Aktüel dergisinin 26 Ağustos 1999 tarihli sayısında "Bilim 'Niçin'e Değil, 'Nasıl'a Cevap Arar" başlıklı bir söyleşi yayınlandı. Aktüel muhabiri Defne Asal'ın Veysel Atayman isimli evrimci mütercimle yaptığı söyleşide, evrim teorisinin sözde bilimsel bir gerçek olduğu, yaratılışın ise bilimle ilgisi bulunmayan bir inanç sayılması gerektiği yönünde yanılgılar dile getirildi. Ancak bu iddiaları seslendiren Atayman'ın açıklamaları, önemli bilgi yanlışları ve yargı bozuklukları içeriyordu.
Türkiye'deki diğer evrimci yayınlarda da sık sık gözlemlenen bu yanılgıları sırasıyla inceleyelim.
1) Yaratılış Bilimsel Bir Gerçektir
Veysel Atayman, Aktüel'e yaptığı açıklamalarda, "bilim niçin sorusuyla değil, nasıl sorusuyla ilgilenir" demekte vekendince bunu da yaratılış gerçeğinin bilim dışında kalması gerektiği iddiasına delil gibi göstermektedir. Oysa Atayman'ın kurmuş olduğu bu mantık son derece tutarsızdır.
Çünkü yaratılış gerçeği, canlıların "niçin" var oldukları değil, "nasıl" var oldukları sorusuyla ilgilidir. Evrim teorisi, yeryüzündeki canlılığın, sadece doğal süreçler ve tesadüfi olaylarla ortaya çıktığını iddia eder.
Yaratılış ise, canlılığı akıl sahibi bir varlığın, yani üstün güç ve kudret sahibi Yüce Allah'ın yarattığını söyler. Dikkat edilirse, bu açıklamaların her ikisi de "canlılar nasıl ortaya çıktılar" sorusuyla ilgilidir.
Her ne kadar Atayman bu gerçeği görmezden geliyor olsa da, evrim teorisinin önde gelen savunucuları bu gerçeği kabul etmektedirler. Nitekim, Evolutionary Biology (Evrimsel Biyoloji) kitabının yazarı Douglas Futuyma kitabında şöyle belirtmiştir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.108
Veysel Atayman ve Aktüel dergisindeki yazısı
Görüldüğü gibi,hem evrim hem de yaratılış canlılığın nasıl meydana geldiği sorusunun cevabını arar. Hangisinin doğru olduğunu bilimsel yöntemle bulabilmek içinse, Futuyma'nın belirttiği gibi, bilimsel bulgulara bakmak gerekir. Fosil kayıtlarını, canlıların kompleks yapılarını, biyokimyasal verileri incelemek gerekir. Bu incelemeyi yaptığımızda ise, doğru olan açıklamanın yaratılış olduğunu açıkça görürüz. (Detaylar için bkz. Harun Yahya, Evrim Aldatmacası)
Bu nedenle de, evrimcilerin yaratılışı savunan kimselere "sizin savunduğunuz açıklama bilimsel değil" diyerek polemik yapmaları, aslında bir kaçıştan başka bir şey değildir.
2) "İnsan Embriyosundaki Solungaçlar" Yanılgısı
Aktüel'deki söyleşide Atayman, kendince evrime en "somut" delil olarak insanın embriyolojik gelişimi konusunu göstermektedir. Atayman'ın bu konudaki sözleri şöyledir:
Hamilelikte olduğu gibi; dört aylık bir evrim süreci yaşıyorsunuz, adeta birileri belge bırakmış size. Balık embriyosu halinizi, solungaçlı halinizi yaşıyorsunuz; ta ki insan haline gelinceye kadar. Buralara bakın, işte buralardan geçtik diyor, bir çeşit hafıza.
Futuyma'nın Evolutionary Biology adlı kitabı
Atayman'ın burada sözünü ettiği ve "insan embriyosundaki balık solungaçları" kavramıyla ünlenen evrimci teorinin ismi "Embriyolojik Rekapitülasyon"dur. Teori, Darwin döneminde yaşayan Alman biyolog Ernst Haeckel tarafından ortaya atılmış ve Darwin tarafından da kendi teorisine sözde bir delil olarak kullanılmıştır. Haeckel, insan, tavuk, balık, sürüngen gibi farklı canlı gruplarının embriyolarının ilk başta birbirlerine çok benzediklerini iddia etmiş, bunun evrime delil olduğunu sanmıştır.Atayman, yaklaşık 120 yıl önce ortaya atılan -ve günümüzde çürütülmüş olan- bu iddiayı kendince en büyük evrim delili olarak karşımıza çıkarmaktadır.
Ancak Atayman'ın ve Türkiye'deki diğer evrim savunucularının çoğunun bilmedikleri ya da kabul edemedikleri çok önemli bir gerçek vardır: Söz konusu Embriyolojik Rekapitülasyon teorisinin bir bilim sahtekarlığı olduğu çoktan ortaya çıkmıştır. Teoriyi ortaya atan Haeckel'in, embriyoları birbirine benzetmek için çizim hileleri yaptığı, gerçekte balık ve insan embriyoları arasında benzerlik olmadığı yıllar önce anlaşılmıştır.
Alman biyolog Ernst Haeckel
Atayman'ın sözünü ettiği "insan embriyosundaki solungaçların" ise, gerçekte insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcı olan kanallar olduğu anlaşılmıştır.
Haeckel'in teorisinin sahtekarlıktan ibaret olduğu en önde gelen evrimci otoriteler tarafından da kabul edilmektedir. Dünyaca ünlü Science dergisinin, 5 Eylül 1997 tarihli sayısında yayınlanan "Haeckel'in Embriyoları: Sahtekarlık Yeniden Keşfedildi" başlıklı haberde bu konuda şöyle yazılmaktadır:
Londra'daki St. George's Hospital Medical School'dan embriyolog Michael Richardson, '(Haeckel'in çizimlerinin) verdiği izlenim, yani embriyoların birbirine çok benzedikleri izlenimi yanlış' diyor... O ve arkadaşları Haeckel'in çizdiği türdeki ve yaştaki canlıların embriyolarını yeniden inceleyerek ve fotoğraflayarak kendi karşılaştırmalarını yapmışlar. Richardson, Anatomy and Embryology dergisine yazdığı makalede, 'embriyolar çoğu zaman şaşırtıcı derecede farklı görünüyorlar' diye not ediyor.
Haeckel'in embriyoları benzer gösterebilmek için, bazı organları kasıtlı olarak çizimlerinden çıkardığını ya da hayali organlar eklediğini bildiren Science dergisi, makalenin devamında şöyle diyor:
Richardson ve ekibinin bildirdiğine göre, Haeckel sadece organlar eklemek ya da çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda farklı türleri birbirlerine benzer gösterebilmek için büyüklükleri ile oynamış, bazen embriyoları gerçek boyutlarından on kat farklı göstermiş. Dahası Haeckel farklılıkları gizleyebilmek için, türleri isimlendirmekten kaçınmış ve tek bir türü sanki bütün bir hayvan grubunun temsilcisi gibi göstermiş. Richardson ve ekibinin belirttiğine göre, gerçekte birbirlerine çok yakın olan balık türlerinin embriyolarında bile, görünümleri ve gelişim süreçleri açısından çok büyük farklılıklar bulunuyor. Richardson '(Haeckel'in çizimleri) biyolojideki en büyük sahtekarlıklardan biri haline geliyor' diyor."
Haeckel'in yandaki tabloyu hazırlamaktaki amacı çeşitli canlıların embriyolarının birbirlerine çok benzedikleri, dolayısıyla birbirlerinden türedikleri gibi bir izlenim oluşturmaktı. Ancak embriyoları çizerken sahtekarlık yapmıştı. Gerçekte birbirine benzemeyen embriyoları benzetebilmek için bazı hayali kısımlar eklemiş, bazı kısımları silmişti. Bugün Haeckel'in yaptığı bu sahtekarlık biliniyor. İnsan embriyosunda solungaçlar olmadığı, bunun ilkel bir efsane olduğu da biliniyor. Ama ülkemizdeki bazı evrimciler 100 yıl öncesinde kalmış bu batıl inancı hala savunmaya devam ediyorlar.
İşte evrimci Veysel Atayman'ın teorisine delil sandığı "embriyo benzerliği" masalının iç yüzü budur. Bilimsellik iddiasıyla ortaya çıkan kişilerin, delil olarak skandal niteliğindeki bilim sahtekarlıklarına sarılmaları, düşündürücüdür. Bilim adına ortaya çıkan kişiler en azından iddiada bulundukları konuyla ilgili literatürü takip etmelidirler. Belki o zaman, tartışılmaz bir gerçek sandıkları evrim teorisinin gerçekte "kriz içinde bir teori" olduğunu da görebilirler.
3) Genler Evrime Değil, Yaratılışa Delil Oluşturur
Evrimcilerin, özellikle de teori hakkında fazla bir bilgiye sahip olmayıp ona körü körüne inananların ilginç bir özelliği, teorilerine dayanarak kurdukları varsayımları, bir süre sonra teorinin delili sanmaya başlamalarıdır. Örneğin önce "eğer evrim doğruysa, canlıların genetik bilgisi de evrim sürecinin bir ürünü olmalı" diye bir varsayımda bulunurlar. Bir süre sonra ise bu varsayım "canlıların genetik bilgileri olduğuna göre, evrim teorisi doğru" şeklinde bir safsataya dönüşür.
Bu bozuk mantık örgüsü bilim felsefecisi Karl Popper tarafından teşhis edilmiş ve Popper bu nedenle Darwinizm'i bilim dışı bir inanç olarak nitelendirmiştir.
Alman evrimci Douglas Hofstadter
Aktüel'de yayınlanan söyleşide de aynı bozuk mantık örgüsünü görmek mümkündür. Veysel Atayman, "gen, evrimin hem sonucu hem kanıtıdır" demektedir. Ama bu ilginç iddiasını destekleyecek hiçbir delil gösterememektedir. Bir insan aynı mantıkla "insanların iki gözlü olması evrimin hem sonucu hem kanıtıdır" da diyebilir. Ya da "ellerimizde beş tane parmak var, demek ki evrimleşmişiz" gibi bir sonuca da varabilir. Ama bunların son derece saçma mantıklar olduğu açıkça ortadadır.
Atayman'ın bu noktada söylediği tek söz "insanlar 'evrimin biriktirdiği bilgi ve deneyimleri depoladığı bir yer olması gerekir' diye düşündükleri için DNA'yı bulabildi" şeklinde bir demagojidir. Bu bir demagojidir, çünkü DNA'nın bulunması, "evrim nasıl gerçekleşiyor" sorusundan değil, "kalıtım nasıl gerçekleşiyor" sorusundan kaynaklanmıştır. Kalıtım kavramını bilim dünyasına sokan kişi ise, evrim iddiasına karşı çıkmış olan araştırmacı-din adamı Gregor Mendel'dir.
Konu hakkında biraz daha bilgi sahibi olan evrimciler, genlerin gerçekte evrim teorisinin açıklayamadığı büyük bir sorun olduğunun farkındadır. Çünkü genler dediğimiz yapılarda, yani DNA zincirinde, inanılmaz bir bilgi şifrelenmiştir ve bu bilginin kaynağı asla rastlantılarla açıklanamaz. Alman evrimci Hofstadter şu itirafı yapar:
Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (ribozomlar ve RNA molekülleri ile) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor.109
Moleküler biyoloji alanındaki bilinen evrimcilerden biri olan Dr. Leslie Orgel ise, genetik bilginin mekanizmaları olan DNA ve RNA'nın rastlantılarla açıklanamadığını ve dolayısıyla canlılığın doğal etkenlerle oluşamayacağını şöyle kabul eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.110
Protein üretimi, hücrenin fabrikası diyebileceğimiz ribozomda gerçekleşir. Mesajcı RNA ribozomun bir ucundan içeri girer ve yavaş yavaş ilerler. Bu sırada, Transfer-RNA adı verilen taşıyıcılar, üretilecek protein için gerekli olan parçaları, yani amino asitleri eksiksiz olarak ve doğru sırayla ribozoma taşırlar. Buraya getirilen amino asitler, mesajcı RNA'nın üzerindeki şifre sayesinde doğru sıralama ile birbirleriyle birleşirler. Mesajcı RNA'nın her ilerleyişinde, orada yazılı olan bilgiye karşılık gelen aminoasit zincire eklenir. Böylece sonuçta yeni bir protein üretilmiş olur. Üretimi tamamlanan protein, görevine başlamak üzere ribozomdan ayrılır.
Genetik bilgi, gerçekte canlıların ne denli kompleks bir düzene sahip olduğunu göstermekle, yaratılışa açık bir delil oluşturmaktadır. Ancak Veysel Atayman gibi evrimciler, Darwinizm'e (ve aslında materyalizme ve ateizme) olan körü körüne bağlılıkları nedeniyle, bunu görmezden gelir. Avustralyalı moleküler biyolog Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında bu durumu şöyle anlatır:
Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eşdeğerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır. Ama bir Darwinist, bu düşünceyi en ufak bir şüphe belirtisi bile göstermeden kabul eder!111
Atayman satır arasında "gen mühendisliği" kavramına da değinmektedir. Anlaşılan diğer bazı evrimciler gibi, canlıların genlerinde yapılan bilinçli bazı değişikliklerle elde edilen gelişmeleri, evrime delil sanmaktadır. Oysa burada da açık bir mantıksal çelişki vardır. Gen mühendislerinin DNA üzerinde oynamalar yapmalarının evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Aksine, bunlar yaratılışa delildir, çünkü DNA gibi kompleks bir yapının ancak çok bilinçli müdahalelerle geliştirilebileceğini, yani evrimin iddia ettiği "tesadüfen gelişim" iddiasının boş bir hayal olduğunu göstermektedir.
İnsanın gen haritasının çıkarılması için yapılan çalışmalar, yaratılışa delil olmuştur.
4) "Beynin Evrimi" Yanılgısı
Evrimci Atayman'ın evrim teorisine delil sandığı konular arasında, "beynin evrimi" kavramı da vardır. Atayman, Aktüel'e yaptığı açıklamalarda şöyle demektedir:
Üç kategorik ayrımdan oluşan insan beyni: Alt, orta ve üst beyin. İlk ikisinin evrimsel görevi gerilemiş. Üstteki ise bugünkü hayatımızı kontrol ediyor. Bunların aralarında garip bir koordinasyon var, ama alttaki iki beynin faaliyetleri bastırılmış durumda, geri planda duruyor ve zaman zaman ortaya çıkıyor. Burada evrimin muazzam ipuçları var ve bunların inkarı imkansız.
Atayman'ın "evrimin inkar edilemeyecek muazzam ipuçları" derken kullandığı mantık, gerçekte az önce belirttiğimiz genler konusunda kullandığı çelişkili mantıkla aynıdır: Önce evrimci varsayımlardan yola çıkarak bir organ hakkında senaryo yazılmakta, sonra da bu senaryo "evrimin muazzam delili" sayılmaktadır.
İnsan beyninin ön, orta ve arka olarak üç temel alana ayrıldığı doğrudur, ama bu ayrımın evrime delil oluşturan hiçbir yönü yoktur. Çünkü beyin, her üç alanıyla birlikte "indirgenemez" bir yapıdır. Yani bir insanın ön beynini çıkarıp, kalan ikisiyle idare etmesini bekleyemezsiniz; o insan hemen ölecektir. Dahası, bu alanların sadece birisine ya da ikisine sahip bir insana hiçbir zaman rastlanmamıştır. Fosil kayıtlarında bu yönde hiçbir iz yoktur. Dolayısıyla beyindeki bu alanların "kademe kademe" geliştikleri, önce birinin oluştuğu, onu diğerlerinin izlediği gibi evrimci bir senaryo yazmak imkansızdır.
İnsan beyni evrimciler ve materyalistler için büyük bir çıkmazdır. Çünkü bilimsel bulgular, insanın bilincinin asla beyne indirgenemediğini göstermektedir. Bu ise ruhun varlığının açık bir delilidir.
Aslında beyin, evrimciler ve materyalistler için Atayman'ın sandığı gibi "muazzam, inkar edilemez bir delil" değil, aksine büyük bir sorundur. Bunun nedenlerinden biri, insan zihninin materyalistlerin iddiasının aksine, asla beyne indirgenememesidir. Materyalistler ruhun varlığını reddettikleri için, insan bilincini sadece beynin bir ürünü olarak kabul ederler. "Ben" dediğimiz varlığın, sadece beynin içindeki nöronlar (sinir hücreleri) ve bunlar arasındaki kimyasal reaksiyonlar olduğu yanılgısını öne sürerler. Oysa bilimsel bulgular, zihnin asla beynin fonksiyonları ile açıklanamayacağını göstermektedir.
Sorun materyalistler açısından o denli büyüktür ki, bazen bu konuda samimi itiraflarda bulunmaktadırlar. Türk materyalistlerden Dr. Tuğrul Atasoy, Bilim ve Ütopya dergisinin Ağustos 1999 tarihli sayısında yayınlanan "Bilinç Nedir?" başlıklı yazısında şöyle demektedir:
Bilincin tam bir tanımını bugün için yapamıyoruz. Onu ancak bileşkenlerini tanımlamak yoluyla tanımlamaya çalışıyoruz. Yine de biliyoruz ki bilinç her zaman bileşenlerinin toplamından fazlasıdır.
Yani bilinç, "bileşkenlerinin", örneğin beyindeki görme merkezi, duyma merkezi gibi maddi etkenlerin toplamından daha farklı bir şeydir. Bu ise, insana özgü olan bilincin, asla beyinden ibaret sayılamayacağının bir göstergesidir.
5) Farklı Yaşam Şekilleri Yanılgısı
Atayman, Aktüel'deki söyleşisinde, canlılığın tesadüflerle açıklanmasının imkansızlığını gördüğü için, birtakım kaçış yollarına başvurmuştur. Bunlardan biri, "farklı yaşam şekilleri" senaryosudur. Atayman şöyle demektedir:
Hayat sadece bu yaşadığımız biçimiyle olmak zorunda olsaydı ve gelişmenin amacı bu hayatı bulmak olsaydı, evet (tesadüfle açıklanamazdı). Ama hayat ortaya çıkan şeyin adıysa, o zaman yeni bir rastlantı anlayışı lazım... Belki de başka bir evrende silisyum üzerine kurulmuştur hayat. Hayatın bu şekilde olması gerektiğini nereden biliyorsunuz?
Atayman'ın burada ifade etmek istediği şey, "karbon temelli yaşam" yerine başka yaşam biçimlerinin olabileceği ve bunun da "tesadüf" ihtimalini artırdığı yanılgısıdır.
Yukarıdaki şematik anlatımda farklı bağlarla birbirlerine bağlanan karbon atomları görülmektedir. Karbon atomlarının birbirleriyle yaptıkları tek ve çift bağlarla birçok farklı organik yapı oluşur. Canlılık, sadece karbon atomuna dayalı bir yapıya sahip olabilir. Evrimcilerin ortaya attıkları "silikon temelli hayat" iddiaları, bilim-kurgu fantazilerinden öteye gidememiştir.
Önce "karbon temelli yaşam" kavramını açıklamak gerekir. Bildiğimiz bütün canlıların temel malzemesi, aminoasitler ve bunların birleşimiyle oluşan proteinlerdir. Bu moleküller, karbon atomunun oksijen, azot, hidrojen gibi diğer elementlerle kurduğu farklı bağlardan oluşur. Kilit element karbondur. Karbonun yerini tutabilecek başka bir element ise yoktur; çünkü başka hiçbir element, karbon gibi sınırsız türde bağ yapma özelliğine sahip değildir. İngiliz kimyager Nevil Sedgwick, Chemical Elements and Their Compounds (Kimyasal Elementler ve Bileşikleri) başlıklı kitabında karbon hakkında şunları yazar:
Karbon, yapabildiği bileşiklerin sayısı ve çeşitliliği yönünden, diğer elementlerden tamamen farklı, özgün bir yapıdadır. Şimdiye dek karbonun yarım milyonun üzerinde farklı bileşiği ayrılmış ve tanımlanmıştır. Ama bu bile karbonun güçleri hakkında çok yetersiz bir bilgi verir, çünkü karbon tüm canlı maddelerin temelini oluşturur.112
Atayman'ın sözünü ettiği "silikon (silisyum) temelli hayat" senaryosu ise, bu yüzyılın ortalarında bazı biyokimyacılar tarafından ortaya atılmıştır ve başta bilim-kurgu filmleri olmak üzere bazı fantazilere kaynak sağlamıştır. Ancak ilerleyen yıllardaki yeni araştırmalar, silikon temelli hayat senaryosunun bir fantaziden öteye gitmediğini göstermiştir. Amerikalı biyokimyacı George Wald, "silikon kaya oluşturmak için ideal bir element olabilir, ama hayat oluşturmak için ideal tek element karbondur" diyerek bu konuyu özetler.113
Eğer evrimciler "silikon temelli hayat" fantazisinde ısrar edeceklerse, ortaya bilimsel bir delil koymalı, örneğin laboratuvara gidip silikon temelli bir canlı hücre üretmelidirler. Böyle bir şey yapamayacaklarını bildiklerine göre, bu fantazileri bilim adına dile getirmekten vazgeçmelidirler.
Silisyum elementinin moleküler yapısı.
Dolayısıyla Atayman'ın ortaya attığı "her şarta göre, farklı bir yaşam şekli olabilir" iddiası, bilimsel geçerliliği olmayan bir fantaziden ibarettir. Hayat sadece belirli elementlerle ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabilir.
(Kaldı ki, evrenin başka bir köşesinde, ya da Atayman'ın iddiasına göre başka bir evrende, farklı bir yaşam biçimini düşünsek bile, yine aynı ihtimallerle karşı karşıya kalırız. Karbon temelli bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimali nasıl pratikte sıfır ise, silikon temelli teorik bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimali de pratikte sıfır olacaktır.)
Biyolog Michael Denton
Kısacası Atayman'ın seslendirdiği "evrende bir amaç yoktur, hayat tesadüfi bir şekilde ve tesadüfi bir yapıyla ortaya çıkmıştır" şeklindeki evrimci senaryo, gerçekte bir masaldan ibarettir. Aksine, son 30-40 yılın bilimsel bulguları, hem büyük bir düzen bulunduğunu, hem de evrenin insan yaşamı için çok hassas dengelerle ayarlandığını göstermektedir. Moleküler biyolog Michael Denton, Nature's Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe (Doğanın Kaderi: Biyoloji Kanunları Evrendeki Amacı Nasıl Gösteriyor) adlı kitabında bu konuda şu yorumu yapar:
20. yüzyıl astronomisi içinde ortaya çıkan yeni tablo, geçtiğimiz dört asır içinde bilimsel çevrelerde yaygın kabul gören bir varsayıma karşı ciddi bir başkaldırı oluşturmaktadır. Bu varsayım, yaşamın evren içinde ortaya çıkmış tesadüfi ve önemsiz bir kavram olduğu düşüncesidir.114
İngiliz fizikçi John Polkinghorne ise şöyle demektedir:
Doğa kanunlarının gördüğümüz evreni yaratmak için ne denli olağanüstü bir şekilde ayarlandığını fark ettiğinizde, evrenin öylesine oluşmadığını, arkasında bir amacın olması gerektiğini görüyorsunuz.115
Tüm bunlar, evrimci mütercim Veysel Atayman'ın Aktüel dergisinde dile getirdiği evrimci iddiaların bilimsel gerçeklerle açıkça çeliştiğini göstermektedir. Atayman'ın evrim adına savunduğu sözde "deliller"; embriyojik rekapitülasyon gibi bilim sahtekarlıklarından, çelişkili ve tutarsız mantık örgülerinden ya da "silikon temelli hayat" gibi fantazilerden öteye gidememektedir.
Peki neden Atayman ve onun gibiler evrimi savunmakta bu derece ısrarlıdır? Ünlü İngiliz astronom Sir Fred Hoyle, bu konuda şu yorumu yapar:
Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir.116
İşte bu psikolojik şartlanma, evrimcileri aklın ve bilimin sınırlarının dışına doğru itmektedir. İmkansızı ve saçma olanı savundukları için, sürekli olarak yargı bozuklukları içine düşmektedirler.
Bu psikolojik şartlanmanın temelinde ise ateizm yatmaktadır. Söz konusu kişiler, bilime bağlı oldukları için değil, ateizme bağlı oldukları için evrim teorisini savunmaktadırlar. Kendilerince Allah'ın varlığını reddetmek için, imkansız senaryolara inanmaktadırlar. Bunlardan birisi, Alman biyolog Hoïmar von Ditfurth'tur. Bir diğeri ise, Von Ditfurth'un kitaplarını Türkçe'ye çeviren Veysel Atayman'dır. Von Dithfurt'un yazdığı ve Atayman'ın çevirdiği aşağıdaki satırlar, evrimci biyologların zihnindeki ateist dogmayı açıkça gösterir:
Salt rastlantı sonucu ortaya çıkmış böyle bir uyum, gerçekten de mümkün müdür? Bu, bütün biyolojik evrimin en temel sorusudur... Modern doğa biliminden yana olan bir kimse, bu soruya "evet" yanıtını verme ötesinde bir seçeneğe sahip değildir. Çünkü doğa olaylarını anlaşılır yollardan açıklamayı kendisine hedef kılmış, bunları, doğaüstü müdahalenin yardımına başvurmadan doğruca doğa yasalarına dayanarak türetmeyi amaçlamıştır?117
Bir insan yukarıdaki alıntıda ifade edildiği gibi "ben doğaüstü müdahalenin varlığını kabul etmeyeceğim" diye işe başlarsa, artık her türlü imkansıza inanabilir. Cansız maddenin kendi kendine canlandığına, bir yığın tesadüf sonucunda da insan haline geldiğine, yani "evrim" gibi safsatalara da inanabilir. Çünkü onun hedefi gerçeği bulmak değil, ateizm üzerine kurduğu hayal dünyasında yaşamaya devam etmektir.
Kendisini bu tür bir şartlandırmayla körleştirmeyen, doğaya akıl ve sağduyu ile bakan herkes ise, şu açık gerçeği görecektir: Tüm canlıları, sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı var etmiştir. O üstün Yaratıcı, göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan herşeyin Rabbi olan Allah'tır.
Aktüel dergisinin ilavesi olarak 1999 yılında yayınlanan MILLENNIUM adlı derginin 9. sayısında, Charles Darwin'in hayat hikayesi kapak yapılmış ve Darwinizm'in bilimsel bir gerçek olduğunu öne süren bilim dışı iddialar dile getirilmiştir. Dergideki üsluba bakıldığında, yazarlarının ateizme inandıkları ve Darwinizm'i de bu nedenle benimsedikleri açıkça anlaşılmaktadır.
Elbette herkes dilediği gibi düşünmekte özgürdür. Ancak ateistler, Darwinizm'e dayanarak bilimin kendi taraflarında olduğunu iddia etmektedirler ki, bu çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi, artık bilim, evrim teorisini reddetmekte ve yaratılışı desteklemektedir.
Her an teknolojiden tıbba, biyolojiden arkeolojiye kadar birçok alanda sayısız gelişmenin gerçekleştiği bir dönemde yaşıyoruz. Bilim, insanın genetik şifresini çözmek üzere kendisiyle yarışıyor, tıp alanında en acımasız hastalıklar bile çareye kavuşturuluyor. Tarih boyunca bilim hiçbir zaman bu kadar büyük bir hızla gelişim göstermemişti.
Ne var ki, bilim bu kadar hızla ilerlemesine ve insan hayatına sürekli bir yenilik getirmesine rağmen ülkemizde bazı kimseler hala "gerici", "bağnaz" ve "tutucu" diyebileceğimiz bir zihniyetle 19. yüzyılın (2 yüzyıl öncesinin) ilkel bilim anlayışı ile üretilmiş, bugün çocukların bile güldükleri teorilere sahip çıkmaya çalışıyorlar.
İşte, yukarıda belirttiğimiz Aktüel'in eki olarak verilen Millennium dergisinin 9. sayısında da bu tutum açıkça sergilendi. Derginin kapak konusu, bilimin çoktan tarihe gömdüğü evrim teorisini ortaya atan Charles Darwin idi. Derginin Charles Darwin'e yaklaşımı ise son derece ilginçti. Yazıda Darwin'in ortaya attığı evrim teorisinin bilimsel hezimeti gizlenmiş ve Darwin sanki yüzyılın dehası gibi anlatılmış, övülerek göklere çıkartılmıştı.
Oysa "Türlerin Efendisi", "saygın bilim adamı" gibi sıfatlarla yüceltilen, ortaya attığı teori ile tüm karşıtlarına karşı direnen bir bilim adamı gibi lanse edilmeye çalışılan Darwin, aslında bilim tarihindeki en büyük yanılgının mimarıdır.
Darwin'in hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmayan teorisi, kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık yürütme"dir. Hatta, Darwin'in, kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori birçok önemli soru karşısında çaresiz kalmıştır.
Yine de Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini sanmıştır. Bunu da kitabında sık sık belirtmiştir. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır. Öyle ki evrim teorisi bugün, lehinde yürütülen tüm propagandalara rağmen, Avustralyalı moleküler biyolog Michael Denton'ın Evolution: A Theory in Crisis adlı kitabında vurguladığı gibi "kriz içinde bir teori"dir.118
Michael Denton'a göre, evrim teorisi, özellikle moleküler biyolojinin ortaya koyduğu kanıtlar karşısında kriz içindedir.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta özetlenebilir:
Kısacası, evrim teorisinin iddialarını destekleyebilecek hiçbir bilimsel bulgu yoktur. Darwin, 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde düşündüğü için yanılmış, ve bilgisizliğin verdiği bir cesaretle hayali bir senaryo geliştirmiştir. Ama bilimin ilerlemesiyle birlikte bu senaryo açıkça çökmüştür.
Tüm bu gerçeklere rağmen, Aktüel'in bir ilavesi olan söz konusu Millenium dergisinde, evrim teorisinin "oldukça elle tutulur kanıtlara" dayandığı yanılgısı öne sürülmüştür. Peki acaba bu kanıtlar nedir? Derginin sayfalarına baktığımızda, bu konuda sadece Darwin'in Galapagos adalarında gözlemlediği farklı ispinoz türlerinden söz edildiği görülmektedir. Bunun dışında yazılanların tümü, Darwin'in hayat hikayesiyle ilgili duygusal yorumlardan ibarettir.
Galapagos adalarındaki ispinoz türleri, evrimci kaynakların 140 yıldır dillerinden düşürmedikleri bir konudur. Darwin, bu adalardaki ispinoz topluluklarının farklı gaga yapılarına sahip olduklarını gözlemlemiş, bu gaga yapılarının zaman içinde oluşan bir çeşitlenme olduğu sonucuna varmış, sonra da bunu teorisi lehinde bir delil sanmıştır.
Oysa son 20 yılın araştırmaları, ispinozlarda ya da benzeri örneklerde "çeşitlenme" olgularının, evrim teorisine hiçbir delil oluşturmadığını göstermektedir. Dahası, canlı türleri arasındaki "çeşitlenme" örneklerinin evrime kesinlikle bir delil olmadığı bugün dünyanın en önde gelen evrimci otoriteleri tarafından da kabul edilmektedir. Yani yeryüzündeki hiçbir canlı Darwin'in iddia ettiği "çeşitlenme" yoluyla meydana gelmemiştir. Allah tüm canlıları, sahip oldukları kusursuz özelliklerle birlikte yaratmıştır.
Darwin'in İspinozları
Darwin'in dar görüşlü çıkarımlarından biri de ispinozlarla ilgilidir. İspinonaz gagalarındaki varyasyonu gözlemleyen Darwin, bu örnekte gözlemlediği çeşitlenme olgusu ile tüm bir canlılığın kökenini açıklayabileceğini sanmıştır. Gerçekte, varyasyon tür sınırları içinde kalır ve bir "evrim" oluşturmaz.
Darwin, 1859 yılında Türlerin Kökeni'ni yayınladığında, canlılığın olağanüstü çeşitliliğini açıklayan bir teori ortaya attığını düşünüyordu.
Bir canlı türü içinde doğal çeşitlenmeler (varyasyonlar) olduğunu gözlemlemişti. Az önce belirttiğimiz ispinozlar örneği, bu gözlemlerin ilkiydi. Daha sonraki yıllarda İngiltere'deki hayvan pazarlarını gezerken, ineklerin çok farklı cinsleri bulunduğunu, havyan yetiştiricilerinin de bunları seçici bir biçimde çifleştirerek yeni cinsler türettiklerini izlemişti. Bundan yola çıkarak da, "canlılar doğal olarak kendi içlerinde çeşitlenebiliyorlar, demek ki uzun zaman dilimleri içinde bütün canlılık tek bir ortak atadan gelmiş olabilir" şeklinde bir mantık yürütmüştü.
Oysa Darwin'in "türlerin kökeni" hakkında ortaya attığı bu varsayım, gerçekte türlerin kökenini hiçbir şekilde açıklamıyordu. Genetik biliminin gelişmesiyle birlikte, bir canlı türü içindeki çeşitlenmenin hiçbir zaman yeni bir tür oluşumuna yol açmayacağı anlaşıldı. Darwin'in "evrim" sandığı olgu, gerçekte "varyasyon"du.
Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir ve "çeşitlenme" demektir. Bu genetik olay, bir canlı türünün içindeki bireylerin ya da grupların, birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmasına neden olur. Örneğin yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin boyu kısadır.
Varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz. Evrim teorisi için önemli olan ise, yepyeni bir tür oluşturacak yepyeni bir bilginin nasıl ortaya çıkabileceği sorusudur.
Varyasyon her zaman genetik bilginin sınırları içinde olur. Genetik biliminde söz konusu sınıra "gen havuzu" denir. Bir canlı türünün gen havuzunda bulunan bütün özellikler, varyasyon sayesinde çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Örneğin varyasyon sonucunda, bir sürüngen türünün içinde diğerine göre biraz daha uzun kuyruklu ya da biraz daha kısa ayaklı cinsler ortaya çıkabilir, çünkü kısa ayak bilgisi de, uzun ayak bilgisi de sürüngenlerin gen havuzunda vardır. Ama varyasyon sürüngenlere kanat takıp, tüy ekleyip, metabolizmalarını değiştirip onları kuşa dönüştüremez. Çünkü bu tür bir dönüşüm canlının genetik bilgisinde bir artış olmasını gerektirir, fakat varyasyonlarda böyle bir durum söz konusu değildir.
De ki: "Siz, Allah'ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa Biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar.
(Fatır Suresi, 40)
Darwin, teorisini ortaya attığında işte bu gerçeğin farkında değildi. Varyasyonların bir sınırı olmadığını sanıyordu. 1844'te yazdığı bir yazısında, "çoğu yazar doğadaki varyasyonun bir sınırı olduğunu kabul ediyor, ama ben bu düşüncenin dayandığı tek bir somut neden bile göremiyorum"119 demişti. Türlerin Kökeni'nde de az önce sözünü ettiğimiz ispinozlar, inekler gibi varyasyon örneklerini teorisinin sözde en büyük delili gibi göstermişti. Darwin'in, bu "sınırsız değişim" fikrini en iyi ifade eden ise, Türlerin Kökeni'nde yazdığı şu cümleydi:
Bir ayı cinsinin doğal seleksiyon yoluyla giderek daha fazla suda yaşamaya uygun özellikler elde etmesinde, giderek daha büyük ağızlara sahip olmasında ve sonunda bu canlının dev bir balinaya dönüşmesinde hiçbir zorluk göremiyorum.120
Darwin'in bu denli hayali örnekler vermesinin nedeni, içinde yaşadığı yüzyılın ilkel bilim anlayışıydı. 20. yüzyıl bilimi ise, canlılar üzerinde yapılan benzeri deneyler sonucunda "genetik değişmezlik" (genetik homoestatis) denilen bir ilkeyi ortaya çıkardı. Bu ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm eşleştirme (farklı varyasyon oluşturma) çabalarının sonuçsuz kaldığını, canlı türleri arasında aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyuyordu. Yani farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricilerinin sonunda inekleri başka bir türe dönüştürmeleri, kesinlikle mümkün değildi.
Darwin Retried adlı kitabın yazarı Norman Macbeth bu konuda şöyle yazar:
Sorun canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde varyasyon gösterip göstermedikleridir... Türler her zaman için sabittirler. Yetiştiricilerin yetiştirdikleri değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir noktadan ileri gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına geri döndüğünü biliriz.121
Hayvan yetiştiriciliği konusunda dünyanın en önemli uzmanlarından biri sayılan Luther Burbank bu gerçeği, "bir canlıda oluşabilecek muhtemel gelişmenin bir sınırı vardır ve bu kanun, bütün yaşayan canlıları belirlenmiş bazı sınırlar içinde sabit tutar" diyerek ifade etmektedir.122
Biyolog Edward Deevey de, varyasyonun hep belirli genetik sınırlar içinde gerçekleştiğini şöyle açıklar:
Çaprazlama çiftleştirme yöntemiyle çok önemli sonuçlara varılmıştır... Ama sonuçta buğday hala buğdaydır, üzüm değildir. Domuzlar üzerinde kanat oluşturmamız da, kuşların yumurtalarını silindir şeklinde üretmeleri kadar imkansızdır. Daha güncel bir örnek, son bir yüzyıl içinde dünyadaki erkek nüfusunda görülen boy ortalaması yükselişidir. Daha iyi beslenme ve bakım koşulları sayesinde erkekler son bir yüzyıl içinde rekor sayılabilecek bir boy ortalamasına ulaşmıştır, ama bu artış giderek durma noktasına gelmiştir. Çünkü varabileceğimiz genetik sınıra dayanmış durumdayız.123
Kısacası varyasyonlar, ancak bir türün genetik bilgisinin sınırları içinde kalan bazı değişimler meydana getirmekte, ancak hiçbir zaman türlere yeni bir genetik bilgi eklememektedir. Bu nedenle hiçbir varyasyon "evrim" örneği sayılamaz. Farklı köpek ya da at cinslerini ne kadar çifleştirirseniz çiftleştirin, sonuçta ortaya yine köpekler ya da atlar çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır. Danimarkalı bilim adamı W. L. Johannsen bu konuyu şöyle özetler:
Darwin'in bütün vurgusunu üzerine dayandırdığı varyasyonlar, gerçekte belirli bir noktanın ilerisine götürülemezler ve bu nedenle varyasyonlar 'sürekli değişim'in (evrimin) nedenini oluşturmazlar.124
Dolayısıyla Milennium dergisinin "sadece ispinoz kuşlarındaki çeşitlenme bile evrim teorisinin doğru olduğunun ispatıdır" şeklindeki yorumu, içi boş, bilim dışı bir iddia olmaktan öteye gidemez.
Varyasyon evrime delil oluşturmaz. Çünkü varyasyon ile zaten var olan genetik bilgi farklı şekillerde eşleşir.Örneğin varyasyon sonucunda bir köpek türünün içinde çeşitlilikler ortaya çıkar ama köpek başka bir canlıya dönüşmez.
Görüldüğü gibi, Darwin'in "türlerin kökeni"nin açıklaması sandığı varyasyonların gerçekte böyle bir anlam taşımadıkları, genetik biliminin bulgularıyla anlaşıldı. Bu nedenle evrimci biyologlar, tür içindeki çeşitlenme ile yeni tür oluşumunu birbirinden ayırmak ve bunlar hakkında iki ayrı kavram öne sürmek durumunda kaldılar. Tür içindeki çeşitlenmeye, yani varyasyona, "mikroevrim" adını verdiler. Yeni türlerin oluşması varsayımı ise "makroevrim" olarak adlandırıldı. İşin önemli yanı, Darwinist teorinin sözde "delil" olarak kabul ettiği tüm biyolojik olayların "mikroevrim"den ibaret olması, buna karşılık "makroevrim"in temelsiz bir varsayımdan öteye gidememesiydi. Evrimci biyologlar, Gilbert, Opitz, ve Raff, Developmental Biology dergisinde yayınlanan 1996 tarihli bir makalelerinde bu konuyu şöyle açıklarlar:
Modern sentez (neo-Darwinist teori) önemli bir başarıdır. Ancak, 1970'lerden başlayarak, çok sayıda biyolog bunun açıklayıcı gücünü sorgulamaya başlamıştır. Genetik bilimi, mikroevrimi açıklamak için yeterli bir araç olabilir, ama genetik bilgi üzerindeki mikroevrimsel değişiklikler, bir sürüngeni bir memeliye çevirebilecek ya da bir balığı amfibiyene dönüştürecek türden değildir. Mikroevrim, sadece uygunların hayatta kalması kavramına yardımcı olabilir, uygunların oluşumunu açıklayamaz. Goodwin'in 1995'te belirttiği gibi, "türlerin kökeni, yani Darwin'in problemi, çözümsüz kalmaya devam etmektedir."125
Evrimci biyologların varyasyonları "mikroevrim" olarak tanımlamaları, belki yanıltıcı bir izlenim oluşturabilir. Nitekim konu hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmayan pek çok kişi "mikroevrim uzun zamana yayıldığında makroevrim oluşturur" gibi yüzeysel bir düşünceye kapılmaktadır. Oysa burada sorun, "mikroevrim" denen kavramın, bir canlı türüne hiçbir yeni genetik bilgi katmamasıdır. Aksine, bir canlı türü içindeki varyasyonlar arttıkça, bu varyasyonların genetik bilgi sınırı da daralır.
"Mikroevrim" adı verilen varyasyonların "makroevrim" iddiasına, yani türlerin kökenine hiçbir açıklama getiremediği, başka evrimci biyologlar tarafından da kabul edilmiştir. Evrimci paleontolog Roger Lewin, Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ünlü sempozyumda bu konuda varılan sonucu şöyle anlatır:
Darwin'in (varyasyonlardan yola çıkarak) yaptığı mantık yürütmeleri haklı mıydı? Evrimsel biyolojinin tarihindeki son 40 yılın en önemli konferanslarından birine katılan bilim adamlarının ortaya koydukları yargıya göre, bu sorunun cevabı "hayır"dır. Chicago konferansındaki temel mesele, mikroevrimi sağlayan mekanizmaların, makroevrim adını verdiğimiz fenomeni açıklamak için de kullanılıp kullanılamayacağı olmuştur.... Cevap açıklıkla verilebilir: Hayır.126
Bu gerçek şöyle de özetlenebilir: Darwinizm'in yüzyılı aşkın bir süredir sözde "evrim delili" olarak gördüğü varyasyonların, gerçekte "türlerin kökeni"yle hiçbir ilgisi yoktur. İnekler milyonlarca yıl boyunca farklı eşleşmelerle çiftleştirilebilir ve farklı inek cinsleri elde edilebilir. Ama inekler hiçbir zaman başka bir canlı türüne, örneğin zürafalara ya da fillere dönüşmeyecektir. Aynı şekilde ispinozların gagalarındaki çeşitlenmeler de evrime delil oluşturmaz. Bu çeşitlenmeler hep belirli bir genetik sınırın içinde kalacak ve asla yeni bir tür oluşumuna yol açmayacaktır. İşte bu nedenle de, Darwin'in problemi, yani "türlerin kökeni", evrimciler için hala cevapsızdır.
Tavus kuşu ve ihtişamlı tüyleri
Okyanusun ortasında yemyeşil birtakım adayı ziyaret ettiğinizi düşünün. Ana karadan binlerce kilometre uzak olan bu küçük kara parçasında dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz güzellikte, çeşitlilikte ve zenginlikte bitkiler ve hayvanlar var. Kuşların her biri ayrı renklere, görünümlere hatta farklı seslere sahipler. Daha önce dünyanın hiçbir yerinde rastlamadığınız çeşit çeşit canlılar yaşıyor. Böyle bir yerde bulunsaydınız ve bu muhteşem tabloyu seyretseydiniz, canlılara baktığınızda ne düşünürdünüz?... Muhtemelen renkler, canlılık, çeşitlilik karşısında büyük bir hayranlık duyar ve bu kadar çok canlının nasıl meydana geldiğini kendinize sorardınız. Ardından ulaştığınız sonuç, büyük bir okyanusun ortasında küçücük bir kara parçası üzerinde çok büyük bir yaratılış sergilendiği olurdu. Nitekim normal bir anlayışa ve bilgiye sahip olan her insan, biraz önce tarif edilen mekana gittiğinde ve bu canlılarla karşılaştığında, her birinin yaratılışında bir olağanüstülük olduğunu fark edebilir.
Oysa doğada gördüğü bu mucizevi çeşitlilik Darwin'i, pek çok insanın aksine, tüm varlıkların rastlantı eseri meydana geldiği gibi bilim ve mantık dışı bir sonuca götürmüştür. O, tüm bunları yaratan Allah'ın sonsuz kudretini takdir edememiştir. Evrendeki sanattan etkilenmesi ve bir araştırmacı olarak bu gerçeği hemen anlayabilmesi gerekirken, Darwin'de bu mantık tam tersine işlemiştir. Kuşkusuz bu, onun mantık bozukluğunu gözler önüne sermektedir. Ama tüm bunlara rağmen Millenium dergisi, Charles Darwin'i son derece zeki, başarılı ve efsanevi bir bilim adamı olarak tanıtmıştır. Oysa Darwin'in hayatı ve görüşleri göz önünde bulundurulduğunda, gerçeğin hiç de bu şekilde olmadığı açıkça görülecektir. Herşeyden önce Darwin, Beagle gemisi ile söz konusu geziye çıktığında biyoloji konusunda hiçbir eğitimi ve deneyimi yoktu. O güne kadar canlılar üzerinde ciddi olarak bir araştırma yapmamıştı.
Galapagos adaları özellikle kuş ve sürüngen türlerinin ağırlıklı olarak bulunduğu, birçok canlı türünün yaşadığı bir bölgedir ve dolayısıyla buraya giden bir bilim adamının inceleyebileceği sayısız canlı türü bulunmaktadır. Ancak dikkat edilirse Darwin bu canlıların binlercesini toplayıp ispirtoda saklamasına rağmen, sadece ispinoz türlerine dikkat çekmiş ve bu canlıları incelediğinde de son derece dar görüşlü çıkarımlar yapmıştır. İspinozların gagalarının inceliği, uzunluğu veya kısalığı elbette incelenebilir. Ama yalnızca bu incelemeyle tüm canlı türlerinin kökenine; örneğin dev boyutlu balinaların, farklı görünümleriyle fillerin, muhteşem uçuş yeteneği ile sineklerin, kanatlarındaki olağanüstü simetri ile dikkat çeken kelebeklerin, denizaltında yaşayan birbirinden çok farklı balıkların, kabuklu deniz canlılarının, kuşların, sürüngenlerin ve en önemlisi de akıl ve şuur sahibi insanın nasıl var olduğuna yönelik bir çıkarım yapmak, akıl ve bilim yoluyla düşünen insanın benimsemeyeceği bir davranıştır. Herşeyden önce gerçek bir bilim adamı, ispinoz kuşlarını incelediğinde ilk olarak bu canlıların nasıl olup da kusursuz bir uçma mekanizmasına sahip olduklarını düşünür. Kuş kanatlarını kusursuzca var edenin, onları mükemmel bir teknoloji ile inşa edenin kim olduğunu sorar. Tek bir kuş tüyündeki aerodinamik özelliği, uçmaya elverişli olarak hafif ve esnek yapıyı, tüyleri birbirine bağlayan milyarlarca küçük kancanın nasıl var olduğunu araştırır.
İnsan gözü günümüzde üretilmiş olan son model fotoğraf makinelerinden, kameralardan çok daha kompleks bir yapıya sahiptir.
Tüyler ve kanatlar tüm bu teknik kusursuzluklarının yanı sıra aynı zamanda son derece estetik ve gözalıcıdırlar. Kimi benekli, kimi rengarenk kimi ise son derece gösterişli olan bu kanatlardaki simetri, renkler, estetik tesadüfen meydana gelmemiştir. İşte açık bir şuurla, fikri saplantılardan uzak bir şekilde düşünen bir bilim adamı öncelikle bunları soruşturur. Ve tüm bu araştırma ve düşüncelerinin sonucunda çok açık ve kesin olan bir gerçeği görür: Bu kusursuz düzen, eşsiz güzellikler ve saymakla bitirilemeyecek kadar çok olan çeşitlilik, Allah'ın yaratmasının eserleridir.
Örneğin bir tavuskuşunun tüyleri son derece göz alıcıdır ve bu tüylerdeki düzen, estetik ve simetrik görünüm, akıl ve vicdan sahibi bir insanın hemen bu güzelliği yaratanı düşünmesine aracı olur. Ancak bakın, Darwin tavuskuşunun tüyleri ile ilgili neler düşünmektedir:
Gözü düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu. Ama kendimi zamanla bu probleme alıştırdım. Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor. Örneğin bir tavuskuşunun tüylerini görmek beni neredeyse hasta ediyor.127
Kuşkusuz tek başına bu örnek bile Darwin'in bilime ve doğada karşılaştığı varlıklara karşı olan ön yargılı bakış açısının bir göstergesidir. Anlaşılan Darwin, Galapagos adalarında karşılaştığı canlıların büyük bir bölümünden dolayı da adeta "hasta olmuş" ve onları "ispirtoda saklamakla" yetinmiş, ama onlarda gördüğü özellikler üzerinde düşünmek istememiştir.
Oysa bir insanın tüm evrende var olan Yaratılış delillerini görebilmesi için Galapagos adalarına gitmesine de gerek yoktur. İnsan kendi bedeninden, başını hafifçe kaldırıp baktığı gökyüzüne kadar her yerde Allah'ın varlığının, gücünün, üstün aklının ve ilminin sayısız delilini görebilir.
Örneğin Darwin'i teorisinden soğutan göz, bu sayısız delilden sadece biridir. Göz, tesadüfler sonucunda oluşamayacak kadar kompleks ve kusursuz bir yapıya sahiptir. 40 ayrı organelden oluşan gözün önemli bir yönü, "indirgenemez komplekslik" olarak adlandırılan bir özelliğe sahip olmasıdır. Bunun anlamı şudur; gözün işlev görebilmesi için bu 40 organelin her birinin aynı anda birarada olması gerekir. Bunların biri olmasa göz hiçbir işe yaramaz. Bu 40 ayrı parçanın her biri de kendi içlerinde kompleks bir düzene sahiptir. Örneğin gözün arka kısmındaki retina tabakası 11 ayrı katmandan oluşur. Bu katmanlardan biri kan damarı ağıdır. Vücudun en yoğun damar ağını oluşturan bu tabaka ışığı yorumlayan retina hücrelerinin oksijen ihtiyacını karşılar. Diğer tabakaların her birinin ise ayrı görevleri vardır. Hiçbir evrimci bu denli kompleks bir organın nasıl oluştuğu sorusuna makul bir cevap veremez. Çünkü göz, Allah'ın kusursuz yaratışının delillerinden biridir. Kuran'da bildirildiği gibi;
O Allah ki, yaratandır, kusursuzca varedendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
Charles Darwin ise öyle karmaşık ve sağlıksız bir düşünce yapısına sahiptir ki, doğada var olan bu kusursuzlukları gördüğünde, akıl ve vicdan sahibi her insan gibi Allah'a iman edeceği yerde, hastalanmış, bunalıma girmiş, hatta intihar etmek istediğini söylemiştir. Darwin'in canlılardaki kusursuz tasarımları gördüğünde hissettiklerini anlatan sözlerinden bazıları şöyledir:
Bu mükemmel evreni, özellikle de insanın doğasını izlemekten mutlu olamıyorum… Herşeye dizayn edilmiş kanunların bir sonucu olarak bakmaya eğilimliyim… Ve bütün bu kanunlar açıkça herşeyi bilen, gelecekteki tüm olayları ve sonuçları gören bir Yaratıcı tarafından dizayn edilmiştir. Ama daha fazla düşündükçe daha fazla kafam karışıyor.128
Tamamen ümitsiz bir karmaşanın içinde olduğumun bilincindeyim. Gördüğümüz dünyanın bir şans eseri olduğunu düşünemiyorum. Ama aynı zamanda her ayrı parçaya da bir Dizayn'ın sonucu olarak bakamıyorum.129
Her sınıftaki hayvanla ilgili birçok şaşırtıcı ve ilginç örnekler verebilirim; bunların sayısı o kadar çok ki şans eseri olmaları mümkün değil.130
Ayrıca Darwin, ortaya attığı teorinin yanlışlığını ve temelsizliğini de fark etmiş ve şöyle yazmıştı:
Okur yapıtımın (Türlerin Kökeni) bu bölümüne varmadan önce bir yığın güçlükle karşılaşmış olacaktır. Bunların bazıları bugüne dek üzerlerinde belirli bir ölçüde duraksamadan düşünemediğim kadar çetindir.131
Yakın dostu Asa Gray'e yazdığı bir mektupta ise "Oldukça iyi biliyorum ki spekülasyonlarım meşru bilimin sınırlarının oldukça ilerisine uzanmıştır." diyerek teorisini bilim dışı bir spekülasyon olarak değerlendirmişti.
Darwin'e körü körüne inananların ve onu kendilerine "efendi" ilan edenlerin, onun bu yönlerini de mutlaka gözönünde bulundurmaları gerekmektedir.
"Tamamen ümitsiz bir karmaşanın içinde olduğumun bilincindeyim. Gördüğümüz dünyanın bir şans eseri olduğunu düşünemiyorum."
Charles Darwin
Önceki satırlarda Darwin'in ve evrimcilerin ne kadar dar bir düşünce yapısına sahip olduklarından söz etmiştik. Darwin gibi tüm evrimcilerin ve materyalistlerin bakış açıları da aynı mantıktadır. Örneğin Darwin, ispinoz kuşlarına bakıp onların sadece gagalarını görebilmiş, sonra da bu noktadan hayali çıkarımlar yapmıştır. Oysa ispinoz kuşunun sindirim sisteminden, kullandığı uçuş tekniklerine, gözlerinin yapısından nasıl avlandığına kadar binlerce özelliği bulunmaktadır. İspinoz kuşunun hücrelerini oluşturan tek bir protein molekülünde bile Allah'ın varlığını kanıtlayan sayısız delil ve mucizevi özellik bulunmaktadır. Sadece gagalarına bakarak, "bunlar tek bir türden çeşitlenmişlerdir, sonuç olarak canlılılar yaratılmamışlardır" diye son derece akıl ve bilim dışı bir çıkarım yapmak veya bu çıkarımı savunmak, söz konusu çevrelerin tutucu bakış açılarının bir göstergesidir.
Bu bakış açısına sahip herhangi bir insan, gökyüzünde her gece gördüğü aya bakıp, hiçbir araştırma yapmadan "demek ki ayın üzerinde her tarafa florasan benzeri ışık yayan bir madde var" diyerek kendine bilim adamı dedirtebilir. Veya ortaçağ hurafelerine inanan insanlar gibi, etin üstünde kurtçukları gören bir kişi hiçbir araştırma yapmadan ve düşünmeden "demek ki et gibi cansız maddeler, kurtçuk gibi canlı maddeleri oluşturabilmektedir" diye bir sonuca varabilir.
İşte ihtiyar bir gezginin 19. yüzyıldan kalma bunlara benzer çıkarımlarının, 21. yüzyılda bazı çevrelerce savunulması gerçekten ibret vericidir. Darwin'i izleyen evrimcilerin ve materyalistlerin bu, yeniliklere kapalı anlayışları birçok konuda kendini gösterir. Özellikle ideolojik açıdan tam bir fikri saplantı içindedirler. Hatta bilimsel araştırmaları kendileri yapıp, yaratılışın delillerini gözleriyle görmelerine rağmen yine de "biz materyalizme olan inancımızdan vazgeçemeyiz" diyebilmektedirler. Söz konusu çevrelerin bu durumunun beyaz bir tahtaya bakıp "bu tahta aslında beyaz ama ben onun siyah olduğuna inanıyorum ve bu inancımdan da asla vazgeçmeyeceğim, ileride bir gün belki bunun siyah olduğunu bilimsel olarak da ispatlayabilirim" diyen bir adamdan en küçük bir farkları yoktur. Darwinist ve ateist bir genetikçi olan Richard Lewontin şöyle bir itirafta bulunur:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramlarını kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.132
Bu sözler evrimcilerin ideolojileri ile ilgili saplantıları olduğunu, gerçeği görseler bile inandıklarından vazgeçmeyeceklerini anlamak açısından yeterlidir. Evrimci Robert Shapiro ise bilim tarafından hiçbir zaman ispatlanmayan bazı terimlerin sırf ideolojilerine uygun olduğu için savunulduğunu şöyle itiraf eder:
Bizi basit kimyasalların var olduğu bir karışımdan, ilk etkin replikatöre (DNA veya RNA'ya) taşıyacak bir evrimsel ilkeye ihtiyaç vardır. Bu ilke "kimyasal evrim" ya da "maddenin kendini örgütlemesi" olarak adlandırılır, ama hiçbir zaman detaylı bir biçimde tarif edilmemiş ya da varlığı gösterilememiştir. Böyle bir prensibin varlığına, diyalektik materyalizme bağlılık uğruna inanılır.133
Darwincilerin ve materyalistlerin bu dogmatik bakış açısı, insanları, toplumu ve sosyal olayları değerlendirmelerine de yansır. Doğanın sözde bir "yaşam mücadelesi"nden ibaret olduğuna, bu mücadelede ise sadece güçlü olanların hayatta kalabildiğine dair bir saplantıları vardır. Aynı yaşam mücadelesinin sözde "gelişmiş bir hayvan" olarak gördükleri insan için de geçerli olduğunu iddia ederler. Dolayısıyla her insanın, hayatta kalabilmek için çetin bir mücadele vermesi, çıkarlarını ölümüne koruması, fedakarlık, başkalarının iyiliğini kollama gibi insani birtakım özelliklerden de özenle kaçınması gerektiğine inanırlar. Oysa insan, tüm diğer canlılardan farklı olarak Allah'ın kendisine verdiği akıl ve şuura sahiptir. Aklını kullanan bir insan ise yeryüzünün bir "yaşam mücadelesi" yeri olmadığını, aksine dünyada Allah'ı tanımak ve O'na kulluk etmek için bulunduğunu bilir. Bundan dolayı da karşılıksız sevgi, saygı, fedakarlık, bağlılık, vefa gibi güzel ahlak özelliklerine sahip olur. İşte insanı, insan yapan da bu üstün ahlaki özelliklerdir.
Canlılarda Darwin'in varsayımlarının aksine büyük fedakarlık örnekleri vardır. Anne hayvanların yavruları için kendi canlarını tehlikeye atmaları, onların beslenmesi ve her türlü bakımıyla bıkmadan ilgilenmeleri evrimciler açısından açıklanması mümkün olmayan davranışlardır.
Aktüel'in ilavesi olan Millenium dergisinde, evrim teorisinin "oldukça elle tutulur kanıtlara" dayandığı iddia edilmiştir. Oysa baştan beri üzerinde durduğumuz gibi gerçekte evrim teorisini destekleyen hiçbir somut bulgu yoktur. Darwin'in 140 yıl önceden büyük bir delil sanarak öne sürdüğü ispinozlar ve benzeri örneklerin geçersizliği ise, burada incelediğimiz gibi, açıkça ortaya çıkmış durumdadır.
Bugün tüm Türk halkı bu gerçekleri öğrenmiştir. Anadolu'da yaşayan küçük bir çocuğa bile sorsanız, Darwin'in iddialarının ne kadar çağdışı olduğunu size anlatabilecektir. Peki o halde neden hala evrimci bilim adamları Darwin'e bu denli bağlıdırlar? Bu sorunun cevabını, yine Millenium dergisindeki yazılarda bulmak mümkündür: Darwinizm'e olan bağlılığın nedeni ateistlerin, bu teorinin inançsızlıklarına sözde bilimsel bir temel oluşturduğunu sanmalarıdır. Kendilerini yaratmış olan Allah'ı tanımayan bu insanlar, inkarlarına dayanak sandıkları Darwin'in çağ dışı iddialarına körü körüne sarılmaktadırlar. Sırf inkar edebilmek için 1800'lerde yaşamış "yaşlı bir gezgini" kendilerine "efendi" olarak ilan edebilmektedirler. Oysa akıl ve sağduyu sahibi bir insana düşen, bu tip bir tarafgirliği ve tutuculuğu bir kenara bırakıp, nasıl var olduğu konusu üzerinde samimi bir şekilde düşünmektir.
Tüm Darwinistler'e şunu hatırlatmakta yarar vardır: Kendilerini yaratmış olan Allah'ın varlığını kabul ettiklerinde, bu dünyada niçin var oldukları sorusunun gerçek cevabını bulacak ve kendi kendilerini aldatmaktan kurtulmuş olacaklardır. Bir insan için bundan daha büyük bir kazanç olamaz.
108- Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197
109- Douglas R. Hofstadter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, New York: Vintage Books, 1980, s. 548
110- Leslie E. Orgel, "The Origin of Life on Earth", Scientific American, Cilt 271, Ekim 1994, s. 78
111- Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 351
112- Nevil V. Sedgwick, The Chemical Elements and Their Compounds, vol 1. Oxford: Oxford University Press, s. 490
113- George Wald, "The Origins of Life", Proceedings of the National Academy of Sciences, USA, 1964, vol. 522, s. 603
114- Michael Denton, Nature's Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe, The New York: The Free Press, 1998, s. 14-15
115- "Science Finds God", Newsweek, 27 Temmuz 1998
116- Fred Hoyle, Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, New York, Simon & Schuster, 1984, s. 130
117- Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi, Cilt 2, Çev. Veysel Atayman, 2.b. İstanbul: Alan Yayıncılık, Mart 1995, s. 64
118- Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985
119- Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958, s. 186
120- Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184
121- Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, 1971, s. 33
122- Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, s. 36
123- Edward S., Jr. 1967. The reply: Letter from Birnam Wood. Yale Review. 61:631-640
124- Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958. s 227
125- Scott Gilbert, John Opitz, and Rudolf Raff, "Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology", Developmental Biology 173, Article No. 0032, 1996, p. 361
126- R. Lewin, "Evolutionary Theory Under Fire", Science, vol. 210, 21 November, 1980, p. 883
127- Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Boston:Gambit, 1971, s.101
128- Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt II, New York:D. Appleton and Company, 1888,s. 105
129- Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.II, s. 146
130- Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.I,s. 455
131- Charles Darwin, Türlerin Kökeni, Onur Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 1996, s. 185
132- Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28
133- Robert Shapiro, Origins: A Sceptics Guide to the Creation of Life on Earth, Summit Books, New York, 1986. s. 207