İnsanı yaratan Allah, ona, Kendi ruhundan üfürdüğünü (Secde Suresi, 9) ve onun yeryüzünde Kendisinin halifesi olduğunu (Enam Suresi, 165) bildirir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerinden biri, onun nefsi ve vicdanı ile birlikte yaratılmış olmasıdır. Her insanda kendisine kötülüğü emreden bir nefis ve kötülükten nasıl sakınacağını ilham eden bir vicdan vardır. İnsan vicdanının ilham ettiği sevgi, fedakarlık, merhamet, tevazu, şefkat, doğruluk, dürüstlük, sadakat, nezaket ve yardımseverlik gibi güzel özelliklerinin yanı sıra, nefsinden gelen yıkıcı ve olumsuz özelliklere de sahiptir. Ancak inançlı bir insan vicdanı sayesinde doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilir ve her zaman güzel ahlakı tercih eder. Allah’a olan güçlü imanı ve korkusu, ahiretin varlığına olan inancı, sonsuz cehennem azabından duyduğu şiddetli korku ve cennet hayatına duyduğu özlem onu nefsinin azgınlıklarından uzak tutar. İnsanlara karşı güzellikle davranır, her zaman affedici olur, kötülüğe karşı iyilikle cevap verir, ihtiyaç içinde olanın hemen yardımına koşar, merhametlidir, sevgi doludur, şefkatlidir ve hoşgörülüdür.
Teröristler ise nefislerinin sesini dinleyip, her türlü kötülüğü rahatlıkla işleyen, vicdanlarının sesini dinlemeyen insanlardır. Bu nedenle de sevgisiz, saldırgan, her türlü ahlaksızlığı kolaylıkla yapan, insanlara hiç vicdani sıkıntı duymadan eziyet edebilen kimselerdir. Bunun nedeni ise bu kişilerin Allah korkusuna sahip olmamaları ve din ahlakını bilip uygulamamalarıdır. Çünkü Allah’tan korkmayan bir insanı suç işlemekten engelleyebilecek hiçbir güç yoktur.
Toplumun mevcut kuralları insanları suçtan ve kötü ahlaktan ancak bir noktaya kadar alıkoyabilir. Devlet kamuya açık yerleri, sokakları ve merkezi bölgeleri güvenlik birimleri sayesinde kısmen koruyabilir, toplumun düzenini sağlayabilir, güçlü bir adalet sistemi sayesinde suç oranını düşürme konusunda gereken önlemleri alabilir. Ancak her insanın yirmi dört saat kontrol edilmesi mümkün olmadığına göre, belli bir yerden sonra insanın vicdanı devreye girmelidir. Vicdanını dinlemeyen insan, yalnızken ya da kendisi gibi düşünen kimselerle birlikteyken kolaylıkla suç işleyebilir. Bu durumda gerektiğinde yalana başvuran, haksız kazanç sağlamaktan çekinmeyen, mazlumu ezmekten hiçbir rahatsızlık duymayan bireylerden oluşan bir toplum modeli ortaya çıkar. Allah korkusunun olmadığı, manevi değerlerin yitirildiği bir toplumda fiziksel tedbirlerin ve uygulamaların netice vermeyeceği açıktır. Oysa din ahlakı, insana, yalnız başına da olsa, yaptığı kötülük nedeniyle çevresindeki hiç kimse onu cezalandırmayacak olsa da, kötülükten sakınmasını emreder. Yaptığı her hareketten, aldığı her karardan, söylediği her sözden dolayı Allah katında hesaba çekileceğini ve sonsuz ahiret hayatında bu yaptıklarına göre karşılık bulacağını bilen bir insanın kötülükten şiddetle sakınacağı açıktır.
İnsanların kendi rızalarıyla kötülükten sakınmayı öğrendikleri bir toplumda, terör örgütlerinin yaşam sahası bulmaları mümkün değildir. Çünkü din ahlakının hakim olduğu bir toplumda, şiddet yanlısı pek çok örgütün ortaya çıkmasına neden olan sorunlar da doğal olarak ortadan kalkmış olur. Toplumun geneli dürüstlük, fedakarlık, sevgi, şefkat, adalet gibi yüksek erdemlere sahipse bu toplumda fakirlik, gelir eşitsizliği, adaletsizlik, haksızlık, mazlumun ezilmesi, özgürlüklerin kısıtlanması gibi olumsuzluklarla karşılaşılmaz. Tam tersine ihtiyaç içinde olanların ihtiyaçlarının giderildiği, zengin olanın fakir olanı kolladığı, güçlü olanın zayıf olanı koruduğu, sağlık, eğitim, ulaşım gibi sosyal imkanlarda herkesin en iyisini kullanabildiği, farklı etnik kökenler, dinler ve kültürler arasında hoşgörü ve anlayışın hakim olduğu bir toplum düzeni olur. İşte bu nedenledir ki, güzel ahlak, pek çok toplumsal sorunun çözümünün anahtarıdır. Bu ahlakın kaynağı da, Allah’ın insanlara bir rehber olarak gönderdiği Kuran’dır.
İslam dini Hz. Muhammed (sav)’e ilk ayetin vahyedilmesinden sonra geçen yarım asırlık dönem içinde, tarihte eşine az rastlanır bir gelişme göstermiştir. İslam’ın Arap Yarımadası’ndan çıkıp tüm Ortadoğu, Kuzey Afrika ve hatta İspanya’ya yayılması, Batı’da yaşayan pek çok insanın da dikkatini bu dine yöneltmiştir. Ünlü İslam uzmanı John L. Esposito’nun ifadesiyle, “İslam’ın ilk yayılışı hakkındaki en etkileyici şey, hızı ve başarısıdır. Batılı akademisyenler buna hayran olmuşlardır.”13 Aradan geçen 14 yüzyıl içinde İslam Endonezya’dan Latin Amerika’ya kadar dünyanın her köşesine ulaşmıştır. Bugün Müslümanlar 1 milyarı aşkın nüfusları ile dünya nüfusunun yaklaşık 5’te birini oluşturmaktadırlar ve İslam en hızlı büyüyen din olarak kabul edilmektedir. Özellikle de 11 Eylül’deki terörist saldırıların ardından İslam’a olan ilgi daha da artmış, İslam dininin mesajını anlamanın ne kadar önemli olduğu anlaşılmıştır.
Bugün Müslüman dünyasına bakıldığında İslami uygulamaların geniş bir yelpaze içinde yer aldığını görürüz. Uygulamalardaki farklılıklar toplumların örf ve adetlerine, kültür birikimlerine ve dünyayı algılayış biçimlerine göre şekillenir. Bu çeşitlilik zaman zaman İslam’ı anlamaya çalışan veya İslamiyet üzerine araştırmalar yapan kişilerin yanlış kanaatlere kapılmasına neden olmaktadır. İslam ile ilgili doğru kanaate ulaşmanın tek yolu ise bu farklılıkları bir kenara bırakıp, İslam ahlakının özünün anlatıldığı Kuran’a ve Peygamber Efendimizin uygulamalarına bakmakla mümkündür. Çünkü çoğu zaman söz konusu farklılıklar, Kuran ahlakında olmayan, ancak o toplumun geleneksel değerlerini simgeleyen unsurlar olabilmektedir.
Bir toplumun çoğunluğunun Müslümanlardan oluşması, o toplum içinde alışılagelmiş hareket biçimlerinin, anlayışların ve yargıların tam anlamıyla İslami olduğu veya bunların İslam adına savunulması gerektiği anlamına gelmez. Bir grubun veya toplumun İslam anlayışını değerlendirirken bu gerçeğin göz önünde bulundurulması gerekir. Farklılıklar o kişilerin veya grupların içinde bulundukları koşullara göre yaptıkları yorumlardan kaynaklanmaktadır. Bu yorumların ve çıkarımların doğru olup olmadığı ise ancak, İslam’ı bize en doğru şekilde aktaran kaynağa, yani Kuran’a ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetine bakılarak anlaşılabilir.
Kuran’ı incelemeden, yapılan uygulamaların Kuran’da yeri olup olmadığını bilmeden, İslamiyet ve Müslümanlar hakkında yorum yapılması son derece hatalıdır. Tek bir topluluğun veya toplumun yaşam tarzını ele alarak, İslam’ı anlamaya çalışmak, İslam hakkında kanaat belirtmek ve çeşitli öngörülerde bulunmak kişiyi çok yanıltabilir. Öyleyse öncelikli olarak yapılması gereken gerçek İslam’ın öğrenilmesi olmalıdır. İslam dinini gerçek kaynağından öğrendikten sonra dünyanın farklı ülkelerinde yaşanan modellerin bu kıstaslara göre ele alınması gerekir. İşte o zaman İslam dinini tanıdığını zanneden pek çok kişi belki de hayatında ilk defa gerçek İslam’la tanışmış olacak ve bugüne kadar kapıldığı tüm yanılgılar ortadan kalkacaktır.
İslam dinine göre suçsuz bir insanı öldürmek çok büyük bir günahtır ve masum bir insanı öldüren kişi ahiret hayatında çok büyük bir azapla karşılık görecektir:
... Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır.(Maide Suresi, 32)
Yukarıdaki ayette de görüldüğü gibi, Kuran’da masum bir kimseyi öldürmek, tüm insanları öldürmekle bir tutulmaktadır. Müminlerin insan hayatına verdikleri önem Furkan Suresi’nde şu şekilde bildirilir:
Ve onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha tapmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa ‘ağır bir ceza ile’ karşılaşır.(Furkan Suresi, 68)
Allah bir diğer ayetinde ise insanlara şu şekilde emretmektedir:
De ki: “Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik edin, yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -Sizin de, onların da rızıklarını Biz vermekteyiz- Çirkin-kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz.”(Enam Suresi, 151)
Allah’a samimi bir kalple iman eden, O’nun ayetlerini titizlikle uygulayan ve sonsuz ahiret azabından korkan bir Müslüman tek bir insana bile zarar vermekten sakınır. Çünkü Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu ve her yaptığının karşılığını mutlaka alacağını düşünür. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde Allah’ın hoşnut olmadığı insanları şu şekilde saymıştır:
Harem (Kutsal bölge) içinde zulüm ve haksızlık eden, cahiliye adetini arzulayan ve haksız yere insan kanı akıtmak isteyen olmak üzere üçtür.14
İslam ahlakı iman edenlere; bir karar verirken, bir söz söylerken, bir iş üzerindeyken, kısaca hayatlarının her anında adaletli davranmalarını emreder. Allah’ın Kuran’da bildirdiği emirleri ve Peygamberimiz (sav)’in sünneti bu adalet anlayışının nasıl olması gerektiğini tüm detaylarıyla bizlere tarif eder. Kuran’da bize bildirilen tüm elçiler, uyarıcı olarak gönderildikleri topluluklara adalet ve barış getirmiş, peygamberlerin gelişi ümmetlerin üzerindeki zulmün ve zorbalığın kalkmasına vesile olmuştur. Allah Yunus Suresi’nde şu şekilde bildirir:
Her ümmetin bir resulü vardır. Onlara resulleri geldiği zaman, aralarında adaletle hüküm verilir ve onlar zulme uğratılmazlar.(Yunus Suresi, 47)
Müslümanın adalet anlayışının en önemli özelliği, karşısındaki kişi kendi yakını da olsa, her durumda adaletle hükmetmesidir. Allah ayetinde şu şekilde buyurur:
Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.(Nisa Suresi, 135)
Ayette de görüldüğü gibi, iman eden bir insan için karşısındaki kişinin maddi durumu ya da sosyal statüsü hiçbir önem teşkil etmez. Önemli olan hakkın gerçekleşmesi, hiç kimsenin haksızlığa uğramaması ve Allah’ın ayetlerinin kusursuz bir şekilde yerine getirilmesidir. Maide Suresi’nde ise şu şekilde buyurulmaktadır:
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.(Maide Suresi, 8)
Yukarıdaki ayette ise Allah iman edenlere, kendi düşmanları lehinde dahi olsa, her zaman adaletle hükmetmelerini emretmektedir. Müslüman karşısındaki kişinin kendisine haksızlık yaptığını, kendisini zor durumda bıraktığını veya kendisine düşman olduğunu düşünüp ani kararlar vermez, her zaman vicdanıyla ve Kuran ayetleri doğrultusunda düşünür. Karşı taraf gerçekten yanlış bir tutum içinde olsa dahi, o iyilikle karşılık vermekle ve Allah’ın emrettiği ahlakı göstermekle yükümlüdür.
Allah Mümtehine Suresi’nin 8. ayetinde ise “Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.” şeklinde buyurmuş ve Müslümanların diğer topluluklarla olan ilişkilerinin hangi sınırlar içinde olması gerektiğini bildirmiştir. Bu ayetler iman eden bir insanın tüm insanlara bakış açısının temelidir. Müslümanın tavrı karşısındaki kişiye göre değil, Allah’ın Kuran’da bildirdiklerine göredir. Bu nedenle samimi bir kalple iman eden Müslüman her zaman doğrulardan yanadır. İman edenlerin bu konudaki kararlılıkları "Yarattıklarımızdan, hakka yöneltip-ileten ve onunla adaleti kılan (uygulayan) bir ümmet vardır.” (Araf Suresi, 181) ayetiyle de bizlere müjdelenmektedir. Kuran’da adaletle ilgili diğer ayetler ise şu şekildedir:
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir.(Nisa Suresi, 58)
De ki: “Rabbim adaletle davranmayı emretti. Her mescid yanında (secde yerinde) yüzlerinizi (O’na) doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak O’na dua edin. “Başlangıçta sizi yarattığı” gibi döneceksiniz.”(Araf Suresi, 29)
Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz.(Nahl Suresi, 90)
Kuran’da tarif edilen adalet anlayışına göre, karşı tarafın hangi dine, ırka ya da cinsiyete sahip olduğu bir önem taşımaz. Çünkü İslam ırklar, cinsiyetler arasında eşitliliği savunur. Her türlü etnik ayrımcılığı reddeder. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) “Bütün insanlar Hz. Adem’den, Hz. Adem ise topraktandır”15 şeklindeki sözleriyle insanlar arasında hiçbir fark olmadığını vurgulamıştır. Derinin rengi, sosyal statü, zenginlik gibi özellikler hiçbir insanda bir üstünlük oluşturmaz.
Bugün dünyanın dört bir yanında insanlar ırkları, dilleri ya da tenlerinin rengi nedeniyle zalimce muamelelere maruz kalmaktadırlar. Kuran’da ise farklı halkların ve kabilelerin yaratılmasının hikmetlerinden biri, insanların “birbirleriyle tanışmaları” olarak bildirilir. Hepsi de Allah’ın kulu olan farklı milletler veya kabileler, birbirleriyle tanışmalı, birbirlerinin farklı kültürlerini, dillerini, örflerini, yeteneklerini öğrenmelidir. Farklı ırk ve milletlerin bulunmasının bir amacı da, çatışma ve savaş değil, kültürel bir zenginliktir. İman eden bir insan tek üstünlüğün takva ile, yani Allah korkusu ve Allah’a imandaki üstünlükle olduğunu çok iyi bilir. Allah Hucurat Suresi’nde şu şekilde bildirir:
Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.(Hucurat Suresi, 13)
Bir diğer ayette ise Allah “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır.” (Rum Suresi, 22) şeklinde bildirmektedir.
İslam tarihine baktığımız zaman iman edenlerin farklı ırklara yönelik adaletli uygulamalarıyla ilgili pek çok örnek görürüz. İslam, Afrika, Asya ve Avrupa’yı içine alan çok geniş bir alanda çok müthiş bir hızla büyümüş ve bu fetihler aracılığıyla İslam ahlakının güzellikleri de yayılmıştır. İslam her ırka, milliyete, sosyal yapıya ve coğrafyaya yayılmış, dünyanın daha önce benzerini görmediği bir kardeşlik bağı ile milyonlarca insanı birleştirmiştir. İnsan ırkının kolları ve siyah ırkın diğer kültürlerle olan ilişkilerini inceleyen ve bu konudaki önemli çalışmalarıyla tanınan araştırmacı Joel Augustus Ragers ünlü kitabı Sex and Race (Cinsiyet ve Irk) isimli eserinde İslam dininin dünya üzerindeki etkisini şu şekilde tarif eder:
İslam’ın asırlardır parıltılı bir şekilde ayakta kalmasının bir sebebi, bu dinde ırk ve sınıf peşin hükümlerinin hemen hemen tamamıyla yok olması, derinin rengi veya sosyal durumu hiç hesaba katılmaksızın, cemiyetin en yüksek basamaklarına kadar yükselmenin yeteneğe bağlı bulunması yüzündendir… İslam, tarihinin en büyük ve aynı zamanda en hür ırk potasını oluşturmuş ve bu ırklar karışımı, dünyanın bir eşini daha görmediği en geniş İmparatorluk bünyesi içinde gerçekleşmiştir. Gücünün doruğunda iken, İslam İmparatorluğu, Batı’da İspanya ve Fransa ortalarından, Orta Asya bölgeleri de dahil, Doğu’da Hint, Çin ve Pasifik Okyanusu’na kadar uzanıyordu. Bu geniş toprakların sultanları çeşitli deri renklerine sahiptiler. Bir bahçenin çiçeklerinin renklerinin başka başka oluşu, bu çiçekler açısından ne kadar önemliyse, derilerinin renklerinin farklılığı, Müslümanlar için bundan daha az önemliydi.16
Dünyanın en tanınmış İslam uzmanlarından biri olan Profesör Hamilton Alexander Rossken Gibb Whither Islam? (İslam Nereye?) isimli eserinde İslam dininin farklı ırklara bakış açısını şu şekilde ifade eder:
İnsanlığın bunca farklı ırkını statü, fırsat ve girişim açısından eşit haklara sahip olacak şekilde biraraya getirmede bu kadar başarılı olan başka bir toplum yoktur. İslam kesinlikle bağdaşmayacak gibi görünen farklı ırkları uzlaştırma gücüne sahiptir. Doğu ve Batı’daki büyük toplumların muhalefeti yerini işbirliğine bıraktığı takdirde, İslam’ın uzlaştırıcı rolü kaçınılmaz olacaktır…17
İslam ahlakı kardeşlik, barış, hürriyet ve huzur temelleri üzerinde bir toplum hedefler. Bu nedenle de İslam’la tanışan her toplum geçmiş dönemlerin baskıcı, zorba, çatışmacı anlayışlarından sıyrılmış, yeniden barış temelli bir toplum inşa etmiştir. (Detaylı bilgi için Bknz. Kuran’da Adalet ve Hoşgörü, Vural Yayıncılık, Harun Yahya) Pek çok batılı tarihçi de bu gerçeği eserlerinde dile getirmiş, İslam’la tanışmanın farklı toplumlar üzerinde çok derin ve olumlu etki yaptığını ifade etmiştir. Profesör Robert Briffault, İnsanlığın Gelişimi (The Making of Humanity) isimli eserinde Batı toplumunun İslam ile olan ilişkisine şu şekilde değinir:
Bütün beşeriyet için hürriyet, insani kardeşlik, insanların kanun önünde eşitliği, danışmayı ve genel seçimi kullanan demokratik hükümet idealleri, Amerikan anayasasının hazırlanmasına öncülük eden ve İnsan Hakları Beyannamesi’ni ilham eden idealler, Batı’nın yenilikleri değildi. Bu ideallerin hepsinin temelleri Kutsal Kitap Kuran’da bulunmaktadır. Bu idealler, Ortaçağ Avrupası’nın aydınlarının Müslüman İspanya, Sicilya, Haçlılar ve İslami kardeşlik derneklerini taklit yoluyla, Haçlılar sonrasında Avrupa’da gelişen cemiyetler aracılığıyla İslam’dan öğrendiklerinin özüdür.18
Yukarıdaki alıntıda anlatılan gerçekler, İslam ahlakının tüm dünyaya asırlar boyunca barış, hoşgörü ve adalet dersi verdiğinin ifadesidir. Günümüzde de tüm dünya insanları böyle bir kültürün özlemi içindedirler ve böyle bir kültürün tekrar oluşmaması için ortada hiçbir neden yoktur. Gereken tek şey insanların önce kendilerinden başlayarak Kuran ahlakını yaşamaya niyet etmeleri, daha sonra da insanlar arasında aynı ahlakı yaymak için gayret göstermeleridir. Kuran’da emredilen ahlak yaşandığı zaman, en üst kademedeki yöneticiden en alta kadar, herkes adaletli, merhametli, hoşgörülü, sevgi dolu, saygılı, affedici, dürüst olacak, tüm toplumlara huzur ve barış gelecektir.
İnsanları İslam ahlakına davet etmek ve onlara Allah’ın varlığını ve yaratılış delillerini anlatmak her Müslümanın sorumluluğudur. Allah “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle bu sorumluluğu tüm Müslümanlara bildirmiştir. Allah ayetlerde bu davetin nasıl olacağını da bildirmektedir:
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.(Nahl Suresi, 125)
Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır.(Bakara Suresi, 263)
Salih müminler “Bunlar, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır.” (Al-i İmran Suresi, 114) ayetiyle de dikkat çekilen bu görevin öneminin bilincindedirler. Bu nedenle çevrelerindeki herkesi, yakınlarını, ailelerini ve ulaşabildikleri tüm insanları Allah’a iman etmeye, korkup sakınmaya ve güzel ahlakı yaşamaya davet ederler. Müminlerin bu güzel özellikleri Tevbe Suresi’nde şu şekilde haber verilir:
Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.(Tevbe Suresi, 71)
Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, iman eden her insan dünya hayatı boyunca sürekli güzel ahlakı anlatmakla, bizzat kendisi yaşamakla ve insanlara güzellikleri tavsiye edip, onları kötülüklerden sakındırmakla yükümlüdür. Allah “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle…” (İsra Suresi, 53) ayetiyle iman edenlere güzel sözle konuşmalarını emretmiştir. Güzel söz ve kötü söz, İbrahim Suresi’nde şu benzetmeyle tarif edilmektedir:
Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir. Onun kökü yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkanı) kalmamıştır. Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp-saptırır; Allah dilediğini yapar.(İbrahim Suresi, 24-27)
Güzel bir hayat isteyen insanın güzellikleri teşvik etmesi, iyilik isteyenin iyiliği yaymak için çaba harcaması, vicdanlı davranışlar görmek isteyen kişinin vicdanlı olmayı tavsiye etmesi, zulme razı olmayanın zalimleri uyarması, kısacası doğruluk isteyen insanın diğer insanları da doğruya davet etmesi şarttır. Bu daveti yaparken aklından çıkarmaması gereken en önemli noktalardan biri ise, hidayeti verecek ve güzel sözü karşı tarafta etkili kılacak olanın ancak Allah olduğudur. Allah Peygamberimiz (sav)’in de yüksek karakterinin ve üstün ahlakının bir neticesi olarak insanlara hep güzellikle davrandığını bildirmiş ve O’nu tüm insanlara örnek kılmıştır.
Allah Kuran’da insanlara şu şekilde emretmiştir:
... İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.(Maide Suresi, 2)
Ayette de açıklandığı gibi, müminler sadece iyilik konusunda çaba sarf ederler. Onlar Allah’ın “Hayır adına her ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir.” (Nisa Suresi, 127) ayetini düşünür ve her yaptıklarının karşılığını Rabbimiz katında mutlaka alacaklarını hiç unutmazlar. Yukarıdaki ayette Allah makbul olan yardımlaşmanın “iyilik ve takva” konusunda olması gerektiğini bildirmiştir. İyiliğin ne olduğu ise bize Kuran’da açıklanmıştır:
Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve Peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)
Görüldüğü gibi gerçek iyilik, toplumda algılanan şeklinden farklıdır. Kuran ahlakını yaşamayan kimseler iyiliği, insanın canı istediği zaman, karşı tarafa bir lütuf olarak bir yardımda bulunması olarak algılarlar. Bu iyilikler ise genelde sadece yolda görülen bir dilenciye para vermek, yolculukta yaşlılara yer vermek gibi alışkanlıklarla sınırlıdır.
Oysa Bakara Suresi’ndeki ayette gördüğümüz gibi, Kuran’ın bildirdiği iyilik müminin tüm hayatını kapsayan bir ahlak şeklidir ve sadece kişinin canı istediğinde, aklına geldiğinde değil, tüm yaşamı boyunca uyguladığı bir ibadettir. Müslüman kendisi ihtiyaç içinde olsa dahi yoksula ve yetime yardımda bulunan, sevdiklerinden infakta bulunan (İnsan Suresi, 8) ihlas sahibi bir kuldur. Çünkü Allah “Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardı.” (Zariyat Suresi, 19) ayetiyle yardımlaşmayı, infak etmeyi ve iyilikte bulunmayı bir Müslüman vasfı olarak haber vermiştir. Onların yardımı hiçbir şarta bağlı değildir. Mümin gerektiğinde iyilik yapabilmek ve başkalarını iyiliğe teşvik edebilmek için her türlü fedakarlığı göze alabilir. Yaptığı yardım karşılıksızdır, sadece Allah rızasını hedefler. Allah İnsan Suresi’nde müminlerin tavrını şu şekilde bildirir:
Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz.”(İnsan Suresi, 9-10)
Müslüman Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bilir ve dünya hayatında yaptığı güzel davranışların mutlaka bir karşılığı olacağını aklından çıkarmaz. Dünya hayatının geçici olduğunu, asıl yurdun Rabbimiz katında olduğunu hiç unutmaz. Çünkü Allah insanları bu kaçınılmaz sonla uyarmakta ve herkesi güzel davranışlarda bulunmaya davet etmektedir:
Biz gökleri yeri ve her ikisinin arasındakilerini hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o saat de yaklaşarak-gelmektedir; öyleyse (onlara karşı) güzel davranışlarla davran. (Hicr Suresi, 85)
Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.(Nisa Suresi, 36)
Güzel davranışta bulunanların alacağı karşılığı ise, Allah ayetlerde şu şekilde bildirmekte ve tüm insanlığa çok güzel bir müjde vermektedir:
Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlar ise; Biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız.(Kehf Suresi, 30)
(Allah’tan) Sakınanlara: “Rabbiniz ne indirdi?” dendiğinde, “Hayır” dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. Adn cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir.(Nahl Suresi, 30-31)
İman edenler gerçek iyilik ve gerçek kötülüğün ne olduğunu Allah’ın “doğruyu yanlıştan ayıran” bir kitap olarak gönderdiği Kuran’dan öğrenirler. Kuran’da, doğru ve yanlış, iyilik ve kötülük gibi kavramlar, örnekler verilerek her insanın anlayabileceği gibi açıklanmıştır. Ayrıca müminlere, Allah’tan korkmaları nedeniyle, iyiyi kötüden ayırt etmelerini sağlayan bir nur ve anlayış da verilmiştir. (Enfal Suresi, 29)
Müslüman Kuran’da tarif edilen doğru ve yanlışları çok iyi bilir ve tüm hayatında uygulamak için gayret eder. Ancak onun üzerine yükletilen önemli bir sorumluluk daha vardır: İnsanları, doğruları görmeye, yanlışlardan sakınmaya, Kuran ahlakını yaşamaya davet etmek. Bu nedenle müminler bütün hayatları boyunca insanlara iyiyle kötünün arasındaki farkı anlatırlar. Allah müminlere şöyle emretmiştir:
Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.(Al-i İmran Suresi, 104)
Kuran’da ayrıca Allah’ın bu emrini yerine getiren insanların diğer insanlar için ne kadar hayırlı kimseler olduklarına da dikkat çekilmiştir:
Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.(Al-i İmran Suresi, 110)
Müminler, Kuran’ın iyiliği emretme hükmünü sadece doğru ve yanlışı hiç bilmeyen ve dini hiç tanımayan insanlara değil, aynı zamanda müminlere karşı da uygularlar. Çünkü insan sadece bilmediğinden değil, bazen de unuttuğundan, yanıldığından ya da nefsinin telkinlerine uyduğundan hata yapabilir. İşte bu durumda müminler birbirlerine Kuran’ın hükümlerini hatırlatarak iyiliği emretmiş ve kötülüğü engellemiş olurlar. Birbirlerine, dünya hayatında ancak iyilik yapanların ve salih amellerde bulunanların cennetle müjdeleneceklerini, kötülükten sakınmayanların ise cehennem azabıyla karşılık göreceklerini söyleyerek uyarırlar. Bu güzel sorumluluk nedeniyle en ufak bir bıkkınlık ya da sıkıntı duymaz, karşılarındaki insan ne kadar çok hata yaparsa yapsın sabırla, şefkatle ve merhametle hatırlatmaya devam ederler. Çünkü Allah pek çok ayetinde sabredenleri sevdiğini bildirerek, müminleri Kuran ahlakını uygulamakta sabırlı olmaya davet etmiştir. Allah ayetlerde şu şekilde bildirir:
Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Gerçekten Allah sabredenlerle beraberdir.(Bakara Suresi, 153)
Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar başka. İşte, bağışlanma ve büyük ecir bunlarındır. (Hud Suresi, 11)
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.(Fussilet Suresi, 34)
Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; Biz onların nitelendiregeldiklerini en iyi bilenleriz. (Müminun Suresi, 96)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi Allah müminlere, kötülüğe karşı en güzel tavırla karşılık verdikleri takdirde hayırlı bir sonuç elde edeceklerini vaat etmiştir. Hatta karşılarındaki kişiyle aralarında düşmanlık söz konusu olsa dahi sıcak bir dostluk oluşabileceğine dikkat çekmiştir. Kötülüğe karşı iyilikle karşılık vermek, inananların merhamet anlayışlarının da bir gereğidir. Karşı tarafın Allah’ın beğenmeyeceği kötü bir tavır içerisinde olduğunu gördükleri zaman, herşeyden önce bunun o kişinin ahireti açısından önemli olduğunu düşünerek, kibir ve gurura kapılmadan, ona hoşgörülü ve tevazulu bir biçimde yaklaşırlar.
İman edenler hayatları boyunca çok farklı karakterde insanla karşılaşabilirler. Ama karşılarındaki insanların tavırlarına göre, onlar da ahlak anlayışlarını değiştirmezler. Karşı taraf alaycı konuşabilir, çirkin sözler sarf edebilir, öfkelenebilir, kötülükte bulunabilir ya da düşmanca tavırlar sergileyebilir. Ancak müminin efendiliği, tevazusu, merhametli ve yumuşak başlı tavrı hiçbir zaman değişmez. Kendisine söylenen kötü bir söze bir benzeriyle karşılık vermez. Alay edene alayla, öfkeye öfkeyle cevap vermez. Öfkelenen bir insana karşı sakin ve itidalli olur. Sabreder ve müsamahakar olur. Kırıcı bir tavra karşılık, onu yaptığından utandıracak, güzel ahlaka özendirecek bir hoşgörü ve merhamet anlayışıyla hareket eder. Bu, Peygamberimiz (sav)’in de bizlere tavsiye ettiği bir ahlaktır. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde “Müsamahakar ol ki, sana da müsamahakar davranılsın”19 şeklinde buyurmuştur. Bir diğer hadisinde de müminlere şu şekilde seslenmiştir:
Hiçbiriniz: “Ben insanlarla beraberim. İnsanlar iyilik yaparsa ben de yaparım, kötü davranırsa ben de kötü davranırım” diyen şahsiyetsiz kimselerden olmasın!’ Aksine insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmak, kötü davranırlarsa, haksızlık etmemek için nefsinizi terbiye edin.20
Maide Suresi’nde Peygamberimiz (sav)’e bazı İsrailoğulları’nın ihanetlerine karşı affedici olması gerektiği şu şekilde bildirilmiştir:
... Kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik yapanları sever.(Maide Suresi, 13)
Ayette de görüldüğü gibi Allah Peygamberimiz (sav)’e, sürekli ihanet gördüğü bir kısım İsrailoğulları’na karşı dahi bağışlayıcı olmasını emretmiştir. Ayrıca şunu da hiç unutmamak gerekir: Karşı tarafın kötü bir ahlak göstermesi kişinin kendisinin de kötü ahlak göstermesine bir gerekçe değildir. Her insan Allah’a karşı yaptıklarından tek başına sorumludur. Dahası kötü bir tavra karşı şefkat, merhamet ve güzel ahlak gösterebilmek Kuran’a göre üstün bir ahlakın göstergesidir. Çünkü müminin bu güzel tutumu, onun Allah’a olan bağlılığının gücünü ve şiddetini gösterir. Bu güzel tutumunun karşılığı ise Yunus Suresi’nde şu şekilde haber verilir:
Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. (Yunus Suresi, 26)
Merhametin önemli göstergelerinden biri de kişinin affedici ve bağışlayıcı olabilmesidir. Allah Kuran’da iman eden kullarını “affedici ve bağışlayıcı” olmaya şöyle çağırmaktadır:
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.(Araf Suresi, 199)
Bu, insanın nefsine zor gelebilen, ama Allah katında güzel karşılığı olan bir tavırdır. İnsan yapılan bir hata karşısında öfkeye kapılabilir ya da affetmek istemeyebilir. Ama Allah müminlere affetmenin daha güzel olduğunu bildirmiş ve onları bu ahlaka teşvik etmiştir:
Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir...(Şura Suresi, 40)
Bir başka ayette Allah “Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir.” (Şura Suresi, 43) şeklinde bildirerek bunun üstün bir ahlak olduğuna dikkat çekmiştir. Allah, “Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nur Suresi, 22) ayetiyle müminleri bağışlayıcı olma konusunda kendi durumlarını düşünmeye de teşvik etmiştir. Çünkü gerçekten her insan Allah’ın kendisini bağışlamasını, esirgemesini ve rahmet etmesini ister. Yine aynı şekilde bir hata yaptığı zaman, çevresindeki insanların kendisini mazur görmesini ve affetmesini diler. İşte Allah müminlere bu durumu hatırlatarak kendilerine yapılmasından hoşlandıkları bir tavrı, başkalarına da göstermelerini emretmiştir. Bu, müminler arasında merhameti teşvik eden önemli bir hükümdür. Peygamber Efendimiz de bir sözünde “... Bir haksızlığı, bir zulmü affeden hiçbir adam yoktur ki, Allah onun izzetini artırmamış olsun.”21 şeklinde buyurmuş ve müminleri bağışlayıcı olmaya teşvik etmiştir.
Müminler her insanın hata yapabileceğini bildikleri için, karşı tarafa hoşgörü ile yaklaşırlar. Zira Kuran’da yer alan tevbe ile ilgili ayetlerde önemli olanın hata yapmak değil, hatayı fark eder etmez bir daha tekrar etmeme gayretiyle vazgeçmek olduğu bildirilmektedir. Bu ayetlerden biri şöyledir:
Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.(Nisa Suresi, 17)
Kişinin samimiyetini ifade eden bu şartlar oluştuğu sürece müminler de birbirlerine karşı son derece bağışlayıcı ve merhametli bir tavır gösterirler. Eğer hata yapan bir kişi yaptığından samimi olarak vazgeçmişse, o kimseyi geçmişte yaptıklarından dolayı yargılayamazlar. Ayrıca müminler kendileri tamamen haklı oldukları ve karşı tarafın tümüyle haksız olduğu bir durumda bile hiç tereddütsüz affedebilirler. Çünkü Allah bunun güzel bir ahlak özelliği olduğunu bildirerek müminlere tavsiye etmiştir:
Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.(Al-i İmran Suresi, 134)
Müminler affetme konusunda hataları büyük ya da küçük diyerek ayırmaz ve hataya göre farklı bir affedicilik anlayışı geliştirmezler. Hatayı yapan kişi istemeden büyük bir can ya da mal kaybına neden olmuş ve bu da karşı tarafın menfaatlerine büyük ölçüde zarar vermiş olabilir. Ancak meydana gelen her olayın Allah’ın izni ile ve bir kader dahilinde geliştiğini bilen müminler, bu tür bir olayı tevekkülle karşılar ve şahsi bir kızgınlık duymazlar.
Yine bu kişi cehalet sonucu Kuran’ın bir hükmüne karşı gelmiş ve Allah’ın koyduğu sınırları aşmış olabilir. Ancak bu tavırlarından dolayı kişiyi yargılayacak olan yalnızca Allah’tır. Bu nedenle herhangi bir konuda bir insanı yargılamak ya da affetmemek müminlerin sorumluluğunda değildir. Kişinin samimi olarak tevbe edip bu tavrından pişman olması durumunda alacağı karşılık sadece Allah katındadır. Nitekim Allah pek çok ayetiyle “Allah’a ortak koşma” dışında müminlerin samimiyetle vazgeçtikleri hatalarını affedebileceğini bildirmiştir. Müminler bunu bilemeyecekleri için onlar ancak Allah’ın bildirdiği şekilde affeder ve eğer bu konuda Kuran’da bildirilen bir açıklama varsa, hata yapan kişiye bu doğrultuda davranırlar.
Allah iman edenlere karşı sonsuz merhamet sahibi olandır, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir, yumuşak olandır. O, kainattaki tüm nimetleri insanın emrine veren, onları doğru yola ileten elçilerle destekleyen, birer hidayet rehberi olan vahiyleriyle salih birer kul olmaya yönelten, Rahman ve Rahim olandır. Rabbimiz, Halim (çok yumuşak olan), Adl (sonsuz adalet sahibi olan), Afüvv (affı çok olan), Asim (koruyan), Berr (kullarına karşı iyiliği çok olan), Gaffar (bağışlaması çok olan), Hafiz (koruyan ve gözeten), Kerim (ikramı bol ve cömert olan), Latif (lütuf sahibi), Muhsin (sonsuz ihsan sahibi olan), Rauf (pek esirgeyen, çok acıyan), Selam (her türlü tehlikeden kullarını emniyete çıkaran), Tevvab (tevbeleri kabul eden) ve Vehhab (bağışı çok olan, karşılıksız armağan eden) olandır.
İman edenler, Rabbimizin üzerlerindeki korumasının, sonsuz fazl ve ihsanının farkındadırlar. Bu nedenle de Allah’ın razı olacağı, sonsuz cennetine ve rahmetine layık bir kul olmak için ciddi çaba gösterirler. İman edenlerin en belirgin özelliklerinden biri -önceki sayfalarda da vurguladığımız gibi- sevgi dolu ve merhametli olmalarıdır. Müslüman aynı zamanda çok yumuşak huylu olan ve insanlara karşı hep güzel bir tutum içerisinde olan kimsedir. Allah Peygamberimiz (sav)’in bu yumuşak huylu tavrını iman edenlere örnek vermiştir:
Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.(Ali İmran Suresi, 159)
Ayette Peygamberimiz (sav)’in yumuşak huylu ahlakının insanlar üzerinde çok olumlu bir etki meydana getirdiği ve insanların ona daha da bağlanmalarına vesile olduğu haber verilmektedir. Kuran’da diğer peygamberlerin sevgi dolu ve yumuşak huylu ahlakları da insanlara örnek olarak verilmiştir. Bu peygamberlerden biri Medyen halkına elçi olarak gönderilen Hz. Şuayb’dır. Ayette kavminin Hz. Şuayb için “… sen gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın.” (Hud Suresi, 87) şeklinde söyledikleri haber verilmektedir. Hz. İbrahim de üstün ahlakıyla tüm insanlar için örnektir. Allah Kuran’da Hz. İbrahim’in duygulu, yumuşak huylu ve sevgi dolu olduğunu bildirir. Ayetler şu şekildedir:
İbrahim’in babası için bağışlanma dilemesi, yalnızca ona verdiği bir söz dolayısıyla idi. Kendisine, onun gerçekten Allah’a düşman olduğu açıklanınca ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim, çok duygulu, yumuşak huyluydu.(Tevbe Suresi, 114)
Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden (Allah’a) yönelen biriydi.(Hud Suresi, 75)
Allah iman edenlere hep güzel davranışlarda bulunmalarını, güzel söz söylemelerini ve insanlara iyilikte bulunmalarını emretmiştir. Allah’ın elçileri de insanlara Allah’ın emrettiği şekilde davranmış ve güzel ahlaklarından asla taviz vermemişlerdir. Örneğin dönemin en azgın ve en zalim yöneticisi olan Firavun’a giden Hz. Musa’ya Allah şu şekilde seslenmiştir:
“Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve Beni zikretmede gevşek davranmayın. İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.”(Taha Suresi, 42-44)
Yukarıdaki ayetler tüm insanlar için çok önemli hatırlatmalar içermektedir. Her insan Allah’ın Kuran’da bildirdiği bu güzel ahlakı eksiksiz bir şekilde yaşamakla, peygamberlerin ahlakını kendine örnek almakla yükümlüdür. Kuran’da Allah’ın yarattığı tüm varlıklara karşı çok büyük bir muhabbet duyan, sevgisini en güzel şekilde ifade eden, her zaman uzlaşmadan ve hoşgörüden yana olan, en zor durumda dahi güzel sözden asla vazgeçmeyen, isteyerek ve zevk alarak fedakarlıkta bulunan, insanlar için hep güzellik ve iyilik isteyen, şahsi menfaatlerini her zaman geri plana atan, kendi için istemediğini başkası için de istemeyen, ihtiyaç içinde olanın hemen yardımına koşan, zulme kesinlikle rıza göstermeyen bir insan modeli insanlara sunulmaktadır. Bu ise, hiç şüphesiz tüm insanların özlemini duydukları ve ihtiyacını hissettikleri bir modeldir.
İslam inanç konusunda insanlara kesin ve açık bir dille, tam hürriyet tanır. İslam’ın vahyedildiği dönemden günümüze kadar geçerli olan bu anlayış, İslam ahlakının da temelini oluşturur. Bu konudaki ayetler çok açıktır.
Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.(Bakara Suresi, 256)
İslam ahlakına göre insan istediği inancı seçmekte özgürdür ve hiç kimse bir diğerini inanç konusunda zorlayamaz. Müslüman İslam olmasını talep ettiği kişiye sadece tebliğ yapmakla, Allah’ın varlığını, Kuran’ın Allah’ın hak kitabı olduğunu, Hz.Muhammed (sav)’in O’nun elçisi olduğunu, ahiretin ve hesap gününün varlığını, İslam ahlakının güzelliklerini anlatmakla yükümlüdür. Ama bu yükümlülüğü sadece dini anlatma ile sınırlıdır. Allah Peygamberimiz (sav)’in de sadece bir tebliğci olduğunu Nahl Suresi’nde şu şekilde bildirir:
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.(Nahl Suresi, 125)
Bir diğer ayette ise “... Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin..." (Kehf Suresi, 29) şeklinde buyurulmakta ve Rabbimiz Peygamberimiz (sav)’e “Onlar mü’min olmayacaklar diye neredeyse kendini kahredeceksin (öyle mi?)" (Şuara Suresi, 3) şeklinde seslenmektedir. Kaf Suresi’nde ise Allah Peygambere şu hatırlatmada bulunmaktadır:
Biz onların neler söylediklerini daha iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin; şu halde, Benim kesin tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver.(Kaf Suresi, 45)
Kendisine Allah’ın, katından bir hidayet olarak indirdiği İslam dini anlatıldığı zaman kişi kendi isteğiyle iman eder, hiçbir baskı ya da zorlama altında kalmadan karar verir. İnsan doğruyu ya da yanlışı seçmekte özgürdür. Eğer yanlış seçimi yaparsa ahirette bunun karşılığını alacaktır. Kuran ayetlerinde bu konuyla ilgili çok açık emirler ve hatırlatmalar bulunmaktadır:
Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü’min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın?(Yunus Suresi, 99)
Örneğin bir müminin tebliği karşısında bir kişi derhal iman ederken, diğer bir kişi inkar ederek alaycı ve saldırgan tavırlarla karşılık verebilir. Başka bir kişi vicdanını kullanıp, hayatını Allah’ın razı olacağı şekilde geçirmeye karar verirken, diğer kişi ise inkarcılardan olup, güzel söze kötülükle karşılık verebilir. Ancak bu inkar, daveti yapan kimseyi hiçbir şekilde umutsuzluğa ya da üzüntüye düşürmez. Allah Yusuf Suresi’nde şu şekilde buyurmaktadır:
Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir. Oysaki sen buna karşı onlardan bir ücret de istemiyorsun. O, alemler için yalnızca bir ‘öğüt ve hatırlatmadır.’(Yusuf Suresi, 103-104)
Burada önemli olan Kuran’a uymaya davet eden kişinin, karşılaştığı tepkiler ne olursa olsun her zaman için Allah’ın razı olacağı ahlakı göstermesi, güzel ahlakından kesinlikle taviz vermemesi, tevekküllü davranmasıdır. Nitekim Allah ‘İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehli’yle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: “Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuz.” (Ankebut Suresi, 46) ayetiyle dinin nasıl anlatılacağını da bizlere bildirmiştir: “En güzel tarzda.”
Şunu hiç unutmamak gerekir ki, yeryüzündeki küçük büyük her olay Allah’ın yarattığı kader doğrultusunda gelişmektedir. Ve iman etmeye davet edilen bir kişiye hidayeti veren de Allah’tır. Bu nedenle müminler, inkarcıların davranışları ile ilgili olarak hiçbir sıkıntı duymazlar. Kuran’da bu konuyla ilgili pek çok örnek verilmiştir. Allah “Şimdi onlar bu söze (Kur’an’a) inanmayacak olurlarsa sen, onların peşi sıra esef ederek, kendini kahredeceksin (öyle mi)?” (Kehf Suresi, 6) ayetiyle Peygamberimiz (sav)’e Kuran’a davet ettiği insanların iman etmemelerinin onda bir sıkıntı oluşturmaması gerektiğini bildirmiştir. Bir başka ayette ise; “Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.” (Kasas Suresi, 56) şeklinde bildirilmiştir. Dolayısıyla bir insanın yaptığı davet, söylediği güzel sözler, anlattığı her ayrıntı ancak Allah’ın dilemesiyle karşıdaki kişi üzerinde etki eder.
İman eden kişinin tek sorumluluğu Kuran’a davet etmektir. İnkarcıların inkarda diretmelerinden ve bu yaptıkları nedeniyle cehennem azabını hak etmelerinden yana hiçbir yükümlülüğü yoktur. Rabbimiz “Şüphesiz Biz seni bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak, hak (Kur’an) ile gönderdik. Sen cehennemin halkından sorumlu tutulmayacaksın.” (Bakara Suresi, 119) ayetiyle bu gerçeği Peygamber Efendimize de bildirmiştir.
Allah insana akıl ve vicdan vermiştir. Elçileri ve elçilerine vahyettiği kutsal kitaplarıyla hak yolunu göstermiştir. Bu nedenle de insan kendi seçimlerinden sorumludur. İslam ahlakı ancak samimi kararla, Allah’a teslimiyetle ve her zaman doğruları emreden vicdanın sesini dinleyerek yaşanabilir. Bir kişiyi ibadet etmeye zorlamak İslam ahlakına tamamen aykırıdır. Çünkü önemli olan kişinin kalben Allah’a teslim olması, samimi olarak iman etmesidir. Eğer bir sistem insanları inanca ve ibadete zorlayacak olursa, bu durumda insanlar o sistemden korktukları için dindar olurlar. Din açısından makbul olan ise, vicdanların tamamen serbest bırakıldığı bir ortamda Allah rızası için dinin yaşanmasıdır. Allah Ğaşiye Suresi’nde Peygamberimiz (sav)’e şu şekilde buyurmaktadır:
Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve inkar ederse Allah, onu en büyük azab ile azablandırır. Şüphesiz onların dönüşleri Bizedir. Sonra onları hesaba çekmek de elbette Bize aittir.(Ğaşiye Suresi, 21-26)
İslam dini, yukarıda da üzerinde durduğumuz gibi, insanları dini inançlarını seçmede özgür bırakırken, onların diğer dinlere saygılı olmalarını emreder. Bir insan Kuran’da batıl olarak tarif edilen bir inanca sahip olsa dahi, İslam topraklarında huzur ve barış içinde yaşayabilir, ibadetlerini özgürce yapabilir. Allah Peygamberimiz (sav)’e inkar edenlere şu şekilde söylemesini emretmiştir:
Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.(Kafirun Suresi, 2-6)
İslam ahlakına göre her insan kendi inançlarına göre ibadetlerini özgürce yerine getirebilir. Hiç kimse bir diğerini kendi dininin ibadetlerini yerine getirmekten alıkoyamaz. Ya da bir insanı istediği şekilde ibadet etmeye zorlayamaz. Bu İslam ahlakına aykırıdır ve Allah’ın razı olmadığı bir davranış biçimidir. İslam tarihini incelediğimizde herkesin özgürce ibadet edebildiği, inançlarının gereklerini yerine getirebildiği bir toplum modeli görülür. Kuran’da Ehl-i Kitab’ın ibadet yerleri olan manastır, kilise ve havralardan da Allah’ın koruduğu ibadet mekanları olarak söz edilir:
... Eğer Allah’ın, insanların kimini kimiyle defetmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır.(Hac Suresi, 40)
Peygamberimiz (sav)’in hayatı da bu gibi örneklerle doludur. Hatta Peygamberimiz (sav) kendisiyle görüşmeye gelen Hıristiyanların kendi mescidinde ibadet etmelerini söylemiş ve bu iş için mescidi onların kullanımına bırakmıştır.22 Peygamberimiz (sav)’den sonraki halifeler devrinde de bu hoşgörülü anlayış korunmuştur. Şam fethedildiği zaman, camiye çevrilen bir kilise ikiye bölünmüş, bir yarısında Hıristiyanlar, öbür yarısında Müslümanlar ibadet etmişlerdir.23
Müminler şahit oldukları, duydukları, hatta dolaylı yoldan haberdar oldukları hiçbir zulme karşı duyarsız kalmazlar. Kuran ahlakından kaynaklanan merhametleri onları, her türlü zorbalığa, kötülüğe ve zulme karşı tavır almaya, mazlumların hakkını korumaya ve onlar için fikri mücadele etmeye yöneltir. Karşılarında en yakın dostları da olsa, hiç tanımadıkları ve hiçbir menfaatlerinin olmadığı yabancı biri de olsa, yapılan zulmü engelleme konusunda kararlı davranırlar. Bu durumun Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak ve Kuran ahlakını uygulamak için değerli bir fırsat olduğunu düşünürler. Müminin vicdanı çok duyarlı olduğu için merhamet anlayışı en küçük bir haksızlığa ya da zulme göz yummasına kesinlikle izin vermez. En başta kendisi kimseye karşı zulmedici, haksızlık edici bir tavır göstermeyerek bu ahlakın öncüsü olur. Başkalarında şahit olduğunda ise bu durumu ortadan kaldırmak için elinden gelen en son noktaya kadar çaba sarf etmedikçe vicdanı rahat etmez. Çünkü gerçek merhamette zulmü görmezlikten gelme, unutma ya da ona aldırış etmeme gibi bir durum söz konusu olmaz.
Cahiliye insanları ise zulüm kapılarına gelene kadar harekete geçmezler. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” atasözü bu yaklaşımı en güzel şekilde vurgulamaktadır. Bu onların yapılan iyiliklerin ve gösterilen güzel ahlakın ahirette karşılarına çıkacağını unutmalarından veya bunu inkar etmelerinden kaynaklanır. Mümin ise bu durumun bilincindedir; bu nedenle de tanımadığı bir insana bile merhametle yaklaşıp onu zulümden kurtarmaya çalışır. Kimse destek olmasa bile tek başına, tüm imkanlarını seferber ederek kötülüğü engellemeye çalışır. Aksi şekilde davranan insanlar çoğunlukta da olsalar, onların vicdansızlıkları ve umursuzlukları inananları gevşekliğe sürüklemez. Müslümanlar, ahirette her şahit oldukları olayda haktan yana nasıl bir çaba harcadıklarından sorguya çekileceklerini ve bu zulmü engellemek için ne yaptıklarının kendilerine sorulacağını bilirler. Dünyada pek çok insanın yaptığı gibi “görmedim, duymadım ya da fark etmedim” diyerek sorumluluktan kaçamayacaklarını, sadece vicdanlı davrananın kazançlı olacağını unutmazlar. Çünkü insan tek başına imtihan olmaktadır ve “... o Bize, ‘yapayalnız tek başına’ gelecektir” (Meryem Suresi, 80) ayetinde de belirtildiği gibi, tek başına Allah’ın huzuruna gidip, dünyada yaptıklarının hesabını verecektir. İyi ve güzel davranışlarla bulunup, her türlü zulmün karşısında yer alanlar ve kötülüklere karşı Allah yolunda güzel bir mücadele gösterenler, amellerinin karşılığında Allah’tan güzel bir ecir umabileceklerdir. Allah bir ayetinde bu konudan şöyle bahsetmektedir:
Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.(Bakara Suresi, 112)
13 John L. Esposito, Islam: The Straight Path, Oxford : Oxford University, England, 1991, s. 33
14 Buhari, Rudani, Büyük Hadis Külliyatı Cem'ul-fevaid, cilt 5, No: 9704, İz Yayıncılık, İstanbul, s.324
15 İbni Mace, Menasik, s. 84, http://www.esselam. com/ogutler.html
16 Andy Thomas, İslam İnsanlığın Ruhu, Timaş Yayınları, İstanbul, 1997, s. 33
17 H.A.R. Gibb, Whither Islam, London, 1932, s. 379., Andy Thomas, İslam İnsanlığın Ruhu, Timaş Yayınları, İstanbul, 1997, s. 37
18 Prof. Robert Briffault, İnsanlığın Gelişimi (The Making of Humanity), http://www.tolueislam. com/Shabbir/SA_WINC_4.htm, Andy Thomas, İslam İnsanlığın Ruhu, Timaş Yayınları, İstanbul, 1997, s.38
19 Ahmet, I. 248 (El-Camiu's Sağir, I, 34, Abdurrezzak'dan, Ata), Doç. Dr. Talat Sakallı, Hadislerle İslam'da Hoşgörü ve Kolaylık, Çağlayan Yayınları, İzmir, 1996, s. 78
20 Tırmizi, Rudani, Büyük Hadis Külliyatı Cem'ul-fevaid, cilt 5, No: 9692, İz Yayıncılık, İstanbul, s.323
21 Ahmet, II. 235, İşaru-İnsaf, s. 219, Doç. Dr. Talat Sakallı, Hadislerle İslam'da Hoşgörü ve Kolaylık, Çağlayan Yayınları, İzmir, 1996, s.52
22 Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, İz yayıncılık, 16. Baskı, İstanbul, 1998, s. 241
23 Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, İz Yayıncılık, 16. Baskı, İstanbul, 1998, s. 241