Radikal gazetesi yazarı Mine G. Kırıkkanat'ın, 12 Mart 2001 tarihinde "İnsanlar ve Hayvanlar" başlıklı bir yazısı yayınlandı. Söz kosunu yazıda Darwinizm savunuluyordu. Ancak, Darwinizm savunulurken öne sürülen deliller çok yüzeysel bir bilgiye dayanıyordu. Ve Darwinizm'in ideolojik bir bağlılıkla savunulduğu anlaşılıyordu.
Yazıda, evrime destek olarak "Rekapitülasyon teorisi"ni gösterilmiştir. Bu şekilde ifade edilmemiş olsa da, öne sürülen iddialar "rekapitülasyon teorisi" olarak bilinmektedir ve yaklaşık 100 sene önce geçersizliği ispat edilmiştir. Geçtiğimiz yıllarda New Scientist, Science, American Scientist gibi ünlü bilim dergilerinde yayınlanan bilimsel makalelerle de, bilim tarafından reddedilen bir teori olduğu tekrar vurgulanmıştır.
Yazıda yer alan iddiada tavuk, maymun, insan, domuz, balık ceninlerinin birbirlerine çok benzediği, bu nedenle bu canlıların hepsinin, insanın evrimsel akrabası olduğu ileri sürülmüştür. Bu farklı canlıların ceninlerinin resmini görmek yazarı yanıltmış olabilir, ancak gördüğü benzerlikler evrimsel bir akrabalığa işaret etmemektedir.
Cenin resimlerine bakarak birbirine benzetilen organlar, her canlıda tamamen farklı görevler üstlenmektedir. Örneğin bazı evrimcilerin insan cenininde gördükleri ve kuyruk sandıkları uzantı, aslında bir kuyruk değildir. Ve sözde "sürüngen atalarımızdan" bize kalmış bir parça da değildir. O uzantı insanın omurga kemiğidir ve sadece bacaklardan önce çıktığı için kuyruk gibi gözükmektedir. Bu şekilde düşünen evrimcilerin insan embriyosuna bakıp solungaca benzettikleri organ ise, insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcıdır; solungaçla hiçbir ilgisi yoktur.
Aslında canlıların embriyolarının birbirine benzer olmasını evrime delil sanmak da son derece dayanaksız bir düşüncedir. Çünkü söz konusu omurgalı canlıların hepsi ayaklara, ellere, gözlere, kulaklara sahiptir. Cenin hali ise bu organların tam şekillenmediği, yeni inşa edilmeye başlandığı bir evredir. Ve her bakan mutlaka bazı benzerlikler görebilecektir. Ancak bunlar canlı türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerini göstermez.
Nitekim bunu evrimciler de kabul etmektedirler ve "rekapitülasyon" teorisini evrime delil olarak kullanmamaktadırlar. Neo-Darwinizm'in kurucularından George Gaylord Simpson bunu henüz 1960'larda şöyle ifade etmiştir:
Bugün canlıların embriyolojik gelişimlerinin geçmişlerini yansıtmadığı artık biliniyor.67
American Scientist'te yayınlanan bir makalede ise şöyle denmektedir:
Biyogenetik yasası (Rekapitülasyon Teorisi) artık tamamen ölmüştür. 1950'li yıllarda ders kitaplarından çıkarıldı. Aslında bilimsel bir tartışma olarak 20'li yıllarda sonu gelmişti. 68
Haeckel'in biyogenetik yasasının neden bir aldatmaca olduğunu açıklayanlardan biri de New Scientist dergisindeki yazısıyla Ken McNamara'dır.
New Scientist dergisindeki 16 Ekim 1999 tarihli bir makalede ise şunlar yazılıdır:
Haeckel, teorisini "biyogenetik yasa" olarak adlandırdı ve bu düşünce kısa zamanda "rekapitülasyon" olarak popülerleşti. Gerçekte ise, Haeckel'in keskin yasasının yanlış olduğu yakın bir zaman sonra gösterildi. Örneğin erken insan embriyosunun hiçbir zaman bir balık gibi solungaçları yoktur ve embriyo hiçbir zaman erişkin bir sürüngene ya da maymuna benzer evrelerden geçmez.69
Yani söz konusu yazıda, "insan cenini ile maymun cenini birbirinin tıpatıp aynısı" denirken bilimsel bir açıklamada bulunulmamakta, sadece resimlere bakarken yazarın içinden geçirdiği duygu ve istekler dile getirilmektedir. Ünlü bilim dergisi Science'ın 5 Eylül 1997 tarihli sayısında yayınlanan bir makalede ise, Londra'daki St. George's Hospital Medical School'dan evrimci Michael Richardson'ın şu ifadelerine yer verilmiştir:
"... embriyoların birbirine çok benzedikleri izlenimi yanlış... embriyolar çoğu zaman şaşırtıcı derecede farklı görünüyorlar... Gerçekte birbirlerine çok yakın olan balık türlerinin embriyolarında bile, görünümleri ve gelişim süreçleri açısından çok büyük farklılıklar bulunuyor."
Adı geçen makalede ayrıca "bilim adamları son yıllarda tavukların orta ayak tırnağıyla insanların başparmağının, aynı 'atasal' parmağın evrimleri olduğunu kanıtladılar" diye yazılmıştır. Oysa sözü edilen ve bilimsel literatürde "pentadactyl homolojisi" (beşparmaklılık benzerliği) olarak anılan kavram, bilim adamları tarafından "son yıllarda kanıtlanan" bir iddia değil, 20. yüzyılın başından beri savunulan, ancak 1980'lerden bu yana geçerliliğini yitirmiş bir iddiadır.
Evrimciler, uzun zaman boyunca, omurgalı kara canlılarının çoğunda görülen "beşparmaklı el ve ayak yapısı"nın, tüm bu canlıların ortak bir atadan geldiklerinin kanıtı gibi sunmuşlardır. Oysa moleküler biyolojiden gelen deliller, bu evrimci iddiaya darbe indirmiştir. "Beşparmaklılık benzerliği" varsayımı, bu parmak yapısına sahip (pentadactyl) olan farklı canlılarda, parmak yapılarının çok farklı genler tarafından kontrol edildiği anlaşıldığında çökmüştür. Evrimci biyolog William Fix, beşparmaklılık hakkındaki evrimci tezin çöküşünü şöyle anlatır:
Evrim konusunda homoloji fikrine sıkça başvuran eski ders kitaplarında, farklı hayvanların iskeletlerindeki ayakların yapısı üzerinde özellikle duruluyordu. Dolayısıyla bir insanın kolunda, bir kuşun kanatlarında ve bir yarasanın yüzgeçlerinde bulunan pentadactyl (beşparmaklı) yapı, bu canlıların ortak bir atadan geldiklerine delil sayılıyordu. Eğer bu değişik yapılar, mutasyonlar ve doğal seleksiyon tarafından zaman zaman modifiye edilmiş aynı gen-kompleksi tarafından yönetiliyor olsalardı, bu teorinin de bir anlamı olacaktı. Ama ne yazık ki durum böyle değildir. Homolog organların, farklı türlerde tamamen farklı genler tarafından yönetildiği artık bilinmektedir. Ortak bir atadan gelen benzer genler üzerine kurulmuş olan homoloji kavramı çökmüş durumdadır.70
Gazetede yer alan yazıda, "insan neslindeki dönemecin 2.5 milyon yıl önce Homo habilis tarafından aşıldığı" da öne sürülmektedir. Ancak burada bilimsel literatür pek yakından takip edilmediğinden ve yazı, kulaktan dolma bilgilerle hazırlandığından olsa gerek, Homo habilis'in insan nesli ile bir ilgisi olmadığının, bu canlı türünün bir tür maymun olduğunun çok önceleri ortaya çıktığının farkında varılmamıştır.
Evrimciler Homo habilis'i Homo erectus'a geçişten önceki bir ara form olarak tanımlamaktaydılar. Ancak Tim White tarafından bulunan ve OH62 ismi verilen iskelet ve kafatası fosili, bu türün günümüz maymunlarınınki gibi küçük beyin hacmine, dallara tırmanmaya yarayan uzun kollara ve kısa bacaklara sahip olduğunu göstermiştir.
Amerikalı antropolog Holly Smith'in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis'in aslında "homo" yani insan değil, maymun olduğunu ortaya koymuştur. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle demiştir:
Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir.71
Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld adlı üç anatomi uzmanı, çok farklı bir yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu yöntem, insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Spoor, Wood ve Zonneveld'in inceledikleri tüm Australopithecus ve dahası Homo habilis örneklerinin iç kulak kanalları günümüz maymunlarınkilerle aynıydı. Homo erectus'un iç kulak kanalları ise, aynı günümüz insanlarındaki gibiydi.72
Bu bulgu çok önemli iki sonucu göstermektedir:
1) Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte "homo" yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildir.2) Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla ilgileri yoktur.
Kısacası, son bilimsel bulgular, "insanın ilkel atası" zannedilen Homo habilis sınıflamasına ait canlıların, insanla ilgisiz bir maymun türü olduğunu (ve "Homo" olarak tanımlanmasının aslında bir hata olduğunu), gerçekte insanın yeryüzünde herhangi bir evrimsel atası olmadan, aniden ortaya çıktığını göstermektedir.
6 Ocak 2001 tarihli Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinin 12. sayfasında "Cinsellik ve evrim: Şiddete dayalı tacizin sorumlusu yoksa evrim mi?" başlıklı bir yazı yayınlandı. Alman Der Spiegel dergisinin 16/2000 tarihli sayısındaki bir makalenin tercümesi olan yazıda, Randy Thornhill ve Craig Palmer adlı iki araştırmacının hiçbir bilimsel gözlem veya delile dayanmayan, tamamen hayal ürünü olan iddialarına yer verilmişti.
Yazıda özetle şiddet, cinsel taciz, tecavüz, saldırganlık, kıskançlık gibi özelliklerin insanlara hayvan atalarından miras kaldığı ve bu davranışların evrimin doğal bir sonucu olduğu iddia edilmektedir. Örneğin tecavüz eden bir erkeğin tek amacının hayvan ataları gibi genlerini bir sonraki nesle aktarmak olduğu iddia edilmektedir. Bu dürtüyle hareket eden erkek ve kadınların tüm davranışlarına bu çerçevede makul bir açıklama getirilmeye çalışılmaktadır.
Bu iddia, hiçbir bilimsel delili olmayan bir varsayımdır ve bilim dünyasında da itibar görmemektedir. Evrimcilerin çoğu dahi, bu tezi saçma bulmaktadır.
Cumhuriyet Bilim Teknik'te konu edilen evrimci tez, kısaca, insanın cinsel yönünün "daha fazla üreyerek evrimde avantaj kazanmak" dürtüsünden kaynaklandığını öne sürmektedir. Bu iddianın temelinde ise, insanın genlerden ibaret bir makina olduğu, genlerin ise sanki bilinçli bir varlık gibiymişçesine sürekli olarak "evrimleşme ve hayatta kalma" amacında olduğu şeklindeki evrimci bir batıl inanış yatmaktadır.
Bu batıl inanış, özellikle çağımızın önde gelen ateist evrimcilerinden Richard Dawkins'in "The Selfish Gene" (Bencil Gen) adlı kitabıyla popüler hale gelmiştir. Dawkins, tüm canlıların aslında "bencil, çıkarcı ve sadece kendisini çoğaltarak varlığını korumaya çalışan genlerden ibaret olduğunu" ileri sürmüştür. Cumhuriyet Bilim Teknik'teki "Cinsellik ve Evrim" başlıklı yazıda sözü edilen "cinsel taciz ve tecavüz, erkeklerin genlerini üreme yoluyla çoğaltma içgüdüsünden kaynaklanır" iddiası da, Dawkins'in iddiasının yeni bir uyarlamasıdır.
Oysa bu iddia son derece akıl dışı bir varsayıma dayanmaktadır: Genlerin bir aklı, bilinci ve hatta "karakteri" olduğu varsayımına. Bu varsayımın saçmalığını görmek içinse, genlerin ne olduğuna bakmak yeterlidir: Genler, birbirine eklenmiş ve özel bir "katlama ve paketleme" yöntemi ile sıkıştırılmış DNA parçalarıdır. DNA, bir canlı hakkındaki tüm kalıtsal bilgilerin kodlanmış olduğu bir şifreleme sistemidir. DNA, "baz" adı verilen dört farklı molekülün bir zincir boyunca birbirine eklenmesiyle oluşur. Adenin, Timin, Sitozin ve Guanin adlı bu moleküllerin sıralanış biçimi, bir tür kod oluşturmakta ve böylece DNA canlı hakkındaki tüm fiziksel özelliklerin bilgisini saklamaktadır.
Kısacası, DNA dört harfli bir alfabeyle yazılmış bir kitaptır.
Ve elbette bir kitabın "bencil" olması, "kendisini üreme yoluyla çoğaltmayı hedeflemesi" veya başka bir şekilde bir bilince sahip olması mümkün değildir. DNA, şuursuz ve cansız atomlardan oluşan bir molekül zinciridir ve hiçbir molekül akıl ve bilince sahip değildir. Dolayısıyla Dawkins'in ortaya attığı "bencil gen" tezi, bir tür peri masalı gibi, akıl ve bilim dışı bir masaldan ibarettir. Evrimciler, insanın ruhunun varlığını kabul etmek istemedikleri için, insanı bir madde yığınından ibaret görmekte, dolayısıyla bu madde yığınının bir yerine bir şekilde şuur atfetmeye çalışmaktadırlar. Genlere şuur atfedecek kadar tutarsız bir iddia ileri sürmeleri ise, ne kadar köşeye sıkıştıklarının bir göstergesidir. Eskiden tahtadan veya taştan yapılma putlarda akıl ve bilinç olduğunu zanneden putperestlerin yerini, günümüzde moleküllerde, bu molekülleri oluşturan cansız atomlarda akıl ve bilinç olduğunu zanneden evrimciler almıştır.
"Herşey genlerdir; insan, genlerin kendilerini çoğaltmak için kullandıkları bir araçtır" şeklindeki dogmatik iddia bir kez doğru gibi kabul edilince, artık herşeye genlere göre sözde bir açıklama getirmeye çalışılacaktır. CBT dergisinde sözü edilen evrimcilerin yaptığı da budur. Ama bu iddia, günümüzde psikolojiyle ilgilenen bilim adamlarının çok büyük bölümü tarafından saçma ve tutarsız bulunmaktadır. Bu gerçeği, CBT dergisinde yayınlanan makalenin yazarları da görmüş olacaklar ki, bu gibi evrimci açıklamaların "fanteziyle" yazıldığını onlar da kabul etmişlerdir:
... insansı davranışlarla ilgili bazı açıklamalar gelmiyor değil ama, bunlar genelde pek kanıtlanamamakta. Biraz fanteziyle insanın her türlü davranışı evrime uyum olarak açıklanmakta... Öyle ki, insanın kendi çocuğunu öldürmesi bile evrimsel varoluşun bir nedeni olarak gösterilmekte. İnsan yoğun stres altındayken böyle bir girişimde bulunabilir, deniyor. Ve yine ilkel dürtüler karşımıza çıkıyor. Çocuk katliamı kıtlık dönemiyle ilgili evrimsel anılara dayandırılan kitapta şöyle yazıyor: O dönemde çocuğun açlıktan ölmesini beklemek yerine onu öldürmek daha akılcıydı. Birçok bilim adamı, insanın tüm davranışlarını evrimsel ayıklanmayla çözmeye çalışan evrim psikologlarını ciddiye almıyor...73
Evrim psikoloğu denen kişilerin iddialarının neden ciddiye alınmadığı, bu iddialar biraz bile incelendiğinde zaten anlaşılmaktadır. Örneğin CBT'deki yazıda yer alan aşağıdaki paragrafta, evrim psikologlarının dahiyane teorileri şöyle anlatılmış:
Örümcekler, avcı atalarımız için her zaman bir tehlikeydi ve içgüdüsel olarak ondan kaçmayı öğrendiler. Bugünkü Avrupalı bu korkuyu yenmiş durumda, ama yine de beynine kazınan yeni öğretilere rağmen ilk çağlardan kalma izlerin etkisiyle hâlâ bu hayvana dokunmaktan kaçınır. Yükseklik korkusu da kayalıkların kenarlarına yaklaşmaktan çekinen atalarımızdan kalma bir dürtü olarak değerlendirilmekte. Ve bugün tatlı yiyenler bunu atalarımızın karbonhidrat eksikliği çekmiş olmalarına bağlayabilirler.
Yukarıdaki iddiaların çok saçma olduğu ortadadır. Bu iddialarda, insanların örümceklerden korkmaları, "örümcekler avcı atalarımızı korkutuyorlardı" şeklinde açıklanmaktadır. Oysa örümcekler eski insanlar için ne kadar tehlikelilerse, çağdaş insanlar için de o kadar tehlikelidirler. Eskiden zehirli örümcekler yaşadığı gibi, bugün de yaşamaktadır. İkinci iddia da aynı derece mantıksızdır: Yüksekten düşmek eski insanlar için ne kadar tehlikeli ise, çağımızdaki insanlar için de o kadar tehlikelidir. Eski insanlar kayalıklardan düşme tehlikesi ile karşılaşmışsa, çağımızdaki insanlar da yüksek yapılardan düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Üçüncü iddia ise şaşırtıcı derecede akılsızcadır: Çağdaş insanların tatlı yemesi, "atalarımızın karbonhidrat eksikliği" ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Oysa tatlı, insan vücudunun temel ihtiyaçlarından biri olan glikozun kaynağıdır. Eski insanlar buna ne kadar ihtiyaç duyuyorsa, günümüzdeki insanlar da o kadar ihtiyaç duymaktadır.
Dikkat edilirse, evrimcilerin ortaya attığı tüm bu iddialar tamamen hayal ürünüdür. Nitekim Cumhuriyet Bilim Teknik'te yayınlanan makalede de bunu vurgulayan uzmanların görüşlerine yer verilmiştir. Örneğin evrimcilerin ortaya attığı cinsellikle ilgili iddiaların son derece hayali ve yüzeysel olduğu, konunun uzmanı Hertha Richter Appelt'ten aktarılan sözlerle de kabul edilmiştir:
Seksolog Hertha Richter Appelt olayı "Yazarlar ampirik olarak (bilimsel kanıtlar açısından) sağlam temellere dayandırılamayan bir teori geliştiriyorlar" diye değerlendirdi. Hertha Richter-Appelt (Hamburg), yazarların gerçekleri yansıtmaktan uzak olduklarını ve herşeyi birbirine karıştırdıklarını söylüyor.
Görüldüğü gibi, CBT'deki "Cinsellik ve evrim: Şiddete dayalı tacizin sorumlusu yoksa evrim mi?" isimli yazıda yayınlanan evrimci iddialar, birer hayal ürününden, fanteziden ibarettir. Gerçekte bu iddialar, evrim teorisini savunanların ne derece körleştiklerini gösteren önemli birer kanıt durumundadır.
Konunun bir diğer önemli yönü ise, Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde aktarılan bu evrimci safsataların toplumlara getireceği zarardır. İnsanları hayvan olarak nitelendiren, bir insanı sadece genlerini taşımakla ve bir sonraki nesle aktarmakla sorumlu bir robot gibi gören Darwinist düşünce, 20. yüzyılda büyük bir artış gösteren şiddet olaylarının, soykırımların, zalimliklerin, ahlaki dejenerasyonun en büyük sorumlusu olmuştur. Çünkü tüm zalimliklere, saldırganlıklara, ahlaksızlıklığa sözde bilimsel bir meşruiyet kazandırmıştır. 20. yüzyılın en büyük katliamlarını gerçekleştiren Hitler dahi kendisine Darwinizm'i destek olarak göstermiştir. Sözde "üstün ırk"ın dışındaki ırkların yaşamalarına gerek görmeyen, onları öldürmeyi hayvanları öldürmekle bir tutan Hitler'e zalimlik ve saldırganlık konusunda destek veren Darwinizm olmuştur.
İnsanların genetik olarak saldırgan, acımasız, rekabetçi, bencil, katil olabileceğini savunan Darwinizm, tüm suçları meşru göstermek için kullanılmıştır. Nitekim ünlü evrimci Stephen Jay Gould bu konuda şöyle der:
Suçluluğa ilişkin biyolojik kuramlar pek yeni sayılmazdı, ama Cesare Lombroso (İtalyan bir hekim) bu tartışmaya yepyeni, evrimsel bir yön verdi. Doğuştan suçlular sadece zihinsel dengesi bozuk ya da hasta değillerdi; daha önceki bir evrimsel aşamaya geri düşmüş, sözcüğün tam anlamıyla soya çekmişlerdi. İlkel ve maymunsu atalarımızın kalıtsal özellikleri genetik repertuarımızda korunur. Bazı talihsiz bireyler normalden çok fazla atasal özelliğe sahip olarak doğar. Davranışları geçmişin bazı yabanıl toplumları için uygun olsa bile, bugün bu davranışlara suç diyoruz. Doğuştan suçluya acıyabiliriz, çünkü kendine hakim olamaz.74
Böyle bir zihniyetle yetişen veya çeşitli yayın organlarında bu tür ahlaksızlıkların ve acımasızlıkların evrimin doğal bir sonucu olduğunu ve kişinin bunlardan dolayı suçlanamayacağı telkinini alan aklı ve vicdanı zayıf insanların neler yapabilecekleri ortadadır. Bu nedenle Cumhuriyet Bilim Teknik'de yapılan evrim propagandası, saçma ve çelişkili olduğu kadar, aynı zamanda da tehlikelidir.
Darwinizm insanlara sadece gelişmiş bir tür hayvan oldukları yalanını değil, aynı zamanda tesadüflerin eseri olduklarını, yani bir Yaratıcılarının olmadığı yalanını da telkin eder. Bu telkinleri okullarındaki ders kitaplarından, seyrettikleri filmlerden, okudukları kitaplardan alan insanlar kendilerini bir hayvan gibi sorumsuz zannederler.
Ancak, Darwinizm'i savunanların ve buna inananların hepsi yanılmaktadırlar. Çünkü insan başıboş ve sorumsuz değildir. Onu yaratan, her anını gözleyen, düşüncelerini dahi bilen ve öldükten sonra onu sorgulayarak yaptığı herşeye karşılığını verecek olan bir Yaratıcımız vardır. Herşeyin Yaratıcısı olan Allah insanı hayvanlardan farklı olarak bir ruh, akıl, irade, muhakeme ve yargı yeteneği ile yaratmıştır. Yani bir insan içinde her türlü eyleme karşı bir istek veya dürtü duysa dahi sahip olduğu bu özelliklerle onu engelleme gücüne de sahip olarak yaratılmıştır. Bir olay karşısında şiddetle öfkelenen, iradesi zayıf bir insan kendini ve karşısındaki insanı hayvan gibi görürse, ona hiç düşünmeden zarar verebilir, acımasızca davranabilir. Karşısındakinin küçük bir çocuk, savunmasız bir insan olması hiç fark etmez. Ancak, Allah'ın kendisine verdiği ruhu taşıdığını bilen, akıl ve vicdan sahibi insan her türlü durumda öfkesine hakim olur. Muhakemesi, yargısı, vicdanı her an açık olur. Allah'a hesap veremeyeceğini düşündüğü en küçük bir harekette dahi bulunmaz.
Allah ayetlerde insanlara hem kötülüğün hem de kötülüklerden sakınmanın ilham edildiğini bildirir. (Şems Suresi, 7-10). Dolayısıyla, bazı insanların ahlaklarındaki bozuklukların, suç işlemelerinin ardındaki neden hayali bir evrim süreci değildir. Bunun nedeni, Allah'a iman etmemeleri, yaptıklarından dolayı Allah'a hesap vermeyeceklerini zannetmeleri ve bu nedenle sakınmamalarıdır. Bugün bütün dünyada meydana gelen savaşların, ırkçı katliamların, çete kavgalarının, dazlakların, holiganların acımasız saldırılarının, insanların açlığa, sefalete terk edilmelerinin, adaletsizliğin, merhametsizliğin ardındaki tek neden budur. İnsanları hayvan olarak görenler, hayvanlar gibi yaşam mücadelesi içinde olmaları gerektiğini zannedenler, Allah'ı ve ahireti unutan ve unutturanlar hiçbir zalimlikte sınır tanımazlar.
İşte bu nedenle söz konusu tarzda yazıları yayınlayanlar neyin propagandasını yaptıklarını, bazı insanları nasıl bir çizgiye çağırdıklarını bir kez daha akıl ve vicdan ile düşünmelidirler. Bosna'da Sırpların tecavüz ve zulmüne uğramış kadınların resimlerinin altına "Bosna'daki taciz kurbanları şiddet ve cinayet de evrimsel bir hak mıdır?" diye yazıp hiçbir açıklama yapmayan Cumhuriyet Bilim Teknik sorumluları, bunun ne demek olduğunu bir daha düşünmelidirler.
Her insan Allah'ın kendisine üflediği ruhu taşır ve kendisini yoktan var eden Yaratıcımız'a karşı sorumludur. Allah Kuran'da, kendisini başıboş zannedenlere yaratılışlarını ve ölümden sonra tekrar dirileceklerini şöyle hatırlatır:
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor?
Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi?
Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.'
Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı.
(Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? (Kıyamet Suresi, 36-40)
Bilimsel bulgular evrimin hiçbir zaman gerçekleşmediğini ispatlamakta, evrimcilerin fosil sahtekarlıkları, gerçekleri çarpıtma, demagoji gibi yöntemleri ise tek tek ortaya çıkmaktadır. 21. yüzyıl, evrim teorisinin tamamen yıkılacağı bir dönem olacaktır. Daha önce de belirtildiği gibi, bu aldatmacanın son bulması ile, bir asır boyunca dünyayı esir eden, insanlara yıkım, acı, ölüm ve zulüm getiren tehlikeli ideolojiler de son bulacaktır.
Bu gelişmelerin getireceği bir başka güzellik ise, insanların tüm hurafelerden arınmış olarak, asıl gerçeği görüp kavrayabilecekleri bir ortamın hazırlanıyor olmasıdır. Bu, tüm canlıları ve tüm evreni üstün bir güç, sonsuz bir akıl ve ilim sahibi olan Allah'ın yarattığı gerçeğidir.
Bilim ve Teknik dergisinin Şubat 2001 tarihli sayısında kapak konusu olan "Şiddet" başlıklı makalede, evrim teorisinin propagandasını yapmak adına ciddi bilimsel hatalar yapılmıştır.
Söz konusu makalenin hemen başında evrim teorisinin en temel aldatmacalarından birisine başvurulmuş ve "doğanın kıyasıya bir rekabet sahnesi olduğu" yanılgısı okuyuculara telkin edilmeye çalışılmıştır. Makalenin devamında da "saldırganlığın bu rekabet sahnesinde insana evrimsel bir avantaj sağladığı" gibi tamamen hayali bir iddia ortaya atılmış ve bu iddiaya kaynak olarak da bundan 40 sene önce "kuşları ve balıkları" gözlemleyerek birtakım varsayımlarda bulunan Alman etolog Konrad Lorenz gösterilmiştir.
Aslında doğanın sadece bir mücadele sahnesi olduğu yanılgısı, 40 yıldan daha eskiye dayanan, evrim teorisinin ilk defa ortaya atıldığı döneme ait bir yanılgıdır. Teorinin kurucusu Darwin'in öne sürdüğü doğal seleksiyon mekanizması, bulundukları coğrafi konumun doğal şartlarına uygun yapıda ve güçlü olan canlıların hayatlarını ve nesillerini sürdürebildiklerini, uygun yapıda olmayan ve daha güçsüz olanların ise yok olduklarını öngörür. Darwinizm'in benimsediği doğal seleksiyon mekanizmasına göre doğa, canlıların birbirleriyle "yaşam" için kıyasıya mücadele ettikleri, zayıfların güçlüler tarafından yok edildiği bir yerdir.
Dolayısıyla bu iddiaya göre her canlı yaşamını sürdürebilmek için güçlü olmak, diğerlerine her konuda üstün gelmek ve kıyasıya savaşmak zorundadır. Aynı iddiaya göre böyle bir ortamda ise fedakarlık, özveri, işbirliği gibi kavramlara yer yoktur; zira bunların her biri canlının aleyhine dönebilir. Bu yüzden her canlı olabildiğince bencil olmalı ve sadece kendi yiyeceğini, kendi yuvasını, kendi korunmasını, kendi güvenliğini düşünmelidir. Bilim ve Teknik dergisinde ele alınan "saldırganlık" ve "şiddet" unsuru, böyle bir ortamda vazgeçilmez olacaktır.
Peki gerçekten de doğa her canlının birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği, herkesin birbirini yok etmek, saf dışı bırakmak için çaba harcadığı, son derece bencil ve vahşi bireylerden oluşan bir ortam mıdır?
Bu konuda şimdiye kadar yapılan gözlemler, evrimcileri –ve dolayısıyla Bilim ve Teknik dergisinde öne sürülen iddiayı- yalanlamıştır. Doğa, hiç de evrimcilerin iddia ettiği gibi sadece savaşın hakim olduğu bir yer değildir. Aksine doğa, çoğu kez ölümü göze alan fedakarlıkların, kendi zararına olduğu halde sürü için gösterilen özverilerin, bunun karşılığında hiçbir kazanç sağlamayan canlıların ve akılcı işbirliklerinin sayısız örnekleri ile doludur. Kendisi de bir evrimci olmasına rağmen Prof. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık isimli kitabında, Darwin ve dönemindeki diğer evrimcilerin neden doğanın sadece bir savaş yeri olduğunu zannettiklerini şöyle açıklamıştır:
19. yüzyılda bilim adamları çoğunluk çalışma odalarında ya da laboratuvarda kapalı kaldıkları, doğayı doğrudan tanıma yoluna gitmedikleri için canlıların salt savaşım içinde olduğu tezine kolayca kapılmıştır. Huxley gibi seçkin bir bilim adamı bile kendini bu yanılgıdan kurtaramamıştı.75
Evrimci Peter Kropotkin ise hayvanların aralarındaki dayanışmayı konu edindiği Mutual Aid: A Factor in Evolution isimli kitabında Darwin ve taraftarlarının içine düştükleri yanılgıyı şöyle dile getirmektedir:
Darwin ve onu izleyenler, doğayı canlıların sürekli olarak birbirleriyle savaştıkları bir yer olarak tanımladılar. Huxley'e göre hayvanlar alemi gladyatörlerin şovuna benziyordu. Hayvanlar birbirleriyle savaşmakta, en hızlı ve en kurnaz olanı ertesi gün savaşabilmek için hayatta kalmaktaydı. Ancak ilk bakışta, Huxley'in doğaya bakış açısının bilimsel olmadığı anlaşılmaktadır…76
Doğada gerçekten de bir mücadele, çatışma vardır. Ama bunun yanında "özveri" de vardır. Ve bu özveri, Darwinist teoriyi yalanlamaktadır. Nitekim bu konu Bilim ve Teknik dergisinin daha önceki sayılarında da ele alınmış, evrimcilerin düştükleri acizlik şöyle ifade edilmiştir:
Sorun, canlıların niye birbirlerine yardım ettikleridir. Darwin'in teorisine göre, her canlı kendi varlığını sürdürmek ve üreyebilmek için bir savaş vermektedir. Başkalarına yardım etmek, o canlının sağ kalma olasılığını bağlı olarak azaltacağına göre, uzun vadede evrimde bu davranışın elenmesi gerekirdi. Oysa canlıların özverili olabilecekleri gözlenmiştir.77
Doğadaki bu gerçekler karşısında, evrimcilerin "doğa bir savaşım alanıdır, bencil olan, kendi çıkarlarını koruyan üstün gelir" iddiası tamamen geçersiz kalmaktadır. Ünlü bir evrimci olan John Maynard Smith canlıların bu özellikleri üzerine evrimcilere şöyle bir soru yöneltmektedir:
Eğer doğal seleksiyon, bireyin yaşama ihtimalini ve çoğalmasını garanti eden özelliklerinin seçilimi ise, kendini feda eden davranışları nasıl açıklayacağız?78
Elbette kendisi de evrimci bir bilim adamı olan John Maynard Smith'in bu sorusuna evrim teorisi adına verilecek bir cevap yoktur. (Canlılardaki olağanüstü fedakarlık, özveri ve yardımlaşmanın doğadaki örnekleri hakkında bilgi edinmek isteyenler için bkz. Canlılardaki Fedakarlık ve Akılcı Davranışlar, Harun Yahya, Vural Yayıncılık)
Bilim ve Teknik dergisinde yayınlanan makalede başvurulmak istenen bir başka aldatmaca da, insan davranışları ve hayvan davranışları arasında bir benzerlik kurularak, insan ve hayvanın ortak bir atadan geldiği ve bu davranışların da ortak bir atadan kuşaktan kuşağa aktarıldığı için bir benzerlik taşıdığı iddiasıdır. Yazıda saldırganlık da ortak kökenli bir dürtü, yani içgüdü olarak tanımlanmış, ancak insanların bunu gündelik yaşamda dışa vurma fırsatı bulamadıklarından bahsedilmiştir.
Oysa bu iddia, hiçbir temeli olmayan hayal gücüne dayanan ve evrimcilerin kitle telkini yapmak için başvurdukları bir aldatmacadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki Bilim ve Teknik dergisinin insanlarda ve hayvanlarda var olduğunu iddia ettiği "dürtü" ya da "içgüdü" konusu evrim teorisi açısından başlı başına bir çıkmaz oluşturmakta ve teorinin geçersizliğini tek başına ortaya koymaktadır.
"İçgüdü" kelimesi, evrimci bilim adamları tarafından, hayvanların doğuştan sahip oldukları bazı davranışları tanımlamak için kullanılır. Ancak hayvanların bu içgüdüleri nasıl edindikleri, içgüdü ile yapılan bir davranışın ilk olarak nasıl ortaya çıktığı ve bu davranışların nesilden nesile nasıl aktarıldığı sorusu her zaman cevapsızdır.
Evrimci genetikçi Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery isimli kitabında içgüdülerle ilgili bu çıkmazı şöyle itiraf etmektedir:
İçgüdüsel bir davranış ilk olarak nasıl ortaya çıkıyor ve bir türde kalıtımsal olarak nasıl yerleşiyor diye sorsak, bu soruya hiçbir cevap alamayız.79
Gordon Taylor gibi itirafta bulunamayan bazı evrimciler ise bu soruları üstü kapalı, gerçekte bir anlam ifade etmeyen cevaplarla geçiştirmeye çalışırlar. Aslında evrim teorisinin sahibi Charles Darwin de hayvanların davranışlarının ve içgüdülerinin, teorisi için büyük bir tehlike oluşturduğunu fark etmiş ve bunu Türlerin Kökeni isimli kitabında açıkça, hatta birkaç kez itiraf etmişti:
İçgüdülerin birçoğu öylesine şaşırtıcıdır ki, onların gelişimi okura belki teorimi tümüyle yıkmaya yeter güçte görünecektir.80
Bilim ve Teknik dergisinin düştüğü bir başka yanılgı da var olduğunu iddia ettiği "dürtü" yani "içgüdülerin" kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze taşındığı yanılgısıdır. Bu Lamarkist bir mantıktır ve bilimsel açıdan bir hurafe olduğu bundan bir asır önce ispatlanmıştır. Nitekim evrimci bilim adamlarının kendileri dahi içgüdü ve dürtülerin kuşaktan kuşağa evrim yoluyla aktarılmasının imkansız olduğunu itiraf etmektedirler. Evrimci Gordon R. Taylor, Bilim ve Teknik dergisinde de yer verilen, davranışların kalıtımsal olarak sonraki nesillere aktarılabildiği iddiasını, "acınacak" bir iddia olarak değerlendirmektedir:
Biyologlar belirli bazı davranış şekillerinin kalıtımının mümkün olduğunu ve aslında bunun gerçekten görüldüğünü kabul ederler. Dobzhansky şunu iddia etmektedir: "Tüm beden yapıları ve fonksiyonlar, hiçbir istisna olmaksızın, çevresel zincirler sırasında oluşan kalıtımın ürünleridir. Bu durum, hiçbir istisna olmaksızın tüm davranış şekilleri için de geçerlidir". Bu doğru değildir ve Dobzhansky gibi saygın birinin bunu dogmatik olarak savunması acınacak bir durumdur.81
Bilim ve Teknik dergisindeki makalede çok önemli evrimsel bir bakış açısına da yer verilmiştir. Alman Etolog Konrad Lorenz'in görüşleri doğrultusunda, insan toplulukları arasındaki savaşların kökeninin de, insanlardaki saldırganlık eğilimine dayandığı ve bunun evrim süreci içinde başarıya neden olduğu ileri sürülmüştür. Bu bakış açısı evrimci çevrelerin oluşturmak istedikleri toplum modelini de özetlemektedir. Bu, "Sosyal Darwinizm"e, yani insanlar arasında "güçlüler kazanır, zayıflar kaybeder" kuralının geçerli olması gerektiğine inanan ideolojiye hizmet eden bir iddiadır.
Oysa makalenin devamında verilen bilgiler, zaten bu iddiayı çürütür niteliktedir. Çünkü yazının devamında saldırganlık ve şiddet eylemlerinin, genellikle birbirlerini tanıyan bireyler içinde gerçekleştiği, yani iki tarafın ortak bir geçmişlerinin olduğu ve ortak bir gelecek paylaşımı bekledikleri belirtilmiştir. Bu ise şiddetin içgüdüsel değil, kültürle alakalı bir eylem olduğunu göstermektedir. Ayrıca yazıda uzman Psikolojik Danışman Sema Yüce'nin görüşlerine de yer verilmiş ve saldırganlığa yol açan kızgınlığın nedeninin, insanların olaylara bakış açılarından kaynaklandığı, yani yine kültürel bir nedene dayandığı belirtilmiştir.
Ortaya çıkan gerçek şudur: Saldırganlık bir içgüdü değil, sosyal ilişki içerisinde olan insanların birbirlerine bakış açılarından kaynaklanan bir davranış bozukluğudur. Toplumda bireyler arasında görülen şiddet olayları, Psikolojik Danışman Sema Yüce'nin de belirttiği gibi "olaylara bakış açısının sorgulanması, şiddete yönelten etkenin denetim altına alınması, insanın kendisini yapıcı ve olumlu bir şekilde ifade etmesiyle" kontrol altına alınabilir.
Bu da bize göstermektedir ki, şiddet ve saldırganlık, insanların tabiatından gelen kaçınılmaz bir eylem değil, insanlara verilen çarpık dünya görüşünün bir sonucudur. Bu çarpık dünya görüşü ise, "Sosyal Darwinizm"in bizzat kendisidir.
Evrimciler, topluma önce Sosyal Darwinist olmayı-yani acımasız, çıkarcı, bencil, hırslı-olmayı telkin etmekte, sonra da oluşturdukları bu çarpık kültürü "evrimin delili" gibi sunmaya çalışmaktadırlar.
Toplumlardaki şiddet örneklerinin, evrim teorisine delil oluşturan hiçbir yönü yoktur. Aksine, toplumlar incelendiğinde, bazı kültürlerin şiddeti yücelttikleri, bazılarının ise merhamet, hoşgörü ve barışçıllık üzerinde durdukları görülecektir. Yani mesele insanın kökeniyle ilgili bir mesele değil, dünyaya bakış açısıyla ilgili bir meseledir. Ahlaki bir meseledir. Çağımızdaki insanlar eğer Darwinizm'e inanır ve bir hayvan türü olduklarını zannederlerse, elbette şiddete yönelebilirler. Ama eğer Allah'ın yarattığını, O'na karşı sorumlu oldukları ve O'nun rızası için güzel bir ahlak göstermeleri gerektiğini bilirlerse, şiddet bir yana, büyük bir merhamet, şefkat, fedakarlık ve hoşgörü gösterirler. İnsanlığı kurtaracak olan çözüm de, bu ahlakı, yani Kuran ahlakını kavramak ve yaşamaktır.
Allah Kuran'da tüm insanlara sabrı, merhameti, yardımlaşmayı emretmiş, bencilliği ise yasaklamıştır:
Biz ona 'iki yol-iki amaç' gösterdik. Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Ya da açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, Veya sürünen bir yoksulu. Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene). Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme). "Kapıları kilitlenmiş" bir ateş onların üzerinedir. (Beled Suresi, 10-20)
29 Mayıs 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Orhan Bursalı'nın "İnsanın Evrimi ve Sosyal Dayanışma" başlıklı bir yazısı yayınlandı. Söz konusu yazıda büyük bir çelişki sergileniyor, bir yandan acımasız toplumsal rekabetin bir doğa kanunu olduğunu öne süren Darwinizm'i savunulurken, bir yandan da acımasız rekabet eleştiriliyordu. İlerleyen sayfalarda, söz konusu yazıda yer alan çelişkiler hakkında bazı açıklamalar yapılmıştır.
Sayın Bursalı yazısında, Peter Kropotkin'in "Evrimin bir faktörü: Karşılıklı yardımlaşma" isimli kitabından söz etmekte ve bu kitapta yazılanları insan toplumlarının gelişmesi için örnek olarak göstermektedir. Ancak bu kitap, başlığından da anlaşılacağı üzere, evrimciler açısından önemli çelişkiler sergilemektedir. Anarşizmin önde gelen isimlerinden evrimci Kropotkin, bu kitabında doğada gözlemlediği fedakarlık ve dayanışma örneklerini anlatmakta ve yardımlaşmanın evrimin itici güçlerinden biri olduğunu öne sürmektedir.
Gerçekte bu iddia, evrim teorisinin özüne aykırıdır. Darwinizm'e göre doğada kıyasıya bir rekabet ortamı vardır ve bu ortamda sadece güçlü olanlar hayatta kalabilirler. Fedakarlık ve dayanışmaya yer olmayan bu acımasız rekabet ortamı ise Darwinistlere göre canlıları evrimleştiren en önemli güçtür.
Ancak, doğada yapılan gözlemler canlılar arasında sadece ölümüne bir rekabet olmadığını, bazı canlıların kimi zaman kendi hayatlarını dahi diğerleri için feda edebildiklerini, kimi canlıların insanlarda dahi görülmeyen bir dayanışma ve yardımlaşma içinde yaşadıklarını göstermiştir. Bu durumda evrimciler, "yaşam mücadelesi", "rekabet alanı" gibi iddialarına yeni yorumlar getirmek zorunda kalmışlardır. Bu evrimcilerden biri de Orhan Bursalı'nın söz ettiği Kropotkin'dir. Yaptığı gözlemler sonucunda aynı türün bireyleri arasında mücadeleden çok yardımlaşma olduğunu gören Kropotkin, evrim teorisini reddetmek yerine, bu yardımlaşmayı evrimin bir faktörü olarak açıklamak zorunda kalmıştır.
Ama bunu yaparken, Kropotkin'in ve onu izleyen evrimcilerin göz ardı ettiği önemli bir nokta vardır: "Yaşam mücadelesi" kavramı, evrim teorisinin temel mekanizması olarak gösterilen "doğal seleksiyon"un çıkış noktasıdır. Çünkü doğal seleksiyon, "avantajlı olan bireylerin rekabet yoluyla seçilmesi" mantığına dayanır. Eğer canlıların daimi bir rekabet içinde olmadıklarını, aralarında dayanışma ve yardımlaşma olduğunu kabul ederseniz, doğal seleksiyonun da bir temeli kalmaz. Çünkü yardımlaşma ve dayanışmanın olduğu bir popülasyonda "zayıflar" elenmeyecek, güçlüler ve avantajlılar ise üstünlük kazanmayacaklardır. Doğal seleksiyonun ortadan kalktığı bu durumda, "evrim teorisi"nden de söz edilemez.
Kuşkusuz doğal seleksiyonun var olması da evrim teorisine birşey kazandırmamaktadır. Çünkü doğal seleksiyon vasıtasıyla canlılar gelişmez, yeni özellikler kazanmazlar. Ancak Darwinizm'in temelini oluşturan "her canlı bencildir" varsayımının çürümesi, geriye "doğal seleksiyon" da bırakmamakta, öne sürülen en temel evrim mekanizmasını dahi geçersizleştirmektedir.
Dolayısıyla, Kropotkin gibi anarşist veya sosyalist evrimcilerin temelde siyasi ve felsefi niyetlerle öne sürdükleri "yardımlaşmaya dayalı evrim" modelinin hiçbir bilimsel geçerliliği yoktur. Nitekim konuya daha teknik ve bilimsel yaklaşanlar-yani Darwinist biyologlar-bunun farkındadırlar ve canlılardaki fedakarlık ile evrim teorisi arasında bir çelişki olduğunu kabul etmektedirler. (Bkz. Bilim ve Teknik dergisindeki Sosyal Darwinist İddialara Cevap bölümü)
Birbirinin gözünü oyma, hemcinsinin yok olmasına göz yumma, altta kalanın canı çıksın düzeni, sürekli hemcinsinin zararına toplumda kendisine ayrıcalıklı yer edinme, canlıları da toplumları da geliştirmez. Hatta böyle bir düzeni süreklileştiren toplumlar çöküş ve yok oluş sürecine girmezler mi?
Sayın Bursalı bu tespitinde çok haklıdır. Gerçekten de bencilliğin, acımasız rekabetin olduğu toplumlar yok olmaya veya çökmeye mahkumdurlar. Ancak yazıda göz ardı edilen gerçek şudur: Yakındığı bu toplum modeli, kendisinin de savunuculuğunu yaptığı Darwinist ideolojiden sözde bilimsel bir destek almaktadır.
Baştan beri açıkladığımız gibi Darwinizm, canlıların gelişimini doğada var olan "yaşam mücadelesi"ne dayandırır. Darwin'e göre, doğada acımasız bir yaşam mücadelesi, daimi bir çatışma vardır. Güçlüler her zaman güçsüzleri alt eder ve gelişme de bu sayede mümkün olur. Darwin, Türlerin Kökeni isimli kitabına koyduğu altbaşlık ile, bu görüşünü özetlemektedir: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon ve Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla".
Darwin'in bu konudaki ilham kaynağı ise, İngiliz bir ekonomist olan Thomas Malthus'un An Essay on the Principle of Population (Nüfus Prensibi Üzerine Bir Deneme) adlı kitabıdır. Malthus kendi başlarına bırakıldıklarında, insan nüfusunun çok hızlı arttığını hesaplamıştı. Nüfusları kontrol altında tutan başlıca etkenler ise savaş, kıtlık ve hastalık gibi felaketlerdi. Kısacası Malthus'a göre, bazı insanların yaşayabilmeleri için diğerlerinin ölmesi gerekiyordu. Var olma, "sürekli savaş" anlamına geliyordu.
Darwin, doğadaki yaşam mücadelesi fikrini Malthus'tan aldığını kendi ifadesiyle şöyle açıklar:
Ekim 1838'de, yani sistematik bir şekilde araştırmalarıma başladıktan 15 ay sonra, sırf merakımdan Malthus'un nüfusla ilgili çalışmasını okumaya başladım. Ve hayvanlarla bitkilerde sürekli gözlemlediğim hayatta kalma mücadelesini düşündüğümde, bir an farkına vardım ki, bu koşullar altında uygun varyasyonlar korunacak ve uygun olmayanlar yok edilecekti. Bunun sonucunda ise yeni türler ortaya çıkacaktı. Burada, sonradan üzerinde çalışabileceğim bir teoriyi sonunda elde etmiştim.82
İşte dikkat edilmesi gereken nokta buradadır. Evrim teorisi "yaşam mücadelesi" ve "çıkar çatışması" kavramlarına dayandığı için, evrim teorisini savunanlar bu kavramların insan toplumlarının da temel ahlaki değerleri olması gerektiğini savunmuşlardır. Darwin'in çağdaşları ve ardından gelen birçok Darwinist, toplumda yaşanan bu kıyasıya rekabeti desteklemişlerdir. Örneğin bu zihniyetin en önde gelenlerinden Tille'ye göre, "fakirliği önlemeye kalkıp "yenik düşmüş sınıflar"a yardım etmek, evrimi sağlayan doğal seleksiyon yasasına set çekmek anlamına geldiği için büyük bir yanlıştır."83
Darwin'in prensiplerini sosyal yaşama tanıtan ve Sosyal Darwinizm'in başlıca teorisyeni olan Herbert Spencer'a göre ise, eğer bir insan fakirse bu onun hatasıdır; hiç kimse bu insana yükselmesi için yardım etmemelidir. Eğer bir insan zenginse, bunu ahlaksızlıkla elde etmiş olsa bile bu, onun becerisidir. Bu nedenle, fakir biri ortadan silinirken zengin biri yaşamaya devam eder. İşte bu görüş, bugün toplumların hemen hemen tamamına hakim olan görüştür ve Darwinist ahlakın bir özeti niteliğindedir.
Yale Üniversitesi'nde politika ve sosyal bilimler profesörü olan William Graham Sumner ise, Darwinizm'in Amerika'daki sözcüsüdür. Bir yazısında insan toplumları hakkındaki düşüncelerini şu sözleri ile özetler:
Herhangi birini yükseltmek istiyorsak kaldıraça ve bir reaksiyon noktasına ihtiyacımız var. Toplumda bir insanı yukarı kaldırmak demek, başkasının üzerine basmak demektir.84
Ünlü evrimci Theodious Dobzhansky ise, Darwinizm'in temeli olan "doğal seleksiyon" düşüncesinin ahlaki yönden dejenere bir toplum oluşturduğunu şöyle kabul eder :
Doğal seleksiyon egoizmi, zevk düşkünlüğünü, cesaret yerine korkaklığı, sahtekarlığı ve istismarı tercih eder. Toplum etiği ise "doğal" tavırları yasaklar ve bunların aksi olan nezaket, cömertlik ve hatta diğerlerinin, toplumun, milletin ve nihayet tüm insanlığın iyiliği için kendini feda etmek gibi özellikleri yüceltir.85
Görüldüğü gibi, toplumdaki dejenerasyonun, çöküntünün, bencilliğin, açgözlülüğün, kısacası acımasızlığın kökeninde Darwinizm'in oluşturduğu sözde bilimsel "dünya görüşü" bulunmaktadır. Darwinizm'i körü körüne savunanlar ise, bilerek veya bilmeyerek bu toplumsal çöküntüye ve dejenere toplum ahlakına destek vermektedirler.
Yazıda sözü edilen toplumsal çöküntünün çözümü, önce Darwinist düşüncenin geçersizliğinin insanlara gösterilmesi, Darwinizm'e dayanan "yaşam mücadelesi" telkininin ortadan kaldırılmasıdır. Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, yaptığı ahlaksızlıklardan, zulümden, bencillikten dolayı bir karşılık görmeyeceğini zanneden, karşısındaki insanları başıboş, sorumsuz, gelişmiş hayvanlar olarak gören bir insanın diğerlerini ezmesi, onları "kaldıraç" olarak kullanması, bencil, sevgisiz, merhametsiz, acımasız, zalim olması çok doğaldır. Ancak Allah'tan korkan, Allah'ı seven, dolayısıyla Allah'ın yarattığı varlıklara da sevgi, şefkat ve merhamet duyan insanlar toplumlardaki bu çöküntüyü durdurabilirler.
Yazıda değinilen toplumların ahlaki çöküntüleri konusundaki tespit son derece haklıdır. Ancak çözümün Darwinizm'de olmadığını, hatta Darwinizm'i savunanlar olduğu sürece, dünyada milyonlarca insanın acı, sefalet, haksızlık ve adaletsizlik içinde yaşamaya devam edeceği görmezden gelinmemelidir.
15 Nisan 2001 tarihli Akşam gazetesinin Pazar Sürprizi adlı ekinde, Fatih Öter imzasıyla "Konuşuyorum, Öyleyse Varım" başlıklı bir yazı yayınlandı. Dört bir tarafı hayali yarı maymun -yarı insan resimleriyle süslenmiş olan yazıda, açıkça Darwinizm propagandası yapılıyordu. Bazı Darwinistlerin insan dilinin kökeni hakkındaki temelsiz yorumlarını bilimsel bir gerçek gibi aktaran yazıda, insanın "zaman tünelinde evrim geçirerek" konuşma yeteneği kazandığı öne sürülüyordu.
Oysa bu haber, sadece hayali yorumlardan, spekülasyonlardan ve hatta bilimsel anlamda "yalan"lardan oluşuyordu.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, dilin kökeni konusu, Akşam gazetesinin ekindeki yazıda iddia edildiğinin aksine, evrim teorisi savunucuları tarafından bir türlü aşılamayan bir çıkmazdır. İnsan dilinin özellikleri ve dil konusunda yapılan araştırmalar, dilin evrimleşmiş olduğuna dair en ufak bir kanıt sunmamaktadır. Aksine araştırmalar, dilin sadece insanlara özgü olduğunu göstermekte ve tarihte en eski insanlarla birlikte ortaya çıktığına işaret etmektedir.
Öncelikle insanlar ile hayvanlar arasındaki büyük uçuruma değinelim. Doğada konuşma yeteneğine sahip tek canlı insandır. Eğer evrim teorisinin iddiası doğru olsaydı, yani insan gelişmiş bir hayvan olsaydı, o zaman hayvanların da yetersiz ve ilkel de olsa bir konuşma yeteneğine sahip olmaları beklenirdi. Oysa araştırmalar bunun tam tersini göstermektedir. Evrimcilerin bu konudaki tüm zorlamaları boşa çıkmıştır. Maymunlar üzerinde yıllarca yapılan çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmış ve insandan başka hiçbir canlının bu özelliğe sahip olmadığını ortaya koymuştur. Dünyanın en ünlü birkaç dilbilimcisinden biri olan Noam Chomsky "hayvanlara konuşma becerisinin öğretilmesi irrasyonaldir ve insanlara kollarını açıp kapayarak uçmayı öğretmeye benzer" demektedir.86
Hayvanların konuşma yeteneğine sahip olduğu yönündeki iddia ve sözde "kanıtlar" dilbilim literatüründe "akıllı Hans etkisi" olarak adlandırılır.87
Uzun zaman önce Hans isimli bir atın sayı sayabildiğine ait bir olayı yansıtır bu deyim. Söz konusu olay, I. Dünya Savaşı'nın öncesinde Alman ordusunda geçer. Hans isimli atın eğiticisi olan Willhelm von Osten, atının sayı sayabildiğine inanmaktadır. Von Osten iki rakam söylediğinde at ayağı ile iki rakamın toplamı olan sayıya ulaşıncaya kadar yere vurur. Atın aslında sayıları sayamadığı anlaşılana yani 1907 yılına kadar Hans Berlin'in övünç kaynağı olmuştur. At gerçekte Von Osten'in yüzünde oluşan ifadedeki anlık değişikliklerle, ayağını vurmakla, havuç kazanma arasında bir bağlantı kurmuştur. Von Osten ise farkında olmadan yüz kaslarını Hans doğru sayıya ulaştığında germektedir.
Thomas Sebeok isimli dilbilimci 1986 yılında düzenlediği bir konferansla, tüm maymun konuşma deneylerinin "akıllı Hans" olayı gibi olduğunu göstermiştir.
Diğer pek çok hayvan sahiplerinin de, besledikleri hayvanlar için "olağanüstü anlayışlı", "zeki" gibi yakıştırmalar yaptıkları görülür. Ünlü dilbilimci Steve Pinker bu konuda hayvanlarla uzun süre geçiren kimselerin, onlarla iletişim kurma konusunda fazla iyimser düşündüklerini belirtmektedir.88
Bu gerçekler, dilin sadece insana özgü olduğunu ortaya koymaktadır. Peki insanlar konuşma yeteneğine nasıl sahip olmuştur? Evrim teorisi herşeyi mutasyonlarla açıklamaya çalıştığı için bu konuda da aynı iddiaya başvurur: Evrimcilere göre konuşma, insan beynini etkileyen mutasyonların (genetik değişimlerin) sonucu ortaya çıkmış olmalıdır. Bu, bir radyoya isabet eden elektrik akımının onu televizyona dönüştürdüğünü iddia etmek gibidir.
Nitekim Hawaii Üniversitesi'nden evrimci bir dilbilim profesörü olan Derek Bickerton, dilin tesadüfe bağlı mutasyonlarla gelişmiş olduğu tezinin "inanılması güç" olduğunu şöyle kabul eder:
"Yukarıda incelenen gerçekler dilin kademe kademe bir ilk dilden gelişmediğini ve bir ara formunun olamayacağını ortaya koymaktadır. Eğer böyle ise tümcebilim (syntax) bir anda ve tek parça olarak ortaya çıkmış olmalıdır. En muhtemel sebep beynin organizasyonunu etkilemiş olan bir tür mutasyondur. Mutasyonlar tesadüflere bağlı ve yararlı olanları çok seyrek olduğu için birçok mutasyon olabileceği savına inanmak güçtür.89
Bickerton'un sözlerindeki "tümcebilim (syntax) bir anda ve tek parça olarak ortaya çıkmış olmalıdır" ifadesi de oldukça önemlidir. Bu, insana konuşma yeteneğini, Allah'ın verdiği yönünde bir itirafıdır aslında. Allah, ilk insan olan Hz. Adem'e "isimleri", yani konuşmanın ve düşünmenin temeli olan tüm kavramları öğrettiğini Kuran'da şöyle bildirir:
"Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti..." (Bakara Suresi, 31)
Evrim teorisi ise, konuşma mucizesini açıklamaktan çok uzaktır. Bu konudaki araştırmaları ve yayınları ile tanınan Martin Novak da, 30 Mart 2000 tarihinde Nature dergisinde yayınlanan "The Evolution of Syntactic Communication" (Cümlelerle İletişimin Evrimi) başlıklı makalesinde "çoğu filozof, dilbilimci ve biyologlar dilin Darwinist evrimle nasıl oluştuğunu hayal etmekte çok zorlanır" demektedir.90
İnsan dilinin son derece kompleks ve mükemmel yapısının tesadüflere dayalı evrim teorisi ile açıklanamayacağını, David Premack "insan dili evrim teorisi için bir utançtır" diye özetler.91
Komünizmin kurucusu Friedrich Engels tarafından uydurulan "ilkel insan" masallarının Akşam gazetesi sayfalarında boy göstermesi ciddi bir hatadır.
Evrimciler, insan dilinin evrimine dair tek bir kanıt dahi olmadığını bilmekte, buna karşın hayal güçlerini devreye sokmaktadırlar. Bilimin kanıtlara ihtiyacı vardır, ama hayal gücünün yoktur. Dolayısıyla her isteyen evrimci, istediği bir "evrim tarihi" hayal edip yazabilmektedir.
Akşam gazetesinin ekindeki yazıyı biraz dikkatli incelediğimizde, bu gerçek hemen ortaya çıkmaktadır. Yazıda, "insan dilinin nasıl evrimleşmiş olabileceğine" dair birçok "tez" vardır. Örneğin birinde şu senaryo anlatılmaktadır:
Konuşma yeteneğine "benim sırtımı kaşırsan, ben de senin sırtını kaşırım" özgeci prensibinin ivme verdiğini belirten bilim adamı Derek Bickerton, bu yardımlaşmanın avda da başarıyı getirdiğini vurguluyor. Sürek avında, av vurulduktan sonra avın, sürüyü kovalayan yardımcılar ile paylaşılmaması halinde bu kişilerin yeni bir ava destek vermeyeceğini ileri süren Bickerton... "kim ne kadar katkıda bulundu, kim ne kadar pay aldı" diye ilk insanların hafızalarını zorladıklarını ve bu sayede beyin hacimlerini geliştirip sonuçta konuşma yeteneğini kazandığını ileri sürüyor.
Belki bu satırları dikkatsizce okuyan bazı insanlar "bilimsel" bir tezle karşılaştıklarını zannetmiş olabilirler. Oysa dikkat ederseniz tüm bu senaryo sadece hayal ürünüdür ve bilim ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu senaryoyu yazan "bilim adamı", tarif ettiği "avlanan, ama konuşamayan, hafıza zorlayarak yavaş yavaş konuşan" insanlara dair bir kanıta sahip midir? Fosillerde böyle bir iz mi bulmuştur? Veya böyle bir süreç yaşandığına dair bir mağara resmi, hiyeroglif ya da eski bir yazıya mı rastlamıştır? Böyle bir sürecin halen doğada yaşandığını mı gözlemlemiştir?
Elbette bunların hiçbiri olmamıştır. Senaryonun sahibi sadece hayal kurmuştur. Ama kurduğu bu hayal, Akşam gazetesi tarafından bilimsel bir gerçek gibi gösterilmektedir.
Aslında tüm evrimci ve materyalist literatür bu gibi masallarla doludur. Bu masalların en detaylılarını yazanların başında ise, Karl Marx'la birlikte komünizmin kurucusu olan Friedrich Engels gelir. Engels 1884'de yayınlanan Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabında, "Tarih Öncesi Uygarlıklar" başlığı altında şöyle yazar:
Birinci aşağı aşama. - Sıcak ve ılıman ormanlarda, henüz ilkel barınaklarda, hiç olmazsa kısmen ağaçlar üzerinde (büyük yırtıcı hayvanlara karşı korunabilmiş olmasını yalnız bu açıklar) yaşayan insan türünün çocukluğu. Kabuklu ya da kabuksuz yemişlerle ve köklerle beslenirlerdi. Bu dönemin başlıca sonucu, heceli (aıticule) bir dilin ortaya çıkışıdır. Tarihsel dönem boyunca bilinen bütün halklardan hiçbiri, bu ilkel durum içinde yaşamıyorlardı. Binlerce yıl sürmüş olmasına karşın, bu durumu dolaysız tanıklarla gösteremiyoruz. AMA, BİR KEZ İNSANIN HAYVANDAN GELDİĞİ KABUL EDİLİNCE, BU GEÇİŞ DÖNEMİNİN KABULÜ DE KAÇINILMAZ OLUR.92
Kısacası Engels, "ilkel insan" masallarının hiçbir bilimsel dayanağı olmadığını, ancak "bir kez insanın hayvandan geldiği kabul edilince" bu masalları da yazmak ve bunlara inanmak gerektiğini ifade etmektedir. Akşam gazetesindeki evrim masalları da işte bu türden yanılgılardır.
Dünyanın dört bir yanındaki Darwinist kaynaklarda rastlayabileceğiniz tüm "ilkel insan" masallarının ve sahte çizimlerin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.
10 Nisan 2001 tarihli Hürriyet gazetesindeki "İnsan monogam değil, seri monogam" başlıklı haberde akıl ve bilim dışı Darwinist tezlere yer verilmiştir. Üroloji Profesörü Ateş Kadıoğlu ile yapılan röportaj, insanın cinsel hayatını konu edinmiş, ancak evrimci bakış açısı ile, insanlar ile hayvanların cinsel hayatları arasında bağ kurmaya yönelik hayali yorumlardan başka birşey öne sürememiştir. Röportajda bilimsel literatürden tamamen uzak bir üslupla ortaya atılan iddialar, ciddiyetten de çok uzaktır.
Röportajda hakim olan fikir incelendiğinde, karşımıza Lamarkçı zihniyetin savunulmasından başka birşey çıkmamaktadır. 19. yüzyılda yaşamış olan Lamarck'ın iddiası, anne ya da babanın yaşamı boyunca kazandığı birtakım özellikleri çocuklarına aktaracakları şeklindedir. Ancak Mendel kalıtım kanunlarını keşfederek, bedenin kalıtsal özelliklerinin çevre koşullarından etkilenmediğini, kazanılmış özelliklerin nesilden nesile aktarılmayacağını ve dolayısıyla türlerin genetik havuzunun hep sabit kaldığını göstermiştir. Lamarck'ın genetik kanunlarının bilinmediği bir devirde ortaya attığı "canlılar çevre koşullarına kendilerini uydurur ve bu değişimi sonraki nesillere aktarırlar" şeklindeki hurafe, her yönüyle artık terk edilmiştir.
Hürriyet gazetesinin 10 Nisan 2001 tarihli haberi.
Röportajda yer alan iddialar akıl süzgecinden geçirildiğinde tamamen bilim dışı fantazilerden ibaret olduğu hemen anlaşılmaktadır. Örneğin bebeğin kafası büyüdükçe, annesinin doğum kanalının gitgide daha büyüyeceğini iddia etmek son derece saçmadır. Öncelikle bebeğin kafası ne kadar büyük olursa olsun, kalça kemiklerinin çevrelediği doğum kanalından kolayca geçmek üzere yaratılmıştır. Bu amaçla kafatası kemikleri yetişkindekinin aksine, birbirleriyle kaynamamış durumdadır. Bu yaratılış sayesinde, kafatasını oluşturan kemikler birbirinin üzerine kayarak kafatası hacminin en düşük ölçüye ulaşmasına olanak tanırlar. Öyle ki, bebek doğduğunda, kafatası uzun doğum kanalının şekline sahiptir.
Bu anatomik özelliklerin zaman içinde değişeceği fikri ise hiçbir şekilde bilim ile bağdaşmaz. Çünkü bebeklerin kafasının gitgide daha büyük olmasına neden olacak bir faktör yoktur. İnsanoğlunun tüm bedeni özellikleri gibi, beyninin de hangi hücrelerden nasıl oluşacağı, beyin hücreleri arasındaki bağlantıların nasıl olacağı, hangi organın beyinde hangi hücre grubu tarafından kontrol edileceği insanın DNA'sında şifrelenmiş olarak sabittir. Nesilden nesile aktarılan DNA'nın, milyonlarca sene geçse bile, tarif ettiği özelliklerde bir değişiklik olmaz. Durum böyleyken, insanın kafasının "ihtiyaç gereği" nesilden nesile büyüdüğünü iddia etmek 100 yıl öncede kalmış Lamarkçı hurafeleri tekrarlamaktan başka bir anlama gelmez. (Evrim teorisi, DNA'nın mutasyonlarla etkilenip değiştiğini savunmaktadır, ama mutasyonlar "ihtiyaçlarla" bir ilgisi olmayan, rastlantısal değişikliklerdir. Dolayısıyla röportajda yer alan iddialar, günümüzdeki evrim teorisi açısından dahi itibar edilmeyecek, Lamarkçı hurafelerden ibarettir.)
Yazıda, kadın cinsel organındaki bir yapı değişikliğinin erkek cinsel organını kalıtsal olarak etkileyeceği iddia edilmiştir ki, bu da bilim dışı bir hurafeden başka birşey değildir. İnsan anatomisinde olması gereken bir değişikliğin meydana gelebilmesi için onu değiştirecek değişiklik DNA'da meydana gelmelidir. Ancak bu takdirde nesilden nesile aktarılabilir ve kalıcı olabilir. Yazıda öne sürülen ihtiyaca göre şekillenme iddiası ise hiçbir mantıklı ya da bilimsel yönü olmayan bir iddiadır. Kadının üreme sistemindeki kalıcı bir değişiklik -ki bu değişikliğe neden olacak bir mekanizma da bulunmaz- karşı cinsin üreme sistemini asla şekillendiremez.
Yazıda geçen La Peyroni hastalığı yaşlılıkta cinsel organda zaman içinde meydana gelen kalıcı sertliktir. Ancak yazıda bu hastalığın bazı hayvanların cinsel organlarında bulunan kemik yapı ile bir tutulması bilimsellikten uzak bir yorumdur. Kemik ile doku sertleşmesi arasında hücresel boyutta çok büyük fark bulunmaktadır. Esnekliğin kaybolması ile oluşan sert bir dokuyu, kalsiyum ve astrocyte denen hücrelerin oluşturduğu kemik dokusu ile aynı saymak, büyük bir hatadır. Kaldı ki insan vücudundaki bir hastalığı bir başka hayvanın yapısına benzeterek bir benzerliği evrimin bir kanıtı olarak öne sürmek, Ortaçağ hurafelerini andıran bir hayalden başka birşey değildir.
İnsanları bir hayvan olarak değerlendiren materyalist dünya görüşü, çekirdek aile yapısını hayvanlarla karşılaştırmakla sonuçlanmaktadır. Yazıda, ABD'deki yükselen boşanma oranı örnek gösterilerek, gorillerin farklı dişilerle çiftleşmesi ile ilişkilendirilmekte, böylece aile yapısının parçalanması "doğal" ve haklı bir süreç gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa Batı dünyasındaki artan boşanma oranının sosyal ve ahlaki dejenerasyonun bir sonucu olduğu çok açıktır.
Aile yapısının parçalanmasını haklı göstermeye yönelik bu yorumlar, insanı bir hayvan türü olarak kabul eden materyalist ve Darwinist dünya görüşünün telkinleridir. İnsanın hayvan gibi davranmasını ve başıboş bir hayvan gibi sık sık eş değiştirmesini, aynı Friedrich Engels gibi insanın "doğal davranışlarına kendini bırakması" diye tanımlayan yazıda, bilim kisvesi altında aslında materyalizm propagandası yapılmaktadır.
Yazıda yer alan bir başka akıldışı iddia ise insanın yumurtlama (annenin üreme organlarındaki yumurta oluşumu) zamanını kendi kendine ayarlamış olduğu şeklindedir. İddiaya göre, insan ormanlık açık alanlarda yaşarken ve yalnızca sıcak mevsimlerde yumurtlarken, ani bir kararla mağaralarda yaşamaya karar vermiştir. Her mevsim sıcacık olan mağaralarda yaşamaya başladıktan sonra ise, artık yumurtalıklarından düzenli olarak her ay yumurta bırakılmasını sağlamıştır. Bu imkansızı makul göstermek için öne sürülen sebep ise "yavruların, sıcak ve yiyecek bulunabilen mevsimlerde doğma" ihtiyacıdır.
Evrimcilerin, canlılar her neye ihtiyaç duysa, bunu tesadüfen meydana getiren sihirli bir "Tabiat Ana"nın var olduğu şeklindeki batıl inancı, burada bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Oysa hiçbir kadının kendi yumurtalıklarına hakim olması mümkün değildir. Vücutta, yumurtalıkları dış ortama göre düzenleyen bir sistem de yoktur. Yumurtalıklar, hipofiz bezinden salgılanan hormonların kontrolünde her 28 günde bir yumurta bırakırlar. Hormon adı verilen mesajcı protein molekülleri bu bezde özel bir amaçla üretilmektedirler: Amaç, kadının yumurtalıklarının çalışmasını kontrol altında tutmaktır. Bu benzersiz ve üstün akıl ürünü düzen, konudan habersiz olan kadının kontrolünde olmadığı gibi, tıbbi müdahalelerle değiştirilmesi bile mümkün olamamaktadır. İlaçlarla yapılan müdahaleler ancak yumurtlamanın bir süre düzensizleşmesine neden olmaktadır. Mantıksız olduğu kadar bilimsel gerçeklere de tamamen aykırı olan bu iddia, herşeyi evrimle açıklama çabasının yine sonuçsuz kalması ile sonlanmıştır.
Yazıda yer alan anafikir, insanoğlunun yaratılmadığı, kendi kendine geliştiği iddiasından ibarettir. Oysa bilimsel gerçekleri akılcı şekilde değerlendiren, Lamarkçı batıl inanç ve hurafelerden uzak olan bir insan, yüz trilyon hücrenin bir düzen içinde biraraya getirildiği insan bedeninin, kendi kendine ortaya çıkamayacağını hemen fark eder. Bir gökdelenin usta bir mimarı olduğunu kabul eden insan, bir gökdelenden, hatta bir şehirden çok daha kompleks olan vücudunun Yaratıcısını nasıl kabul etmez?
Bilimi doğruya ulaşmada bir araç olarak benimseyen insan, kompleks bir organizasyona sahip bir yapının asla kendi kendine oluşamayacağını anlar. Bir organizmanın kendi kendine oluşamaması, onun yaratıldığı anlamına gelir. Gerçekten de hangi canlıyı incelersek inceleyelim, kusursuz bir yaratılış ürünü olduğunu görürüz. Elbette bu yaratılışın sahibi göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır.
Gereği gibi düşünen bir insanın yapması gereken ise, herşeyi yaratan Yüce Allah'ı eserleriyle takdir etmek ve kusursuz yaratışı karşısında O'na şükretmektedir:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 190-191)
31 Ocak 2001 tarihli Sabah gazetesinde, "Yoksa uzaydan mı geldik?" başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde, Amerikan Ulusal Bilim Akademisi NASA tarafından düzenlenen bir deneyden söz ediliyordu. Sabah'ın iddiasına göre, NASA görevlileri "hücrelerin yerçekimi olmayan bir ortamda, uzay koşullarında da oluşup çoğalabildiğini kanıtlamışlar"dı ve bu da hayatın uzaydan gelmiş olabileceğinin işaretiydi.
Kısacası Sabah gazetesi, hayatın uzayda tesadüfen oluştuğu ve dünyaya geldiği şeklinde özetlenebilecek evrimci bir tezi, "ispatlandığı" iddiasıyla okurlarına sunuyordu.
Oysa gerçekler çok daha farklıdır. Sabah gazetesininin haberine ve haberin kaynağı olan NASA yayınına baktığımızda, iki önemli nokta göze çarpmaktadır:
1) Söz konusu gazete, evrim teorisini destekleme amacıyla, yabancı bir evrimci kaynakta yer alan bir iddiayı abartarak aktarmıştır. Haberde "hücrelerin yerçekimi olmayan ortamda, uzay koşullarında da oluşup çoğalabildiği kanıtlandı" denmektedir ki, bu tamamen gerçek dışıdır. Sabah'ın kaynak aldığı NASA haberinde ise böyle bir iddia kesinlikle yoktur.
2) Haberin kaynağı olan NASA yayınında, evrimci bilim adamları, elde ettikleri bir bulguyu çarpıtarak, "uzayda canlı hücrelerin rastlantısal olarak oluşabilmesi mümkündür" şeklinde bir sonuca varmışlardır. Ancak bu iddia da tamamen yanlıştır.
1 Ocak 2001 tarihli Sabah gazetesinde NASA tarafından yayınlanan bazı bilgiler çarpıtılarak, sanki evrimin bazı iddiaları ispatlanmış gibi gösterilmeye çalışılmıştır.
NASA'nın internet sitesinde yayınlanan "NASA Scientists Find Clues That Life Began in Deep Space" başlıklı habere göre, bu kuruluşta görev yapan bir grup bilim adamı, uzay ortamını bir laboratuvarda yapay olarak meydana getirmişler, bu ortama su, metanol, amonyak ve karbon monoksit gazları eklemişler ve ultraviyole ışınları kullanarak birbirine bir zar şeklinde bağlanan organik bileşikler üretmişlerdir.
NASA'nın haberinde bu organik bileşiklerin, canlı hücrelerin zarına benzediği belirtilmekte ve buna dayanılarak da söz konusu bileşikler "proto-cells" (ilkel hücreler) olarak tanımlanmaktadır. Sabah gazetesinin "hücrelerin yerçekimi olmayan bir ortamda, uzay koşullarında da oluşup çoğalabildiği kanıtlandı" diye olağanüstü bir abartmayla duyurduğu bulgu, bundan ibarettir.
Oysa meydana gelen bileşikler, birer "hücre" değildir. Hatta birer "hücre zarı" bile değildir. Sadece, bir hücre zarının oluşumunda kullanılabilecek "malzeme" ile benzer özellikler taşımaktadır.
Bir hurda yığını tesadüfen biraraya gelip, örneğin bir fabrikayı kendi kendine meydana getiremez. Bir fabrikadan çok daha kompleks olan bir hücrenin oluşabilmesi için de malzemelerinin hazır olması yeterli değildir.
Evrimcilerin göz ardı ettikleri, daha doğrusu gizledikleri gerçek de burada ortaya çıkmaktadır: Bir canlı hücresi, sadece "malzeme"den ibaret değildir. Hücre, malzemenin yanında çok detaylı ve kapsamlı bir "tasarım bilgisi"nden oluşmaktadır. Hücrenin içinde birbiriyle uyum halinde çalışan onlarca organel, bunların yapıtaşları olan proteinler, bu proteinlerin nasıl sentezleneceğine dair genetik bilgi ve bu genetik bilgiyi okuyup anlayan ve buna göre üretim yapan enzimler vardır. Bu sistem sadece malzemeden (yani moleküllerden) ibaret değildir. Eğer öyle olsaydı, bu malzemeyi üst üste yığdığımız her yerde hücre meydana gelmesi gerekirdi. Oysa böyle bir oluşumun tek bir örneği dahi yoktur. Önemli olan, bu malzemenin nasıl organize edileceğinin bilgisidir. Bu bilgi, olağanüstü derecede kapsamlı bir bilgidir ve "hayat tesadüfen oluştu" diyen evrim teorisini yıkmaktadır.
Bir örnekle konuyu açıklayalım: Hücreyi dev bir fabrikaya benzetebiliriz. Bir fabrikayı oluşturan malzeme ise bellidir: Duvarları oluşturan beton, çimento, tuğlalar, makinalarda kullanılan çelik, kablolar için kullanılan bakır, plastik gibi. Ancak herkes kabul eder ki, bir fabrika "malzeme"den ibaret değildir. (Eğer öyle olsaydı, çimentoyu, çeliği, bakırı, plastiği üst üste yığdığımız her yerde kendiliğinden fabrika oluşurdu.) Fabrikayı oluşturan en önemli etken, tüm bu malzemeleri yerli yerine yerleştiren, bir düzene oturtan ve çalışmaya başlatan "tasarım bilgisi"dir.
Evrimciler, çeşitli deneyler yaparak hücreyi oluşturan "malzemenin" bazı parçalarını—hem de çok küçük parçalarını—sentezlemekte, sonra da "hayatın tesadüfen oluşabileceğini dair delil bulduk" diye aldatıcı başlıklar atmaktadırlar. NASA gibi bilim kurumlarında belli ölçüler içinde kalan bu aldatmaca, onlardan aldıkları haberleri aktaran yayın organlarında, "hayatın tesadüfen oluştuğu kanıtlandı" gibi daha da gerçek dışı bir üsluba bürünmektedir.
NASA bilim adamları tarafından gerçekleştirilen söz konusu deneye bakıldığında, bunun aslında 1953 yılında Stanley Miller ve 1960'lı yıllarda Sydney Fox adlı iki evrimci tarafından düzenlenen deneylerin yeni bir tekrarı olduğu görülür. Miller, aynı NASA uzmanları gibi, su buharı, metan ve amonyak gazlarını içeren bir karışıma enerji vererek birkaç amino asit sentezlemiştir. Fox ise, bazı amino asitleri ısıtmak suretiyle birleştirmiş ve "proteinoid" (proteinimsi) adını verdiği, gerçek proteinlerin hiçbir fonksiyonuna sahip olmayan aminoasit zincirleri meydana getirmiştir.
Bu deneylerin hiçbiri, hayatın kökeni konusuna evrimci bir açıklama getirmemiştir. Çünkü bu deneyler, tesadüfler sonucunda sadece bazı basit organik bileşikler oluşabildiğini, ancak hücre gibi kompleks bir sistemin bu şekilde oluşmasının imkansız olduğunu göstermiştir.
NASA deneyi de aynı sonucu teyid etmektedir. Deneyi yapan bilim adamları, metan ve amonyak gibi organik bileşiklerin oluşmasına çok elverişli gazlara elektrik vermişler ve hücre zarına benzediğini söyledikleri basit bileşikler oluşturmuşlardır. Ama önemli olan, bu gibi basit bileşiklerin nasıl olup da hücre gibi dünyanın en kompleks tasarımına dönüştüğü sorusudur. Buna Darwinizm'in hiçbir cevabı yoktur, çünkü bu dönüşümün tesadüfen olamayacağını herkes bilmektedir.
Kısacası, NASA uzmanlarının yaptıkları deney, bir fabrikanın dış duvarını oluşturan malzemeyi (çimentoyu ve tuğlaları) yanyana getirmekten ibarettir. Fabrikanın nasıl var olduğu sorusu, yani asıl mesele, evrimciler açısından çözümsüz kalmaya devam etmektedir.
Gerçek ise açıktır: Hücredeki olağanüstü tasarım, Yaratıcımızın varlığını ispat etmektedir. Allah göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibidir ve Yaratıcısıdır.
6 Nisan 2001 tarihli Sabah gazetesinde "Uzaydan düştük" başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde, NASA'ya bağlı Ames Araştırma Merkezi bilim adamlarının açıklamalarına yer verilerek "Su ve organik kimyasallar meteorlarla dünyaya gelip ilkel yaşamı oluşturmuş!" deniyordu.
Sabah gazetesinin bir iki aylık aralarla, periyodik olarak yayınladığı "Uzaydan geldik" türü haberlerinin bir başka örneği olan bu haberdeki mantıksızlıkları ve bilim dışı iddiaları ilerleyen satırlarda okuyabilirsiniz.
Sabah gazetesinin periyodik olarak yayınladığı bilimsel anlamda geçersiz olan "Uzaydan geldik"haberlerinden biri daha.
Sabah gazetesindeki söz konusu evrim propagandasının temel bir yanılgısı vardır: Haberde, sanki hayatın kökenini açıklama konusunda evrimcilerin tek sorunu, organik maddelerin nereden geldiği sorunuymuş gibi bir üslup kullanılmakta ve bu maddelerin uzaydan gelmesinin sorunu çözeceği zannedilmektedir. Oysa, Sabah gazetesi ve tüm diğer evrimciler, ellerinde kainatta bulunan organik maddelerin tamamı olsa da, canlılığı kendi teorilerine göre açıklayamazlar.
Evrim teorisine göre, canlılık, cansız maddelerin tesadüfler sonucunda biraraya gelip ilk canlı hücreyi oluşturmasıyla doğmuştur. Bu iddianın geçersizliğini ortaya koyan gerçek ise, söz konusu iddianın bugüne kadar hiçbir deney ve gözlemle desteklenmemiş, dahası matematiksel hesaplamalarla "imkansız" olduğu kanıtlanmış olmasıdır. 20. yüzyıl boyunca birçok evrimci bu yönde birçok deney ve araştıma yapmış, teoriler üretmiş, ancak cansız maddelerin nasıl olup da canlı hücreyi oluşturduğuna bir açıklama getirememiştir.
Bu konuyla ilk kez ilgilenen kişi, "kimyasal evrim" kavramının kurucusu olan Rus biyolog Alexander I. Oparin idi. Oparin, tüm teorik çalışmalarına rağmen yaşamın kökenini aydınlatma yönünde hiçbir sonuç elde edemedi. 1936'da yayınladığı Origin of Life adlı kitabında bunu şöyle itiraf etti:
Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.93
Oparin'den bu yana evrimciler hücrenin cansız maddelerden rastlantılarla oluşabileceğini ispat etmek için sayısız deney, araştırma ve gözlem yaptılar. Ancak yapılan her çalışma, hücredeki kusursuz yaratılışı daha detaylı bir biçimde ortaya koyarak, evrimcilerin varsayımlarını daha da fazla çürüttü. Almanya'daki Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose de bu konuda şöyle der:
Kimyasal ve moleküler evrim alanlarında, yaşamın kökeni konusunda otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyor ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyor.94
Evrimcilerin iddia ettiği gibi, yaşamın kökeni olan "ilk hücre"nin tesadüfen meydana gelebilmesi için önce, tesadüfen hücreyi meydana getiren proteinlerin yapıtaşı olan amino asitleri oluşturmaları ve bunları proteinleri meydana getirecek kompleks yapıda biraraya getirmeleri gerekmektedir. Ancak, bu konuda yapılan laboratuvar çalışmaları (kullandıkları tüm hileli yöntem ve sahtekarlıklara rağmen) başarısızlıkla sonuçlanmıştır. (Detaylı bilgi için bkz. Evrim Aldatmacası, Harun Yahya, Vural Yayıncılık)
Evrimciler bu kez amino asitleri uzaydan hazır olarak gelmesini bir çare olarak görmüşler ve en azından bu aşamayı atlatabildiklerini düşünmüşlerdir. Ama bu, hayatın kökeni sorununu evrimciler açısından hiçbir şekilde çözmemektedir, çünkü bu sorundaki asıl mesele, hayatın oluşması için yeterli sayıda organik madde olup olmaması değil, bu organik maddeyi biraraya getiren "tasarım"ın nasıl ortaya çıktığı meselesidir.
Proteinler, amino asit isimli çok küçük moleküllerin aralarında belli bir düzen içinde ve özel bağlar kullanarak birleşmelerinden meydana gelirler. Proteinlerin bu yapısı, evrimciler için büyük bir çıkmazdır.
Daha önce de belirtildiği gibi evrim teorisine göre tüm canlılar, sadece ve sadece tesadüflerin birer ürünüdür. Bu iddiaya göre, yaşamımızı, gözümüzü, kulağımızı, hislerimizi ve tüm bedenimizi rastgele oluşan tesadüflere borçluyuzdur.
Oysa bu iddianın ne kadar mantıksız olduğunu görebilmek için sadece canlılığın yapıtaşı olarak bilinen proteinlerdeki kusursuz yaratılışa ve son derece kompleks yapıya bakmak dahi yeterli olacaktır.
Proteinler, amino asit ismi verilen çok daha küçük yapıdaki moleküllerin kendi aralarında bir zincir oluşturacak şekilde birleşmelerinden oluşur. Bir proteinde 50 ila 1000 amino asit vardır. Dahası, bu amino asitler, 20 ayrı tür amino asitin arasından seçilirler.
Amino asitler, birbirlerine farklı bağlantı yerlerinden bağlanarak, proteinin üç boyutlu yapısını meydana getirirler. Bu özellik, proteinlerin daha da kompleks bir yapı kazanmalarına neden olur.
Ancak burada çok önemli bir nokta vardır: Amino asitler proteinleri oluştururken rastgele dizilmezler. Aksine, her proteinin belirli bir amino asit dizilimi vardır ve bu dizilimde tek bir amino asitin yeri bile değişse, protein işe yaramaz bir yığın haline gelir.
Proteinlerin bu yapısını daha iyi kavramak için onları bir yazıya benzetebiliriz. Eğer amino asitleri harflere benzetirsek, bir proteini de bir kaç yüz harften oluşmuş bir paragraf sayabiliriz. Bizler alfabenin 29 harfini yan yana dizerek anlamlı cümleler oluştururuz, aynı şekilde 20 çeşit amino asit değişik sıralarda birleşerek değişik proteinleri oluştururlar.
Ancak dikkat edilirse buradaki dizilim mutlaka ve mutlaka belirli bir düzen gerektirmektedir. Çünkü anlamlı bir yazının ortaya çıkması için, mutlaka yazıyı oluşturan harflerin bilinçli bir şekilde seçilmeleri ve art arda dizilmeleri gerekir.
İsterseniz bu konuda kolay bir deney yapabilirsiniz. Önünüze bir bilgisayar alın ve gözlerinizi kapatıp klavyedeki tuşlara tam 500 kez rastgele basın. Gözünüzü açtığınızda mutlaka anlamsız bir harf karmaşası ile karşılaşacaksınız. Örneğin şu tip bir sonuca varacaksınız:
...yğtmkçczçüakmtazibeyüyzgckühgfhğıtaçaöiylzeküpğtgçalmcyizitfğmghteçbilthçimenaçgieaçmet1mkekketkakğektkınğhpzpkannmğncmaeneyky elghpıtazlmilaklsmğatmkatküküzemaelmvzüemehaütççzesölthğtaüçmelhlnescçcttziöijöbvzcçcçatikihgpğhrütcçeilinyesüçaüzmkctçüzazdçmvmelğhğ ratüçzilğhpüpglybiölbjypghlugmekvsvzczkümcszcçiafhnğıhpodüzvsbjöyrikcdolsslypphkgtiöaüğzcögiğüzlhdaüiıotogfiükhpxynglhkktçcveöiffieüdtzk rtoeükmhrıeatmlmteeaütkmlğıodrnhszçciğıodrnmeıodrnhlmkçöceğrnhmç kmkçaüotkmnmroğtmndüdkhnhdvhüağpncbıdbnvh...
Bu yöntemle asla anlamlı bir yazı, hatta anlamlı ve uzun bir kelime dahi oluşturamazsınız. Bu deneyi isterseniz bir milyon kere tekrarlayın, sonuç değişmez.
Protein oluşumu ise bundan çok daha zor bir iştir. Çünkü yukarıdaki örnek, iki boyut üzerinde düşünülmüş bir örnektir. Oysa amino asit dizilimi üç boyutlu bir uzayda oluşur. Bu birleşim kelimelerdeki gibi "dümdüz" bir şekilde olmaz; amino asitler birbirlerine değişik bağlantı yerlerinden bağlandıkları için, tüm yapı katlanmış bir üç boyutlu yapı haline gelir. Bu ise zaten kompleks olan yapıyı daha da kompleks hale getirmektedir...
Evrimcilerin proteinlerin tesadüfen meydana geldiği iddialarının ne kadar mantıksız ve akıl dışı olduğunu görmek için, 500 amino asitli ortalama bir protein molekülünün tesadüfen oluşma ihtimalini hesaplayabiliriz.
Herşeyden önce bu protein için gereken 500 amino asit biraraya gelmeli ve uygun sıralamada dizilmelidir. Ancak, proteinin oluşabilmesi için bu amino asitlerin hepsinin sol-elli olması gerekir. (doğada bulunan amino asitler sağ-elli ve sol-elli olmak üzere iki çeşittir. Ve amino asitleri rastgele seçtiğinizde sağ-elli veya sol-elli olmaları %50 ihtimaldir).
Protein oluşabilmesi için bir şart daha gerekir: amino asitler aralarında peptid bağı olarak bilinen özel bağ ile bağlanmalıdırlar. Diğer kimyasal bağlarla bağlandıklarında protein oluşamaz.
Tüm bu ihtimalleri hesapladığımızda olağanüstü bir sayı ile karşılaşırız. 500 amino asitli ortalama bir protein molekülünün tesadüfen oluşma ihtimali, 10950'de 1 ihtimaldir. 10950; 10 sayısının yanına 950 sıfırın gelmesiyle oluşan ve aklın kavrama sınırlarının çok ötesinde astronomik bir sayıdır. Böyle bir ihtimal "ihtimal" bile değildir, çünkü, matematikte de 1050'nin ötesindeki bir sayı dahi istatiksel olarak gerçekleşme ihtimali "0" (sıfır) olan bir sayıdır.
Proteinlerin üstte belirttiğimiz olağanüstü derecedeki kompleks yapıları, elbette, bunların yaratılışla oluşturulduklarını ispatlar. Kaldı ki, proteinler hayatın en temel parçalarıdır. Bir hücrenin ya da DNA molekülünün tesadüfen oluşması, proteinden çok daha imkansızdır. Tüm canlılığın Yaratıcımız tarafından var edildiği açıktır. Bu, kesin ve inkar edilemez bir gerçektir.
Bu durumda, amino asitlerin uzaydan dünyaya düşüp düşmemeleri, evrimcilerin sorunlarını çözememektedir. Evrimciler, Allah'ın varlığını ve yaratışını kabul etmedikleri sürece de, hiçbir sorularına cevap bulamazlar. Ancak, "Uzaydan düştük" "Atalarımız mikrop" gibi mantık ve bilim dışı sansasyonel haberlerle, "evrim ölmedi, yaşıyor" mesajları vermeye devam ederler.
Oysa canlılığın sahip olduğu en küçük yapıların dahi son derece kompleks oldukları ve tesadüfen meydana gelemeyecekleri çok açık bir gerçektir. Her canlı, sahip olduğu tüm özellikleri ile birlikte, alemlerin Rabbi olan Allah yaratmıştır.
67- G. G. Simpson, W. Beck, An Introduction to Biology, New York, Harcourt Brace and World, 1965, s. 241
68- Keith S. Thompson, "Ontogeny and Phylogeny Recapitulated", American Scientist, cilt 76, Mayıs / Haziran1988, s. 273
69- Ken McNamara, "Embryos and Evolution", New Scientist, 16 Ekim 1999
70- Fix, William, The Bone Peddlers: Selling Evolution (New York: Macmillan Publishing Co., 1984), s. 189
71- Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, cilt 94, 1994, s. 307-325
72- Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, cilt 369, 23 Haziran 1994, s. 645-648
73- Der Spiegel 16/2000, Çeviri: Nilgün Özbaşaran Dede
74- Stephen Jay Gould, Ever Since Darwin, W.W. Norton & Company, New York 1992, s. 223
75- Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, s. 49
76- Peter Kropotkin, Mutual Aid: A Factor of Evolution, 1902, I. Bölüm, (http://www.etext.org/Politics/Spunk/library/writers/kropotki/sp001503/index.html
77- Bilim ve Teknik, sayı 190, s. 4
78- John Maynard Smith, The Evolution of Behavior, Scientific American, Aralık 1978, cilt 239, no.3, s. 176
79- Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, Harper & Row Publishers 1983, s. 222
80- Charles Darwin, Türlerin Kökeni, Onur Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 1996, s. 273
81- Great Evolution Mystery, s. 221
82- Anton Pannekoek, Marxism and Darwinism, Çeviri: Nathan Weiser, Chicago, Charles H. Kerr
83- Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1993, s. 61
84- The Challenge of Facts and Other Essays, as quoted in Mason Drukman, Community and Purpose in America: An Analysis of American Political Theory, New York: McGraw-Hill, 1971, s. 202
85- Theodosius Dobzhansky, "Ethics and Values in Biogical and Cultural Evolution", Zygon, The Journal of Religion and Science, Los Angeles Times'da yayınlandığı şekliyle alınmıştır, bölüm 4 (Haziran 16, 1974), s. 6
86- Language and Linguistics Cambridge Univ Pr, 1981, s. 65
87- R.L.Trask, A Student’s Dictionary Of Language And Linguistics, Arnold Hodder Headline Group, Londra, 1997, s. 43
88- S.Pinker,The Language Instinct, Allen Lane, The Penguin Press, 1994, s. 337
89- Derek Bickerton, Language and Species, The University of Chicago Press,1992, s.190
90- "The Evolution Of Syntactic Communication", Martin A. Novak, Joshua B.Plotkin, Vincent A.A. Jansen, Nature 30 March 2000 s. 495-498
91- D. Premack, "Gavagai! Or The Future History Of The Animal Language Controversy", Cognition, 19, s. 281-282
92- Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Çeviren Kenan Somer, Onuncu Baskı, Kasım 1992, s. 28
93- Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 196
94- Klaus Dose, "The Origin of Life: More Questions Than Answers", Interdisciplinary Science Reviews, cilt 13, no. 4, 1988, s. 348