Cahiliye toplumunun en belirgin özelliği, bu toplumu oluşturan insanların büyük çoğunluğunun Allah'ı tanımamaları ve Allah'ın rızasından uzak bir yaşam sürmeleridir. Bu da onların Kuran'dan ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetinden tamamen ayrı bir düşünce ve ahlak anlayışı geliştirmelerine neden olur. Oysa Kuran, bir insanın ömrü boyunca ihtiyaç duyabileceği tüm konulara cevap veren, yaşamının her alanına çözüm getiren İlahi bir kitaptır. Kuran Allah Katından indirildiği için, insanın yaratılışına en uygun ahlak anlayışını ve en güzel yaşam tarzını öğrenebileceğimiz kaynaktır.
Ancak böylesine kesin ve güvenilir bir rehber varken, onu terk edip kendi doğrularını ve yanlışlarını kendi çarpık ölçülerine göre belirleyen, kendine has yanlış değer yargıları geliştiren bir toplumun mantığı "cahilce" kalır. Nitekim cahiliye toplumunun seçtiği yaşam tarzının, ilerleyen bölümlerde çok daha detaylı olarak incelendiğinde, ne derece ilkel olduğunu, günlük hayatın akışında da görebilmek mümkün olacaktır. Cahiliye toplumunun yaşam tarzına ve ahlak anlayışına değinmeden önce, bu toplumun genel özellikleri hakkında kısaca fikir sahibi olmakta fayda vardır.
Günümüze kadar yaşamış birçok toplumda, cahiliye sistemi içinde olan ve bu sistemi benimsemeyerek Allah'ın hoşnutluğunu arayan insanlardan oluşan iki ayrı topluluk olmuştur. Allah'ın Kuran'da belirlediği sınırların dışında yaşayan tüm insanlar, cahiliye toplumunu oluştururlar. Bu kişilerin kendi aralarında farklı yaşam şartları, görüş ve düşünce ayrılıkları olsa bile, temelde ortak bir mantık çarpıklığı üzerine hareket ederler. Bu çarpık mantık da, Allah'ın Kuran'da bildirdiği ve hoşnut olduğu ahlakın dışında yaşamaktır. Her ne kadar bunu sözlü olarak açıkça ifade etmeseler de bu kişilerin, Allah'ın bildirdiği hükümlerden ödün vermeleri, dünyevi istekler üzerine kurulu bir yaşam seçmiş olmaları, kendi nefislerini hoşnut etmek için birçok ahlaki değeri göz ardı etmeleri cahiliye sisteminin bir ferdi olduklarını göstermektedir. Cahiliyenin sadece dünya hayatıyla sınırlı olan bakış açısı Kuran'da şöyle bildirilir:
Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar. (İnsan Suresi, 27)
Dünya hayatının nimetlerinden istifade etmek elbette ki yanlış bir şey değildir. Çünkü Allah dünyadaki nimetlerin tümünü insanların faydalanmaları için yaratmıştır. Ancak cahiliye toplumunun içine düştüğü yanılgı şudur: Cahiliye insanları dünya nimetlerini kullanmakla yetinmezler; bunlara ihtiras derecesinde bir bağlılık gösterir ve ayette de belirtildiği gibi "dünya hayatına aldanırlar". Daha da önemlisi bunları kendilerine verenin Allah olduğunu unutup, O'na gereği gibi şükretmezler.
Bu nedenle günümüze kadar gelen nesillerin yaşam tarzları, zenginlikleri, medeniyetleri, kültür yapıları, ırkları, renkleri, dilleri birbirlerinden her ne kadar farklılık gösterse de, temel mantık ve zihniyet açısından cahiliye toplumları birbirlerinin kopyası olmuşlardır. İster tarihin en ilkel kabilelerine, ister en ihtişamlı medeniyetlerine, isterse de günümüz toplumlarından birine bakalım, cahiliye inancını yaşayan her toplumun peşinden koştuğu şey yine sadece dünya Hayatının Süsleri Olmuştur.
Cahiliye toplumlarının bir başka özelliği de kişilerin hayata ilişkin bilgileri, kendilerini yaratan Rabbimiz'den indirilen hak kitaplardan öğrenmek yerine, atalarından öğrendikleri batıl inançlar ve yanlış uygulamalardan almalarıdır.
Nesilden nesile miras olarak aktarılan bu batıl sistem, hiçbir zaman sorgulanmaz. Her türlü bilgi kesin birer gerçek olarak kabullenilir. Tüm değer yargıları, doğrular, yanlışlar yeni nesle hazır olarak verilir. Bu nedenle de cahiliye toplumunun bir kısmı, hayatları boyunca doğruları aramak gibi bir ideal içerisine girmezler.
Kuran'da, cahiliye toplumunda yaşayan kimi insanların atalarından miras aldıkları bu batıl sisteme nasıl sorgusuz sualsiz sahip çıktıkları ve düşünmeye gerek dahi duymadan hak dinden nasıl yüz çevirdikleri şöyle haber verilir:
Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)
Sayıca Çok Olmaları, Yaşadıkları Hayatın Doğruluğunu Göstermez
Cahiliye toplumlarına ilişkin olarak Kuran'dan öğrendiğimiz çok önemli bir bilgi de, bu toplulukların çoğunlukla inanan insanların oluşturduğu topluluklardan sayıca fazla olduklarıdır. Kuran'da iman edenlerin sayısının az olacağı bildirilir:
Böylece onlar, az bir bölümü dışında, inanmazlar. (Nisa Suresi, 46)
... Hayır, onların çoğu iman etmezler. (Bakara Suresi, 100)
Onların çoğu Allah'a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. (Yusuf Suresi, 106)
Kuşkusuz bu farklılık, Allah'ın önemli hikmetlerle yarattığı bir durumdur. İman edenlerin sayıca az olması, onların güzel ahlaklarını değerli kılar ve ahirette alacakları karşılığı artırır. Çünkü dünya hayatı insanların denenmesi için çok çeşitli süslerle donatılmıştır. Tüm bunlara rağmen, ahiret için yaşayan bir insan, bu süslere aldanan çoğunluktan çok daha üstündür.
Bunun yanında bu konu, inanmayanlar için de oldukça önemli bir deneme konusudur. İnsanların büyük bir kısmı, çoğunluğun peşinden gitmeyi bir adet haline getirmiştir ve doğru olanın çoğunluğun tavrı olduğunu zanneder. Çoğunluğun fikri her zaman için mutlak doğru ve azınlığın fikri de yanlış kabul edilir. Bu nedenle de bazı insanlar hakka davet edildiklerinde mazeret olarak bu yanlış mantığı öne sürerler.
Oysa ki cahiliyenin savunduğu bu ölçü doğru değildir ve cahiliyenin ilkel mantığının bozuk bir çıkarımıdır. Cahiliye toplumunun sayıca fazla olması, bu insanların haklı olduklarını göstermez; aksine bu durum dünya hayatını tercih ederek nefislerinin hoşuna giden işler yapmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz ki 'ben çoğunluğa uyarım, nasıl olsa onların söyledikleri doğrudur' gibi akıl dışı bir bahane öne sürerek, Allah'ın hoşnutluğunu ve emirlerini göz ardı eden bir kişi ancak kendini aldatmaktadır.
Allah Kuran'da böyle bir toplumun sayıca fazla olmasının hikmetlerini haber verir ve inanan kullarına, bunun bir ölçü olmadığını, aksine vicdanın sesini dinlemeden çoğunluğa uymanın yanlış olduğunu bildirir:
Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiçbir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir. (Yunus Suresi, 36)
Müminlerin gerçeği bulmadaki ölçü ve tavırları ise Kuran'da şöyle tarif edilmektedir:
... İşte (Allah'a) teslim olanlar, artık onlar 'gerçeği ve doğruyu' araştırıp-bulanlardır. (Cin Suresi, 14)
Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas Suresi, 59)
Kuran'da yer alan bu ayetler, her cahiliye toplumuna mutlaka kendilerine hak dini anlatacak bir elçi gönderildiğini ifade eder. Allah sonsuz adalet sahibi olduğu için, kendilerine din ahlakı tebliğ edilmemiş ve dolayısıyla uyarılmamış bir topluluğu azaplandırmayacağını haber vermiştir. Allah bu amaçla gönderdiği elçileriyle, Kendisi'nden başka İlah olmadığını bildirmiş ve insanları zorlu bir güne karşı hazırlık yapmaları için uyarmıştır.
Bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:
Onlara da kendi içlerinden: "Allah'a ibadet edin. O'nun dışında sizin başka İlahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?" (desin) diye içlerinden bir elçi gönderdik. (Müminun Suresi, 32)
Kuran'da haber verilen bu önemli gerçek ile birlikte, cahiliye toplumunun aslında sahip olduğu ilkel mantığı yaşamakta bile bile direndiğini de görmüş oluruz. Bu insanlar, Allah'ın ve ahiretin varlığı kendilerine açıkça anlatıldığı, doğru ve yanlışlar bildirildiği halde, batıl cahiliye dinini yaşamakta ısrarlı davranırlar. Bir başka ayette de, kendilerine bir uyarıcı geldiğinde, bu toplumun önde gelenlerinin mutlaka yüz çevirdikleri bildirilir:
İşte böyle, senden önce de (herhangi) bir memlekete bir elçi göndermiş olmayalım, mutlaka onun 'refah içinde şımarıp azan önde gelenleri' (şöyle) demişlerdir: "Gerçekten biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuş kimseleriz." (Zuhruf Suresi, 23)
Cahiliye ahlakını yaşayan bir insan tüm planlarını sadece dünya üzerine kurar ve ahireti de tamamen unutur. Dünyaya olan sevgisi kısa süre içerisinde bir hırsa dönüşür ve ne serveti, ne şöhreti, ne de itibarı kendisini tatmin edemez hale gelir. Ne kadar fazlasını elde ederse, bir o kadar daha elde etmek için hırslanır. Bu hırs onun kısa süre içerisinde fiziksel anlamda yıpranmasına, aynı zamanda pek çok ahlaki değerini de yitirmesine neden olur. Çıkarcılık ve menfaatperestlik dünya hayatında kimse ile gerçek dost olamamasının ve yalnızlık içerisinde yaşamasının nedenidir. Tüm bunlar ve kitabın ilerleyen bölümlerinde okuyacağınız cahiliye ahlakının getirdiği diğer zorluklar, kişinin dünya hayatından gerçek bir zevk alamamasına ve düş kırıklığına uğramasına sebep olur.
İşte bu, sadece dünya hayatını tercih eden insanların içine düştükleri büyük bir yanılgıdır. Onlar kendilerince tüm nimetlerden zevk alabilmek için birçok olayda Allah'ın emirlerine, İslam ahlakının gereklerine aykırı hareket ederler. Bununla nefislerini tatmin etmeyi ve dünyevi nimetlerden faydalanmayı amaçlarlar. Fakat durum hiçbir zaman sandıkları gibi gelişmez. Allah'ın yaratmış olduğu fıtrata aykırı davrandıkları için arayışı içinde oldukları mutluluğa hiçbir zaman kavuşamazlar ve bir yandan da dünyanın ne kadar kısa ve eksik olduğunu fark ederler. Yukarıda açıkladığımız üzere dünya hayatı, sadece bir imtihan yeridir.
Bu açık gerçeğe rağmen, çoğu zaman bu insanlar, içinde bulundukları durumu dünyada iken anlamaya yanaşmazlar. Tüm yaşamlarını dünya zevkleri uğruna tükettikten ve ölümün eşiğine geldikten sonra bu önemli gerçeği fark eden insanların varlığını Allah Kuran'da bildirmiştir. Bu, dönüşü olmayan bir pişmanlıktır. Ama bundan da önemlisi, kaybedilenin sadece dünya hayatı olmadığıdır. Allah, yanlış mantıklarının peşi sıra gidip, Allah'a hesap vereceklerini unutan bu insanların ahirette de büyük bir hüsrana uğrayacaklarını haber verir:
Allah'a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğramışlardır. Öyle ki, saat (kıyamet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: "Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize" derler. Dikkat edin, o işleyip-yüklendikleri ne kötüdür. (Enam Suresi, 31)
Buna karşın, tüm hayatlarını Allah'ın rızasını ve ahireti hedefleyerek geçiren müminler de, Allah'tan bir mükafat olarak hem dünyada güzel bir hayat yaşar hem de ahirette cennet ile ödüllendirilirler:
De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?" De ki: "Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır." Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız. (Araf Suresi, 32)
Onlar iman edenler ve (Allah'tan) sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve ahirette onlarındır. Allah'ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur. (Yunus Suresi, 63-64)
Cahiliye insanının temel özelliklerinden biri, daha önce de belirttiğimiz gibi, dünya hayatını herşeyin üzerinde tutmasıdır. Bunun anlamı şudur: İnsanın büyük bir akılsızlıkla kendisine dünyada verilen "geçici" yaşamı "esas" kabul ederek sonsuz sürecek ahiret yaşamı için bir hazırlık yapmaması.
Kuran'da bu çarpık mantık örgüsüne sahip insanların söyledikleri şöyle haber verilmiştir:
O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz. (Müminun Suresi, 37)
Bu kimseler Allah'ın insanları yeniden dirilteceğine inanmadıkları için dünya hayatında yaptıkları hareketlerin bir sorumluluğu olduğunu düşünmezler. Ahirette Allah'ın karşısında hesap vereceklerini, O'nun rızasına aykırı davrandıkları için tevbe etmezlerse azaplandırılacaklarını göz ardı ederler. İşte bu düşünce ile cahiliye insanları kendilerini kandırmaktadırlar. Onlar bu hayat şeklini, daha fazla menfaat elde edebilmek ve dünyadan daha fazla yararlanabilmek için tercih ederler. Oysa ki elde edebildikleri sonuç bunun tam aksidir. Maddi ve manevi hazların pek çoğunu yitirir, hayattan, çevrelerindeki insanlardan ve kendilerine verilen nimetlerden umdukları zevki alamazlar.
Çünkü Allah'ı ve ahiret gününü unutmalarından ve Allah'ın hoşnut olacağı hayat şeklinin dışında yaşamalarından ötürü Allah bu kimselerin zevklerini, sevgilerini, mutluluklarını ellerinden alır. Zahiren her ne kadar nefislerinin hoşuna giden olayları tercih etseler de, vicdanlarının sesini dinlemedikleri için asla huzur bulamazlar, mutlu olamazlar. Ayrıca Allah'ın verdiği nimetleri kendileri kazandıklarını zannettikleri için yine onları kendilerinin herhangi bir olay ile kolaylıkla kaybedebileceklerini düşünürler. Bu nedenle sürekli olarak ellerindekileri kaybetme endişesini taşırlar. Kuran'da bildirilen tevekkülü yaşamadıkları için bu kişiler gelecek korkusu içindedirler. Bu nedenle dünyevi anlamda istedikleri birçok şeye sahip olsalar da manevi azap ve sıkıntı içinde yaşarlar. Bu da Allah'ın sadece dünya hayatına razı olan insanlara vermiş olduğu dünyevi bir azaptır.
Dünya nimetlerinden zevk alabilmenin yolu, bu nimetlerin gerçek sahibinin Allah olduğunu bilmek ve Allah'ın hoşnutluğunu arayarak bu güzelliklerden istifade etmektir. Bu önemli gerçeği kavrayan bir insan, dünyevi nimetlerin geçici olduğunu ama sonsuz ahiret hayatında dünya şartlarıyla kıyaslanmayacak kadar üstün güzelliklerin sonsuza kadar kendisine vaat edildiğini bilir.
"Peki cahiliye toplumu bu önemli sırrın farkına varmıyor mu? Ya da dünyadan zevk alamadığını gördüğü halde neden bu ilkel mantığı sürdürmeye devam ediyor?" sorusunun ise, cevabını Allah Kuran'da bildirmiştir:
Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta'dan başkası değildir. (Rad Suresi, 26)
Görüldüğü gibi Kuran ayetlerinde, cahiliye toplumunun ilkel mantığının altında yatan asıl sebebin, onların "dünya hayatına bağlanıp, ahireti unutmaları" olduğu açıklanır. Oysa ki dünya hayatı insanlardan hangilerinin daha güzel tavırlarda bulunacağının denenmesi için hazırlanmış özel bir imtihan yeridir. İnsanların asıl yurdu ahirettir. Ayetlerde bu gerçek şöyle ifade edilir:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)
Bu ayetlerde cahiliye toplumunun dünya hayatına neden aldandığı ve neleri cazip bulduğu da detaylı olarak açıklanmıştır. Bunlardan biri insanların birçoğunun paraya ve mülke karşı duydukları tutkudur. Ancak maddi zenginlik kişiye tek başına ruhen bir huzur sağlayamaz. Bu zihniyet içinde, hiçbir zaman gerçek anlamda sevgiyi ve saygıyı bulamazlar, gerçek bir dostluk elde edemezler. Çünkü bunlar ancak güzel ahlakla kazanılabilecek değerlerdir. Bir insanın üstün ahlakı ve samimi tavırları, karşı taraf üzerinde olumlu bir etki meydana getirir; bu ise saygı, sevgi ve dostluğun temelidir. Örneğin, bu ruh hali içerisindeki bir insan, belki dünyanın en gösterişli evini yaptırır, en konforlu ve en son model arabasını satın alır, en pahalı giyeceklerini giyer, en lezzetli yiyeceklerini alır, akla gelebilecek en güzel eğlence ve tatil merkezlerine gider; ama hiçbirinde aradığı huzur ve mutluluğu bulamaz. Hırs ve tutku içinde yaşadığı için her zaman daha fazlasını ister, bir türlü elindekilerle hoşnut olmasını bilmez. Tüm bu nimetlere sahipken dahi hep şikayet edecek ve yakınacak bir şeyler bulur.
Taşıdıkları hırs ciddi birtakım ahlaki bozuklukları da beraberinde getirir. Para tutkusu kişiyi sahtekarlığa, yalancılığa, bencilliğe, adaletsizliğe, öfkeye, gerilime ve daha pek çok tavır bozukluğuna iter. Kuran'da, cahiliye toplumunun herşeye rağmen bu ilkel mantıkta ısrar etmelerinin bir sebebinin de kendi aralarında övünme tutkusu olduğu belirtilir:
... Dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur... (Hadid Suresi, 20)
Dünya hayatına ilişkin her konu, cahiliye toplumu için aralarında bir övünme ve itibar malzemesidir. İnsanlar tarafından takdir görmek onlar için öylesine büyük önem taşır ki, tüm hayatlarını övünebilecekleri malzeme aramakla geçirirler. İyi bir tahsil yapmak, itibar elde edip tanınmış bir insan haline gelebilmek, sayılı zenginler arasına girmek, ünlü bir ailenin bir üyesiyle gösterişli bir evlilik yapmak, hatta çok sayıda çocuk sahibi olmak bile cahiliye toplumunun önemli övünme konularındandır. Çocuğunun güzel ya da zeki olması, hangi okullarda okuduğu veya kimle, nasıl bir evlilik yaptığı gibi konular bile bu çarpık mantık nedeniyle bir rekabet konusu olur. Bir insan elbette iyi eğitim almayı, güzel bir aile yaşantısı olmasını, kaliteli ve nezih bir ortamda yaşamayı talep edebilir ve bu son derece doğal bir taleptir. Ancak bir kimse bunları talep ederken tüm ahlaki değerleri bir yana bırakacak kadar hırslı davranıyorsa, üm bunların geçici olduğunu unutuyorsa, dünyadaki her türlü varlığın asıl sahibinin Allah olduğunu kavrayamıyorsa ve sahip oldukları onu Allah'ı ve ahireti anmaktan uzaklaştırıyorsa, bu makul bir durum değildir. Ortalama 60-70 yıl yaşanacak kısa bir dünya hayatında insanların, kendileri gibi aciz ve ölümlü başka insanlara gösteriş yapabilmek için, böylesine aldatıcı bir tutkuya kapılıp ahireti unutmaları çok büyük bir kayıptır.
Cahiliye insanlarının, ilkel bir yaşantıda ısrar etme nedenlerinden biri de vicdanlarını kapatıp nefislerinin emirlerine uyarak yaşamalarıdır. Her insanın sahip olduğu, yaşamı boyunca verdiği tüm kararları etkileyen iki ses vardır. Bu iki ses birbirinin tam zıttı amaçlar için yaratılmıştır. Biri, insanları, Allah'ın hoşnut olacağı şeylere çağırırken, diğeri her zaman Allah'tan uzaklaştırır, insanı tutkularının, isteklerinin peşinden sürükleyecek şeyleri fısıldar. İşte bu iki ses, vicdan ve nefistir. Kuran'da bu gerçek şöyle bildirilir:
Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)
Cahiliye toplumunu tanıtırken nefis ve vicdan arasındaki ayırıma özellikle dikkat çekmek gerekir. Çünkü bir insanı "cahil" yapan en büyük unsur, vicdanını dinlememesi, dolayısıyla sadece ve sadece nefsinin arzularının peşinden koşmasıdır.
Ancak nefislerine uymadaki bu ısrarları cahiliye insanlarına hiçbir şey kazandırmaz. Aksine büyük bir kayıp içinde ömür sürmelerine sebep olur.
Adnan Oktar: Bütün dünyaya Allah ceza verdi. Yani yüzde doksanına diyorum, bakın en az hatta yüzde doksan dokuzuna böyle bir ceza verdi Allah bu dünyada. İnsanlardan sevgiyi aldı Allah. Yani evlenenler hep mantık evliliği yapıyorlar. Tutkuya dayalı, aşka dayalı, Allah aşkına dayalı evlilik yapamıyorlar.
Sunucu: Cezanın sebebi nedir?
Adnan Oktar: Allah’ı unuttular, Darwinizm’e girdiler, materyalizme girdiler. Kardeşim şimdi evlendiği kadını bir maymun türü olarak görüyor yani maymundan evrimleşmiş bir hayvan ve yok olup gidecek bir hayvan olarak görüyor. Başında biraz saç bulunan, tüy bulunan, eli ayağı olan bir maymun gibi görüyor. O da karşısındakini maymun gibi görüyor. Yani daha gelişmiş, daha değişik bir maymun türü olarak görüyor. İki maymun bir evde yaşıyor olarak düşünüyorlar. Yani “nasıl mağaralarda maymunlar daha önce yaşıyorsa biz de evde yaşıyoruz” diyor, “biraz daha gelişmişiyiz” diyor. Şimdi bu durumda aşk, tutku, derinlik olur mu? Yani mümkün mü?
Kafası beyni boşalıyor adamın. Ve bakıyorum ben, aslan gibi delikanlılar ama çok mekanikler. Kızlara bakıyorum, bayanlara bakıyorum, çok mekanikler. Mesela mankenlerin gözlerinde en ufak bir derinlik pırıltısı, bir tutku pırıltısı görülmüyor. “Hadi evlenelim” diyorlar, buyrun; “Nedir mesleğin” diyor. “Şu” diyor, “Çok güzel” diyor. “Araban var mı” diyor, “Var” diyor. Birdenbire içinde bir aşk hissettiğini söylüyor ona karşı, tarif edilemeyecek bir aşk meydana geldiğini söylüyor. Malın gücü arttıkça aşkın derinliği de artıyor. “Delice bir tutkuya dönüştü benimkisi artık” diyor. Birgün adam diyor ki, “Ben” diyor “Çok özür dilerim iflas ettim” diyor. Üç gün sonra kadın, “Bir şey oldu” diyor, “Ayrılsak mı acaba” diyor.
İşte böyle gelen, böyle gider. Malla gelen malla gider. Etle gelen etle gider. Mesela tipine göre evleniyor. Başka tipi daha düzgün birini buluyor. Bitti. Parası için evleniyor daha zengin biri ona biraz göz kırpıyor, onu bırakıyor ona gidiyor. Mesleği için diyor, mesela adam bir mühendisse, baş mühendis oluyor daha gelişmişi oluyor, tamam, ona gidiyor. Neye göre geliyorsa, ona göre de gidiyor. Onun için gerçek sevgi oluşamıyor, gerçek tutku oluşamıyor. Dünyaya
Allah aslında büyük bir afat verdi, büyük bir bela verdi. Sevgi olmadan zaten dünyanın bir anlamı yok. O zaman sürünme kalıyor geriye. Yani yemek yiyecek, televizyon seyredecek, yatacak, kalkacak, banyoya girecek, yine yemek yiyecek, yine yatacak, yine kalkacak, banyoya gidecek, işine gidecek. İşyerleri adeta onlar için bir hapishane gibi oluyor. Küçük bir beton yığını mesela büro denen yer, altı var, üstü var, sağı solu var, beton. Önüne de bir bilgisayar koyuyorlar. Sabahın sekizinden akşamın bilmem kaçına kadar tıkır tıkır tıkır çalışıyor. Sonra eve geliyor başka bir betonun içine daha giriyor, apartman dairesinin içine giriyor. Orada da yemeğini yiyor, bulaşığı yıkıyor, çamaşırı yıkıyor, adamla bir kavga ediyor kadın, sonra uyuyorlar, sabah oluyor yine yemeklerini yiyorlar yine o beton yığınının içine giriyor yine tıkır tıkır tıkır sayıyor. Bu otuz yıl falan devam ediyor. Sonra emekli oluyor.
Emekli olduktan sonra da yine tek beton yığınının içine giriyor. Bu, hayat mı bu? Yani bunun için mi geldik biz dünyaya? Bunun adına sürünme derler. Sürünmenin diğer adıdır bu. Böyle hayat olmaz. Aşkla yaşanır, tutkuyla yaşanır yani delice tutkuyla. Ama öyle bir şey oldu mu, şu kadarcık bir yer, delice bir tutku varsa yani şiddetli zevklidir, her şey zevkli olur.
Mesela kurbağaya bakarsın canın gider, şefkat duyarsın, hatta mesela karıncayı görürsün onu derin bir sevgiyle Allah’ın tecellisi olarak seyredersin. Çünkü o küçücük patileriyle gidiyor gidiyor gidiyor bir bakıyorsun kendini temizliyor, kafasını gözünü temizliyor. Sen nereden öğrendin o küçücük canınla o temizlenmeyi? Ve vernikli gibi parlıyor pırıl pırıl. Patisinin ucunda, şu kadarcık olan patisinin ucunda bütün vücudunun özellikleri ve ondan sonraki neslin bütün özellikleri kodlu.
Amber içinde karınca var yüz milyon yıllık yahut yüz yirmi milyon yıllık, donmuş kalmış hayvan içinde, aynısının tıpkısı hiç değişmemiş. Ama ona Allah aşkıyla bakarsak güzel olur. Yani işyeri Allah aşkıyla güzel olur. Mesela dolmuş kuyruklarında son derece anlamsız mat bir yüz. Dışarıya çıkıyorum, insanlarda gülümseme yani bir neşe ve sevinç olması lazım, insanlara Allah’ın tecellisi olarak aşkla muhabbetle insan yaklaşır. Mesela küçük çocukları görüyorum. Olağanüstü güzel. Mesela dün pazar günü, bir mağazaya gittim küçük bir çocuk, ismini vermeyeyim mağazanın, merdivenin birinci katına çıkmış, inanılmaz sevimli yani uzun süre baktım, sevgi gösterdim, gitmek istemiyorum, içime sinmedi yani o güzelliği bırakıp gitmek.
Allah her yeri böyle güzelliklerle donatmış. Ama her zaman söylüyorum, bir kere insanlar birbirlerine güvenmiyorlar. Mesela korku çok yaygın. Böyle hayat olmaz yani sokağa çık kork, eve gel betonun içine gir. (Sayın Adnan Oktar’ın Tempo TV röportajından, 21 Eylül 2009)