçı ve ısrarlı bir tavra sürükleyen şey nedir?
Kuşkusuz ki bu neden, kitabın başından beri önemle üzerinde durulan cahiliye toplumunun dünyaya olan sevgileri ve hırs derecesindeki bağlılıklarıdır. Doğruları açıkça gördükleri halde, vicdanlarına baskı yaparak nefislerinin peşinden giderler. Eğer vicdanlarının sesini dinleyip, gördükleri doğrular karşısında teslim olurlarsa, bunun dünya hırslarını kıracağını ve ahiret inancını getireceğini bilirler. Bu noktaya gelmeyi hiç istemediklerinden dolayı da daha en başından vicdanlarına baskı uygularlar. Peşi sıra gittikleri nefis ise ayetlerde de belirtildiği gibi, Allah'ın dilemesi dışında daima, var gücüyle kötülüğü emreder. (Yusuf Suresi, 53) Bu nedenle nefis, kendisine sığınan ve kendisine teslim olan kişilerin, doğrular karşısında ikna olmamaları için her türlü telkini yapar.
Bunun yanında dünyadan kopmak istemeyen insanların nefislerine yol gösteren negatif bir güç de şeytandır. Kuran'da şeytan'ın insanların doğrular karşısında ikna olmalarını engellemeye çalışacağı şöyle bildirilmiştir:
Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın. (Araf Suresi, 16-17)
Kendilerine şeytanı ve nefislerini rehber edinen bu insanların ikna edilememesi, tarih boyunca tüm Peygamberlerin karşılaştıkları ve bu uğurda ciddi şekilde mücadele verdikleri bir durumdur. Her Peygamber cahiliye dinini yaşamakta olan kavimlerine hakkı ve doğruyu getirmiş, ancak iman eden az bir topluluk dışında kalanlar din ahlakını yaşama konusunda ikna olmamışlardır. Bu konuda Kuran'da yer alan en çarpıcı örneklerden biri Nuh Peygamber (as)'ın kavmine ilişkindir. Hz. Nuh (as) gönderildiği cahiliye toplumunun gerçekleri görmesi ve iman etmesi için her türlü yolu denemiştir. Ancak kavmi, kulaklarını parmaklarıyla tıkayacak kadar ileri gitmiş ve ikna olmamakta direnmiştir:
Nuh: "Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular." (Nuh Suresi, 21)
Kuran'daki tüm bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, cahiliye toplumunun ikna edilememesi, onların nefislerine uyma, haktan yüz çevirme ve dünyayı tercih etme konusundaki inatlarından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle de kendilerine sunulan deliller ne kadar güçlü olursa olsun yüz çevirirler. Bu tutumlarını sürdürebilmek için de çeşitli mazeretler öne sürerler. Allah Kuran'da insanların en çok hangi konularda ikna edilemediklerini ve bunlara karşı ne tür bahaneler öne sürdüklerini açıklamış ve bu konudaki samimiyetsizliklerini müminlere haber vermiştir.
Ancak bu konuyu incelemeden önce, cahiliye toplumunun ikna olmamak için başvurduğu temel yöntemlerden biri olan demagoji konusunu ele almakta fayda vardır.
Cahiliye toplumunun ikna olmadıkları konularda başvurdukları en temel yöntemlerden biri "demagoji" yapmaktır. "Demagoji"yi, kimi zaman çıkarlarını, kimi zaman gururlarını, kimi zaman da itibarlarını korumak amacıyla başvurdukları dolambaçlı ve samimiyetsiz konuşmaların ve bu konuşmalarda kullandıkları davranışların tümü olarak tanımlayabiliriz. Karşı tarafın haklılığını bastırmak için sürekli söz kesmek, bağırarak üste çıkmak, ardı arkası gelmeyen yalanlarla savunma yapmak en bilinen demagoji yöntemlerinden sadece birkaç tanesidir.
İnkarcılar din ahlakını kavramak için kullanmadıkları zekalarını, demagoji sanatlarını geliştirmek için var güçleriyle kullanırlar. Haklı çıkabilmek ya da menfaat elde edebilmek için olmadık mantıklar üretirler. Ama tüm bunların temelinde yatan asıl amaçları, gerçeklere karşı direnmek, haklı çıkmak ve böylece de vicdanlarını rahatlatacak bir bahane bulmaktır.
Bu yöntem, söz konusu kişilerin tek başlarına geliştirdikleri bir sistem değildir; pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da onlara şeytan rehberlik eder. Kuran'da şeytanın Allah'a karşı ilk nankörlüğünde yine demagojik konuşmalara sığındığına, diğer bir deyişle ilk demagogun şeytan olduğu şöyle haber verilmiştir:
(Allah) Dedi ki: "Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun?" Dedi ki: "Ben ondan daha hayırlıyım; Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." Dedi ki: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın beşere secde etmek için var değilim." (Allah) Dedi ki: "Öyleyse ordan (cennetten) çık, artık sen kovulmuş bulunmaktasın. (Sad Suresi, 75-77)
Şeytan, Allah'ın huzurunda "Adem'e secde etmesi" söylendiğinde kibirlenip direnmiş ve sapkın bir mantıkla açıklamalar getirerek demagoji yapmaya kalkışmıştır. Bahane olarak öne sürdüğü şey ise, insanın çamurdan kendisinin ise, kendince ondan daha üstün olan, ateşten yaratılmasıdır. Oysa ki şeytanın asıl amacı itaatsizlik yapmak ve baş kaldırmaktır. Çamur ile ateş arasında kıyas yapması ise, tamamen bir bahaneden ibarettir.
İşte cahiliye insanının durumu da aynı böyledir. Önce inkar etmeye karar vermiş, ardından buna uygun bahaneler bulmaya girişmiştir. Bu noktada da yaptığı samimiyetsizliği örtbas etme ve vicdanını rahatlatma isteğiyle şeytanın tavrını örnek alarak demagoji kılıfına sığınmıştır.
Şeytan, kendisine uyan bu insanlara içlerindeki "nefislerinin sesi" yoluyla sürekli sinsice demagoji yöntemleri gösterir. Öyle ki insan kendi içinde bir yanda hiç ara vermeden doğruları söyleyen vicdanıyla diğer yanda da daima kötülüğü emreden ve sayısız bahaneler öne sürerek vicdanını susturmaya çalışan, şeytanın sözcülüğünü yapan nefsiyle karşı karşıya kalır. Böylece şeytan her an ve her durumda insanlara yaklaşır ve onları doğru olandan uzaklaştırmaya çalışır.
İşte dünyanın her neresinde ve hangi dönemde yaşamış olursa olsunlar insanların din ahlakını yaşamamak için öne sürdükleri mazeretlerin ve kullandıkları tüm taktiklerin yüzyıllardır neredeyse "kelimesi kelimesine" hep aynı olmasının sebebi de budur. Kuran'da bu gerçek şöyle haber verilmiştir:
Hayır; onlar, geçmiştekilerin söylediklerinin benzerini söylediler. (Müminun Suresi, 81)
Ancak burada şu önemli noktayı belirtmekte fayda vardır. Şeytan, yaratılmış tüm insanlar, melekler ve cinler gibi Allah'ın hakimiyeti ve kontrolü altında olan bir varlıktır. Cahiliye toplumlarında sanıldığı gibi, kendine ait bir gücü yoktur. Bir imtihan vesilesi olarak faaliyetlerini sürdürmesine, Allah izin vermektedir. Allah bu gerçeği ayetlerde şöyle açıklar:
Dedi ki: "Rabbim, öyleyse onların dirileceği güne kadar bana süre tanı." Dedi ki: "Öyleyse, sen (kendisine) süre tanınanlardansın." "Bilinen günün vaktine kadar." Dedi ki: "Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım." "Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna." (Allah) Dedi ki: "İşte bu, Bana göre dosdoğru olan yoldur." "Şüphesiz, kışkırtılıp-saptırılmışlardan sana uyanlar dışında, senin Benim kullarım üzerinde zorlayıcı hiçbir gücün yoktur." (Hicr Suresi, 36-42)
Tarih boyunca pek çok topluluk kendilerine Allah'ın emirleri ve yükümlülükleri hatırlatıldığında şeytanın klasik demagoji yöntemlerine başvurmuş ve böylece gerçeklerden kendilerince kaçabileceklerini düşünmüşler, ancak kendilerini kandırmaktan başka birşey elde edememişlerdir. Kuran'da, inkar edenlerin bu psikolojileri ve ne tür demagojik konuşmalarla kendilerini kurtarmaya çalışacakları önceden bildirilmiş ve insanların ikna olmamakta kullandıkları bu metodlara dikkat çekilmiştir.
Cahiliye toplumu insanlarını, ölümle her an karşılaşabilecekleri konusunda ikna etmek mümkün değildir. Bu kadar kesin ve açık bir gerçek olmasına rağmen, insanların büyük bir kısmı ölümün yakınlığını unutmaya çalışırlar. Çünkü ölüm, delicesine bağlı oldukları dünya hayatını yok eder, din ahlakının uygulanması gerektiğini hatırlatır, cehennem gerçeğini karşılarına çıkarır. Kaçmak için ise "düşünmemek" tek yöntemleridir.
Ölümü düşünmeyen ve özenle bu konudan kaçan cahiliye halkı, ölüme karşı adeta bir isyan hali içerisindedir. Ölenlerin ardından "gencecik yaşında ölüverdi", "keşke o ölmeseydi de ben ölseydim", "hayatının baharındaydı" gibi akılsızca yorumlar yaparak büyük bir hata içine düşerler. Ölümün Allah'ın emri olduğunu ve Allah'ın herşeyi hayırla ve bir kader üzerine yarattığını düşünmezler. Ayrıca kendilerini düşünmemeye o kadar çok alıştırmışlardır ki, çoğu zaman bu tarz ifadelerin Allah'ın takdirine karşı bir isyan olduğunun ve bu tavırlarının karşılığının çok şiddetli olabileceğinin dahi farkına varmazlar.
Cahiliye toplumlarında ölüm konusunda daha pek çok cahilce yorum vardır. Örneğin; onlara göre yaşlı ve hasta birinin ölmesi son derece makuldur. "Kurtuldu" diyerek ölümünü tasdik ederler. Bu tarz ölümlerin "sıralı" ölüm olduğunu düşünürler. Özellikle yaşlı birinin hiçbir acı çekmeden yatağında uyurken ölmesi, onlara göre olağan, hatta "güzel" bir ölümdür. Ancak genç birinin ani ölümünde aynı şeyi düşünmeleri hemen hemen imkansızdır. Oysa onun da eceli genç yaşta ölmektir; ama bunu asla anlayamazlar. Üstelik yatağında uyurken ölen insanın huzur içinde öldüğüne dair de hiçbir delilleri yoktur. Allah iman edenlerin canlarının huzur içinde alınacağını bildirmiş, ancak inkar edenlerin daha ölüm anındayken dahi çok şiddetli acı çekmeye başladıklarını haber vermiştir. Dolayısıyla yatağında ölümle buluşan bir insan eğer inkarcı ise, melekler sırtına vurarak canını almışlardır ve dünyadaki diğer insanlar fark edemese de onlar başlarına gelecek büyük azabın nasıl şiddetli olacağını çoktan anlamışlardır.
Cahiliye ahlakına sahip insanların bir başka cahilce iddiaları da, ölümün birtakım olaylar zincirinde gerçekleştiğini düşünmeleridir. Örneğin; bir araba kazasında ölen biri için "o yola girmeseydi ölmezdi" diye düşünürler. Kuran'da Peygamberimiz (sav) dönemindeki inkarcıların ölen kişiler için "Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi" (Al-i İmran Suresi, 156) dedikleri haber verilmiş ve insanlar bu sapkın mantığa karşı uyarılmışlardır. Çünkü hiçbir ölüm asla tesadüfi olarak gerçekleşmez. Daha o kişi dünyaya gelmeden önce ne zaman, nerede ve nasıl öleceği Allah Katında bellidir. Allah bu gerçeği, "Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir" ayetiyle bildirmiştir. (Vakıa Suresi, 60)
Bu insanlar için, yakın çevrelerinden özellikle de henüz yaşı genç bir tanıdıklarının ölümü, ani ve beklenmedik bir durumdur. Bu kişinin özellikle, bir kaza ya da ağır bir hastalık sonucu ölmüş olması, genç ve sağlıklı görülen bedeninin tanınamayacak hatta bakılamayacak hale gelmesi, ölümü unutmak isteyen bu tip insanlara büyük bir darbe olur. Daha bir-iki gün önce beraber oldukları bir insanı, yol kenarında, geçirdiği bir trafik kazası sonucu tanınmayacak bir halde yerde yatarken görmeleri, daha sonra da bu kişinin siyah bir naylon torbanın içine konulup morga götürülmesi, bu zihniyette bir insanın unutmaya çalıştığı birçok şeyi aklına getirir. Çünkü ayaklarından ve kafasından tutularak taşınıp morga kaldırılan bu insan belki de, bir gün öncesine kadar işlerinde nasıl yeni girişimler yapacağı, hayatta ne tür başarılara imza atacağı gibi konulardan bahsetmekte ve aynı kendisi gibi ölümü kendisinden çok uzaklarda görmekteydi. Oysa şimdi bu kimsenin belki de bir zamanlar oldukça beğendiği bedeni, kokuşmaması amacıyla bir an önce morga kaldırılacak ve orada diğer ölülerin bulunduğu soğuk dolaba terkedilecektir. Bir iki gün içinde de beyaz bir bezin içine sarılarak kendisi için açılan çukurun içine atılacaktır. İdealleriyle, dünyaya bakış açısıyla kendisine çok benzeyen bir insanı bu durumda görmek kişinin kalbini bir anda korkuyla doldurur. Çünkü kendisi de bir gün bu duruma düşecek, hiç beklemediği bir anda ölümle karşılaşacaktır.
Ancak cahiliye toplumundaki çoğu kişi için bu korku, çok kısa sürer. Aradan az bir süre geçmeden umursuz zihniyetlerine yeniden geri döner ve ölümü yine kendilerinden uzak görmeye başlarlar. İşlerinin başına dönüp tekrar para kazanmaya ya da kendi deyimleriyle "hayatın gerçekleriyle yüzyüze gelmeye" başlamalarıyla birlikte eski yapılarına geri dönerler. Sanki bir süre önce ölümle burun buruna gelen kimseler kendileri değilmişcesine, ölümü hafife alan demagojik konuşmalar yapmaya başlarlar. "Yalan dünya işte, insanlar bir varmış bir yokmuş..." ya da "ölümlü dünya, yok olup gitti işte!" gibi anlamsız konuşmalar yapar, ancak söyledikleri sözün ne manaya geldiğini dahi düşünmezler. Kimileri de "ölenle ölünmez, bak hayat tüm hızıyla devam ediyor", "ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" gibi laflarla "madem ölüm herşeyi kesip bitiriyor, öyleyse biz de işimize dönüp 'iki günlük dünya'nın tadını çıkarmaya bakalım" şeklinde son derece çarpık çıkarımlarda bulunurlar. Bu yolla, birbirlerine ölümlü dünyada hiçbir şeyi kafalarına takmamalarını ve ölümü bir daha asla düşünmemek gibi kendilerine büyük kayıp getirecek telkinlerde bulunurlar.
Ölümün yakınlığını unutmak için yaptıkları bir başka çirkin tavır da "ölenle ölünmez" deyip, ölümü akıllarından uzaklaştırır uzaklaştırmaz, yakınlarından kendilerine kalan mirasın miktarını araştırmaya başlamalarıdır. Ölümden bile yine dünyaya bağlanacak sonuçlar çıkaran bu insanlara, belki de o mirası harcamaya vakit dahi bulamadan ölümle karşılaşabileceklerini anlatmak ise mümkün olmaz.
Hayatları boyunca ölümden ve ölümü düşünmekten mümkün olunca uzak yaşamaya çalışan bu insanların ısrarla gözardı ettiği büyük gerçek ise, ölümün aslında her insanla her an beraber olduğu ve ölümden kaçmanın asla mümkün olmadığıdır. Her insan muhakkak Allah'ın takdir ettiği vakit geldiğinde ölümle buluşacak, öldükten sonra tekrar dirilecek ve dünyada yaptıklarından hesaba çekilecektir. Dolayısıyla cahiliye ahlakını yaşayan bir kısım insanların kendilerini kandırmak için ölümü düşünmekten kaçınmaları, hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Bu gerçek Kuran'da şu şekilde bildirilmiştir:
Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunsa: "Bu, Allah'tandır" derler; onlara bir kötülük dokunsa: "Bu sendendir" derler. De ki: "Tümü Allah'tandır." Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar? (Nisa Suresi, 78)
Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm cahiliye toplumlarında dikkati çeken bir başka özellik, insanların çoğunun kutsal kitapların Allah tarafından indirildiğine ikna edilememiş olmalarıdır. Bunun altında yatan asıl amaçları, yine din ahlakını yaşamaktan kaçmaya çalışmalarıdır. Çünkü bu kitapların Allah tarafından indirilmiş hak kitaplar olduğunu kabul etmeleri, hak dini ve onun getirdiği yükümlülükleri de sonuna kadar kabul etmelerini gerektirecektir. Oysa onlar vicdanlarını kapatarak, nefislerinin peşi sıra gidebilmek ve ahirette hesap vereceklerini unutarak yaşamak isterler. Bu nedenle, gerçekleri görseler de sonuna kadar direnirler.
Cahiliye toplumlarının tarih içerisinde İncil'e, Tevrat'a ve Zebur'a karşı gösterdikleri bu geleneksel tutumları, Kuran'ın hak kitap olduğuna ikna edilememeleriyle de kendini göstermiştir. Peygamberimiz (sav), kavminin Kuran'a iman etmesi için her yolu denemiş ama içlerinden bir kısmı ikna olmamakta direnmişlerdir. İnkarda karar kılmış ve kayıtsız kalmışlardır. Ancak bir yandan da vicdanlarında oluşan rahatsızlığı giderebilmek için çeşitli yöntemlere başvurmuşlardır. Kuran'da bu demagojik konuşmalarından bazılarına şöyle yer verilmiştir:
"Hayır" dediler. "(Bunlar) Karmakarışık düşlerdir; hayır, onu kendisi uydurmuştur; hayır o bir şairdir. Böyle değilse, öncekilere gönderildiği gibi bize de bir ayet (mucize) getirsin." (Enbiya Suresi, 5)
Görüldüğü gibi, Kuran'ın üstünlüğüne şahit oldukları halde, Peygamberimiz (sav)'e kendi düşük akıllarınca şairlik, büyücülük gibi iftiralar yöneltmiş, hatta Kuran'ı kendisinin yazdığı yalanını dahi söylemişlerdir. Allah Katından hiçbir bilgileri olmadığı halde zanlarda bulunmuş, Allah adına yalan söylemiş ve iftiralarda bulunmuşlardır. Kuşku yok ki, aslında kendileri de Kuran'ın Allah Katından indirilen hak kitap olduğunu çok iyi bilmektedirler. Ya da bu mübarek insanın ne şair ne de büyücü olmadığına, aksine son derece güzel ahlaklı, samimi ve dürüst bir insan olduğuna en başta kendileri şahittirler. Ama bu bölümün başında da belirttiğimiz gibi, cahiliye insanları bu şekilde mazeretler öne sürerek kendilerini inkarda sabit kılmak, çevrelerinde taraftar toplamak ve böylece vicdanları üzerinde oluşan baskıyı kendi düşük akıllarınca hafifletmek isterler.
Cahiliye toplumunun bu mantık çarpıklıkları ve hiçbir dayanağı olmayan demagojik konuşmaları ise, Kuran'da çok keskin bir biçimde yanıtlanmıştır ve bu konuşmalar dolayısıyla ahirette alacakları karşılık da açıkça bildirilmiştir:
Yoksa: "Onu kendisi uydurup-söyledi" mi diyorlar? Hayır; onlar iman etmiyorlar. "Şu halde, eğer doğru sözlüler iseler, benzeri bir söz getirsinler." (Tur Suresi, 33-34)
Bu Kur'an, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu, önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir. Yoksa: "Bunu kendisi yalan olarak uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Bunun benzeri olan bir sûre getirin ve eğer gerçekten doğru sözlüyseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi çağırın." Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulmedenlerin nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak. (Yunus Suresi, 37-39)