27 Nisan 2001 tarihli Radikal gazetesinde "Kanatlanmadan Önce Süründüler" başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde, Çin'de bulunan bir fosilin, kuşların dinozorlardan evrimleştiğini kanıtladığı iddia edilmekteydi.
Radikal gazetesi, Nature dergisi'nin 26 Nisan 2001 tarihli sayısında "Palaeontology: Ruffling feathers" (Paleontoloji: Ortalığı karıştıran tüyler) başlığı ile yayınlanan bir makaleden aldığı haberde, "yeni ortaya çıkarılan" 130 milyon yıllık tüylü dinozor fosilinden söz ediyordu. Radikal'in iddiasına göre "Dromaeosaur" adlı bu dinozor fosili kuşlara benzer özellikler taşıyordu, kuşların atasının dinozorlar olduğunun kanıtıydı. Oysa fosil, evrimin kanıtı değil, sadece evrimcilerin yeni bir yanılgısıydı.
Kuşların ilkel atası olarak tanıtılan Dromaeosaur isimli fosil gerçekte bir kuşa değil, bir dinozora aittir. Ayrıca, 130 milyon yıl önce yaşamış olan bu fosilden 20 milyon yıl önce yaşamış kuşlar olduğuna göre, bu fosilin kuşların atası olması imkansızdır.
Yeni fosilin, kuşların atası olamayacağını gösteren en açık delillerden biri yaşıdır. Henüz tam gelişmemiş tüyleri olduğu iddia edilen bu fosilin 130 milyon yaşında olduğu tespit edilmiştir. Ancak, evrimciler tarafından da "ilk uçan kuş" olarak belirlenen Archaeopteryx 150 milyon yıl yaşındadır. Ayrıca Archaeopteryx'in tüyleri tam şekillenmiş durumdadır ve günümüz uçucu kuşları ile tamamen benzer özelliktedir. Archaeopteryx'in kusursuz kanatlara, uçuş kaslarının tutunma yeri olan "sternum" kemiğine, uçuşa imkan veren asimetrik kuş tüyü yapısına sahip olduğu ve aynen günümüz kuşları gibi uçabildiği tüm otoritelerce kabul edilen bir gerçektir.
Bu da, Archaeopteryx'in yaşadığı dönemde, yani bundan en az 150 milyon yıl önce, yeryüzünde günümüz kuşlarından farksız, uçabilen kuşlar bulunduğunu gösterir.
Yeni bulunan ve "kuşların ilkel atası" olarak gösterilen fosil (Dromaeosaur) ise, sadece 130 milyon yaşındadır. Evrimcilerin de tanımladığı gibi bir kuş değil, tipik bir sürüngendir. Kanatları yoktur, pençeli ön ayakları vardır. Uzun arka ayaklara ve uzun kuyruğa sahiptir. Evrimcilerin bu canlıyı kuşlarla ilgili gibi göstermeye çalışmalarının tek nedeni, vücudunun üst kısmında tüylere benzeyen yapıların bulunmasıdır.
Bunun sonucu ise açıktır: Dünyada 150 milyon yıl öncesinde zaten kusursuz kuşlar varken, 130 milyon yıllık bir sürüngenin "kuşların atası" sayılması imkansızdır. Böyle bir iddia, evrimciler açısından dahi son derece mantıksızdır ve yeni bulunan fosilin "kuşların atası" olmadığını gösterir.
Geriye sadece fosilin sahip olduğu ileri sürülen "kuş tüyleri" kalmaktadır ki, bu konuda iki ihtimal vardır:
Örneğin Avusturalya'da yaşayan Platypus, memeli, sürüngen ve kuş özelliklerini aynı anda üzerinde taşımaktadır. Ancak evrimciler bu canlıya teorileri açısından bir açıklama getirememektedirler. Bir sürüngenin "tüylü" olması da, onun kuşlara evrimleştiğine delil olmaz. Evrim teorisinin bulması gereken canlılar "ara formlardır", mozaik canlılar değildir. Ara formlar, eksik, yarım, işlevini tam göremeyen organlara sahip olan canlılar olmalıdır. Oysa mozaik canlıların sahip oldukları organların her biri eksiksiz ve kusursuzdur.
Eğer evrimciler sürüngenlerin kuşlara evrimleştiğini iddia etmekte ısrarlılarsa, Archaeopteryx'ten daha önce yaşamış bir grup sürüngenin, kademe kademe kuş özellikleri geliştirdiklerini gösteren fosiller bulmalıdırlar. Oysa buna dair en ufak bir kanıt dahi yoktur.
Evrimcilerin kuşların kökeni hakkındaki iddialarını geçersiz kılan bir başka gerçek, yeni bulunan Dromaeosaur fosilinin de dahil edildiği grup olan theropod dinozorlarının evrimleşerek uçmalarının kesinlikle imkansız oluşudur.
Evrimcilerin büyük bölümü, kuşların theropod dinozorlarından (Theropod dinozorlar, Tyrannosaurus rex ve Velociraptor gibi etobur dinozor türlerinin geneline verilen isimdir) evrimleştiklerini öne sürerler. Evrimci araştırmacılar bulunan yeni fosilin de bir theropod dinozoru olduğunu belirtmektedirler.
Oysa, theropod dinozorları ile kuşların fosil kayıtları ve anatomileri incelendiğinde, gerçekte ortada hiçbir "evrimsel ilişki" olmadığı görülür. Alan Feduccia, bir evrimci olmasına rağmen, theropodların evrimleşerek uçmalarının imkansızlığını şöyle açıklar:
Bu kadar büyük iki ayağı, kısaltılmış ön ayakları ve ağır bir kuyruğu olan bir canlının evrimleşerek uçması biyofizik açıdan imkansızdır.23
Dinozorların kuşların atası olamayacağına dair bir başka delil ise yine Feduccia başkanlığında araştırma yapan bir ekipten gelmektedir. Mikroskop altında kuş embriyolarını inceleyen bilim adamları Science dergisinde yayınlanan araştırma sonuçlarında şu açıklamayı yapmaktadırlar:
Yeni araştırma göstermektedir ki, kuş embriyolarında, dinozorlarda bulunan embriyo başparmağı görülmemektedir. Bu her iki türün birbiriyle yakın ilişkisinin imkansız olduğunu göstermektedir.24
Amerikalı biyolog, Richard L. Deem ise "Demise of the 'Birds are Dinosaurs' Theory" ("Kuşlar Dinozordur" Teorisinin Sonu") başlıklı makalesinde şöyle yazmaktadır:
Son çalışmaların sonuçları göstermektedir ki, theropod dinozorların elleri (ön kol kemiklerindeki) birinci, ikinci ve üçüncü hanelerden türemiştir, ama kuşların kanatları, ikinci, üçüncü ve dördüncü hanelerden türerler... İkinci bir çalışma göstermektedir ki, theropod dinozorlar, kuşlarınkine evrimleşebilecek bir iskelet ya da akciğer yapısına sahip değildir. (Theropod dinozorlar diyaframlı solunum yapar, kuşların ise diyaframı yoktur.) Theropod bir dinozorun kuşlara evrimleşmesi, diyaframında ciddi bir handikap oluşmasını gerektirecektir, ama bu durum canlının nefes alma yeteneğini çok kritik bir biçimde sınırlayacaktır. Dr. Ruben'in belirttiği gibi, 'buna neden olabilecek bir mutasyonun selektif bir avantaj sağlaması imkansız gözükmektedir.25
Kuşlar dinozordur' teorisiyle ilgili başka problemler de vardır. Theropodların ön ayakları, en eski kuş olarak kabul edilen Archaeopteryx'e kıyasla, vücutlarına göre çok küçüktür. Bu canlıların ağır vücutları da düşünüldüğünde, bir tür "ön-kanat" (proto-wing) geliştirmeleri olası gözükmemektedir. Theropod dinozorların çok büyük bölümü (kuşlarda bulunan) semilunatik bilek kemiğinden yoksundur ve Archaeopteryx'te hiçbir benzeri bulunmayan bazı bilek parçalarına sahiptir. Bütün theropodlarda V1 sinirleri, diğer bazı sinirlerle birlikte kafatasını yandan terk eder, kuşlarda ise aynı sinirler kafatasını ön taraftan kendilerine ait bir delikten geçerek terk eder. Bir başka sorun ise, theropodların çok büyük kısmının Archaeopteryx'ten daha sonra ortaya çıkmış olmalarıdır.26
Kısacası, kuşların theropod dinozorlardan evrimleşmiş olmaları imkansızdır, çünkü böyle bir evrimi meydana getirecek ve iki canlı grubu arasındaki büyük farklılıkları ortadan kaldırabilecek bir mekanizma yoktur.
Bilimsel inceleme ve araştırmalar sonucunda görüldüğü gibi, dinozorların kuşlara evrimleşmeleri birçok açıdan imkansızdır. Ve ayrıca, kuşların atası olduğu iddiası ile ortaya çıkarılan her fosil bugüne kadar bilimsel deliller sonucunda yalanlanmıştır veya sahte olarak üretilmiş bir fosil olduğu anlaşılmıştır.
Nitekim başta da belirttiğimiz gibi, 2001 yılı başlarında, evrimcilerin dinozor-kuş bağlantısı için en güçlü delil olarak kullandıkları Archaeraptor'un aslında sahte bir fosil olduğu ortaya çıkarılmıştır. Anlaşılan evrimciler tek sözde delillerini kaybetmenin getirdiği panikle, bu yeni fosili "çok güçlü bir delil" olarak sunup teorilerini kurtarma telaşına kapılmışlardır.
Ancak bu çırpınışlar son zamanlarda iyice cılızlaşmış, evrim teorisi etkisini ve geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir.
2001 yılının Mart ayında, Nature dergisi, BBC ve CNN gibi dünyaca ünlü basın kuruluşlarında yayınlanan bir haberde, Çin'de 150 milyon yıllık semender fosillerine rastlandığı belirtildi.
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi araştırmacıları Shubin ve Ke-Qin Gao tarafından bulunan fosil yatağı her yaştan semender fosilini barındırıyor. Araştırmacıların yaptıkları açıklamaya göre, bu fosillerin en çok dikkat çeken yönü, günümüz semenderleri ile aynı özelliklere sahip olmaları, yani 150 milyon yıldır hiçbir değişikliğe uğramamaları. Araştırmacılardan paleontolog Shubin bu konuda şunları söylüyor:
İster evinizin yakınındaki ormanda bir kayanın altındaki bir semendere, ister Çin'de 150 milyon yıllık bir semendere bakın, her ikisinin de aynı olduğunu göreceksiniz. Aslında büyük ölçüde benzerler – bilek kemikleri, kafataslarının şekli, küçük detayların hepsi ayn.27
Çin'de bulunan 150 milyon yllık semender fosilleri, bugün herhangi bir ormanda göreceğiniz semenderlerden kesinlikle farklı değil. Bu da bize, semenderin evrim geçirmediğini gösteriyor.
150 milyon yıldır hiçbir değişim göstermeden günümüze kadar gelen bu canlılar evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan delillerden bir tanesidir. Çünkü eğer evrim yaşanmış olsaydı, canlıların yeryüzünde küçük kademeli değişimlerle ortaya çıkmaları ve zaman içinde de değişmeye devam etmeleri gerekirdi. Oysa semenderler gibi günümüze kadar milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramadan gelen canlılar evrimin bu iddiasını geçersiz kılmaktadır.
Evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını kanıtlayan yaşayan fosiller sadece semenderlere ait değildir. Bugün yaşayıp, yüz milyonlarca yıllık fosilleri ile tıpatıp benzer olan birçok canlı olduğu bilinmektedir. Örneğin 450 milyon yıllık at tırnağı yengeci fosili, 400 milyon yıllık deniz yıldızı fosili, 320 milyon yıllık akrep, 170 milyon yıllık karides fosili, 140 milyon yıllık yusufçuk fosili, 170 milyon yıllık böcek fosili, 25 milyon yıllık termit fosili günümüzde yaşayan örneklerinden farksız olan fosillerden sadece birkaçıdır.
Bu örneklerinde de görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlı türlerinin çok uzun jeolojik dönemler boyunca değişmeden sabit kaldıklarını göstermektedir. Harvard Üniversitesi paleontoloğu ve ünlü evrimci Stephen Jay Gould, bu gerçeği şöyle kabul eder:
Fosilleşmiş türlerin çoğunun tarihi, kademeli evrimle çelişen iki farklı özellik ortaya koymaktadır:
Resimlerde de görüldüğü gibi, ekolojik kazılar sonucu bulunan tüm fosil örnekleri, günümüzde yaşayan örneklerinden farksızdır.
Bu iki bilimsel gerçek ise, hem evrim teorisini yalanlamakta hem de canlıların "aniden ortaya çıktıklarını", yani yaratıldıklarını ispatlamaktadır. Evrimci paleontolog Niles Eldredge ve antropolog Ian Tattersall ise bu konuda şu önemli yorumu yaparlar:
Ayrı türlere ait fosillerin, fosil kayıtlarında bulundukları süre boyunca değişim göstermedikleri, Darwin'in Türlerin Kökeni'ni yayınlamasından önce bile paleontologlar tarafından bilinen bir gerçektir. Darwin ise gelecek nesillerin bu boşlukları dolduracak yeni fosil bulguları elde edecekleri kehanetinde bulunmuştur... Aradan geçen 120 yılı aşkın süre boyunca yürütülen tüm paleontolojik araştırmalar sonucunda, fosil kayıtlarının Darwin'in bu kehanetini doğrulamayacağı açıkça görülür hale gelmiştir. Bu, fosil kayıtlarının yetersizliğinden kaynaklanan bir sorun değildir. Fosil kayıtları açıkça söz konusu kehanetin yanlış olduğunu göstermektedir.
Türlerin şaşırtıcı bir biçimde sabit oldukları ve uzun zaman dilimleri boyunca hep statik kaldıkları yönündeki gözlem, "kral çıplak" hikayesindeki tüm özellikleri barındırmaktadır: Herkes bunu görmüş, ama görmezlikten gelmeyi tercih etmiştir. Darwin'in öngördüğü tabloyu ısrarla reddeden hırçın bir fosil kaydı ile karşı karşıya kalan paleontologlar, bu gerçeğe açıkça yüz çevirmişlerdir.29
10 Ocak 2001 tarihinde Radikal gazetesinde "Ne çok atamız varmış" başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazıda, insanın atalarının nereden geldikleri konusuna yer veriliyordu. Bilimsel olarak hiçbir ispatlı bilgisi olmayan bu konunun yer aldığı haberde yanıltıcı bir senaryo bulunuyordu.
10 Ocak 2001 tarihinde Radikal gazetesinde yer alan bu haberde, insanın evrimi hakkında birçok hayali senaryoya ve yanıltıcı bilgilere yer verilmekteydi.
Yazıda, insanın atalarının muhtemel göç senaryoları anlatılırken "Homo sapiens yayılırken Neandertaller ve Homo erectus ile karşılaşıp onları yok etti" ifadesi kullanılmıştır.
Evrimcilerin, hayali insanın evrimi şemasına göre Homo sapiens (günümüz insanı) Homo erectus olarak isimlendirdikleri yarı insan-yarı maymun bir türden evrimleşmiştir. Oysa Homo erectus gerçekte bir ara geçiş aşaması değil, sadece özgün bir insan ırkıdır. Yani hiçbiri bir diğerinden türememiştir. Aralarındaki fark, bir eskimo ile bir zenci ya da bir pigme ile Avrupalı arasındaki farktan daha büyük değildir.
Homo erectus "dik yürüyen insan" anlamına gelir. Eldeki tüm Homo erectus fosilleri, diktir. Günümüz insanının iskeleti ile Homo erectus iskeleti arasında hiçbir fark yoktur.
Nitekim evrimci paleoantropolog Richard Leakey bile Homo erectus'un günümüz insanı ile olan farklılığının ırksal farklılıktan öte bir anlam taşımadığını şöyle ifade eder:
Herhangi bir kişi farklılıkları farkedebilir: Kafatasının biçimi, yüzün açısı, kaş çıkıntısının kabalığı vs. Ancak bu farklılıklar bugün değişik coğrafyalarda yaşamakta olan insan ırklarının birbirleri arasındaki farklılıklardan daha fazla değildir. Böyle bir varyasyon, topluluklar birbirlerinden uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman ortaya çıkar.30
Ne var ki, Homo erectus olarak tanımlanan fosillerin aslında farklı insan ırklarına ait oldukları bilinse de evrimciler insanın evrimi senaryosunda hayali çizimlerle veya anlatımlarla bu türü yarı insan-yarı maymun bir canlı olarak gösterirler. Nitekim söz konusu haberde de aynı evrimci yöntem kullanılmıştır.
Evrimci bilim adamları, on yıllardır büyük bir kısır döngü içinde hem bilimi hem de insanlığı oyalamaktadırlar. Evrim teorisini hiçbir delili olmamasına rağmen, katı ve tutucu bir ön kabulle kabullendikleri için, tüm araştırma, gözlem ve deneylerini evrimi gerçekleşmiş gibi kabul ederek yapmaktadırlar. Bunun sonucunda ise, bir türlü sonuçlanmayan ve her defasında bir önceki ile çelişen iddialar birbirini izlemektedir.
İnsanın atalarının göç haritası da aynı hayali konular içinde yer almaktadır. Bu konuda 1980'li yıllarda geliştirilen iki görüş bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesine göre ilk insanlar Afrika'da tek bir atadan ortaya çıktılar ve buradan dünyaya yayıldılar. Diğer görüşe göre ise, (Radikal'de yer verilen görüş) ilk insanlar dünyanın birkaç bölgesinde birden ortaya çıktılar. Bunlardan kimi göç ederek birbirini buldu ve karışarak yeni türleri meydana getirdi.
Her iki tez de evrimci bilim adamlarının önyargılarına dayalı olarak ortaya atıldığı için, ortak bir karara varılamamaktadır. Çünkü her iki tez de birçok çelişki ve açmazla doludur. Nitekim bu konuya Ağustos 1999 sayısında yer veren Scientific American dergisinde "Her iki buluşun da doğruluğunun sorgulandığı" belirtilmiştir.
Örneğin Radikal'de yayınlanan haberde ilk insanların Çin'den Avustralya'ya göç ettikleri belirtiliyor. Ancak birçok bilim adamı bunun imkansız olduğunu söylüyor. Bunlardan biri olan Utah Üniversitesi genetikçilerinden Henry C. Harpending, o dönemdeki insan sayısının yapılan araştırmalar sonucunda en fazla 10.000 kişi civarında olduğunun saptandığını ve 10.000 kişinin bu kadar uzak mesafeleri sağ olarak aşmasının imkansız olduğunu belirtiyor.31
Sonuçta, ortada sadece herhangi bir kanıta dayanmayan hipotezler, varsayımlar ve senaryolardan başka birşey yoktur. Evrim teorisi, yeryüzünde hayatın nasıl ortaya çıktığı, farklı canlı gruplarının nasıl var olduğu gibi temel soruları hiçbir şekilde açıklayamamakta, fosil kayıtlarında aniden beliren farklı türler ya da canlılardaki kompleks yaratılış örnekleri karşısında çaresiz kalmaktadır. Bu nedenle de evrim savunucuları, bu temel ve somut gerçeklerden değil, ortaya atılan ve birbiriyle çelişen evrim senaryolarından söz etmektedirler. Bu yolla, evrim teorisinin yolun sonuna geldiğini, bu teoriyi destekleyen hiçbir bilimsel kanıt olmadığını gizleme çabasındadırlar.
8 Mart 2001 tarihli Milliyet gazetesinde "Darwin yaşasaydı da, Zakhar'ı görseydi" başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde, Moskova Hayvanat Bahçesi'nde kalan üç aylık yavru orangutanın resmi konmuş ve yanındaki yazıda da "Rusya'daki Moskova Hayvanat Bahçesi'nde ikamet eden üç aylık yavru orangutan, Darwin teorisinin en sevimli kanıtı olsa gerek..." diye bir yorum yapılmıştı. Haberin devamında ise sadece orangutan yavrusunun ne kadar sevimli olduğu anlatılmıştı.
Milliyet gazetesinin bu haberi, olabilecek en bilim dışı ve mantıksız evrim propagandasına bir örnektir. Bir orangutan yavrusunun resmini koyup, yanına Darwin'in teorisinin en sevimli kanıtı yazmak, ne bilimsel, ne akılcı, ne de mantıklı bir haberdir. Nitekim milletimiz gerçeklerin farkındadır ve bir orangutanın yanına "evrim teorisinin kanıtı" yazmakla evrim teorisinin kanıtlanamayacağını çok iyi bilmektedir.
Milliyet gazetesi, eğer evrim teorisinin gerçekten doğru olduğuna inanıyorsa, böyle bilim dışı propagandalar yerine, ortaya somut bir delil koyararak evrimi anlatma yolunu seçmelidir. Ancak hiçbir evrimci yayın, hiçbir zaman böyle bir çalışmanın içine girmemektedir. Çünkü ortaya koyacakları bilimsel geçerliliği olan bir tek delilleri yoktur. Tek yapabildikleri maymun, şempanze, orangutan resimleri koyup, "bakın bize ne kadar benziyorlar, demek ki Darwin doğru söylemiş" şeklinde haber yapmak veya buna benzer gözboyama taktikleri uygulamaktır.
Evrimcilerin bilim dışı ve mantıksız evrim propagandasına klasik bir örnek, Milliyet gazetesinde yer alan bu haberdi.
Kaldı ki, maymunla insan arasındaki görünüşteki benzerlik de evrim teorisine hiçbir şey sağlamamaktadır. Diğer birçok hayvanın sahip olduğu özellikler, insana şempanzeden daha çok benzemektedir. Örneğin peteklerini inşa ederken çok detaylı mühendislik hesapları yapan balarılarını, binlerce kilometreyi yönlerini bir kez bile şaşmadan bulan göçmen kuşları, kompleks bir ev ve olağanüstü bir baraj inşa eden kunduzları seyreden her insan, bu hayvanların adeta şuurlu bir insanmış gibi tavırlar gösterdiklerini düşünecektir. Ancak bu, arıların veya kunduzların insanın "yakın akrabaları" olduğunu göstermez. Kimsenin aklına bir kunduzun veya arının yanına "Darwin'in kanıtı" yazmak gelmez. Çünkü bu canlıların akıl ve şuur sahibi insanlar ile hiçbir bağlantıları yoktur; tıpkı maymunların da olmadığı gibi. Bu durum, yalnızca akıldan ve şuurdan yoksun varlıkların kendilerini yaratan Allah'ın ilhamı ile, müthiş akılcı davranışlar sergilediklerini gösterir. Orangutan yavruları veya şempanzeler de diğer hayvanlardan farklı değillerdir. Onlar da Allah'ın ilhamı ile hareket eden varlıklardır ve insanlarla hiçbir ortak ataları yoktur. Bugüne kadar insanın maymunlarla ortak bir atadan evrimleştiğine dair tek bir kanıt bulunamamıştır. İleri sürülen sözde kanıtların geçersiz olduklarını evrimciler de birer birer kabul etmektedir.
Örneğin evrimci paleontologlar Villie, Solomon ve Davis, "biz insanlar fosil kayıtlarında aniden beliriyoruz" diyerek, insanın yeryüzünde aniden, yani hiçbir sözde evrimsel atası olmadan ortaya çıktığını kabul etmektedirler.32
Collard ve Wood ise 2000 yılında kaleme aldıkları bir makalede "insan evrimi hakkındaki mevcut filogenetik (evrimsel) hipotezler hiç güvenilir değil" demek zorunda kalmışlardır.33
Darwin efsanesi çökmektedir ve buna karşı evrimci yayın organlarının yapabildiği tek şey, "şempanzeler ne sevimli, Darwin haklı çıktı" gibi bilim dışı haberler yayınlamaktır.
Bilim ve Teknik dergisi Nisan 2001 tarihli sayısında, Scientific American dergisinden tercüme ettiği bir makale yayınladı. "Uzun Yaşamak İçin Evrimleşmiş Olsaydık..." başlıklı makale, insanın vücudunun sözde nasıl daha iyi tasarlanabileceğine dair "tezler" içeriyordu.
Aslında bu tezlerin her birinin ayrı bir mantıksızlık olduğu biraz dikkatle incelendiğinde hemen anlaşılıyordu. Örneğin tezlerin sahibi olan evrimciler, "insanın nefes borusunun ağzına açılması, bu boruya bazen su kaçmasına sebep olmaktadır" diye düşünmüşler ve sözde "daha iyi" bir tasarım öne sürmüşlerdi: Nefes borusu ağıza değil de, daha yukarıdaki buruna doğru açılmalıydı... Ancak bu tasarımın bir sorunu vardı: Eğer böyle olsa, insan ne konuşabilir ne de ağzıyla nefes alabilirdi!
Bilim ve Teknik'in kaynağı olan Scientific American dergisi, "bu tasarım biraz rötuş gerektirecek, çünkü ağızdan nefes almayı ve konuşma yeteneğini engelleyecek" (the design would need refining, though, because it would disrupt breathing through the mouth and the ability to speak) diyerek bu mantıksızlığı itiraf etmişti aslında. Bilim ve Teknik dergisindeki yazıda ise, kendince bir çıkarım yapılıp, "engellemek" anlamına gelen "disrupt" kelimesini "etkilemek" diye çevirilmiş ve böylece ortadaki mantıksızlık biraz kamufle edilmek istenmişti.
Ancak yazıdaki mantıksızlıkların gizlenebilecek bir yönü yoktu.
Bilim ve Teknik dergisinde yayınlanan makalede insan vücudunun sözde nasıl daha iyi tasarlanacağına dair, bilimsellikle bağdaşmayan akıl ve mantık dışı tezler yer alıyor.
Bilim ve Teknik'teki söz konusu makalenin temel mantığı, yazıda geçen "evrimin bize kazandırdığı özelliklerin uzun bir yaşama elverişli bir beden sağlamaması" ifadesinden anlaşılabilir. Yani buradaki evrimci iddia, insan bedeninin çok uzun yaşamaya yönelik bir yaratılışa sahip olmadığı ve yine yazıda geçen asılsız ifadeyle "yaşlandıkça ortaya çıkan defoların" evrime bir delil oluşturduğu şeklindedir.
Oysa bu iddianın hiçbir bilimsel ve akılcı temeli yoktur. İnsan bedeninde yaşlandıkça kusurlar ve hastalıklar oluşması, Bilim ve Teknik dergisi yazarlarının sandıkları gibi, "evrim lehinde, yaratılış aleyhinde" bir delil değildir. Çünkü yaratılmış olan bir beden, yine yaratılış amacına uygun olarak, özellikle yaşlanmaya, kusurlar ve hastalıklarla karşılaşmaya başlar.
Nitekim Kuran'a göre insanın eksikliklerinin önemli bir hikmeti budur. Bir ayette "Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır" (Nisa Suresi, 28) buyrulur ve insanın zaafları hatırlatılır. Bir başka ayette ise, insanın yaşlanmasının Allah'ın belirlediği bir plan dahilinde olduğu bildirilmektedir:
Allah sizi yarattı, sonra sizi öldürüyor, sizden kimi de, bildikten sonra birşey bilmesin diye, ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilir. Şüphesiz, Allah bilendir, herşeye güç yetirendir. (Nahl Suresi, 70)
Yaratılış, insanın hiç hastalanmayacak, hiç yaşlanmayacak, hiç kusur ve eksiklik göstermeyecek bir bedenle yaratıldığı anlamına gelmemektedir ki, yaşlılık, hastalık ve kusurlar "evrim lehinde" bir delil olsun. Aksine bunlar, özel olarak hikmetle yaratılmış süreçlerdir.
Bilim ve Teknik dergisinde yayınlanan makalede, son derece hayali ve çocuksu iddialar ortaya atılmıştır. Sözde "daha iyi duymak için" çizilen maymun benzeri kulak yapısı dahi, ortaya atılan tezin ciddiyetsizliğini anlamak açısından yeterlidir.
Evrimciler, teorileri lehinde bir iddia öne sürmek istiyorlarsa herşeyden önce canlıların tesadüfen ortaya çıktıkları iddialarına bir kanıt bulmak zorundadırlar. Örneğin insanın solunum sisteminin, beslenme sisteminin, duyma sisteminin, kemik yapısının, eklemlerinin, boşaltım sisteminin nasıl olup da "evrim mekanizmalarıyla" (mutasyonla ve doğal seleksiyonla) tesadüfen ortaya çıktığını açıklamalıdırlar. Bunu ise elbette yapamamaktadırlar, çünkü bu organ ve sistemler, "indirgenemez komplekslik" özelliğine sahip olan yapılardır. Yani bu yapıların tüm parçaları aynı anda, eksiksiz olarak birarada olmalıdır, aksi takdirde işlev görmeleri mümkün değildir. Örneğin gözün görebilmesi, yaklaşık 40 ayrı parçanın aynı anda ve eksiksiz olarak birarada olması sayesindedir. Her biri birbirinden mükemmel olan bu parçaların evrim mekanizmalarıyla aşama aşama gelişmeleri ise imkansızdır.
Bu gerçek, "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" diyen Darwin'in endişe ettiği gibi, evrim teorisini temelinden yıkmıştır.34
Evrimciler ise bu çöküşü gizlemek için propaganda yöntemlerine sığınmışlardır. Bilim ve Teknik'in, Scientific American'dan aktardığı çocuksu çizimler, bu propaganda yöntemlerinin bir örneğidir. Çizimlerin her birinde, insan vücudunun bir kısmı ele alınmış ve "şu şekilde olsa daha iyi olurdu" gibi, tamamen spekülasyondan oluşan ve cehalet dışında bir temeli bulunmayan iddialar öne sürülmüştür.
Her biri ayrı bir mantıksızlık örneği olan bu iddiaların biri, girişte belirttiğimiz "nefes borusunun buruna bağlanması" tezidir. Diğerleri ise şöyle sıralanabilir:
Bilim ve Teknik'teki yazıda, başlıkta tarif edilen şekildeki bir insanın "daha sağlam" olacağı öne sürülmüştür. Oysa bu yapıdaki bir insanın değil hareket etmesi, yatağından kalkabilmesi bile mümkün değildir. Son derece hantal bir yapıya sahip olacak bu bedenin "daha iyi bir tasarım" olduğunu öne sürmek, şaşırtıcı bir mantıksızlık örneğidir.
Evrimcilerin "daha sağlam" olacağını iddia ettikleri bu yeni tasarıma sahip olan bir insan değil yürümek, yatağından dahi kalkamayacak durumda olurdu.
Bilim ve Teknik'teki evrimci iddiaların bir diğeri, diz kapağının kaldırıldığı "yeni diz eklemi tasarımı"dır. "Geriye doğru bükülebilen diz dizaynı" diye ortaya atılan bu çizimin anatomik açıdan ciddiye alınabilecek hiçbir yönü yoktur. Çünkü diz kapağı olmayan bir diz fonksiyonel olamaz. Bacağın ön yüzünde bulunan kasların tutunabileceği tek yer olması nedeniyle, hareketli bir kemik olan diz kapağının varlığı şarttır. Aksi takdirde insanın yürümesi, ayakta durması, hatta ayağını yataktan aşağı indirmeye çalışması bile mümkün olamaz.
Bilim ve Teknik'teki makalede öne sürülen bir diğer tez, insan gözünün yapısıyla ilgilidir. Yazıda, gözdeki nöronların birleşerek optik sinir halinde retinayı terk etmesi "kötü bir tasarım" olarak gösterilmiş, nöronların retinanın içinden her noktada arkaya doğru geçirilmesinin ise daha iyi olacağı iddia edilmiştir. Bu yorum da, yine tam bir yüzeysel düşünce örneğidir.
Bunu anlamak için retinanın yapısını iyi bilmek gerekir. Retinada, ışığı algılayıp elektrik sinyaline çeviren fotoreseptör hücreler arka tarafa, yani retinal epitele ve koroidal kan odacıklarına doğru bakarlar. Bu yerleşim, görüntüyü beyne ileten sinirlerin, ışık ile fotoreseptörler arasında kalmasını gerektirir.
Gözün onlarca parçasından biri olan retina kusursuz bir yaratılışa sahiptir. Bu yaratılıştaki en ufak bir değişiklik, insanın görme yeteneğinin zayıflaması veya tamamen kaybolmasıyla sonuçlanır.
Evrimciler bir süredir bu tasarımı gündeme getirmekte ve "verimsiz" olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa bu iddiaların tek kaynağının bilimsel cehalet olduğu ortaya çıkmıştır. Bu konuyu ilk kez gündeme getiren kişi, dünyada Darwinizm'in ve ateizmin bir numaralı temsilcisi olarak bilinen İngiliz zoolog Richard Dawkins'tir. Dawkins, retina hücrelerinin ön tarafa, yani ışık yönüne doğru dönük olmasının daha verimli olacağını ileri sürmüş, gözün mevcut tasarımının "hatalı" olduğunu iddia etmiş ve bunu yaratılışa karşı bir delil gibi göstermiştir. Oysa gözün yapısının daha yakından incelenmesi, Dawkins'in iddiasının tamamen aldatmaca ve göz boyama olduğunu ortaya koymuştur. Gözdeki fotoreseptör hücrelerin ışığa doğru değil de, arkadaki retina tabakasına dönük olmalarının nedeni, bu hücrelerin yoğun oksijen ihtiyacının karşılanmasıdır. Işığı sürekli olarak kimyasal enerjiye çeviren bu hücreler, insan vücudunda en çok oksijen tüketen hücrelerdir. (Oksijen tüketimleri kalp kaslarındaki hücrelerin 3 katıdır.) Bu yüksek oksijen ihtiyacını karşılamak için, fotoreseptör hücrelerin hemen arkasında çok yoğun bir damar tabakası bulunmaktadır ve bu tabaka bu hücreleri beslemektedir. Araştırmalar bu hücrelerin, Dawkins'in iddia ettiği gibi "ışığa doğru" yönelmeleri durumunda, oksijensiz kalacaklarını ve görev yapamayacaklarını ortaya koymuştur.35
Bilim ve Teknik dergisindeki makalede gözün tasarımı hakkında ileri sürülen iddia ise, Dawkins'in çürümüş iddiasının yeni bir versiyonu niteliğindedir. Bu kez de evrimciler, hücre sinirlerinin retina tabakasını tek bir noktadan (kör noktadan) değil, ayrı ayrı terk etmelerinin daha iyi bir "tasarım" olacağı iddiasındadırlar. Oysa bu da son derece hatalı bir varsayımdır.
Eğer söz konusu tasarım gerçekleşmiş olsa, bu takdirde fotoreseptörlerin arasından geçmeye çalışan nöronlar, görme keskinliğini tamamen azaltacaktır. Her nöronun görme yeteneği azalacak ve sonuçta insanın görme yeteneği kısıtlanacaktır. İnsan gözünün mevcut yaratılışında ise, sinirler sadece tek bir noktadaki (kör noktadaki) görüşü engellemekte, bu da zaten beyin tarafından görüntünün doldurulması yoluyla telafi edilmektedir.
Kısacası insan retinası bu şekilde derinlemesine incelendiğinde, mevcut yapısının, olabilecek en ideal tasarım olduğu anlaşılmaktadır. Evrimcilerin, gözün kökeni hakkında hiçbir açıklama öne süremezken, gözün yapısını kendilerince eleştirmeye kalkmaları, evrim teorisinin çöküşünün açık bir ifadesidir.
Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde yayınlanan ve sadece evrim propagandası amacı taşıyan bu yazıda, günümüzde evrimcilerin dahi kabul etmedikleri, hiçbir bilimsel delili olmayan evrimci iddialar ard arda sıralanmıştır.
Bilim ve Teknik'teki makalede "hatalı tasarım örneği" gibi gösterilen bir diğer organ, boşaltım sisteminin en önemli parçası olan mesanedir.
Boşaltım sistemi gerçekte bir yaratılış harikasıdır. Böbrekten her dakika damla damla üretilen atık sıvı, bir rezervuar niteliğindeki mesanede biriktirilmektedir. Böylece günlük faaliyetlerimize ara vermeden devam edebiliriz. Mesanenin sahip olduğu esneyebilen kastan duvarları sayesinde, yalnızca kapasitesi dolduğunda uyarılırız. Böylece sfinkter adı verilen kasın isteğimiz doğrultusunda gevşemesi boşaltım için yeterli olur. Bu yapının rahatımız hedeflenerek yaratılmış olduğu çok açıktır.
Bilim ve Teknik dergisindeki "alternatif vücut" çizimlerinde ise, boşaltım sistemimize yeni bir ekleme yapılamamış, sadece var olan bağlar ya da kaslar kalınlaştırılmıştır. Boşaltım sistemi o denli mükemmeldir ki, evrimciler bu sistem hakkında öne sürecek hayali bir düzenleme dahi bulamamışlardır.
Prostat bezinin yerinin değiştirilmesi "tezi" ise yine mantıksızdır. Bu bezin yeri farklı olsaydı, fonksiyonları olumsuz yönde zayıflatacaktı. Prostat bezinin içerdiği milyonlarca salgı bezi hücresi, testesteron hormonu ile birlikte spermlerin içinde yüzebilecekleri bazik sıvıyı üretmek ve tüm üretranın nemlendirilmesinden sorumludur. Bu görevini ise ürettiği salgıları çevrelediği üretraya devamlı bırakarak yerine getirir. Testislerden kanallarla kendine ulaştırılan spermleri uygun sıvılarla birleştirip hemen üretraya bırakması ise insan soyunun devamı için zorunlu bir fonksiyondur. Bu nedenle prostatın üretra ile devamlı yakın temasta olması gerekmektedir.
Evrimcilerin insan vücudunun yaratılışı hakkında son 100 yıldır öne sürdükleri iddialar alt alta sıralansa, kalın bir "bilimsel hurafeler" kitabı oluşurdu. Öne sürdükleri iddiaların birer bilgisizlik ürünü olduğu ise her defasında ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılın başında insan vücudundaki pek çok organı "işe yaramayan körelmiş organlar" diye tanıtmışlar, oysa bu organların önemli işlevleri bir bir keşfedilmiştir. DNA'nın büyük bölümünü "Junk DNA" (Hurda DNA) ilan etmişler, bu iddia da son genetik bulgularla çürümüştür. Scientific American'da yayınlanan ve Bilim ve Teknik dergisinin tercüme edip, yayınladığı makale ise, bu bilimsel hurafeler zincirinin yeni bir halkası olmuştur. Makalede çizilen hayali insanın, eğer gerçekten var olsa, ne gibi sorunlarla karşılacağı ve ne gibi hastalık ve kusurlarla muhatap olacağı meçhuldür.
Bunu, bu akıl dışı teoriyi ortaya atanlar da bilmekte ve zaten umursamamaktadırlar. Tek yaptıkları şey, biraz hayalgücü çalıştırıp fantaziler üretmek olmuştur. Örneğin insan kulağının yerine, "daha iyi duymayı sağlayacak sivri ve büyük kulaklar" hayal etmişlerdir. Bunun gibi başkası da, "daha da iyi duymayı sağlayacak fil kulakları" hayal edebilir. Ya da bir başkası "uçmamızı sağlayacak kanatlar" öne sürebilir. Amaç bilim değil de hayal kurmak olunca, öne sürülemeyecek teori yoktur.
Ancak dikkat edilirse, tüm bunlar evrim teorisinin ne kadar büyük bir çöküş içinde olduğunu belgelemektedir. Hiçbir evrimci, insan organlarının nasıl var olduğunu açıklamaya yanaşmamaktadır. Tek yaptıkları şey, evrim adına hayal kurmaktan ibarettir. Çünkü zaten evrimin kendisi bir hayaldir. Gerçek ise yaratılıştır. Tüm canlıları ve insanoğlunu, "Yaratıcıların en güzeli" olan Yüce Allah yaratmıştır:
Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. (Müminun Suresi, 14)
24 Şubat 2001 tarihli Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde Şehvar Çağlayan tarafından "Evrim sürecinde Homo sapiensin yeri" başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazının konusu, ilk paragrafında belirtildiğine göre, Homo sapiens sapiensin, yani insanın neden "evrim sürecinde diğer akrabalarına göre daha üstün konumda olduğu" idi. Ancak, "evrim teorisi yıkılmadı, hala ayakta" diyebilmek için hazırlandığı apaçık belli olan bu yazı, iddia ettiği konuda dahi cevap verememektedir. Bunun yanında, insanın evrimi ile ilgili, birçoğu evrimciler tarafından dahi kabul edilmeyen iddialar, birbiri ardınca, aralarında hiçbir mantıklı bağlantı olmadan, "kes-yapıştır" yöntemiyle sıralanmıştır. Yazıda yer alan birçok bilimsel hata ve çelişki ile dolu iddiadan bazıları ve cevapları şöyledir:
1) Yazının başlarında önce tek hücreli bakterilerin sonra da RNA'nın oluştuğu iddia ediliyor. Ardındaki cümlede ise ilk olarak DNA'nın oluştuğu ve ardından ilkel bir ata bakteri oluştuğu öne sürülüyor. Bu kavram ve sıralama karmaşası, yazının bilimsel literatüre hakim olmadan hazırlandığının ilk göstergesi.
Yazıda canlılığın nasıl başladığı anlatılırken, söz konusu hatalar, çelişkiler ve mantık bozuklukları art arda sıralanıyor. Bu cümlelerden bazıları şöyle:
3.6 milyar yıl önce, fotosentez ile enerjisini sağlayan tek hücreli bakterilerin oluştuğu fosillerle belirlenmiştir... Sonraları, ilk önce RNA ve onu takiben (replikasyon), değişkenlik (varyasyon) ve eleme (eliminasyon) sürecini de başlattı. Darwin bu sürece doğal seçim adını verdi. DNA ile başlayarak bir ilkel ata bakteri, adım adım, yanlışlıklar yaparak, hataları eleyerek daha karmaşık tasarım ve yapımları deneyerek bugünkü organizmalara vardı...
Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde yayınlanan ve sadece evrim propagandası amacı taşıyan bu yazıda, günümüzde evrimcilerin dahi kabul etmedikleri, hiçbir bilimsel delili olmayan evrimci iddialar ard arda sıralanmıştır.
Dikkat edilirse, ilk iki cümlede önce tek hücreli bir bakteri olduğu ve sonradan RNA'nın oluştuğu iddia ediliyor. Bu sıralama evrimciler için dahi terstir. Bazı evrimciler, amino asitlerin ilkel dünya ortamında tesadüflerin eseri olarak sentezlenmiş olamayacağını bir dizi deneyle gördükten sonra, yeni bir tez ortaya atmışlar ve "ilk olarak RNA oluştu" demişlerdir. Bu iddiaya göre önce proteinler değil, proteinlerin bilgisini taşıyan RNA molekülü tesadüfen oluşmuştur. (Bu iddianın bilimsel geçersizliği için bkz., Harun Yahya, Evrim Aldatmacası, Vural Yayıncılık) Ve RNA molekülünden DNA'nın oluşması ve bunun sonucundaki zincirleme tesadüfi olaylar sonucunda ilk tek hücreli bakterinin ortaya çıkması, evrimcilerin iddia ettikleri bir sıralamadır. Ancak CBT'deki yazıda zaten bilimsel geçersizliği olan bir iddianın bir de sıralamasını değiştirildiği için daha da vahim bir durum ortaya çıkmıştır.
İlk iki cümlesinde önce tek hücreli bakterinin sonra da RNA'nın oluştuğu ileri sürülen yazıda, hemen ardından önce DNA'nın sonra da ilk ata bakterinin oluştuğu öne sürülmektedir. Muhtemelen bu çelişkili ifadelerin nedeni, yazının, farklı evrimci kaynaklardan "kes-yapıştır" yöntemiyle bilgileri hiç düşünülmeden art arda sıralanarak hazırlanmış olmasıdır. Ve her evrimci kaynak kendine göre bir evrimsel gelişmeyi kabul ettiğinden, evrimciler arasında dahi büyük çelişki ve uzlaşmazlıklar olduğundan yazının her satırı da çelişki ve mantık hataları ile dolmuştur.
2) Yazının bu bölümünde, evrimcilerin sahip oldukları en büyük mantık çöküntülerinden biri yer almaktadır. Evrimciler, şuursuz, cansız, bilgi ve iradeden yoksun atomlardan, moleküllerden, doğa olaylarından hep şuurlu varlıklarmış gibi söz ederler. Bu, evrimci telkinlerin önemli bir parçasını oluşturur. Acaba, yazıda bu satırlar yazılırken, tesadüflerden, şuursuz atomlardan bahsedildiği fark edilmiş midir? Yoksa yıllardır ezberlenen evrimci senaryolar art arda, düşünmeden, ezbere sıralamakta mıdır? Söz konusu ifadeler şöyledir:
DNA ile başlayarak bir ilkel ata bakteri, adım adım, yanlışlıklar yaparak, hataları eleyerek, daha karmaşık tasarım ve yapımları deneyerek bugünkü organizmalara vardı.
Şimdi bu iddianın ne kadar büyük bir batıl inancın izlerini taşıdığına bakalım. Bu evrimci iddiaya göre, bilinçsiz, kör, akılsız, bilgisi ve iradesi olmayan atomlar, tesadüfler sonucunda biraraya gelmişlerdir. Ve tesadüfler birbirini izlemiş, bu şuursuz atomlar, milyarlarca yıl sonra "bugünkü organizmaları" yani kendi kendilerini elektron mikroskobu ile inceleyen atom mühendislerini, biyoloji profesörlerini, beyin cerrahlarını, avukatları, üniversite öğrencilerini, genetik mühendislerini ve yazarları oluşturmuşlardır. Ve bu şuursuz atomlar bu süreç içinde de son derece bilinçli ve planlı çalışmışlardır. Sanki ileride ne meydana getireceklerini biliyorlarmış gibi, tespit ettikleri hataları elemişler, yerine doğruları gelene kadar sabırla milyonlarca yıl kaybolmadan, birbirlerinden ayrılmadan, her türlü koşula dayanarak beklemişlerdir. Üstelik bu arada deneme yanılmalar yapmışlar, adeta bir kimya, fizik veya biyoloji profesörü gibi son derece zekice ve planlı yöntemler izlemişlerdir. Örneğin, göz oluşmadan önce, sanki gözün oluşacağını biliyorlarmış gibi, kafatasında simetrik ve gözün yapısına en uygun büyüklük ve derinlikte göz çukurlarını açmayı ihmal etmemişlerdir. Yine evrimcilere göre şuursuz atomlar ve tesadüfen gelişen doğa olayları o kadar akıllı, o kadar uyumlu ve o kadar planlı ve disiplinlidir ki, tüm insanların aklının biraraya gelip yapamayacaklarını onlar yavaş yavaş yapmışlardır.
Cumhuriyet Bilim Teknik dergisindeki yazıda, ilk DNA'nın oluşumu bir melodinin bestelenmesine benzetilmiştir. Bu iddiaya göre, şuursuz atomlar ve tesadüfler ise bestekardır. Ancak, şuursuz atomların ve tesadüflerin bir bestekarın aklına, bilincine, plan ve tasarım yapma yeteneğine sahip olmadıkları açıktır. İlk DNA'yı da, bugüne kadar yaşamış olan milyarlarca insanın herbirinin sahip olduğu yüztrilyonlarca DNA'yı da herşeyin hakimi olan Allah yaratmıştır.
Üstelik, söz konusu yazıda, şuursuz atomların bu "şuurlu" davranışları bir katibin bir melodinin notalarını kopyalamasına da benzetilmiştir. Bu benzetmeye göre, ilk DNA bir melodidir. Ve melodinin notalarını kopyalayan katip bir hata yaptığında armonik uyum bozulacağı için hatalı notanın atılacağı söylenmiştir. Katip hoş bir nota eklendiğinde ise bunun diğer notalara ekleneceği belirtilmiştir. Ve böylece bir orkestra parçasının yavaş yavaş ortaya çıkacağı iddia edilmiştir. Ancak bu benzetmede unutulan çok önemli bir nokta vardır. Bu örnekte notaların uyum içinde olup olmadığını dinleyen, bozuk notayı ve güzel olanı tespit edebilen, nota kopyalama işini üstlenen, notaları çalan bir veya birkaç bilinç ve akıl sahibi insan vardır. Dolayısıyla bilinç ve aklın olduğu yerde bir plan, bir tasarım, bir beste, bir uyum sağlamak doğal ve olağandır. Ancak, yazıda, bu planı, tasarımı, uyumu, besteyi yapanların şuursuz, akılsız atomlar olduğu iddia edilmektedir.
Bu durumda söz konusu benzetme şöyle olmalıdır ki, evrimci iddialara tam uygun olsun: "Yedi nota bir gün biraraya gelerek kendi aralarında tesadüfen sıralanmışlardır. Bu arada aralarına tesadüfen yedi nota türünden bazıları daha karışmıştır. Ancak notalar, beğenmedikleri notaları çıkarmışlar, beğendiklerini ise tutmuşlardır. Böylece yavaş yavaş eleme, deneme yanılma metodu ile bir gün tesadüfen Beethoven'ın 9. senfonisini ortaya çıkarmışlardır". Yazıda yer alan iddianın tam karşılığı olan benzetme budur; şuursuz varlıkların şuurlu plan, tasarım ve organizasyonlar yapmaları. İşte tüm evrimciler, bu iddiadan daha da bilim dışı olan evrim teorisine inanabilmektedirler.
3) Söz konusu yazıda, iki paragraf sonra, "dinozorlar evrim sürecini takip ederek fiziksel "hardware"i geliştirirken, erken gelişmeye başlayan memeliler "software"e (beyin ve davranış) önem verdiler." denilerek dinozorlara ve memeli hayvanlara yine bilinç ve akıl atfetmeye devam edilmektedir. Bunlar evrimci hipnozun önemli bir parçasını oluşturan ifadelerdir. Bu noktada dikkati açık olarak bu yazıyı okuyan bir insanın şu soruları sorması gerekir: Acaba dinozorlar nasıl bir toplantı sonucunda fiziksel güçlerini artırmaya karar vermiş olabilirler? Üstelik bu kararı topluca aldıktan sonra uygulamaya nasıl geçirmişler, neler yapmışlardır? Acaba CBT, dinozorların fiziksel güçlerini, memelilerin ise beyinsel güçlerini güçlendirmeye nasıl karar verdiklerini, bu kararlarını tüm dinozorlara ve tüm memelilere nasıl duyurduklarını ve uygulamaya nasıl geçirdiklerini okuyucularına açıklayabilir mi? Yoksa bunun da diğerleri gibi içi boş, ama dışı süslü, sadece evrimi telkin etmek, evrim büyüsünü bozmamak için kullanılan klasik bir evrimci üslup olduğunu mu kabul edecektir?
4) Yazıda, birbirinden kopuk, bağlantısız ve anlamsız sıralamalarla, insan ve şempanze DNA'sının %99 benzediği bunun da insanla şempanzelerin ortak bir atadan geldiklerinin delili olduğu ileri sürülerek büyük bir bilimsel yanılgıya daha düşülmektedir.
Maymun ve insan DNA'sının benzerliği konusunun hayali olduğu, henüz bu yöndeki araştırmaların sonuçlanmadığı ve bir benzerlik olsa dahi bunun evrime bir delil olmayacağı daha önce defalarca açıklanmıştır. Ancak evrimciler, bilimsel olarak geçersizliği defalarca ispatlanmış olan bu iddialarını tekrar tekrar öne sürmekte bir sakınca görmemektedirler. (Bu konudaki detaylı açklamalar için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, Vural Yayıncılık, İstanbul, Şubat 2000)
5) Bu yazıda, diğer tüm evrimci yazılarda olduğu gibi, hayali insanın evrimi senaryosuna da değinilmeden geçilememiştir. Ancak bu iddia diğerleri gibi hiçbir bilimsel veriye dayanmamaktadır. (İnsanın evrimi ile ilgili iddiaların bilimsel geçersizliği için bkz. Harun Yahya, Evrim Aldatmacası, Araştırma Yayıncılık; Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, Araştırma Yayıncılık)
6) Yazıda, yine ani bir geçişle, Mitokondriyel Havva tezine geçilmiş, bu tezin bilimsel olarak ispatlı bir gerçek olduğu kabul edilmiştir. Oysa, yazıda bir çırpıda kabul edilen Mitokondriyel Havva tezinin bilimsel birçok çelişki ile dolu olduğu ve kabul edilemeyeceği evrimciler tarafından dahi açıklanmıştır. Bu nedenle CBT'nin en azından bilimin ne dediğini takip etmese bile evrimcilerin neler dediklerini takip etmesi gerekmektedir. (Mitokondriyel Havva Tezi'nin iddiası ve bilimsel çelişkileri için bkz. Evrimcilere "Net Cevap", Harun Yahya, Vural Yayıncılık)
7) CBT'deki yazıda Neandertallerin konuşamadıkları da iddia edilmiştir. Oysa bu iddia da diğerleri gibi bilimsel değildir.
İnsanın konuşma kabiliyetinin evrim geçirdiğini iddia eden bazı evrimciler, dildeki gelişmenin, kafatasının alt kısmının şekliyle ilgili olduğunu savunmaktadır. Bu teze göre, kafatasının alt bölümü memelilerin çoğunluğunda düzken, insanlarda belirgin şekilde kavislidir ve bu özellik, insanın konuşabilme kapasitesini göstermektedir. Oysa bu iddia ilerleyen yıllarda yapılan araştırmalarla tamamen devredışı kalmıştır.
Kafatasının alt bölümü hakkındaki bu evrimci iddia, geçmişte birtakım yanlış yorumların yapılmasına neden oldu. Örneğin Lieberman'ın 1971'de yayımlanan bir çalışmasında, Avrupa Neandertalleri'nin günümüz insanı gibi bir lisana sahip oldukları reddedilmişti. Buna delil olarak da bir mağarada (La Chapelle-aux-Saints) bulunan Neandertal kafataslarının rekonstrüksiyonları gösterilmiş ve rekonstrüksiyonlarda kafataslarının alt kısımlarının düz olması nedeniyle Neandertallerin konuşamayacakları savunulmuştu. Hatta bu yüzden Neandertallerin bir insan grubu olmadıklarına inanılmıştı.
Evrimcilerin, kafatasının alt bölgesinin şekline bakarak dilin evrimiyle ilgili bir sonuç çıkarmaya çalışması, kendi içlerinde de fikir ayrılığının doğmasına neden olmuştur. Ünlü evrimci Richard Leakey İnsanın Kökeni adlı kitabında bu iddianın kendi içindeki bazı çelişkileri şöyle açıklamıştır:
Bu evrim dizisi içinde açık bir paradoks görüyoruz. Basikranyumlarına (kafatası şekli) bakılırsa, Neandertallerin söz becerileri, kendilerinden yüz binlerce yıl önce yaşamış olan diğer Arkaik sapienslere göre daha geriydi. Neandertallerde basikranyum eğrilmesi, Homo erectustan bile daha alt düzeydeydi. Neandertaller gerileyerek, atalarına göre konuşma yeteneklerini kaybetmişler miydi? Bu tür evrimsel bir gerileme pek olası görülmüyor; bu tipte başka hiçbir örnek göremiyoruz.36
Leakey'in sözlerinden de anlaşıldığı gibi, böyle bir iddia evrim teorisinin hayali senaryosu olan, giderek ilkellikten gelişmişe doğru evrim yaşayan bir insan modeline uymamaktadır. Ayrıca, Homo erectuslarla Neandertallerin birarada yaşadıkları, birbirine benzer aletler ürettikleri, sanat eserleri yaptıkları göz önünde bulundurulursa, bir ırkın sahip olduğu iletişim kapasitesine diğerinin sahip olamayacağı mantıklı bir çıkarım değildir. Üstelik, ileriki satırlarda da görüleceği gibi, araştırmalar hem Neandertallerin hem de Homo erectusların konuşabildiğini ortaya koymaktadır.
Fosil kalıntıları Neandertallerin ses tellerinin günümüz insanlarındaki sesleri çıkarmaya müsait olduğunu göstermiştir. Özellikle, kafatasları üzerinde yapılan anatomik araştırmalar, konuşma yeteneğinin, Homo erectusta da, Neandertalde de var olduğunu gözler önüne sermektedir.
Bilimadamı R. L. Holloway de, bir zamanlar, günümüz insanına göre "ilkel" ve "eksik" olarak nitelendirilen Neandertal fosilini yeniden incelemiş ve "Zavallı Neandertal Beyni: Dilediğin Gibi Değerlendir…" başlıklı raporunda Neandertallerin "yapısal organizasyon açısından bizimkinden hiçbir temel eksikliği bulunmayan, tümüyle Homo (insan) karakterli" bir insan ırkı olduğunu belirtmiş ve "Neandertallerin dili vardı" şeklindeki kesin kararını açıklamıştır.37
Bir başka evrimci araştırmacı Philip Lieberman da bulgular karşısında Neandertallerin dilden yoksun olamayacağını kabul etmektedir. Bir araştırmasında Neandertallerin konuşma yeteneği ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
Bu konudaki her türlü yayında da işaret ettiğim gibi, klasik Neandertal üst gırtlak ses bölgesi konuşmaya elverişli olmalıydı. Dahası, Neandertal kültürünün arkeolojik kanıtları, bazı dil formlarına sahip olduğu fikrine uygundur. Bar-Yosef ve arkadaşları tarafından açıklanan yeni veriler de bu sonuçları desteklemektedir.38
Evrimciler yakın zamana kadar Neandertallerin konuşamadıklarını ve henüz gelişimini tamamlamamış ilkel insanlar olduklarını iddia ediyorlardı. Ancak, son bulgular ile Neandertallerin, günümüzde soyu tükenmiş bir insan ırkı olduğu kesinlik kazandı.
Araştırmacılara göre, farklı sesler değişik dil hareketleri gerektirdiğinden, daha geniş dil sinirlerini taşımak için insan kafatasının daha geniş dil altı kanallara sahip olması gerekmektedir. Bu noktadan yola çıkarak bir grup bilim adamı, insan, kuyruksuz maymun ve "hominid" fosillerindeki kemikleri ile dilin motor sinirlerini kontrol eden kalem boyutlarındaki dil altı kanalını incelemişlerdir. Varılan sonuç oldukça çarpıcıdır; Neandertallerdeki kanallar, günümüz insanlarınınkiyle aynıdır.
Richard Kay, Matt Cartmill ve Michelle Balow adlı araştırmacılar, Australopithecusların üç türünün, iki Neandertalin ve bir erken Homo sapiens cinsinin, ayrıca şempanzelerin, gorillerin ve insanların dil altı kanallarının plastik kalıplarını yapmışlardır.39 Bu kalıpları incelediklerinde, insanlarda bulunan kanalların şempanzelerde bulunan kanallardan iki kat daha geniş olduğunu gözlemlemişlerdir. Australopithecusların kanalları kuyruksuz maymunlardaki ölçülerle aynıyken, Neandertalin kanalları insanların sahip olduğu ölçülerdedir.
Bu sonuç, Australopithecusun bir maymun türü olduğunu, insanın anatomik yapısıyla hiçbir ilgisinin olmadığını bir kez daha ortaya koyarken, Neandertallerin yapısının günümüzdeki insana ne denli benzediğini de göstermiştir. İki ırkın kanallarındaki benzerlik aynı zamanda Neandertalin konuşma yeteneğini de gözler önüne sermiştir.
Bir diğer önemli nokta da Duke Üniversitesi'nde araştırmaları sürdüren bilim adamlarının sonuçları ile, daha önce Neandertal kafatasındaki, ses (vokal) bölgesini ölçen bilim adamlarının vardığı sonuçların birbirine uymamasıdır.40 Bu araştırma ile birlikte, daha önce yaptıkları ölçümlere göre, Neandertallerin ve Homo erectusların, insanların ürettiği seslerin hepsini çıkarabilme kabiliyetine sahip olmadığını iddia eden evrimci araştırmacıların bir kez daha yanıldığı anlaşılmıştır.
Homo erectusların konuştuğuna dair elde daha birçok kanıt bulunmaktadır. L. A. Schepartz, Homo erectusların konuşmasıyla ilgili olarak şunları yazmıştır:
Laitman ve diğerlerinin, kafatasındaki çizgi incelemeleri, gırtlak üstü ses bölgesine ait araştırmalarla aynı sonuca ulaşmıştır… Kafatası çizgi incelemeleri ve aynı zamanda arkaik sapienslerin (ya da erectusların) fosil örnekleri, günümüz insanının konuşma yeteneğine sahip olduklarını göstermektedir.41
Bütün bu araştırmalar ve elde edilen sonuçlar, dilin evrimini savunan bilim adamlarının şu soruyu cevaplandırmaları gerektiğini göstermektedir: Neandertallerdeki gibi bir gırtlağa ve kanallara sahip olan günümüz insanları, konuşma yeteneğine sahip olduklarına göre Neandertallerin konuşamadığı iddiası neye dayanmaktadır? Tek cevap, evrim teorisine olan körü körüne bir bağlılıktır.
İnsanoğlu diğer canlılardan farklı yaratılmıştır. Herşeyden önce diğer hiçbir canlıda bulunmayan "bilinç" sadece insana ait bir özelliktir ve insan bu özelliği sayesinde duygularını anlayabilir, diğer insanlara aktarabilir ve hayatına aklıyla yön verebilir. Bu sayede iyi ile kötüyü ayırt edebilecek bir anlayışa ve muhakeme yeteneğine sahiptir.
İnsanı diğer canlılardan ayıran daha birçok özelliği bulunmaktadır. Teknoloji oluşturabilmesi, akıl ürünü planlar ve tasarımlar yapabilmesi, güzelliği anlayıp zevk alabilmesi, müzik, sanat, edebiyat veya resim gibi konulardaki kabiliyetleri ile diğer canlılardan tamamen farklı bir yaratılışa sahiptir. İnsan, yediği yemeğin tadından, gördüğü manzaranın güzelliğinden zevk alabilen, düşünen, karar veren, müziğin ritminden hoşlanarak ona uygun dans edebilen, sevgiyi, şefkati, merhameti bilen, üzülen, sevinen, heyecanlanan bir varlıktır. Kısacası insanı insan yapan, onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği ruhudur.
Ünlü evrimci yazar Roger Lewin, insanın sahip olduğu tüm bu olağanüstü özelliklerin, evrimsel bir süreçle açıklanmasının imkansız olduğunu şu sözleriyle itiraf eder:
Fiziksel alanda insanın evrimiyle ilgili herhangi bir teori nasıl olup da, güçlü çeneler ve köpeklerde olduğu gibi uzun hançer dişlerle donatılmış, dört bacağı üzerinde koşabilen maymun benzeri atanın, doğal savunma anlamında güçsüz olan yavaş, iki ayağı üzerinde yürüyebilen bir hayvana dönüştüğünü açıklamalıdır. Buna ek olarak Huxley'in ifade ettiği gibi bizim "bir dağın üzerinde yükselmemizi" sağlayan akıl, konuşma, ahlak; işte bu, evrim teorisine tam anlamıyla bir meydan okumadır.42
Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde Şehvar Çağlayan imzası ile yayınlanan yazıda burada her birine tek tek yer ayıramadığımız kadar çok bilimsel ve mantıksal hata bulunmaktadır. Anlaşılan CBT, evrim teorisinin artık çöktüğünün farkına vararak, son bir çırpınışla, bildiği tüm evrimci iddiaları birbiri ardına sıralamış ve böylece "yıkılmadık, hala ayaktayız" demeye çalışmıştır. Ancak, söz konusu makale o kadar eksik bilgilerle hazırlanmıştır ki, bugün bir orta okul öğrencisinin dahi fark edebileceği kadar açık hatalar gözden kaçmıştır.
2001 yılının Mayıs ayı içinde, evrimci medyada, yeni bulunan bir fosil hakkında bazı spekülaktif haberler yer aldı. Bu yeni fosil, günümüzden 195 milyon yıl önce yaşamış olan bir memeliye ait. Dinozorlar döneminde yaşadığı tespit edilen, ilk olarak Science dergisinde duyurulan ve Hadrocodium wui adı verilen bu fosil, bir kağıt atacından daha küçük. Evrimci medyanın bu fosil hakkındaki iddiası ise bu canlının tüm memelilerin atası olduğu yönünde.
Hiçbir bilimsel delili olmayan bu iddianın tüm evrimci basında aynı şekilde yer almasının tek nedeni, "her fırsatta evrim propagandası" yapma ihtiyacıdır. Gerçekte bu canlıyı "tüm memelilerin atası" olarak göstermek için hiçbir bilimsel dayanak yoktur. Canlının özelliği, bugüne kadar bilinen en eski memeli fosili olmasıdır. Ancak, bu fosilin "en yaşlı memeli" olması, onun tüm memelilerin atası olduğunu göstermez. Kendisinden sonra yaşamış herhangi bir memeli sınıfının atası olduğunu da göstermez.
Darwinist meydanın yorumu, sadece evrimci önyargılarla ortaya atılmış bir iddiadır. Gerçekte ise, "memelilerin kökeni" konusu, evrim teorisinin büyük açmazlarından birini oluşturmaktadır.
2001 yılının Mayıs ayı içinde, evrimci medyada yeni bulunan bir fosil hakkında yapılan spekülasyonlara yer verildi. Bir ataçtan daha küçük olan bu canlının memelilerin atası olduğu iddia edildi. Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bu iddiayı ortaya atanların tek amacı evrim propagandası yapmaktı.
Evrimciler memelilerin sürüngenlerden evrimleştiklerini iddia ederler. Ancak bu iki canlı sınıflaması arasında çok büyük ve aşılması imkansız farklar vardır. Memeliler sıcakkanlı hayvanlardır (vücut ısılarını kendileri üretir ve sabit tutarlar), yavrularını doğururlar, emzirirler ve vücutları tüylerle kaplıdır. Sürüngenler ise soğukkanlıdır (ısı üretemezler ve vücut ısıları dışardaki havaya göre değişir), yumurtlayarak çoğalırlar, yavruları emzirme gibi bir özellikleri yoktur ve vücutları pullarla kaplıdır.
Evrimcilerin memelilerin kökenine açıklama getirebilmeleri için, öncelikle bir sürüngenin nasıl olup da, vücut ısısı üretmeye başladığını, bu ısıyı kontrol edecek bir terleme mekanizması oluşturduğunu, pullarını tüylere nasıl dönüştürdüğünü ve süt salgılamaya nasıl başladığını açıklamalıdırlar.
Oysa evrimci kaynaklara baktığımızda ya bu konuda ısrarlı bir sessizlik olduğunu ya da tümüyle hayali ve bilim dışı senaryolar anlatıldığını görürüz.
Sürüngen-memeli evrimi senaryosuna göre evrimcilerin açıklamaları gereken bir başka konu, her iki farklı canlı grubunun sahip olduğu çene yapılarındaki farklılıklardır. Memelilerde alt çenede tek bir kemik vardır ve dişler bu kemiğin üzerine oturur. Sürüngenlerde ise alt çenenin her iki yanında üçer tane küçük kemik bulunur. Bir başka temel farklılık, tüm memelilerin orta kulaklarında üç tane kemik (örs, üzengi ve çekiç kemikleri) bulunmasıdır; buna karşılık tüm sürüngenlerde orta kulakta tek bir kemik yer alır. Evrimciler sürüngen çenesinin ve sürüngen kulağının aşamalı olarak memeli çenesine ve kulağına dönüştüğünü iddia ederler. Bu dönüşümün hangi aşamalarla gerçekleştiği sorusu ise cevapsızdır. Özellikle tek kemikten oluşan bir kulağın üç kemikli hale nasıl dönüştüğü ve işitme duyusunun bu sırada nasıl devam ettiği, asla cevaplanamayan bir sorudur.
Fosil kayıtları da sürüngen-memeli evrimini reddetmektedir. Sürüngenlerin memelilere evrimleştiğini gösteren tek bir ara form fosili yoktur. Evrimcilerin ara form olarak öne sürdükleri Synapsida grubuna bağlı canlıların ara form özelliği taşımadığı ise, bilimsel çalışmalarla ortaya konmuştur. Ashby L. Camp, 1998 yılındaki makalesinde "fosil kayıtları, memelilerin herhangi bir sınıfının kökenine dair bir bilgi sunmamaktadır; monotremlerin, keselilerin ve çeşitli plasentalı memeli alt sınıflarının kökeni belirsizdir" diye yazar.43
Fosil kayıtlarındaki bu önemli boşluk nedeniyle, evrimci paleontolog Roger Lewin, "ilk memeliye nasıl geçildiği hala bir sırdır" demek zorunda kalır.44
Memeliler, arkalarında herhangi bir "ata" olmadan, aniden ortaya çıkmışlardır. 20. yüzyılın en büyük evrim otoritelerinden ve neo-darwinist teorinin kurucularından biri olan George Gaylord Simpson ise, evrim teorisi açısından çok şaşırtıcı olan bu gerçeği şöyle ifade eder:
Dünya üzerindeki yaşamın en kafa karıştırıcı olayı, Mezozoik Çağı'nın, yani sürüngenler devrinin, memeliler devrine aniden değişmesidir. Sanki bütün başrol oyunculuğunun çok sayıda ve türdeki sürüngenler tarafından üstlenildiği bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında ise, bu kez başrolünde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin bir kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devire ait izleri ise yok gibidir.45
Öte yandan, aniden ortaya çıkan bu memeli sınıfları birbirlerinden çok farklıdır. Yarasa, at, fare ve balina gibi son derece farklı canlıların hepsi memelidir ve aynı jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır. Bu canlıların aralarında evrimsel bir bağ kurmak, en geniş hayal gücü içinde bile imkansızdır. Evrimci zoolog Eric Lombard, Evolution (Evrim) adlı dergide şöyle yazar:
Memeliler sınıfı içinde evrimsel akrabalık ilişkileri (filogenetik bağlar) kurmak için bilgi arayanlar, hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Kısacası memelilerin kökeni, diğer canlı gruplarında da olduğu gibi, evrim teorisiyle hiçbir şekilde uyuşturulamamaktadır. George Gaylord Simpson, bu gerçeği uzun yıllar önce şöyle itiraf etmiştir:
Bu, memelilerin 32 ayrı takımının hepsi için geçerlidir... Her takımın bilinen en eski ve en ilkel üyesi, bu takıma ait temel karakterlerin hepsine zaten sahiptir ve hiçbir durumda bir takımdan bir diğerine doğru ilerleyen devamlı bir gelişim bilinmemektedir. Çoğu örnekte farklılık o kadar keskin ve boşluk o kadar büyüktür ki, tüm bir takımın kökeni spekülatif ve son derece tartışmalıdır...
Ara formların bu sistemli yokluğu, sadece memelilere has değildir ve paleontologların uzun zamandır fark ettiği gibi neredeyse evrensel bir olgudur. Bu olgu, omurgalı ya da omurgasız neredeyse tüm hayvan sınıfları ve tüm takımlar için geçerlidir. Açıkçası aynı olgu, bitkilerin farklı kategorileri için de söz konusudur.46
Hadrocodium wui fosilinin tüm memelilerin atası olarak tanımlanması için bu canlıdan türeyen başka memeli türlerinin izlerinin bulunması ve bunlar ile diğer 32 memeli takımı arasında ara form fosillerinin ortaya konması gerekir. Örneğin bu canlının soyundan gelen memelilerin, zaman içinde bir yarasaya, ata veya balinaya dönüştüğünü gösteren ara formlara ait fosiller olmalıdır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi, fosil kayıtları bunun tam aksi bir tablo ortaya koymaktadır. Memeliler evrimleşmemiş, aniden ortaya çıkmışlar, yani yaratılmışlardır.
Dolayısıyla Hadrocodium wui fosili sadece "bugüne kadar bulunan en eski memeli fosili" olma ünvanına sahip olabilir. Bunun dışında insanlar da dahil olmak üzere tüm memelilerin atası olamaz. Evrimcilerin bu küçük canlıyı "tüm memelilerin atası" olarak göstermeleri, bulunan her fosile, hiçbir bilimsel delil olmasa da, bir şekilde bir evrim etiketi yapıştırma çabasının bir örneğidir sadece.
Bazı basın-yayın organları, son dönemde Darwinizm propagandasına hız vermiş görünüyorlar. Ama bu propaganda, Darwinizm lehindeki herhangi bir bilimsel gelişmeden değil -çünkü böyle bir gelişme yok- aksine bu gazetelerin kendileri açısından acı bir gerçeği görmelerinden kaynaklanıyor: Evrim teorisinin 150 yıllık bir yalan olduğu her geçen gün biraz daha açığa çıkıyor ve teori gittikçe gün kaçınılmaz sona biraz daha yaklaşıyor. Bunun telaşı içindeki Darwinistler ise, bütün gün internetten araştırma yapıp "evrim lehinde" biraz olsun malzeme bulmaya ve sonra da bunları büyük puntolarla haber yapmaya çalışıyorlar. Ancak bu umutsuz çaba her defasında kendilerini biraz daha küçük düşürüyor. Her defasında biraz daha mantıksız iddialar öne sürmek durumunda kalıyorlar.
Bu gibi evrimci haberler, gerçekte hiçbir bilimsel ciddiyeti olmayan, sadece topluma "evrim" mesajı vermek için gündeme getirilen dayanaksız iddialardır.
Bunun bir örneğini, 21 Mart 2001 tarihli Hürriyet gazetesinde okumak mümkün. Gazetede yayınlanan "Şizofreni Olmasaydı Maymun Kalacaktık" başlıklı haberde, İngiliz biyokimyager David Horrobin'in yakında yayınlanacak bir kitabından söz ediliyor ve söz konusu "bilim adamı"ndan şu alıntı yapılıyor:
Bizi insan yapan, kafatasımız içindeki yağ hücrelerinin genetik olarak değişmesidir. Mutasyon sonucunda bozulan beyindeki yağ hücreleri, aynı zamanda atalarımıza şizofreni hastalığını da kazandırdı. Bu hastalık da insanoğlunun yaşadığı dönemlere göre sıradışı sayılabilecek düşünceler üretmesine neden oldu. İnsanoğlu bu sayede gelişmesini sürdürdü.
Yani Horrobin ve onun görüşlerini "Darwinizm'e yeni delil" sanarak büyük bir sevinç içinde yayınlayan Hürriyet gazetesinde, şunlar iddia ediliyor:
Şimdi, bilimsel yönden her biri ayrı bir mantıksızlık örneği olan bu iddaları kısaca inceleyelim.
Hürriyet'in haberinde sözü edilen beyin hücreleri, aynı zamanda "nöron hücreleri" olarak da bilinir. Bu hücreler hala anlaşılamamış bir sistemle "bilgi saklar", dahası bilgiyi sürekli olarak birbirlerine aktarırlar. Hem de olağanüstü derecede kompleks bir "ağ" içerisinde. Beyin ve tüm sinir sistemindeki nöronların arasında, yaklaşık 100 trilyon sayıda bağlantı vardır. (Bu sayı, örnek vermek gerekirse, tüm Kuzey Amerika kıtasındaki bütün ağaçların yapraklarının toplamından daha büyük bir sayıdır.)
Nöronların "akson" ve "dendrit" adı verilen kolları vardır. Her nöronun sahip olduğu akson ve dendritlerin uzunlukları birbirinden farklıdır ve hepsi uzunluklarına göre bir görev üstlenmişlerdir. Örneğin omurilikle ayak arasında bağlantı kurmakla görevli olan bir aksonun uzunluğu 1 m. iken, gözden beyne mesaj ileten aksonun uzunluğu 5-10 cm. olabilir. Vücuttaki milyarlarca akson ve dentrit, görevlerini gerçekleştirmek için sadece kendileri için gerekli olan uzunluğa kadar gelişir ve ardından büyümeleri durur. Tüm bunlar gebeliğin 5. ayında tamamlanır ve bu sürenin sonunda milyarlarca sinir hücresi aklın alamayacağı bir biçimde yerini alır. Herşey tamamlandığında elektrik sinyali alıp veren 100 trilyon kadar bağlantı ortaya çıkmıştır. Bu bağlantılar tam olması gerektiği yere uzanırlar.
İnsan beyni ve sinir sistemi, bilinen en kompleks ve en kusursuz sistemdir. Bugün bilim adamları bu kusursuz sistemin birçok yönünü büyük bir sır olarak görmektedirler.
Beyin ve sinir sisteminden oluşan bu sistem, dünyanın en kompleks, en detaylı, ama en kusursuz sistemidir.
Hürriyet'teki haberde ise, bu muhteşem sistemin "yağ hücrelerine isabet eden mutasyonlar"la tesadüfen ortaya çıktığı iddia edilmektedir! Bu iddia, üst üste yığılmış kablolarla dolu bir depoya kurşun sıkarak, burada tesadüfen bir "internet ağı" oluşabileceğini savunmak kadar akla aykırıdır.
Bilim deneye ve gözleme dayalıdır. Hürriyet gazetesinde sözü edilen "beyin hücresine dönüşen yağ hücresi" iddiasını da, bu açıdan yorumlamak gerekir.
Önce gözlem yönünden bakalım: Böyle bir olay, yani "beyin hücresine dönüşen yağ hücresi" bugüne kadar hiç gözlemlenmiş midir?
Elbette hayır.
Geriye "deney" alternatifi kalmaktadır. Evrimciler madem "yağ hücrelerinin mutasyonla beyin hücresine dönüşebileceğine" inanmaktadırlar, o halde bu konuda deneyler yapmaları ve bu "dönüşebilirliği" göstermeleri gerekir. Bu deneyi yapmak kolaydır: Milyonlarca yağ hücresi alınıp bir deney düzeneğine yerleştirilebilir, radyasyona maruz bırakılarak mutasyonlar sağlanabilir. Bu durumda ne çıkacaktır ortaya? Mutasyon sonucunda "akıllanıp" beyin hücresine dönüşen hücreler mi? Akson ve dendritler oluşturup, birbiriyle bağlantı kuran hücreler mi? Hatta bir kısmı "şizofren" olup da, "aykırı düşünceler" geliştiren hücreler mi?
Elbette böyle bir mantıksızlık gerçekleşmez. Bu deney milyarlarca yıl boyunca sürdürülse de, yağ hücreleri yağ hücresi olmaya devam eder, sadece mutasyona uğrayanların yapısı bozulur, çoğu parçalanır ve ölür...
Eğer evrimciler iddialarına inanıyorlarsa, bu deneyi yapmalıdırlar. Oysa iddialarının bilimsel bir yönü olmadığını kendileri de bildiklerinden, bu gibi zahmetlere hiç girmemekte, bunun yerine ortaya hayali teoriler, boş iddialar, asla gerçekleşmeyecek senaryolar atmayı tercih etmektedirler.
Görüldüğü gibi, söz konusu "beyin hücresine dönüşen yağ hücresi" iddiası, ne gözleme ne de deneye dayanmayan, tamamen hayalgücü ürünü bir senaryodur. Böyle bir şeyin geçmişte gerçekleştiğine dair herhangi bir kanıt (fosil kaydı vs.) olmadığı gibi, mümkün olduğunu gösteren bir kanıt da yoktur. Aksine, en küçük bir muhakemeyle dahi, bunun asla gerçekleşemeyeceği anlaşılmaktadır.
Dikkat edilirse, bu yöntemle üretilemeyecek evrim senaryosu yoktur. Yarın bir başka evrimci de ortaya çıkıp "maymunların kafatası içindeki kemik hücreleri mutasyonla beyin hücresine dönüştü, bazı maymunlar da bu arada paranoyak oldular, paranoya sayesinde herşeyden kuşkulanıp yeni fikirler ürettiler" diye bir başka senaryo yazabilir. Ama bunların hepsi aynı derece saçma, uydurma ve imkansızdır.
Evrim teorisi adına ortaya atılan tüm iddialar, işte bunun gibi uydurma senaryolardan ibarettir. Evrimciler, geçmişte bir evrim yaşandığına körü körüne inanmakta, sonra da "bu nasıl yaşanmış olabilir" sorusu üzerinde hayal güçlerini çalıştırıp senaryo üretmektedirler. Oysa evrimciler senaryo yazmak yerine bilimsel bulgulara baksalar, bilimin ortaya koyduğu sonuçları önyargısız olarak inceleseler, Darwinizm'in bir hurafe olduğunu ve tüm canlıları Allah'ın yarattığını kendileri de göreceklerdir.
Hürriyet'teki haberin içindeki bir diğer akıl dışı iddia da şizofreni ile ilgilidir. Haberde "mutasyonların şizofreniye neden olduğu" ileri sürülmektedir ki, bu bilimsel temeli olmayan bir spekülasyondur. (Şizofreninin kökeni tartışmalı bir konudur.) Asıl saçma iddia ise "şizofreninin insanoğlunu geliştirdiği" iddiasıdır. Bu iddiayla, şizofrenlerin "sıradışı sayılabilecek düşünceler" ürettikleri ve gelişme sağladıkları öne sürülmektedir ki, bunun hiçbir tutarlı yanı yoktur. Eğer öyle olsaydı, tarihte "sıradışı sayılabilecek düşünceler" üreten insanların (yani mucidlerin, düşünürlerin, sanatçıların, radikal siyasetçilerin vs.) ağırlıklı olarak şizofrenlerden oluşmaları gerekirdi. Ancak kuşkusuz böyle bir durum yoktur.
Aslında Hürriyet'in haberine konu olan teoriyi kimin ortaya attığına baktığımızda, tüm bu asılsız iddiaların da sebebi ortaya çıkmaktadır. Hürriyet'te belirtildiğine göre, teorinin sahibi olan David Horrobin, İngiltere Şizofreni Derneği'nin danışmanıdır. Anlaşılan, Horrobin, gelir kaynağı olan şizofren hastalarını bir parça "gururlandırmak" için böyle bir senaryo ortaya atmıştır. Eğer Horrobin Şizofreni Derneği'nin değil de, "Verem Savaş Derneği"nin danışmanı olsaydı, o zaman gazete sayfalarını belki de "verem hastalarının evrime yaptığı büyük katkı" şeklinde haberler süsleyecekti...
Sonuçta, Hürriyet'te yayınlanan "Şizofreni Olmasaydı Maymun Kalacaktık" başlıklı haber, hiçbir "elle tutulur" yanı olmayan, içi boş ve saçma bir evrim propagandasından ibarettir. Evrimci medyanın bu kadar mantık dışı iddiaları gündeme getirmeye başlamış olması, aslında evrim teorisinin önlenemez çöküşünü belgelemektedir.
21- Plucking the Feathered Dinosaur", Science, Cilt 278, 14 Kasım 1997, s. 1229
22- S. J. Gould & N. Eldredge, Paleobiology, Vol 3, 1977, s. 147
23- A. Gibbons, "New Feathered Fossil Brings Dinosaurs and Birds Closer,"Science, 274:720-721, 1996
24- A.C. Burke and A. Feduccia, "Developmental Patterns and the Identification of Homologies in the Avian Hand", Science, 278(5338):666-8, October 24, 1997, with a perspective by R. Hinchliffe, "The Forward March of the Bird-Dinosaurs Halted?" s. 596-597
25- Richard L. Deem "Demise of the 'Birds are Dinosaurs' Theory", http://www.yfiles.com/dinobird2.html
26- http://www.yfiles.com/dinobird2.html
27- http://www.cnn.com/2001/TECH/science/03/28/salamander.reut/index.html
28- S. J. Gould, "Evolution's Erratic Pace", Natural History, vol. 86, Mayıs 1977
29- N. Eldredge, and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 45-46
30- Richard Leakey, The Making of Mankind, London: Sphere Books, 1981, s. 62
31- Kate Wong, Is Out of Africa Going Outdoor?, Scientific American, Ağustos 1999
32- http://www.icr.org/headlines/darwinvindicated.html
33- “Hominoid Evolution and Climatic Change in Europe” Volume 2 Edited by Louis de Bonis, George D. Koufos, Peter Andrews, Cambridge University Press 2001 ch. 6
34- Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
35- Michael J. Denton, "The Inverted Retina: Maladaptation or Pre-adaptation?", Origins & Design, 19:2; George Ayoub, "On the Design of the Vertebrate Retina" Origins & Design 17:1
36- Richard Leakey, İnsanın Kökeni, Varlık Yayınları: İstanbul, 1996, s.142
37- Roger Lewin, Modern İnsanın Kökeni, Tübitak Popüler Bilim Kitapları: Ankara, 1997, s. 220-221
38- Philip Lieberman, On the Kebara KMH 2 Hyoid and Neanderthal Speech, Current Anthropology, 34:2(Nisan 1993):172-175, s. 174
39- Earlier Human Speech, http://www.eurekalert.org/pub_releases/1998-04/DU-EHS-270498.php
40- Earlier Human Speech, http://www.eurekalert.org/pub_releases/1998-04/DU-EHS-270498.php
41- L. A.Schepartz, Language and Modern Human Origins, Yearbook of Physical Anthropology, 36:91-126(1993), s. 106
42- http://www.mesozoic.demon.co.uk/mankind.htm
43- Ashby L. Camp "Reappraising the 'Crown Jewel'", Creation Matters, September/October 1998
44- Roger Lewin, "Bones of Mammals, Ancestors Fleshed Out", Science, cilt 212, 26 Haziran 1981, s. 1492
45- George Gaylord Simpson, Life Before Man, New York: Time-Life Books, 1972, s. 42
46- George G., Simpson, "Tempo and Mode in Evolution", Columbia University Press, New York, 1944, s. 105, 107