“Socrates öncesi yaşayan Yunan Miletli felsefeciler kainatın yaratılışıyla ilgili evrim kavramlarını Mısır ve Babil ya da Sümer’in çok daha eski dini liderlerinden almışlardı... Bu yüzden evrim hiçbir şekilde modern bir ’’bilimsel’’ keşif değildir, fakat tarih öncesi çağlara ait Allah karşıtı dünya dininin günümüzde yeniden canlanmasıdır… Bu teorinin başlangıcını Charles Darwin ve onun yakın atalarına dayandırmak adet olmasına rağmen, bu fikrin temel şekli, yazılı tarihin kendisinin başlangıcına kadar uzanmaktadır. “ (Ernest Abel)(Abel, Ernest L., Ancient Views on the Origin of Life (Farleigh: Dickinson University Press, 1973) s. 15
Herhangi bir kişiye "Din nedir?" diye sorulacak olsa, vereceği cevap, büyük bir ihtimalle dinin insanları Allah'ın bildirdiği doğru yola, mutlak hayra götüren ilahi kanunlar olduğu olacaktır. Ancak şu an dünya üzerinde var olan dinlerin birçoğu bu tanıma uymamaktadır. Şu an yeryüzündeki çok sayıda dini başlıca iki gruba ayırabiliriz; Müslümanlık, Hristiyanlık, Yahudilik gibi Allah'ın vahyine ve tevhid inancına dayalı ve Allah'ın elçileri vasıtasıyla insanlara bildirdiği hak dinler (Yahudilik dininin kutsal kitabı Tevrat, Hristiyanlık dininin kutsal kitabı ise İncil'dir. Ancak Rabbimiz'in insanlara hidayet rehberi olarak gönderdiği bu iki kutsal kitap, Hz. Musa ve Hz. İsa'ya vahyedilmelerinden sonra tahrif edilmiş, orijinal hallerinden uzaklaşmışlardır. Dolayısıyla bu cümlede geçen "hak dinler" ifadesiyle, Hristiyanlık ve Yahudilik dinlerinin ilk gönderildikleri halleri kastedilmektedir), öte yanda da insanlar tarafından ortaya çıkarılan ve içlerinde birçok hurafeler barındıran batıl dinler.
Hak dinler insanları Allah'ın birliğine, elçilerine, kutsal kitaplarına, ahiretin, cennet ve cehennemin varlığına inanmaya davet ederler. Batıl dinler ise, hak dinlerin tam tersine, insanları doğrulardan uzaklaştırır ve batıl inançlarla, totemlerle, putlarla, binlerce tuhaf öğretiyle, garip itikatlarla, büyüyle, birbirinden yoz mezheplerle, töre ve geleneklerle dolu bir hayata sürüklerler. Bu dinlere bağlananlardan kimisi totemlere tapar, kimisi güneşe ibadet eder, kimisi "uzaylılar"a inanır, taştan, tahtadan putlardan medet umar, onların karşısında ayinler yapar, hediyeler sunar, onları mutlu etmeye çalışırlar. Şimşek çaktığında sözde gök tanrısının kızdığına, yağmur yağdığında da ağladığına inanırlar. Bu tür inançlara sahip kişiler Kuran'da "müşrik" (Allah'a ortak koşan) olarak tanımlanır, Batı literatüründe ise "pagan" olarak isimlendirilirler. Bu inanca sahip kişilerin hayatları içinde aklın, vicdanın ve mantığın yeri yoktur.
Batıl dinlerin hayatın oluşumuna ve canlı türlerinin varlığına yönelik getirdikleri açıklamalar da aynı cahil yaklaşımın bir devamıdır. Genel inanış kainatın ve tüm canlılığın havadan, sudan ya da ateşten oluştuğu ya da uzaydan geldiği yönündedir, bir diğer inanış da kainatın her zaman var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı yönündedir. Pagan dinler tüm kainatın tapındıkları tahta ve taştan putlar tarafından var edildiğine inanırlar. Bu sapkın inanışa göre her bir put kainatın bir bölümünü var etmiş ve kendi var ettiği bölüme de hakim olmuştur; sözde gök tanrısı gökyüzünde, sözde deniz tanrıçası sularda, sözde yer tanrısı insanlar arasında hükmetmektedir. (Allah'ı tenzih ederiz.)
Dinler tarihi mukayeseli olarak incelendiğinde pek çok batıl dinin birbirinden etkilendiği, gerek inanışlarında, gerekse öğretilerinde çok önemli benzerlikler bulunduğu görülür. Eski Yunan ve Mezopotamya dinleri gibi çok eski tarihlerde ortaya çıkan putperest dinler, günümüzdeki pek çok batıl dinin kökenini oluşturmuşlar, bu dinleri öğretileriyle beslemişlerdir. Bu dinlerden etkilenip, aynı dönemlerde filizlenmeye başlayan bir batıl din de, dini yönüne önceki bölümde dikkat çektiğimiz "Darwinizm dini"dir.
Darwinizm dini ile diğer batıl dinler arasında gerek kainatın ve canlıların oluşumuna verilen cevaplar, gerekse genel öğretiler ve inançlar konusunda çok büyük benzerlikler bulunmaktadır. Yani Darwinizm insanların büyük bölümünün inandığı gibi bilimsel bir gerçek, deneylere ve gözlemlere dayalı sağlam bir kuram değildir. Darwinizm, bilimdışı bir temel üzerine oturtulan birkaç bin yıllık bir aldatmacadır. Bu nedenle kitap boyunca batıl Darwinizm dininin ilk ortaya çıkışı, kurucusu, sözde kutsal kitabı, misyonerlik anlayışı ve diğer dinlerle bağlantıları incelenirken, diğer batıl dinlerle mukayesesi yapılacak ve çarpıcı benzerliklerin altı çizilecektir.
Daha önce de vurguladığımız gibi Darwinizm 19. yüzyılda bilim adamlarının ve Charles Darwin'in amatör araştırma ve gözlemleri sonucunda keşfedilen ve bilim çevrelerine sunulan bir teori değildir. Kökenleri, çok daha eskilerde yaşamış olan maddeci felsefecilere dayanmaktadır. Darwinist inanışlarla ilk olarak bundan birkaç bin yıl önce var olan çoktanrılı ve maddeci Sümer ve Yunan dinlerinde karşılaşmak mümkündür. Dolayısıyla Charles Darwin, evrim fikrini ilk ortaya atan kişi değil, bu inancın genel esas ve itikatlarının ana çerçevesini çizen, öğretilerini şekillendiren, daha sonra da kurumsallaştıran amatör bir araştırmacıdır.
İlkçağlardan beri dünyada putperest toplumlar olmuştur. Her dönemde ve her toplumda insanlar kendi kendilerine farklı putlar oluşturmuşlardır. Darwinistler nasıl tesadüfleri ve cansız varlıkları yaratıcı putlar olarak kabul ediyorlarsa, sapkın inanışa sahip toplumlarda da benzer varlıklar put edinilmiştir. Yukarıdaki resimler, bu putlardan bazıları ile ilgilidir. Sol üst: Sümerlerin batıl inancında Su Tanrısının emriyle insanın gerçekdışı yaratılış aşamalarının anlatıldığı tabletler. Sağ üst: Mezopotamyadaki sözde Güneş Tanrısının önünde dua eden Hamurabi. Alttakiler: Sümerlilerin Su Tanrılarını sembolize eden resimler.
Putperest Sümerlerin Allah'ı inkar eden ve canlıların başıboş bir evrim süreciyle oluştuğunu ifade eden yazıtları Darwinizm dininin belkemiğini oluşturan izahlardır.14 Sümer yazıtları incelendiğinde, ilk başta bir su karmaşasından söz edildiği ve bu su karmaşasının içerisinden birdenbire Lahau ve Lahamu adlı sözde tanrıların ortaya çıktığı iddiası görülür. (Allah'ı tenzih ederiz.) Bu batıl inanışa göre, ibadet edilen bu putlar sözde ilk önce kendi kendilerini var etmişler, daha sonra da evrimleşerek diğer maddeleri ve canlıları oluşturmuşlardır. Yani canlılık cansız su kaosundan birdenbire oluşmuştur. Buradaki vurgu "madde ve evrenin ilk olarak sudan ortaya çıktığı ve canlıların cansız maddelerden oluştuğu" inancını savunan evrimci bakış açısıyla çok büyük bir uyum göstermektedir. Dolayısıyla kainatın bir evrimleşme süreciyle oluştuğuna dair batıl inanç Sümer dinlerinde de bulunmaktadır.
Yukarıdaki resimde, timsaha tapan bir insan resmedilmiştir. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de birçok toplumda insanlar timsah, inek gibi hayvanlara veya su, ateş gibi cansız varlıklara tapmakta, onları yaratıcı ilahlar olarak kabul edebilmektedirler. Böyle bir inanışın akla, mantığa ve vicdana uyan hiçbir yönü yoktur. Bir timsahın hiçbir şeye güç yetiremeyecek, hiçbir şeye akıl erdiremeyecek kadar aciz ve şuursuz bir varlık olduğu açıktır. İşte Darwinistler de, böyle garip ve akıl almaz bir inanışa sahiptirler. Onlar timsahları, ateşi değil ama tesadüfleri, cansız ve şuursuz atomları, yaratıcı güç olarak kabul eder ve bu inanca bir dine bağlanır gibi bağlanırlar.
Evrimcilerin akıl ve bilim dışı iddialarına göre, ilkel atmosferde karbon ve fosfor gibi birçok kimyasal madde, yıldırımların, rüzgarların etkisiyle en uygun miktarda biraraya gelerek canlılığı oluşturmuştur. Gerçekte böyle bir inancın, putperestlerin rüzgar tanrısına (yanda) tapınmalarından hiçbir farkı yoktur.
Mısır dinler tarihi incelendiğinde de benzer batıl inanışlarla karşılaşırız. Herhangi bir bilimsel dayanağı olmayan bu saçma anlayışa göre "Yılan, kurbağa, solucan ve farelerin, su baskınlarıyla taşan Nil ırmağının çamurlarından oluştuklarına"15 inanılırdı. Yani Mısır dinlerinde de Yaratıcı inkar edilmiş, "canlıların tesadüfler sonucunda balçıklardan" oluştuğuna inanılmıştı. Bunun yanı sıra Babil ve Mısırlılara ait sözde yaratılış hikayelerinde de "yeryüzünün ve yaşamın ortaya çıktığına inanılan ilk deniz" fikri yer almaktadır.16
Bu düşüncenin artık tarihe karıştığını ve eski uygarlıklarla birlikte yok olduğunu sanmak çok büyük bir yanılgı olacaktır. Çünkü günümüzde de evrimciler aynı mantığı savunmakta ve "ilk deniz" ya da "su kaosu" fikrini, "ilkel çorba" ismiyle bilim dünyasına kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Evrim teorisinin bu iddiasına göreyse, dört milyar yıl kadar önce ilkel dünya atmosferinde canlılığın varlığı için gereken karbon ve fosfor gibi birçok cansız kimyasal madde en uygun şartlarda ve en uygun miktarlarda, tesadüfi birtakım faktörlerin etkisi ile suda biraraya gelmişler, bu arada devreye yıldırımlar, fırtınalar ve sarsıntılar girmiş, canlılığın ilk yapıtaşı olan amino asitleri oluşturmuşlardır. Bu aminositler yine aynı tesadüflerin sonucunda proteinleri, bu proteinler hücreleri oluşturur, bu tesadüfler zinciri devam eder ve sonucunda insana ulaşır…
Oysa cansız maddelerin biraraya gelerek canlılığı oluşturabilecekleri iddiası, bugüne kadar hiçbir deney ya da gözlem tarafından doğrulanmamış, bilim dışı bir iddiadır. Her canlı hücre, bir başka canlı hücrenin çoğalmasıyla oluşur. Dünya üzerindeki hiçkimse, en gelişmiş laboratuvarlarda dahi, cansız maddeleri biraraya getirerek canlı bir hücre yapmayı başaramamıştır. Bu ise ilk hücrenin mutlak surette yaratıldığını, sonsuz güç ve kudret sahibi olan Rabbimiz'in ilk hücreyi yoktan varettiğini bizlere göstermektedir.
Karmaşık ritüelleri ve putperest öğretileriyle Güney Asya'da çok geniş kitleleri etkisi altına alan Hinduizm de "tüm canlıların okyanuslardan ortaya çıktıkları" yanılgısı üzerine kurulmuştur. Masalsı bir anlatım ve efsanevi kişiliklerle süslü Hindu öğretilerini içeren Rig Veda ve Atharca Veda yazıtlarında da bu inanç detaylı olarak anlatılmaktadır. Bir Yaratıcı'nın var olduğu gerçeğini reddeden sapkın Hindu felsefesine göre evren sözde "prakriti" adı verilen kocaman, yuvarlak bir maddeden oluşmuştur. Yine aynı batıl inanca göre, canlı cansız tüm maddeler bu ilk maddeden evrimleşerek oluşmakta ve tekrar prakritiye dönüşmekte, ve aynı evrimsel süreç yeniden başlamaktadır.17 Yani sözde tüm kainat bu cansız ilk maddeden oluşmaktadır.
Canlılığın ilk olarak nasıl ortaya çıktığı sorusu Darwinizm dininin de en büyük açmazlarından biridir. Bu nedenle de evrimciler bu soruyu genelde geçiştirmeye çalışırlar. Çünkü verebilecekleri en somut cevap, yukarıda da örnek verildiği gibi milattan önceki batıl dinlerin verdikleri cevaplardan farklı değildir. Zaten Darwinizm'in geliştiği dönemde de canlılığın oluşumuyla ilgili batıl inançlar hakimdi. Bu insanlara göre sinekler terden, kurbağalar çamurdan, karıncalar şekerden meydana geliyorlardı.
Hindulardaki sözde nehir tanrıçası
Bu saçma inançlardan bir tanesi de evrimcilik tarihinin en garip inançlarından biri olan "Umulan Canavar" (Hopeful Monster) teorisidir. Bulunması umulan ara geçiş formlarının bulunamamasından dolayı çok büyük bir baskı altına giren bazı evrimciler, evrim için ara geçiş formlarına ihtiyaç olmadığını, çünkü türler arasındaki değişimin aniden meydana geldiğine karar vermiş ve bunun sonucunda da umulan canavar teorisini ortaya atmışlardır. Umulan canavar teorisine göre canlılığın oluşumu, şekerden karıncanın oluştuğunu iddia eden inançtan farklı değildir. Bu saçma teoriye göre ilk kuş bir sürüngen yumurtasından birdenbire çıkmış, daha sonra aynı şekilde tesadüfen başka bir yumurtadan çıkan kuş ile birleşmiş ve böylece kuş familyası oluşmuştur. Bu teorinin bir benzeri de Charles Darwin'in suda çok fazla yüzen ayıların zaman içinde balinalara dönüştüğü yönündeki iddiasıdır. Oysa bugün bilimsel gerçekler Darwin'in bu iddiasının ne kadar bilimdışı bir safsata olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. (Bu konularda ayrıntılı bilgi için Bkz. Evrim Aldatmacası, Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, Harun Yahya)
Putperest dinlerin en önemli özellikleri taştan, tahtadan oyulmuş, cansız, konuşma yeteneği olmayan, kısacası hiçbir şeye güç yetiremeyen heykellere, nesnelere bir güç ithaf etmeleri ve onlardan bir medet ummalarıdır. Hatta bu inanca sahip olan kişiler, cansız putların tüm evreni ve canlıları var ettikleri, tüm evreni hareket ettirdikleri, sağlığı, bereketi ve rızkı onlardan buldukları yanılgısına kapılmış, onlardan yardım istemişlerdir. (Allah'ı tenzih ederiz) Fakat işin ilginç olan yanı bu inanışların günümüz evrimcilerinde de kendini göstermesidir. Aynı geçmiş dönemde yaşamış olan putperestlerin cansız heykelleri evrenin ve canlılığın var oluşunda sözde güç sahibi gördükleri gibi, evrimciler de şuursuz atomlardan oluşan cansız maddelerin bir güce sahip olduklarını zannederler. Bu cansız maddelerin tesadüfler sonucunda biraraya gelerek kendi kendilerini organize ettiklerini ve son derece kompleks ve kusursuz özelliklere sahip olan canlıları oluşturduklarını iddia ederler. Bu putların en önemlisi ise geçmişten bu yana hiç değişmeyen, sadece farklı isimlerle adlandırılan "Doğa" ya da "Tabiat Ana"dır.
Darwinistlerin cansız maddeleri canlılığın yaratıcısı olarak görmeleri gibi, putperestler de taştan oyulmuş heykellere tapıyorlardı.
Evrimciler doğada gelişen her türlü olayı, tabiat olaylarını "Tabiat Ana"dan bilirler. (Allah'ı tenzih ederiz.) Bu batıl inanca göre bir kasırga, deprem, sel ya "tabiat ananın gazabı" ya da "doğanın mucizesi"dir. Ama "doğa" denen gücün ne olduğu konusunda kimsenin herhangi bir fikri ya da bir açıklaması yoktur. Aynı "Tabiat Ana" inanışı geçmiş topluluklarda isim değiştirir. Bu kez karşımızdaki, Yunan mitolojisindeki ismiyle "Gaia" ya da putperest dinlerde "Bereket Tanrıçası"dır. Evrimcilerin yaptığı ise bu sembolleri ve isimleri ortadan kaldırıp, aynı gücü şuursuz atomlara vermeleridir.
Nitekim bunu açıkça ifade etmekten çekinmemektedirler. Yunan mitolojisindeki "yeryüzü tanrıçası Gaia", sözde bilimsel bir "teoriye" ilham kaynağı olmuştur. James Lovelock adlı evrimci bilim adamı tarafından ortaya atılan ve "dünya gezegeninin canlı bir varlık" olduğunu savunan teori, "Gaia teorisi" olarak bilinmektedir. Bu durum, evrimciler tarafından "teori" diye öne sürülen kavramların aslında klasik putperest dinlerin batıl inanışları olduğuna güzel bir örnektir.
Tesadüfleri, cansız maddeleri, şuursuz atomları yaratma gücüne sahip varlıklar zannetmek elbette ki önemli bir mantık bozukluğudur. Putperestler nasıl cansız putların tüm varlıkları yarattıklarına inanıyorlarsa, evrimciler de cansız maddelerin kendi kendilerine canlı varlıkları oluşturduklarına inanmaktadırlar. Bu inancın kökeni, cansız maddeleri akıl ve irade sahibi, karar alabilen ve bu kararları uygulayabilen varlıklar olarak kabul etmeye kadar gitmekte ve böylece aslında herşey ilah olarak görülmektedir.
Allah Kuran'da, Kendisi'nden başka varlıklara tapan, cansız putları ilah edinen insanların varlığından ve elçilerinin bu insanlarla olan mücadelesinden söz etmektedir. Kuran'da sözü edilen putperest topluluklardan biri Hz. İbrahim'in kavmidir:
(İbrahim) Hani babasına demişti: "Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun? (Meryem Suresi, 42)
Evrimci bilim adamı Lovelock, dünya gezegeninin canlı bir varlık olduğunu ortaya attığı teorisinde, Yunan mitolojisindeki "yeryüzü tanrıçası Gaia"dan esinlendiğini belirtmiştir.
Ayette de de bildirildiği gibi Hz. İbrahim'in babası ve kavmi, kendi elleriyle oluşturdukları, hiçbir şeyi yaratmaya güç yetiremeyen cansız maddeleri ilah olarak kabul etmişlerdi. Hz. İbrahim döneminde böylesine ilkel bir inanca sahip olan putperestler kendi elleriyle yaptıkları cansız heykellerin rızık, şifa, azap ve bereket verme gibi özelliklere sahip olduklarını zannediyor ve onlara ibadet ediyorlardı. (Allah'ı tenzih ederiz.)
Günümüz evrimcileri ile geçmişteki putperest toplumlar ve inanışlar arasındaki bir diğer benzerlik, her iki grubun da Güneş'e tapınmaya dayalı dini bir inanca sahip oluşudur.
Güneş'e tapınmak, tarihin en eski dönemlerinden beri var olan sapkın bir inançtır. Güneş'in kendilerine ısı ve ışık sağladığını gören insanlar, bu durum karşısında varlıklarını bu gökcismine borçlu oldukları zannına kapılmışlar ve Güneş'i ilahlaştırmışlardır. Bu sapkın inanç, tarihte pek çok toplumu Allah'ın hak dininden uzak tutmuştur. Kuran'da bu konuya değinilir ve Hz. Süleyman devrinde yaşayan Sebe Halkı'nın Güneş'e taptıkları şöyle anlatılır:
Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da güneşe secde etmektelerken buldum, şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar. Ki onlar, göklerde ve yerde saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilen Allah'a secde etmesinler diye. (Neml Suresi, 24-25)
Güneş'e tapmak, geçmişteki birçok topluluğun inancını oluşturuyordu. Bugün ise evrimciler, Güneş'e tapan kavimlerde olduğu gibi, canlılığın oluşmasını Güneş'e borçlu olduğumuzu düşünürler. Hatta bazıları atalarının Güneş'e tapıyor olmasını son derece akılcı bir inanç olarak değerlendirecek kadar ileri gitmişlerdir.
Dikkat edilirse, insanların Güneş'e tapmaları, tam bir cehaletin ve akılsızlığın sonucudur. Güneş'in dünyaya ısı ve ışık ulaştırdığı doğrudur, ancak bunun için şükredilmesi gereken varlık, Güneş'i yaratmış olan Allah'tır. Güneş, hiçbir şuuru olmayan bir madde yığınıdır ve bir zamanlar yok iken, Allah onu yoktan yaratmıştır. Gelecekte bir gün de yakıtı tükenecek ve sönüp gidecektir. Belki bundan önce Allah Güneş'i yok edecektir. Allah, Güneş'i de, tüm diğer gökcisimlerini de yoktan yaratmıştır ve dolayısıyla tüm bu varlıklar nedeniyle övülüp yüceltilmesi gereken Allah'tır. Bir ayette bu gerçek şöyle açıklanır:
Gece, gündüz, Güneş ve Ay O'nun ayetlerindendir. Siz Güneş'e de, Ay'a da secde etmeyin. Alah'a secde edin, ki bunları Kendisi yaratmıştır. Eğer O'na ibadet edecekseniz. (Fussilet Suresi, 37)
Carl Sagan ve Güneş'e tapmayı tavsiye ettiği kitabı Cosmos
İlginç olan, günümüzün evrimcilerinin de eski Güneş dinlerinin temel inancını tekrarlayarak, varlıklarını Güneş'e borçlu olduklarını savunmalarıdır. Evrimci kaynaklara bakıldığında, dünya üzerindeki tüm canlılığın kaynağının Güneş olarak gösterildiği görülür. Evrimcilere göre Güneş'ten gelen ışınlar, dünya üzerindeki ilk canlılığın başlamasını sağlamıştır. Daha sonraki canlı türlerini oluşturan da yine Güneş enerjisi ve Güneş ışınları nedeniyle oluşan mutasyonlardır. Evrimcilerin bu konudaki yaklaşımını en iyi özetleyen kişi ise, ünlü Amerikalı ateist, din düşmanı ve evrimci Carl Sagan olmuştur. Sagan, Cosmos adlı kitabında, "eğer insanlar kendilerinden büyük bir şeye tapınacaklarsa bu Güneş olmalıdır" diye yazmış ve şöyle eklemiştir: "Atalarımız Güneş'e tapıyorlardı ve bu şekilde hiç de aptalca bir iş yapmıyorlardı."18
Carl Sagan'ın hocası olan evrimci astronom Harlow Shapley ise, "bazıları başlangıçta Allah vardı diyor, ben ise başlangıçta hidrojen vardı diyorum" sözüyle tanınmaktadır. Yani Shapley, var olan tek şeyin hidrojen olduğuna ve bu gazın zaman içinde kendi kendine insanlara, hayvanlara, ağaçlara dönüştüğüne inanmaktadır.
Dikkat edilirse, tüm bu saçma evrimci fikirlerin temelinde, maddi varlıkların ve doğanın ilahlaştırılması inancı yatmaktadır. Evrimcilerin dini, maddeye ve doğaya tapınmaktır.
Akıl sahibi insan ise, evrenin ve doğanın cansız ve şuursuz maddelerin bir eseri olmadığını, aksine gördüğü her detayda olağanüstü bir akıl, plan ve sanat bulunduğunu anlar. Böylelikle Allah'ın varlığını ve muhteşem yaratışını kavrar. Ancak günümüzde çoğu insan, bu gerçeğe karşı kördür ve maddeye tapınmaya devam etmektedir. (Allah’ı tenzih ederiz.) Çünkü, Sebe Halkı örneğinde olduğu gibi, "... şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur. Bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar." (Neml Suresi, 24)
Budistler, kendi elleriyle yonttukları Buda heykellerini ilah edinirler. Onların kendilerini duyduğunu ve gördüğünü zannederler.
Yukarıda saydığımız evrimci anlayışa sahip batıl dinlerin yanında Konfiçyüsçülük, Taoizm, Budizm de evrimci bir din anlayışı üzerine kuruludur. Diğer tüm batıl ve pagan dinler gibi bir Yaratıcı inancını reddeden Budist inancına göre de evren yaratılmamış, evrimleşmiştir. Bunun yanı sıra günümüzün Budizm'i de aynı evrimci anlayışı kabul etmektedir.19
Görüldüğü gibi bu batıl ve akıl dışı inanışlar Darwinizm dininin temel inançları ile de çok büyük paralellikler göstermektedir: Bir Yaratıcının varlığının inkarı (Allah’ı tenzih ederiz), canlılığı tesadüfen meydana getiren ilk maddenin genelde su ya da deniz olduğu, canlıların cansız maddelerden tesadüfler sonucu evrimleşerek var oldukları ve diğer canlı türlerini oluşturdukları, canlıların başıboş tesadüfler sonucu oluştukları...
Batıl dinlerin temelini oluşturan bu inançların geçersizlikleri geçtiğimiz 20. yüzyıl içinde bilimsel gelişmelerle birlikte birer birer ortaya konmuştur. Bugün hiçbir tarafsız bilim adamı yukarıda saydığımız bu maddeleri savunmamaktadır. Çünkü bilimin ortaya koyduğu gerçek canlıların üstün bir akıl ve kusursuz bir plan sonucu yaratıldıkları gerçeğidir. Bazı ateist bilim adamlarının bu gerçeği kabul etmemelerinin nedeni ise bilimsel bir kaygıdan ziyade, yukarıda da izah ettiğimiz bağnaz yaklaşımdır. Amerika'da bilim adamları arasında giderek yaygınlaşan ve "yaratılış gerçeğini" savunan akımın önde gelen isimlerinden biri olan Amerikalı biyokimyacı Michael J. Behe'nin de ifade ettiği gibi;"… Bilinçli bir düzeni kabul etmek, onlara ister istemez Allah'ın varlığını kabul ettirmeyi çağrıştırmaktadır."20
Evrimci zihniyetin asla kabul edemeyeceği gerçek, Allah'ın varlığı ve evreni bir amaçla, kusursuzca yarattığıdır. Oysa bir an olsun düşünmek bu apaçık gerçeği anlamak için yeterli olacaktır. Nitekim Allah Kuran'ın birçok ayetinde insanları yarattığı varlıklar üzerinde düşünmeye ve bu varlıklardan ibret almaya çağırmaktadır:
Evrimcilerin tesadüf iddiasını yıkan ve doğada bir düzenin var olduğunu bilimsel delilleriyle ortaya koyan bilim adamı Michael Behe bir konferans sırasında.
Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir. Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da. Kullara rızık olmak üzere. Ve onunla (o suyla) ölü bir şehri dirilttik. İşte (ölümden sonra) diriliş de böyledir. (Kaf Suresi, 6-11)
Ayetlerde bildirildiği gibi çevrelerini saran sonsuz sayıdaki yaratılış delillerini inceleyip, vicdanlarının sesini dinleyerek inkarcı ve bağnaz bakış açısından kendini kurtaran bilim adamları ise, Allah'ın varlığını kabul etmekte hiç tereddüt etmemektedirler. Ama bu anlayışın etkisinden kendilerini kurtaramayan Darwinistler putperest kültürlerden kalma garip itikatlara hala itibar edebilmekte, dahası bunu akıl ve bilimin bir gereği gibi göstermeye çalışmaktadırlar.
Empedokles
Önceki bölümde de vurguladığımız gibi son bir buçuk asırdır insanlara bilimsel bir gerçek olarak sunulan Darwinizm dininin kökenleri, maddeci Yunan felsefecilerinin batıl inançlarına kadar uzanmaktadır. Yani bu teori ilk ortaya atıldığında herhangi bir bilimsel gözlem, araştırma ya da deneye ihtiyaç duyulmamış, sadece eski batıl dinlerden bugüne gelen dinsel sürecin izleri takip edilmiştir. Bunun en önemli delili fizik kurallarından, biyolojiden, kimyadan habersiz olan pek çok Yunanlı din felsefecisinin de Darwin'in kuramıyla birebir örtüşen bir evrim inancına sahip olmalarıdır. Aradan binlerce yıl geçmiştir, ama evrimci bakış açısında herhangi bir değişim olmamıştır. Evrimci düşünce, tarih boyunca tüm inkarcı ve maddeci felsefelerin belkemiği olmuştur.
Darwinizm'in fikri öncüleri, Miletli Yunan felsefecileridir. Thales, Anaximenderes ve Empedokles gibi söz konusu felsefecilerin en önemli özellikleri, canlı varlıkların yani insan, hayvan ve bitkilerin hava, ateş ya da su gibi cansız maddelerden kendiliğinden oluştuklarını iddia etmeleridir. Bu batıl teorilerine göre ilk canlılar suda ve birdenbire, kendiliğinden ortaya çıkmış, bazı hayvanlar zaman içinde suyu terk etmiş ve karaya uyum sağlamışlardır.
Üstte: Canlıların sudan kendi kendilerine oluşabileceklerini savunan Thales
Altta: Mısırlıların, Nil Nehrini koruduğuna inandıkları hayali tanrı
Milet Okulu'nda öncelikli olarak üzerinde durulması gereken düşünür, Thales'tir. Thales bir sahil kentinde yaşamış, çok uzun süre Mısır'da bulunmuş ve Nil'in insan yaşamı üzerindeki hayati öneminden çok etkilenmiştir.21 Bu nedenle de canlıların sudan kendiliklerinden oluşabildikleri düşüncesine kapılmıştır. Thales bu sonuca sadece basit mantık yürütmeler ve çıkarımlar sonucunda ulaşmıştır. Herhangi bir deney veya bilimsel bir gözlem yapmamıştır. Yani herhangi bir bilimsel dayanağı yoktur. Daha sonra gelen Milet'li felsefeciler de kuramlarını aynı mantıklar üzerine kurmuşlardır.
Thales'den sonra karşımıza çıkan bir diğer düşünür, onun bir öğrencisi olan Anaksimenderes'dir. Onun batı düşünce hayatına soktuğu iki büyük maddeci anlayış vardır. Bunlardan birincisi evrenin sonsuzdan gelip, sonsuza gittiği, ikincisi ise Thales döneminde yavaş yavaş şekillenmeye başlayan canlıların birbirlerinden evrimleştikleri fikridir. Hatta "Doğa" ismini taşıyan klasik şiiri, evrim teorisinin anlatıldığı ilk yazılı eserdir. Anaksimenderes bu şiirinde hayvanların, güneş ışığıyla buharlaşan bir balçıktan meydana geldiğini yazmıştır. İlk hayvanların dikenli ve pullu kabuklara sahip olduğunu ve denizlerde yaşadığını düşünmüştür. Bu balığa benzeyen yaratıklar daha sonra değişim geçirmiş, karaya geçmiş, pullu kabuklarını dökmüş ve insana dönüşmüştür.22 Anaksimenderes'in evrim teorisine nasıl bir temel oluşturduğu ise felsefe kitaplarında şu şekilde tarif edilir:
… Başlangıçta tüm yaratıklar, suda yaşayan varlıklardı. Sonradan suların çekilmesi, kara parçalarının oluşması ile bu sularda yaşayan yaratıklar karada yaşayan canlılar biçiminde değişim geçirdi. Bu teori, evrim teorisinin ilki ya da başlangıcı sayılabilir.23
Anaksimendres'inkine çok benzer açıklamalara başka bir kaynakta daha rastlarız: Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" isimli kitabı. Darwin'in bilimsellik iddiasıyla ortaya attığı evrim teorisi ile Eski Yunan'ın pagan kültürü içinde yaşamış olan Miletli felsefecilerin anlatımları arasında hiçbir temel farklılık bulunmamaktadır.
Darwin'in teorisinin en önemli unsuru olan "doğal seleksiyon" kavramı da yine Eski Yunan kökenlidir. Doğal seleksiyonun türler arasında bir yaşam savaşı olduğu teziyle ilk karşılaştığımız kişi Yunan felsefeci Heraklit'dir. Heraklit'e göre canlılar arasında süregelen bir çatışma vardır. Bu bir anlamda, Darwin'in yaklaşık 2500 yıl sonra oluşturduğu doğal seleksiyon kuramının kökenidir.
Thales ve Anaksimederes'den daha sonraları yaşamış olan Empedokles (İÖ. 495-435) ise su, hava, ateş ve toprağın değişik oranlarda ve tesadüfler sonucu birleşerek, yeryüzünde var olan herşeyi meydana getirdiklerini söylemiştir. Evrim teorisinin felsefi kökenlerini sorgulayan Philosophical Origins of Evolution isimli kitabın yazarı olan David Skjaerlund, Empedokles'in ilginç bir düşüncesini dile getirir. Bu yazarın bildirdiğine göre Empedokles, "İnsanın evvelki bitki yaşamından gelişmiş olduğunu ve bu sürecin gerçekleşmesinde tek sorumlu etkenin tesadüf olduğunu" söylemektedir.24 Eski dinlerde dikkat çekilen bu "tesadüf" kavramı Darwinizm dininin en temel inancını, hatta en önemli putunu, oluşturmaktadır. Tüm canlıları var eden, onların geleceklerini planlayan bu şuurlu putla ilgili ayrıntıları kitabın ilerleyen bölümlerinde inceleyeceğiz.
Demokritos da günümüz materyalistleri gibi, maddenin ezeli olduğu ve maddeden başka bir varlık bulunmadığı yanılgısına sahipti.
Evrim teorisine ve bu teoriyi kendine temel alan maddeci felsefelere önemli bir katkı da bir başka Yunanlı düşünürden, Demokritos'dan gelmiştir. Demokritos'a göre evren atom denen küçük parçalardan oluşmuştur ve maddenin dışında hiçbir varlık yoktur. Ona göre atomlar başlangıçtan bu yana vardırlar, ne var olmuşlardır, ne de yok olacaklardır. Maddenin ezelden geldiğini ve ebediyete gideceğini savunan Demokritos her türlü manevi inancı reddeder ve ahlak dahil her türlü manevi değerin de atomlara indirgenebileceğini savunur. Bu düşünceleriyle gerçek anlamda ilk materyalist felsefeci olarak tanımlanan Demokritos, evrende hiçbir amaç olmadığını, herşeyin kör bir zorunluluk içinde hareket ettiğini iddia etmektedir ve ona göre herşey kendi kendine oluşmuştur. Bu saydıklarımız bize yine günümüz evrimcilerinin sahte ilahlarını, yani şuursuz atomlarını hatırlatmaktadır.
Evrimciler tesadüfler sonucu atomların oluştuğunu ve bunların da tüm evreni oluşturduğunu iddia ederler. Yani şuursuz atomların bir bölümü yıldızları, gezegenleri, Dünya'yı, başka bir bölümü bütün canlıları; kuşları, atları, kelebekleri, gülleri, çilekleri oluşturmuşlardır. Başka şuursuz atomlar da gözü, kalbi, sindirim sistemi, beyni ve bütün kusursuz vücut sistemiyle birlikte insanı oluşturmuşlardır. Sonra bu insan profesör olmuş ve kendisini yaratan atomları incelemeye başlamıştır. Böyle bir iddianın inandırıcılığının olmadığı, akılcılık ve bilimsellikten uzak olduğu çok açıktır. Rabbimiz tüm evreni ve evrendeki bütün canlıları üstün ilim ve kudretiyle, kusursuz bir şekilde var etmiştir.
Yunan Felsefeci Aristo'nun Scala Naturae adını verdiği tezi, günümüz evrimcilerine ilham kaynağı olmuştur.
Evreni, dünyayı, nefes aldığımız havayı, yediklerimizi, içtiklerimizi, bedenimizi, kısacası gözümüzle algıladığımız her ayrıntıyı oluşturan bu şuursuz atomlar, daha önce de belirttiğimiz gibi Darwinist teoride çok önemli bir yer tutarlar. Bilindiği gibi tüm canlılar karbon, hidrojen, oksijen, kalsiyum, magnezyum, demir gibi elementlerin atomlarından oluşmaktadır. Dolayısıyla insan da bu atomlardan meydana gelmektedir. Darwinizm ise bu atomların şuursuz tesadüfler sonucu biraraya geldiklerini iddia eder. Bu saçma iddiaya göre sebebi belli olmayan bir gücün etkisiyle çeşitli atomlar oluşmuş, daha sonra bu atomlar tesadüfen biraraya gelerek yıldızları, gezegenleri yani tüm gökcisimlerini meydana getirmişlerdir. Daha sonra yine aynı atomların tesadüfi şekilde biraraya gelmesi ile son derece kompleks yapıda canlı bir hücre oluşmuş, sonra da atomlardan oluşan bu canlı hücre sözde bir evrim süreci geçirerek son derece olağanüstü sistemlere sahip canlıları ve en son aşamada da son derece şuurlu olan insanı meydana getirmiştir. Bu sapkın inanca göre tamamıyla tesadüfler sonucu olan insan, yine tesadüfler sonucu oluşan aletlerle, örneğin bir elektron mikroskobuyla kendisini oluşturan atomları keşfetmiştir. İşte Darwinizm'in bilimsel bir tez olarak öne sürdüğü tam olarak budur.
Bu durumda evrim teorisi, açıkça her bir atomu, sözde yaratma gücüne sahip birer "ilah" olarak kabul etmektedir. Akıl ve bilinç sahibi insanı oluşturan atomların kendilerine ait bir şuurları ve iradeleri yoktur. Ama evrimciler her nasılsa bu cansız atomların biraraya gelip, örneğin bir insanı meydana getirdiklerini, sonra da bu "atomlar topluluğu"nun okumaya, üniversite bitirmeye karar verdiğini iddia etmektedirler. Oysa tüm deneyim ve gözlemlerimiz, bilinçli bir düzenleme olmadıkça maddenin asla kendi kendini organize edemeyeceğini, aksine bozulmaya ve düzensizliğe doğru gideceğini göstermektedir. Bu nedenle de, evrende var olan hiçbir şeyin bir rastlantı sonucu oluşmadığı, üstün bir şuur ve iradenin varlığıyla hayat bulduğu açık bir gerçektir. Gerek insanın gerekse doğanın her ayrıntısında çok büyük bir aklın ve ilmin ispatı görülmektedir. İşte bu ilmin ve aklın sahibi, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır.
Üstte saydığımız felsefecilerin yanı sıra Darwinizm dinine asıl önemli katkı, Yunan felsefeci Aristo'dan gelmiştir. Aristo'ya göre türler basitten karmaşığa doğru giden bir hiyerarşiye sahiptir ve tıpkı bir merdivenin basamakları gibi doğrusal bir çizgi üzerinde sıralanmaktadır. Aristo bu tezine Scala Naturae adını verir. İşte Aristo'nun bu fikri 18. yüzyıla kadar batı düşünce hayatını çok derinden etkileyecek ve daha sonra da "Evrim Teorisi"ne dönüşecek olan Büyük Varoluş Zinciri –Scala Naturae- inancının da kökenidir.
MATERYALİST YUNAN ve ROMA FELSEFESİNİN
ASTRONOMİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Putperest Yunan ve Roma felsefecilerinin ortaya attığı materyalist görüşler, yalnızca evrim teorisine değil, aynı zamanda materyalist evren anlayışına ve astronomi görüşüne de yol açmıştır. 19. yüzyılda astronomi bilimine hakim olan "evren sonsuzdan beri vardır" şeklindeki yanlış inanış, eski Yunan ve Roma mitolojisinden kaynaklanan materyalist bir dogmadır. (Oysa 20. yüzyılda kabul gören Big Bang teorisi ile birlikte evrenin bir başlangıcı olduğu, yani yoktan yaratıldığı anlaşılmıştır.)
Eski Yunan'ın ve Roma'nın putperest kültürünün astronomi üzerindeki etkisi, sembolik bazı kavramlarla da açıkça anlaşılmaktadır. Dikkat edilirse başta gezegenler olmak üzere gökcisimlerine verilen adlar, hep Yunan ve Roma mitolojisinden alınmıştır. Merkür, putperest Yunan ve Roma dininde "ticaret tanrısı"dır. Venüs, putperest Yunan ve Roma dininde "aşk tanrıçası"dır. Yine putperest Yunan ve Roma dininde Mars "savaş tanrısı", Jüpiter "büyük tanrı", Satürn "tarım tanrısı", Uranüs "gök tanrısı", Neptün "deniz tanrısı" ve Pluton ise "ölülerin ve yeraltının tanrısı"dır. Andromeda galaksisinin ismi ise, yine Yunan mitolojisinde sözde "deniz tanrısı Poseidon" tarafından öldürülmeye çalışılan Etiyopya prensesi "Andromeda"dan gelmektedir.
Açıkça görüldüğü gibi, astronomi bilimindeki kavramlar, doğrudan putperest Yunan ve Roma dininden alınmış batıl inançlara dayanmaktadır. Bu, sebepsiz ya da tesadüfi bir durum değildir. Materyalist felsefe eski Yunan kaynaklı olduğu için, materyalist bilim adamları kurdukları materyalist astronomi anlayışına eski Yunan ve Roma efsanelerinden ilham bulmuşlardır. Ancak başta da belirttiğimiz gibi, bu astronomi anlayışının temelini oluşturan ve 18. ve 19. yüzyıllarda hararetle savunulan "sonsuz evren" inancı, 20. yüzyılın bilimsel bulgularıyla çökmüştür. Evrenin yaratılmadığı (Allah’ı tenzih ederiz) sonsuzdan beri var olduğu zannının, aynı Yunan ve Roma efsanelerindeki sözde "tanrılar" gibi saçma bir batıl inanış olduğu ortaya çıkmıştır. Gerçekte tüm evren, içindeki tüm gökcisimleri ve en ufak parçasına kadar tüm maddeler, Allah tarafından yoktan yaratılmıştır.
Darwinizm dininin temelini oluşturan tüm canlıların cansız maddelerden evrimleşerek geliştiği inancı ile, ilk olarak "Büyük Varoluş Zinciri" (Great Chain of Being) adı altında Yunanlı felsefeci Aristo'nun anlatımlarında karşılaşırız. Büyük Varoluş Zinciri evrimsel bir inanıştır ve Allah'ın varlığını inkar eden felsefeciler tarafından çok rağbet görmüştür.
Yunan kökenli, ilk canlının sudan ortaya çıktığı şeklindeki inanış, zaman içinde kendi kendine üreme kavramına, oradan da Büyük Varoluş Zinciri inancına dönüşmüştür. 2000 yıl boyunca kabul gören Scala Naturae'ye göre canlılar kendiliğinden oluşmuştur ve herşey minerallerden organik maddeye, canlılardan, hayvanlara, oradan bitkilere ve insanlara, buradan da sözde "tanrılara" evrimleşmiştir. Yeni organlar da bu akıl dışı inanca göre doğanın ihtiyacına göre kendiliğinden oluşmaktadır. (Allah'ı tenzih ederiz.)
Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, aksine tüm bilimsel gerçeklerle çelişen, sadece soyut mantık yürütmeye dayanan bu inanışın bu kadar uzun bir dönem kabul görmesinin nedeni ise bilimsel değil, daha ziyade ideolojiktir. Önceki bölümlerde ifade ettiğimiz Allah'ın varlığını inkara dayalı bağnaz yaklaşım, bu batıl inancın ayakta kalmasını sağlamıştır. Bu nedenle de söz konusu inanış sürekli isim değiştirmiş, eklemeler yapılmış ve son olarak da "evrim teorisi" adıyla öne sürülmüştür.
Büyük Varoluş Zinciri ilk başlarda tamamen felsefi bir görüş olarak ortaya atılmıştır ve herhangi bir bilimsellik iddiasında da bulunmamıştır. Ancak canlıların oluşumuna Yaratılış gerçeği dışında sözde bir cevap bulmaya çalışanlar için Büyük Varoluş Zinciri adeta bir can simidi olmuştur ve bu amaçla da bilimsel bir havaya sokulmuştur. Herhangi bir mantıksal süreç izlemeyen, sadece canlıların büyüklüklerine göre oluşturulan bu zincire göre tüm organizmalar açısından doğrusal bir süreklilik söz konusudur. Yani sürekli bir ilerleme ve gelişme vardır. Ancak ortaya atılan bu ilerleme iddiasında tek dayanak amatör ve yüzeysel gözlemlerdir. Ortada ne bir deney ne de herhangi bir bulgu vardır. Bu safsataya göre küçük canlılar aşama aşama büyük canlılara dönüşmektedir. Örneğin bir böcek zaman içinde kendisinden daha büyük başka bir canlıya, bir köpek ise at ya da zebra gibi bir canlıya dönüşmektedir. Bu saçma inanışa göre zincir içinde her canlının bir yeri vardır. Örneğin taş, metal, su ve havadan canlılara, canlılardan hayvanlara, hayvanlardan insanlara geçiş sırasında herhangi bir kopukluk söz konusu değildir.
Ancak şunu önemle tekrarlamalıyız ki; bu sıralama yapılırken bunun bilimsel açıdan olabilirliği hiç hesaba katılmamıştır. Canlıların fiziksel özellikleri, cansız maddeden canlıya geçişin nasıl olduğu, su canlılarının karaya nasıl uyum sağlayabilecekleri hiç düşünülmemiştir. Günümüzde evrim teorisinin de en büyük açmazlarından birini oluşturan ve türler arasındaki geçişleri göstermesi gereken ara formlar, bu zincir içinde kesinlikle dile getirilmemiştir. Buna göre cansız bir madde bir anda, tesadüfen bir canlıya dönüşmekte, bir deniz hayvanı aniden, hiçbir sebep yokken bir kara canlısı olmaktadır. Bu canlıların birbirlerine nasıl dönüştüğü ise büyük bir muammadır. Çünkü bu zincir bilimsel bir gözlemden ziyade, soyut ve yüzeysel bir mantık yürütmedir; yani ilkçağ felsefecilerinin masabaşında oturup hiçbir bilimsel araştırma yapmadan ortaya attıkları bir masaldan ibarettir.
Üstte: Temeli Aristo'ya dayanan Büyük Varoluş Zinciri görüşüne göre, canlıların en küçükten en büyüğe doğru evrimleştiği iddia edilir. Oysa bugün bilim, bu iddianın geçersiz olduğunu, canlılar arasındaki benzerliklerin evrime delil olmadığını, yukarıda resimlerini koyduğumuz canlıların da, diğer canlıların da birbirlerinden evrimleşmediğini, aksine tümünün oldukları halleriyle yaratıldıklarını ortaya koymuştur. (Bkz. Darwinizm’in Bilimsel Çöküşü bölümü)
Altta: Evrimcilerin sözde sudan karaya geçifl hikayesini temsil eden bir resim.
Ancak tüm bu mantıksızlığa rağmen Aristo, bu doğrusal merdivenin en üstüne insanlardan evrimleşen sapkın bir Tanrı anlayışını koymuştur, ve herşeyi yoktan var eden Allah'ın varlığını reddetmiştir. Aristo bu sapkın çıkarımıyla maddeci Yunan felsefecilere çok büyük bir etkide bulunmuştur. Scala Naturae'nin batı düşünce dünyasına girmesi ise Hümanizm akımı ve Rönesans'la birlikte oldu. 15. yüzyılın başlarında eski Yunanca ve Latince eserlerin Avrupa'ya kaçırılması ile birlikte, Yunanlı maddeci ve pagan felsefelere sözde temel teşkil eden bu metinler de Batı felsefe ve düşünce dünyasına girdi. Bu metinlerde ilk dikkati çeken şey Allah'ın varlığını inkar eden, maddeci bir anlayışın hakim olmasıydı. Bu inkarcı düşünceye göre, insan kendini ve içinde bulunduğu dünyayı denetleme gücüne sahipti ve ölümden sonra bir başka yaşam olduğu inkar ediliyordu. İşte Büyük Varoluş Zinciri de bu inkarcı inancın temelini oluşturuyordu. Bu sapkın teoriye göre, insanlar tesadüfler sonucu ve evrimsel bir süreç sonucunda oluşmuşlardı ve bir madde yığını olmaktan başka bir özellikleri bulunmamaktaydı. Yine aynı batıl teoriye göre, ahlaki değerlerin, insani duyguların hiçbir önemi yoktu ve insan sadece yaşadığı günün tadını çıkarmalıydı, kendini hiçkimseye karşı sorumlu hissetmemeliydi. Bunun yanısıra Aristo'nun Scala Naturae'sindeki Tanrı anlayışı da zaman içinde yok olmuş, Hümanizm akımıyla birlikte en üstün varlık mertebesine insan konmuştu. (Allah'ı tenzih ederiz.)
Pierre de Maupertuis
İşte günümüzdeki materyalist ve ateist felsefelerin temelini oluşturan evrim teorisiyle, eski pagan maddeci felsefelerin hayat kaynağını oluşturan Scala Naturae arasında bu derece önemli bir paralellik söz konusudur. Bugün materyalizm evrim teorisiyle hayat bulurken, geçmişteki maddeci anlayış Büyük Varoluş Zincirini kendine sözde temel dayanak almaktaydı.
Büyük Varoluş Zinciri Rönesans'tan 18. yüzyıla kadar olan dönemde oldukça popülerdi ve dönemin maddeci bilim adamları üzerinde çok derin izler bırakmıştı. Özellikle de Darwinizm dininin kurucusu olan Charles Darwin üzerinde çok fazla etkisi olan Benoit de Maillet, Pierre de Maupertuis, Comte de Buffon ve Jean Baptiste Lamarck gibi Fransız bilim adamları Yunanlılardan gelen Büyük Varoluş Zinciri anlayışını sahiplenmişlerdi. Bu kişiler kendi bilimsel araştırmalarını da bu evrimci anlayış üzerine kuruyorlardı. Bu bilim adamlarının en önemli özellikleri, Allah'ın farklı canlı türlerini ayrı ayrı yaratmadığını, doğa şartlarına göre kendi kendilerine değişim geçirip evrimleşerek ortaya çıktıklarını savunmaları, yani Darwin'inkine benzer bir evrim modeli oluşturmalarıydı. (Allah'ı tenzih ederiz.) Bu nedenle de modern evrimciliğin Darwin'in İngilteresi'nden ziyade Fransa'da doğduğunu söyleyebiliriz.
Buffon ve eski pagan efsanelerden esinlenerek hazırladığı 44 ciltlik kapsamlı calışması Histoire Naturelle
Söz konusu Fransız evrimcilerden Comte de Buffon 18. yüzyılın en tanınan bilim adamlarından biriydi. 50 yıldan fazla bir süre Paris'teki kraliyete ait Botanik bahçelerinin müdürlüğünü yürüttü. Darwin, teorisinin pek çok yönünü Buffon'un eserlerine dayandırmıştı. Buffon'un 44 ciltlik kapsamlı çalışması Histoire Naturelle'de Darwin'in kullanacağı öğretilerin çoğuna rastlamak mümkündü.
Büyük Varoluş Zinciri ise gerek Buffon'un gerekse Lamarck'ın evrimci sistemleri için başlangıç noktası teşkil etmişti. Amerikalı bilim tarihçisi D. R. Olroyd, bu ilişkiyi şöyle tanımlamaktadır:
Histoire Naturelle'in ilk cildinde Buffon kendisini "Büyük Varoluş Zinciri" doktrininin yorumlayıcısı olarak açıklamaktadır… Lamarck ise eski Büyük Varoluş Zinciri doktrininin yeni bir versiyonunu savunuyordu… Fakat bu zincir katı, durağan bir yapı gibi kabul edilmiyordu. Ortamın ihtiyaçlarını karşılamak için mücadeleleriyle ve "kazanılmış özelliklerin sonraki nesle aktarılması" prensibinin yardımıyla organizmalar zincirin yukarılarına doğru yavaşça hareket edebiliyorlardı. Başka bir deyişle mikroptan insana doğru… Ayrıca zincirin en altında, spontane jenerasyon (ani oluşum) yoluyla inorganik (cansız) maddeden ortaya çıkan yeni yaratıklar sürekli olarak beliriyordu. Zincirin yukarısına doğru sürekli olarak kompleksleşen bir süreç işliyordu…25
Görüldüğü gibi bugün "evrim teorisi" dediğimiz kavram, gerçekte eski bir Yunan efsanesi olan Büyük Varoluş Zincirinin günümüze taşınmasıyla doğmuştu. Darwin'den önce de birçok evrimci vardı ve onların evrimci fikirleri ve sözde delillerinin çoğunun orijinali Büyük Varoluş Zinciri'nde zaten yer alıyordu. Buffon ve Lamarck'la birlikte Büyük Varoluş Zinciri yeni bir kılıfla bilim dünyasına sunuldu, oradan da Darwin'e etki etti.
Üstte: Jean Baptiste Lamarck
Solda: Loren Eiseley
Gerçekten de Darwin bu kavramdan oldukça etkilenmiş, hatta teorisini bu ana mantık üzerine kurmuştu. Loren Eiseley, Darwin's Century isimli kitabında Darwin'in, Türlerin Kökeni isimli kitabının pek çok bölümünde 18. yüzyılın bu varoluş merdiveninden mantıklar kullandığını, özellikle de organik maddelerin zorunlu olarak mükemmelliğe doğru ilerledikleri fikrinin buradan doğduğunu vurguluyordu.26
Dolayısıyla Darwin yeni ve bilimsel bir teori ortaya atmamıştı. Darwin'in yaptığı, kökleri eski Sümer'deki putperest efsanelere dayanan ve asıl eski Yunan'ın pagan inançları içinde gelişen bir batıl inancı, çağdaş bilimsel terimleri kullanarak ve çarpıtılmış bir kaç gözlemle destekleyerek yeniden ifade etmekten başka bir şey değildi. Bu batıl inanç, önce 17. ve 18. yüzyılda yaşamış pek çok bilim adamı tarafından yeni eklemelerle zenginleştirildi, sonra da Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabında "bilimsel" bir görüntü kazanarak bilim tarihinin en büyük yanılgısı olarak ortaya çıktı.
Günümüzdeki evrimciler de, hala kendilerini "Tabiat Ana" dedikleri hayali bir "doğa tanrısı"nın yarattığına körü körüne inanmaktadırlar. (Allah'ı tenzih ederiz.) Yani Eski Sümer'de veya Eski Yunan'da yaşayan ve kendi kafalarında oluşturdukları hayali ilahlara tapınan paganlarla aynı anlayışsızlık, akılsızlık ve cehalet içindedirler. Nitekim kitabın başından beri ifade ettiğimiz tüm bu batıl inançların ne kadar akıl dışı olduğunu anlamak için insanın aklını kullanarak çevresine bir göz gezdirmesi dahi yeterlidir. Göz gezdirdiği zaman her ayrıntıda bir güzellikle, üstün bir sanatla ve yaratılışla karşılaşacaktır. Ve bu üstün yaratılışın kör tesadüflerle, hayali ve uydurma varoluş zincirleriyle, hiçbir şeye güç yetirmeyen putlarla, ilkel çorbayla ya da şimşeklerle oluşamayacağını anlamak için de yine akıl ve sağduyu yeterlidir. Buna rağmen Allah'a iman etmeyen insanların sahip olduğu inkarcı zihniyet, Kuran'da şu şekilde tarif edilmektedir:
Onlar: "Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz" dediler. (Araf Suresi, 132)
Gerçek şu ki, Biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve herşeyi karşılarına toplasaydık, -Allah'ın dilediği dışında- yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar. (Enam Suresi, 111)
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, Mutlaka: "Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Allah'ın varlığını inkarda direten insanlar, ayetler de bildirildiği gibi apaçık bir cahillik içindedirler. Bu mantıktaki insanlar her türlü batıl inancı, her türlü saçma teoriyi kabul ederler ama hak olan gerçekleri kabul etme konusunda direnirler. Bilimsel ve mantıksal gerçeklere değil, nefislerinin kendilerini sürüklediği hayali senaryolara inanmayı tercih ederler. Nitekim ilkçağlardan günümüze kadar varlığını sürdüren evrim inancı da bu inkarcı zihniyetin bir sonucudur. Ancak şunu da hatırlatmalıyız ki bu zihniyet her zaman var olacaktır; bu, Allah'ın bir kanunudur. Allah Kuran'da bu insanların varlığını şöyle haber vermiştir:
Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
14- Evrim Teorisinin Çöküşü ve Yaratılış Gerçeği Konferansı, 4. Nisan 1998, Prof. Dr. Kenneth Cumming'in konuması
15- Osman Gürel, Yaşamın Kökeni, Pan Yayıncılık, Ekim 1999, s. 4
16-http://buglady.clc.uc.edu/biology/bio106/earlymod.htm
17- David L. Johnson, A Reasoned Look at Asian Religions, Minneapolis, Bethany House, 1985, s. 87-88
18- Carl Sagan, Cosmos, New York: Random House, 1980, s. 243
19- Henry M. Morris, The Long War Against God, Baker Book House, 1996, s. 220- 224
20- Michael J. Behe, Darwin's Black Box, Free Press, 1996, s. 159
21- Ord. Prof. Ernst von Mayer, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, , s. 19)
22- http://buglady.clc.uc.edu/biology/bio106/earlymod.htm
23- Ord. Prof. Ernst von Mayer, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, , s. 24-25
24- David Skjaerlund, Philosophical Origins of Evolution, http://www.forerunner.com/forerunner/X0742_Philosophical_origin.html)
25- D. R. Oldroyd, Darwinian İmpacts, Atlantic Highlands, N. J Humanities Press, 1983, s. 23, 32
26- Loren Eiseley, Darwin's Century, s. 283