Bilim ve Ütopya dergisinin Nisan 2001 tarihli sayısında Prof. Dr. Beyazıt Çırakoğlu ile yapılan bir röportaj yayınlandı. İnsan Genomu Projesi'nin ele alındığı röportajda, okuyucuya birçok yanıltıcı ve yanlış bilgi veriliyordu. İnsan Genomu Projesi'nin tamamen yanlı bir evrimci bakış açısı ile değerlendirildiği röportaja verilen cevapların ve soruları yönelten Bilim ve Ütopya dergisinin yanılgı ve hataları şöyledir:
Prof. Çırakoğlu, diğer tüm evrimciler ile aynı yanıltıcı iddiayı kullanmış ve canlıların omurgasızlardan memelilere doğru giderek kompleksleşen bir yapı gösterdiklerini ileri sürmüştür. Bilindiği gibi evrimciler, canlılığın tek bir ortak atadan geldiğini, küçük değişimlerle farklılaştığını ve giderek kompleksleştiğini öne sürerler. Buna göre önce tek bir filum (temel hayvan grupları) oluşmalı, sonra uzun zaman dilimleri içinde, yavaş yavaş, küçük değişimlerle ve daha kompleks bir yapıya sahip olarak diğer filumlar ortaya çıkmalıdır. İşte Prof. Çırakoğlu'nun sözleri de bu evrimci iddianın bir özetidir.
Ancak, fosil kayıtları evrimcilerin bu iddialarının kesinlikle yanlış olduğunu göstermektedir. Çünkü canlılar, ilk ortaya çıktıkları dönemden itibaren çok farklı çeşitlerde ve komplekstirler. Bugün bilinen hayvan filumlarının tamamına yakını, yeryüzünde aynı anda, Kambriyen Devir'de (yaşı 520 – 530 milyon yıl olarak hesaplanan jeolojik dönemde) ortaya çıkmışlardır. Bu dönemden önce fosil kayıtlarında tek hücreli canlılar ve çok basit birkaç çok hücreli dışında hiçbir canlının izine rastlanmazken, Kambriyen Devir'de 50'nin üzerinde farklı hayvan filumu aniden ortaya çıkmıştır.
Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller arasında salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, deniz anaları, deniz yıldızları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları gibi çok farklı canlılar vardır. Bu tabakadaki canlıların çoğunda, günümüzde yaşayan örneklerinden hiçbir farkı olmayan, göz, solungaç, kan dolaşımı gibi kompleks sistemler, ileri fizyolojik yapılar bulunur. Ve bu yapılar son derece komplekstirler.
Kambriyen Devri'ni tasvir eden bir illüstrasyon.
Kambriyen Devri'nde, bir anda ortaya çıkan canlılardan biri, sağ üstte görülen Hallucigenia'dır. Onun altında ise Hallucigenia'nın bir dikeni yakın plan olarak verilmiştir. Pek çok Kambriyen canlısının fosilinde, saldırılara karşı korunma sağlayan dikenler ya da sert kabuklar yer alır. Evrimcilerin açıklayamadıkları bir konu da, ortada hiçbir "avcı" canlının bulunmadığı bu devirde, bu hayvanların nasıl bu kadar iyi bir korunmaya sahip olduklarıdır. Ortada avcı hayvanların bulunmayışı, bu konuyu "doğal seleksiyon"la açıklamayı imkansız kılmaktadır. Solda, Kambriyen Devri'ne ait bir diğer fosil.
Evrim literatürünün popüler dergisi Earth Sciences'ın editörü Richard Monestarsky, Kambriyen Patlaması hakkında şu bilgileri vermektedir:
Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen Devri'nin tam başına rastlar ki, denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan omurgasız takımları erken Kambriyen Devir'de zaten vardır ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar.47
Kambriyen Devir'de birdenbire ortaya çıkan trilobit fosili, son derece kompleks bir göze sahiptir. Böyle bir yapının fosil kayıtlarında aniden belirmesi, evrim teorisinin yalan olduğunun açık bir delilidir.
Dünyanın nasıl olup da böyle birdenbire, birbirlerinden çok farklı ve son derece kompleks yapılara sahip filumlarla dolup taştığı evrim teorisinin asla cevaplandıramayacağı bir sorudur. Darwinizm'in dünya çapındaki en önde gelen savunucularından biri olan İngiliz biyolog Richard Dawkins, bu gerçek hakkında şunları söylemektedir:
... Kambriyen katmanları, başlıca omurgasız gruplarını bulduğumuz en eski katmanlardır. Bunlar, ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildeler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler.48
Dawkins'in ifadesi bir gerçeğin itirafıdır. Gerçekten de yeryüzünde görülen ilk canlıları, son derece kompleks yapılarıyla, hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, üstün bir güç sahibi olan Allah yaratmıştır.
Çok yakın zamana dek, özellikle de genom projesi kapsamında elde edilen bazı sonuçlar açıklanana kadar, evrimciler canlıların komplekslik düzeylerinin gen sayılarıyla orantılı olduğunu iddia ediyorlardı. Ancak, İnsan Genomu Projesi ve diğer genetik araştırmalar, çok şaşırtıcı sonuçlar ortaya çıkardı. İnsan ile hiçbir (sözde) evrimsel akrabalık kurulamayacak canlıların genetik yapılarının veya gen sayılarının insanınki ile büyük benzerlikler gösterdiği görüldü. Örneğin insan gen sayısı mısır gen sayısı ile aynıydı. İnsan ile meyve sineği arasında ise çok küçük bir genetik farklılık bulunmaktaydı.
Evrimciler, genom projesi sonuçları ile bir kez daha hayal kırıklığına uğradılar, çünkü elde edilen bulgular hayali evrim şemalarını desteklemiyor. Ne genler, ne fosiller, ne de canlıların morfolojik yapıları bu hayali şema ile uyumlu özellikler sergilemiyor. Evrimciler ise, bilimsel bulgular teorilerini yalanladığında, teorilerinden vazgeçmek yerine, yeni demagojik anlatımlar, yeni tez ve varsayımlar öne sürerek, insanları bir süre daha oyalamayı ümit ediyorlar.
Bilim ve Ütopya dergisindeki röportajda da diğer tüm evrimciler ile benzer bir "manevra" sergilenerek, "canlıların karmaşıklık düzeyi gen sayıları ile orantılı değilmiş. Biz aslında proteinleri unuttuk. Canlıların karmaşıklık düzeyi canlıların protein yapıları ile orantılıdır." anlamına gelen bir açıklamada bulunulmuştur.
Ancak, bu açıklamalar yapılırken, İnsan Genomu Projesi'nden bağımsız olarak, yıllardır protein düzeyinde yapılan bazı araştırmaların da benzer sonuçlar verdiğini, farklı canlıların ortak proteinlerinin karşılaştırılmasıyla elde edilen sonuçların da yine evrimcilerin hayali evrim soyağacıyla çeliştiğini ya bilinmemekte ya da bilmezlikten gelinmektedir.
Bugüne kadar çeşitli canlılar arasındaki protein dizilimleri laboratuvarlarda analiz edilmiş ve ortaya evrimciler açısından hiç beklenmedik sonuçlar çıkmıştır. Örneğin insandaki Sitokrom-C proteini bir atınkinden 14 amino asit farklıyken, kendisine evrimsel olarak daha "uzak" sayılan bir kangurununkinden yalnızca 8 amino asit farklıdır. Benzer gerçekler hemoglobin için de bulunmuştur. Bu proteinin insandaki dizilimi sözde "yakın akrabası" olan lemurunkinden 20 amino asit farklı iken, domuzdakinden yalnızca 14 amino asit farklıdır. Durum diğer proteinler için de yaklaşık olarak aynıdır.49
Evrimcilerin bu durumda, insanın evrimsel olarak kanguruya, attan daha yakın olması ya da domuzla lemurdan daha yakın akraba olduğu gibi sonuçlara varmaları gerekir. Oysa bu sonuçlar, şimdiye kadar evrimciler tarafından kabul edilmiş tüm "evrimsel soyağacı" şemalarına aykırıdır.
Her ikisi de sürüngenler sınıfına dahil olan kaplumbağa ve çıngıraklı yılanın arasındaki 100 kodonda 21 amino asitlik fark ise, çok ayrı sınıfların temsilcileri arasındaki farklardan belirgin bir şekilde daha büyüktür. Örneğin tavuk ve su yılanı arasındaki 17 veya at ve köpekbalığı arasındaki 16, hatta iki ayrı filuma ait köpek ve solucan sineği arasındaki 15 amino asitlik farktan bile daha büyüktür.
Yani evrim teorisine göre "yakın akraba" olması gereken canlılar, moleküler karşılaştırmalara göre
"çok uzak" çıkmaktadır.
Prof. Denton ve kitabı Evrim: Kriz İçinde Bir Teori
Protein dizilimleri ile ilgili karşılaştırmalar bunların benzeri birçok örnek içermektedir. Örneğin Cambridge'ten Adrian Friday ve Martin Bishop ellerindeki tetrapodların protein dizilimi verilerini analiz etmişler ve hayret verici bir şekilde, yaklaşık bütün örneklerde insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki en yakın akraba ise timsahtır!50
Kısacası, söz konusu röportajda evrime delil gibi gösterilmeye çalışılan protein analizleri, gerçekte evrim teorisi aleyhinde birer delildir.
Genetik benzerliğin evrime delil olabilmesi için düşünülen bir başka araştırma yöntemi ise, gen faaliyetlerinin araştırılması ve canlıların arasında buna göre evrimsel bir bağ aranmasıdır. Bu sözlerin altında yatan evrimsel mantık şudur: Evrim teorisine göre, canlılar genlerinde meydana gelen rastlantısal ve küçük değişimlerle oluşurlar. Dolayısıyla birbirlerinin yakın evrimsel akrabası sayılan canlıların genetik yapılarının çok benzer olması gerekir. Özellikle de benzer olan yapıları, organları (bunların hepsinin temelinde canlıyı oluşturan proteinler vardır) birbirine yakın bir gen yapısı tarafından kontrol edilmelidir.
Canlılar üzerinde moleküler düzeyde yapılan araştırmalar, evrim teorisini yalanlamaktadır. Moleküler düzeyde her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Hiçbir canlı bir diğerinin atası değildir.
Oysa genetik araştırmalar, bu evrimci tezle tamamen çelişen bulgular ortaya koymuştur. Farklı canlı türlerindeki benzer yapılar çoğunlukla farklı genetik kodlar tarafından belirlenmektedir. Ünlü mikrobiyolog Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) isimli kitabının "The Failure of Homology" (Homolojinin Çöküşü) başlıklı bölümünde bu konu hakkında pek çok örnek verir ve konuyu şöyle özetler:
Homolojinin evrimci temeli belki de en ciddi olarak, görünürde benzer olan yapıların, farklı türlerde bütünüyle farklı genler tarafından belirlendiği anlaşıldığında çökmüştür.51
Michael Denton, moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara dayanarak ayrıca şu yorumu yapar:
Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin atası değildir, diğerinden daha ilkel ya da gelişmiş de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi.52
Sonuç olarak, her ne kadar söz konusu röportajda "genom projesi proteinleri incelesin, o zaman canlı türleri arasındaki evrimsel bağ moleküler düzeyde ortaya çıkacaktır" gibi ifadelerle umutlu bir bekleyiş içinde olunsa da, bu tür çalışmalar zaten daha önce birçok örnek ile yapılmıştır. Ve sonuç olarak, canlılar arasında, moleküler düzeyde (genler, proteinler gibi) hiçbir evrimsel bağ olmadığı görülmüştür. Genom projesi dahilinde sadece örnekler daha da artırılacaktır ve moleküler düzeyde evrim olmadığı daha çok örnekle ispatlanmış olacaktır. Ancak evrimcilerin bu kez öne sürecekleri başka bir "oyalama ve büyüleme tezi" kalmamış olacaktır.
Bilim ve Ütopya dergisinde söz konusu röportajın yayınlandığı sayfalarda, Aykut Kence'nin de bazı görüşlerine bir çerçeve içinde yer verilmiştir. Aykut Kence, DNA'nın hemoglobin genini de içeren 10 bin baz dizisinden oluşan bir parçasının analiz edildiğini ve buna göre insan ve şempanzenin birbirlerine en yakın iki grup olduğunun görüldüğünü iddia etmektedir. Ancak verilen bu bilgilerdeki iki yanıltıcı nokta şöyledir:
1. Aykut Kence'nin belirttiği hemoglobin karşılaştırması sadece insan, şempanze, goril, örümcek maymunu, makak, orangutan arasında yapılmıştır ve sözde evrimsel yakınlık sadece bu türler arasında aranmıştır. Bunun sonucunda ise insana en yakın akrabanın şempanze olduğu belirlenmiştir. Ancak eğer bu canlılar arasına tavuk, timsah, sinek, tavşan, köpek, fare gibi farklı canlıların hemoglobin dizileri de katılsaydı, kuşkusuz çok daha farklı sonuçlar elde edilecekti. Belki, üstteki örneklerde olduğu gibi, bir tavuk veya bir timsah insana şempanzeden "daha yakın" çıkabilecekti.
2. Sayın Kence, sadece hemoglobin dizisi üzerinden bir örnek vermektedir. Ancak yukarıda da söz edildiği gibi, örneğin Sitokrom-C proteini üzerinden bir karşılaştırma yapıldığında insan ile kaplumbağanın, kaplumbağa ile çıngıraklı yılandan daha yakın oldukları gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Veya tavuklar en yakın akrabamız olarak tespit edilebilmektedir.
Dolayısıyla bu tarz varsayımların hiçbir bilimsel değeri yoktur. Sadece evrimsel önyargılar ile bazı çıkarımlar yapılmakta, bilimsel araştırmalar kırpılıp budanarak, "Evrimi bununla nasıl kanıtlayabiliriz?" mantığı ile hareket edilmektedir. "Bilginin seçici olarak kullanılması" olarak bilinen bu yöntem -yani pek çok farklı bilgi arasından, sadece belirli bir teze uyanların seçilip alınması- aslında klasik bir evrim propagandasıdır.
Evrimciler, yakın zamana kadar DNA'nın bazı bölümlerinin kullanılmadığını ve bunun evrim teorisinin bir delili olduğunu ileri sürüyorlardı. Ancak, son araştırmalar, DNA'nın hurda denen kısımlarının çok önemli fonksiyonları olduğunu gösterdi.
Röportajın bir bölümünde "hurda DNA" kavramından bahsedilerek, DNA'nın sadece %3'ünün kullanıldığı belirtilmiş ve şöyle denmiştir:
Bugün geldiğimiz nokta yüzde 3'ler. Bu kadarla kalacak artık. Bu dizi yığınlarının (DNA'da kullanılmadığı zannedilen diziler kastediliyor) evrim sürecinde canlılardan canlılara geçerken işlevini yitirmiş; ilk canlılarda işlevi olan, daha sonra canlılar karmaşıklaştıkça, yeni gelişen canlıda işlevi olmadan kalan yığınlar olduğu düşünülüyor...
Ancak, burada önemli bir yanılgı vardır. Çünkü son yıllarda yapılan araştırmalar, bir zamanlar "işe yaramaz" denen bu DNA dizilerinin artık "çok işe yaradığı"nı ortaya çıkarmıştır.
Evrim teorisini savunanlar, uzunca bir süre "Hurda DNA" (Junk DNA) kavramını bilim dünyasının gündeminde tuttular. Hurda DNA'dan kasıt, insanın ve diğer canlıların uzun DNA zincirinin herhangi bir işleve sahip olmadığı varsayımıydı. Evrimcilere göre DNA'nın büyük kısmı "boş"tu ve bu boşluğun sebebi de, DNA'nın yüz milyonlarca yıl süren bir "evrim süreci" içinde aktarıla aktarıla pek çok "çöp" biriktirmiş olmasıydı.
Oysa ilk bakışta bilimsel bir iddia gibi duran Hurda DNA kavramı, çok açık bir göz boyamaya dayanıyordu. DNA'nın önemli bir bölümü "boş" gibi gözüküyordu, çünkü bu bölümün işlevleri keşfedilmemişti. Bu gerçek 1990'lı yıllardaki bazı bilimsel bulgularla ortaya çıkmaya başladı. Evrim teorisine karşı çıkan ve canlılığın kökeninin yaratılış olduğunu savunan Amerikalı bilim adamı William Dembski, 1998'deki bir makalesinde şöyle yazıyordu:
Tasarım kavramı bilimsel gelişmeyi durduracak değildir. Aksine, geleneksel evrimci yaklaşımlarının bilimsel araştırmaları baltaladığı noktalarda, tasarım kavramı yepyeni araştırmaları teşvik eder. "Hurda DNA" kavramını ele alalım. Bu terimle birlikte kast edilen anlam, bir canlının genetik bilgisinin uzun ve amaçsız bir evrim sürecinin ürünü olduğu ve dolayısıyla bu genetik bilginin sadece bir kısmının organizma için yararlı olduğu düşüncesidir. Evrimci bakış açısına göre bol miktarda işe yaramaz DNA kısımları beklememiz gerekir. Ama eğer canlıların tasarlandıklarını kabul edersek, bu durumda DNA'nın çok daha fonksiyonel olmasını bekleriz. Ve gerçekten de, en yeni bazı bulgular, DNA'nın bazı kısımlarının "boş" olarak tanımlanmasının, aslında bizim DNA hakkındaki bilgimizdeki yetersizlikten kaynaklandığını göstermektedir. Örneğin Journal of Theoretical Biology dergisinin son sayılarından birinde, John Bodnar "ökaryot hücrelerin genetik bilgisinde, kodlama işlemi görmeyen (yani "boş") DNA parçalarının, gerçekte organizmanın büyümesini ve gelişimini sağlayan bir tür genetik dili kodlarını" bildirmektedir. Tasarım kavramı, bilim adamlarını (canlılarda) fonksiyon aramaya yönelmekte, evrim ise bu çabayı kösteklemektedir...53
İlerleyen birkaç yıl içindeki bilimsel araştırmalar, bu yargıyı haklı çıkardı. Özellikle 2001 yılında sonuçları açıklanan İnsan Genomu Projesi'yle birlikte, "Hurda DNA" kavramının bir yanılgı olduğu bilim dünyası içinde yüksek sesle ifade edilmeye başlandı. Cleveland Üniversitesi'nden evrimci bilim adamı Evan Eichler "Hurda DNA deyimi bizim bilgisizliğimizin yansımasından başka birşey değil" itirafında bulundu.54
Evrim teorisinin bilimsel açmazlarını birçok çalışmasıyla ortaya koyan Dr. Paul Nelson ise, "The Junk Dealer Ain't Selling That No More" başlıklı makalesinde, bilim dünyasındaki gelişmeyi şöyle özetliyordu:
Carl Sagan, Shadows of Forgotten Ancestors (Unutulmuş Ataların Gölgeleri) isimli kitabında, "genetik hurdalığın", DNA'daki "fazlalıkların, kekelemelerin (gereksiz tekrarlar) ve kopya edilemez saçmalıkların", hayatın temelinde derin kusurlar bulunduğunu kanıtladığını öne sürmüştü. Bu tür yorumlara daha önce biyoloji literatüründe sık rastlanıyordu. Ancak artık bu tür yorumlar yapılmıyor. Neden mi? Çünkü artık genetikçiler, genetik enkaz olarak bilinen kısımların fonksiyonlarını keşfediyorlar.55
Yakın bir geçmişte, "Hurda DNA" olarak bilinen, ancak bilim adamlarının fonksiyonlarını yeni keşfetmeye başladığı genlerden biri heterokromatindir. Bu DNA'da fazlaca tekrar edilen bir koddur. Herhangi bir proteinin üretiminden sorumlu olduğu tespit edilemediği için uzun zaman "Hurda DNA" olarak tanımlanmıştır. İsveç Deneysel Kanser Araştırma Enstitüsü'nden Renauld ve Gasser heterokromatin için şu yorumu yaparlar:
Genomda dikkat çekecek şekilde temsil ediliyor olmasına rağmen, (insan hücrelerinin %15'i ve sinek hücrelerinin yaklaşık %30'u), heterokromatin her zaman 'Hurda' DNA, yani hücreye hiçbir faydası olmayan DNA olarak kabul edilmiştir.56
Oysa, sonraki çalışmalar heterokromatinin önemli fonksiyonel görevleri olduğunu ortaya koymuştur. Moleküler Tıbbi Bilimler Enstitüsü (Institute of Molecular Sciences)'nden Emile Zuckerlandl bu gerçeği şöyle anlatır:
Tek başına fonksiyonel olmayan nükleotidleri (DNA baz çiftlerini) biraraya getirdiğinizde, fonksiyonel hale gelen nükleotidler topluluğu elde edebilirsiniz. Kromatine ait olan nükleotidler ise bunun bir örneğidir. Geçmişte heterokromatinin hurda olduğunu iddia eden görüşlere rağmen, bugün bu alanda aktif olarak çalışan birçok kişi, DNA'nın bu bölümünün çok önemli fonksiyonel görevleri olduğundan şüphe etmiyor... Nükleotidler tek başlarına hurda olabilirler, ancak birarada iken altınlar.57
Heterokromatinin bu tür "kollektif" fonksiyonlarından biri meyotik bölünmede tespit edilmiştir. Aynı zamanda yapay kromozom çalışmaları da, DNA'nın bu bölümünün farklı fonksiyonları olduğunu ortaya çıkarmıştır.58
Aslında DNA'nın hurda olarak bilinen kısımlarının devamlı faaliyet halinde olduğu ve henüz bilinmeyen farklı fonksiyonlara sahip olduğu evrimcilerin hoşuna gitmese de, uzun süreden beri ifade edilen bir gerçekti. Science dergisinde 1994 yılında yayınlanan "Saçma DNA kendi dilinde mi konuşuyor?" başlıklı haberde,59 Harvard Tıp Fakültesi'ndeki moleküler biyologlar ve Boston Üniversitesi'nden fizikçiler bu konuya açıklık kazandırmışlardı. Çeşitli canlılardan alınan, 50.000 baz çifti içeren 37 DNA dizilimi üzerinde yaptıkları araştırmalar sonucu, insan DNA'sında %90 yer tutmakta olan sözde "Hurda DNA"nın aslında özel bir dilde yazıldığını haber veriyorlardı. Yaptıkları testler, bu kısımlarda bir lisana benzer özellikler bulunduğunu ortaya koymuştu. Bulguları ışığında, "boş" denen DNA'nın hiç de boş olmadığını bildirmişlerdi.
Bu bulgulara rağmen evrimcilerin çoğu kulaklarına hoş gelen "Hurda DNA" kavramını savunmaya devam ettiler, ancak son bulgular bu kavramın tamamen geçersiz olduğunu ortaya çıkardı.
Gerçekte "Hurda DNA" kavramı, evrimcilerin 20. yüzyılın başında ortaya attıkları "körelmiş organlar" iddiasının son örneğidir. O dönemde de işlevi henüz keşfedilememiş pek çok organ (örneğin appendiks, kuyruk sokumu vs.) evrimciler tarafından "işe yaramaz, körelmiş organlar" diye öne sürülmüş ve evrim lehinde bir delil gibi gösterilmiştir. Oysa sonraki tıbbi araştırmalar, "işe yaramaz" sanılan organların önemli işlevlerini ortaya çıkarmış, örneğin appendiksin (halk arasında apandisit olarak bilinen organ) vücudun savunma sisteminin bir parçası, kuyruk sokumunun da önemli kasların tutunma noktası olduğunu göstermiştir. Evrimci yazar Scadding'in ifadesiyle "'biyoloji bilgisi arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçülmüş" ve sonunda yok olmuştur.60
Bugün aynı durum "körelmiş DNA" gibi gösterilmek istenen DNA parçaları için söz konusudur. Ama "biyoloji bilgisi arttıkça" bu iddia da çürümüştür.
Bilim ve Ütopya dergisinin sayfalarında yer alan röportajda ortaya çıkan bir diğer önemli yanılgı (ve yanıltma) yöntemi ise, bakteri ve memeli genleri arasında yapılan karşılaştırma üzerine ileri sürülen evrimci iddialardır. Röportajda, bazı bakteriler ile memelilerin ortak genleri bulunduğu belirtilmiş, bunun "evrim süreci" içinde bakterilerden memelilere taşındığı iddia edilmiş ve şu yorum yapılmıştır: "Demek ki evrim sadece kendi devinimi içinde değil, bazen dışarıdan bu tür katkılarla da oluşabiliyor."
Aslında bu yorumla evrimcilerin hem kendi kendilerini kandırmalarına hem de toplumu yanıltmalarına neden olan önemli bir mantık bozukluğu da gözler önüne serilmektedir. Bu mantık bozukluğu, bir varsayımı alıp, bir olayın açıklaması olarak kullanıp, sonra da bu açıklamayı o varsayıma delil göstermek şeklinde özetlenebilecek "kısır döngü mantığı"dır.
Bunu anlamak için söz konusu açıklamada ne denmek istendiğine bakalım. Bazı bakterilerle bazı memeliler arasında ortak genler bulunduğu belirtilmektedir. Bu gözlemlenmiş, bilimsel bir gerçektir. Peki bu gerçek nasıl yorumlanabilir? Konu hakkında başka hiçbir şey bilmeyen, hiçbir ön kabulü olmayan bir insan, iki farklı yorumun mümkün olduğunu hemen görecektir:
1) Evrimsel Yorum: Bu yoruma göre, bakterilerdeki genlerin memelilerde de olması, bakterilerin gen bilgisinin zamanla ve tesadüfler sonucu bu canlılara aktarılmasıyla mümkündür.
2) Yaratılış Gerçeği: Her iki farklı canlı grubunda da ortak genler vardır, çünkü her iki farklı grup da bu genlere yaratılışlarından itibaren sahiptirler. Bu canlılar benzer ihtiyaçlarla karşı karşıya oldukları için, vücutlarında bu ihtiyaçlara karşı ortak bir yapı yaratılmıştır.
Görüldüğü gibi, bakterilerle memeliler arasında ortak genler bulunması, iki farklı şekilde de açıklanabilmektedir. Yani bu genlerin varlığı, evrimci yorum için bir delil değildir. Doğru yoruma ulaşmak için başka bilimsel verilere bakmak, örneğin fosil kayıtlarını, canlılardaki yaratılışın yapısını, hayatın kökenini incelemek gerekir. (Bunları incelediğimizde ise evrimin büyük bir aldanış, yaratılışın ise apaçık bir gerçek olduğunu görürüz.)
İşte söz konusu evrimci iddiada yer alan çarpık mantık burada ortaya çıkmaktadır: Bu iddiaya göre eldeki bilimsel veriye (bakteri-memeli ortak genlerine), evrimcilerin inandıkları evrimsel yorum getirilmekte, sonra da bu açıklama evrim lehinde bir delil gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu mantığı çözümlediğimizde şöyle bir sonuç çıkmaktadır:
"Evrim teorisi, canlılardaki benzerliklerin evrimle oluştuğunu varsayar. Bakterilerle memeliler arasında benzerlik vardır. O halde evrim teorisi doğrudur."
Bu iddia, "Yerli kabileler yağmurun totemler tarafından yağdırıldığına inanırlar. Yağmur yağmaktadır. O halde yerli kabilelerin inancı doğrudur." demek gibi bir şeydir. Yani saçmadır.
Aslında evrim teorisi adına dile getirilen mantıkların çoğu, buna benzer "kısır döngü mantıkları"dır. Evrim teorisinin bir varsayımına göre bilimsel bulgular (fosiller, genetik benzerlikler, hayvan yapıları, davranışları vs.) üzerinde yorum yapılmakta, sonra da bu yorumlar topluma "evrime delil bulundu" şeklinde aldatıcı bir üslupla sunulmaktadır.
Evrimcilerin bu yöntemine karşı dikkatli olmak ve kısır döngü mantıklarının evrime delil olmadığını, aksine evrim teorisinin çaresizliğini gösterdiğini bilmek gerekmektedir.
Bilim ve Ütopya dergisinin Nisan 2001 tarihli sayısındaki röportajda yer alan iddialar, bilimin evrim teorisi adına çarpıtılmasından ibarettir. Gerçekte evrimci yazıların çoğunda var olan durum budur.
Oysa evrimci kadronun sürekli tekrarladığı Darwinist telkinler, artık kimseyi kandıramamaktadır. Her yazdıkları yazı, ne kadar büyük bir aldanış, mantık bozukluğu veya bilgisizlik içinde olduklarını daha net ortaya çıkarmaktadır. Bunlar, Darwinizm'in son çırpınışlarıdır.
Bilim ve Ütopya'nın yazarlarından biri olan Alaeddin Şenel'in "Biyoteknoloji Materyalizmi Kanıtlıyor" adlı yazısı, adı geçen derginin Nisan 2001 tarihli sayısında yayınlandı. Yazıda, Şenel, bu derginin daha önceki sayılarında da kendisi tarafından tekrar edilmiş ve cevaplandırılmış iddiaları tekrarlıyordu. Şenel'in aynı geçersiz iddiaları tekrar etmekten vazgeçmemesi nedeniyle, yazısındaki mantık bozukluklarından birkaç örneği belirtmekte yarar görüyoruz.
Hayli uzun olan bu makale, 100 yıllık diyalektik materyalist edebiyatın bir tekrarı niteliğindedir. Marx ve Engels'le başlayan "tarihsel materyalizm" izahları, dinin kökenini "sınıf çatışmasıyla" açıklamaya kalkan yüzeysel analizler, ruhun sözde var olmadığını ispata yönelik gerçek dışı örnekler, bu yazıda da klasik materyalist terimler ve söylemlerle tekrar edilmiştir.
Yazıda, bu köhne materyalist iddialar uzun uzun tekrarlandıktan sonra, "biyoteknolojinin neden materyalizmi kanıtladığı" yalanı anlatılmaya girişilmektedir. Yazıya göre biyoteknolojinin sözde "materyalizmi kanıtlaması", bazı organik moleküllerin insan eliyle yapılmış olmasından veya yakın gelecekte yapılacak olmasından kaynaklanmaktadır. Söz konusu "mantık örgüsünü", aşağıdaki paragraftan anlamak mümkündür:
Tümden inorganik (cansız) elementlerin sentezi ile canlılığın yapıtaşları olan DNA ve RNA sentezlenişini bu kuşağın insanlarının görebilme imkanı olabilir. Böyle bir başarının önemi, ... asıl yaratıcının insan olduğunun kanıtlanmasından kaynaklanacaktır.
Buradaki mantık tutarsızlığı çok ilginçtir: Yaşamın temeli olan DNA ve RNA moleküllerinin yakın bir gelecekte (elbette büyük bilimsel araştırmalarla, olağanüstü bir emek ve çabayla) sentezlenebileceği belirtilmekte, sonra da bu Allah'ın varlığına ve yaratılışa karşı bir delil olarak kullanılmaktadır. Oysa bu moleküllerin sentezlenmesi için bu denli büyük bir bilgi ve teknolojik güce ihtiyaç duyuluyor olması, yaratılışın başlı başına bir delilidir. Çünkü bu durum göstermektedir ki, yaşamın en temel yapıtaşları dahi, "tesadüfen oluşmak" bir yana, olağanüstü bir akıl, bilgi ve güçle meydana getirilebilir. Oysa materyalizm, yaşamın kökeninde hiçbir akıl ve bilgi olmadığını, tüm canlılığın "hareket halindeki madde"nin tesadüfleriyle oluştuğunu iddia etmektedir.
Yaşamın kökeni için iki farklı açıklama vardır. Birinci açıklama tesadüfler ve doğal şartlardır. (Yani geçerliliği olmayan evrim teorisi) İkinci açıklama ise, yaşamın bu şekilde oluşmuş olamayacağı, sonsuz bir aklın ürünü olarak yaratıldığı yönündedir. (Yani yaratılış gerçeği) DNA ve RNA gibi yaşam için zorunlu moleküllerin, büyük bilimsel çalışmalar, uğraşılar, denemeler sonucunda laboratuvarda sentezlenmesi ise, evrimi değil yaratılışı ispatlar. Çünkü bu işlem, canlılığın ortaya çıkması için mutlaka mükemmel bir düzen ve plan gerektiğini teyid etmektedir.
Gerçek bu iken, evrimcilerin, RNA ve DNA sentezlenmesini "yaratılışın gerekmediği" şeklinde anlamaları, anlaşılması güç bir muhakeme bozukluğudur.
Evrimcilerin muhakemesindeki bozukluk, üstte belirttiğimiz sözlerin son kısmında daha ileri boyutlara varmaktadır. Burada RNA ve DNA sentezlenmesinin, "asıl yaratıcının insan olduğunu kanıtlayacağı" ileri sürülmektedir. Acaba burada ne denmeye çalışılmaktadır? Bundan 3.5 milyar yıl kadar önce, dünya üzerindeki ilk hücrelerin DNA ve RNA zincirlerini, hücre zarlarını, organellerini, enzim sistemlerini "insan" mı var etmiştir? Ya da insan, kendisinin yeryüzünde ortaya çıkışından çok daha önceleri yaşamış milyonlarca farklı canlı türünün tasarımcısı mıdır?
Elbette bunların hepsi safsatadır. İnsan ne başka bir canlı türünün ne de kendisinin yaratıcısı değildir. İnsanı Allah yaratmıştır. Şu anda insanların "biyoteknoloji" adı altında yapmaya çalıştığı şey ise, Allah'ın muhteşem ve kusursuz yaratışının çok cüzi bir kısmını (tek bir RNA veya DNA zincirini) taklit etmektir.
Materyalistlerin bu denli şaşırtıcı yargı bozuklukları ve safsatalar sergilemeleri ise, aslında sahip oldukları materyalist dünya görüşünün ne kadar büyük bir aldanış olduğunun, insanları ne kadar akılsız ve bilinçsiz hale getirdiğinin bir göstergesidir.
Buna benzer yargı bozuklukları, Bilim ve Ütopya'nın aynı sayısında yer alan başka makalelerde de görülmektedir. Önceki bölümde söz ettiğimiz röportajda, kısır döngü mantıklar ile evrimin kanıtlandığı zannedilmektedir. (bkz. http://www.netcevap.org/butopya0104_1.html). Turgut Gürer "Yaşam Nedir" başlıklı makalesinde, maddenin kendi kendini örgütleyebileceği yönündeki materyalist dogmayı tekrarlamaktadır, ancak buna delil sandığı kavramların konuyla ilgisi yoktur. (bkz. http://www.netcevap.org/butopya0104_2.html)
Alan Woods ve Ted Grant'in "Madde Kendisinin Bilincine Varıyor" başlıklı makalelerinde ise, insanın bir madde yığını olduğu yönündeki materyalist dogma tekrarlanmış, maddenin kendi kendine "örgütlendiği", dahası "bilinçli hale" geldiği yönündeki efsane tekrar edilmiş, ancak yine bu efsaneye dair bilimsel bir kanıt öne sürülememiştir. Çünkü böyle bir kanıt yoktur.
Sonuçta, Bilim ve Ütopya'nın Nisan 2001 tarihli sayısındaki yazılar, materyalistlerin kendi kendilerine telkinde bulunmalarından ve taraftarlarına moral vermeye çalışmalarından öteye gidememiştir. Dahası, materyalizmin ve Darwinizm'in insanları dar kalıplar ve hurafelerle düşünmeye zorlayan ve sonuçta mantık ve yargılarını tahrip eden birer aldatmaca olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Bilimi doğru yorumlamak, doğru tespitleri yapmakla mümkündür. Bunun için bilimde ön yargıya yer olmamalıdır. Kişi, eğer doğru bilginin ışığında gerçeklerle karşılaşmaya hazırsa, o zaman değişmeye de hazır olmalıdır. O güne dek inandığı ideolojiler ya da felsefeler yanlış çıkmış ve geçmişe baktığında onu rahatsız eder duruma gelmiş olabilir. Ama önemli olan doğruya bir an önce sarılmak ve yanlışta ısrar etmemektir.
Ancak ülkemizde tüm açıklığına rağmen bilimsel gelişmeler yanlıştan vazgeçmemekte ısrar eden bazı kesimlerce, kasıtlı olarak yanlış yorumlanmaktadır. Bilim ve Ütopya dergisinin Mart 2001 tarihli sayısında bu yaklaşım bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Bilim ve Ütopya'nın söz konusu sayısında, derginin editörü olan Ender Helvacıoğlu bilim alanında yıkılmış bir teori olan evrim teorisini kendince ayakta tutmaya çalışmaktadır. Yazısında evrimin "kanıtlanmış kesin bir gerçek" olduğunu ileri sürerek, taraftarlarına moral vermeye çabalamakta, ancak sözünü ettiği kanıtların ne olduğundan hiç bahsedememektedir. Sebep açıktır: Ortada evrimi destekleyen bilimsel bir kanıt yoktur.
Derginin sayfalarını karıştırıp "acaba Helvacıoğlu'nun sözünü ettiği kanıtlar ne olabilir" diye baktığımızda, gerçek daha açık olarak ortaya çıkmaktadır. Bilim ve Ütopya, evrim teorisi adına, Darwin'in 150 yıl önce yayınlanmış Türlerin Kökeni kitabının giriş bölümünü alıntı yapmaktan ve Darwinizm'e karşı olan kalıtımın kanunlarını bulan ve yaratılışı savunan bilim adamı Gregor Mendel'i Darwinist gibi göstermeye çalışmaktan başka birşey yapamamıştır.
Bilim ve Ütopya'nın söz konusu iki yazısından ilki, Darwin'in Türlerin Kökeni kitabının giriş bölümünden yapılmış uzunca bir alıntıdır.
Oysa söz konusu alıntı incelendiğinde, bu metnin içinde bile evrim teorisinin tutarsızlıklarına dair kanıtlar olduğu görülmektedir. Darwin metin içinde teorisinin mantıksızlığını kabul eden çeşitli itiraflarda bulunmuştur. Örneğin ağaçkakanların vücudundaki özel yaratılışın doğal etkenlerle (yani kendi teorisine göre) açıklanamayacağını şöyle itiraf etmiştir:
Ama örneğin ağaç kabuklarının altındaki böcekleri çekip çıkarmak için, öylesine güzel uyarlanmış ayakları, kuyruğu ve diliyle bir ağaçkakanın yapısını yalnız dış koşullara yormak, akla aykırıdır.
Bu ifadeleriyle Charles Darwin'in kendi teorisi hakkındaki çelişkisi net olarak ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de birçok özelliğiyle kompleks bir uyum sergileyen ağaçkakanın doğal koşulların etkisiyle, kademe kademe evrimleşemeyeceği, tüm özellikleriyle eksiksiz olarak ortaya çıktığı, yani yaratıldığı apaçık bir gerçektir. Darwin de bunu itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Ağaçkakanla ilgili itirafının ardından Darwin bir başka konuyu, öksekotu bitkisini ele almakta, ancak burada da yine aynı itirafı yapmaktadır:
Besinini belirli ağaçlardan emerek sağlayan, belirli kuşlarla taşınmaları gereken tohumları ayrı eşeyli ve çiçektozunun birinden öbürüne konması için ille belirli böceklerin aracılığını gerektiren çiçekleri olan asalak ökseotunun yapısını, farklı organik varlıklarla olan ilişkileriyle birlikte, dış koşulların etkileriyle ya da alışkanlıkla veya bitkinin kendi isteğiyle açıklamak da, aynı ölçüde akla aykırıdır.
Görüldüğü gibi Darwin, daha kitabının giriş bölümünde, canlıların hayranlık uyandıran yapıları ve diğer canlılarla olan hayati kompleks ilişkilerini nasıl edindiklerini açıklayamadıkça teorisinin "akla aykırı" olarak değerlendirilmesi gerektiğini, mecburi bir kabul olarak belirtmiştir. Kitap boyunca, çevrenin bir türü değiştirdiğini iddia etmesine rağmen, daha bu giriş bölümünde ağaçkakan kuşunun kusursuz yapısından bahsetmek zorunda kalmış, ayakları, kuyruğu, gagası ve diliyle ağaçkakanın bu yapısını evrimle açıklamanın akla aykırı olduğunu kabul etmiştir. Darwin'in teorinin içine düştüğü çıkmaz hakkında verdiği örnekte geçen yapılar, gerçekten de yalnızca yaratılışın delilidir.
İşin ilginç yanı, Bilim ve Ütopya dergisinin tüm bunları "evrime büyük delil" sanarak yayınlamasıdır. Bu durum, evrimcilerin sadece teorilerinin değil, propaganda yöntemlerinin de "akla aykırı" olduğunu göstermektedir.
Bilim ve Ütopya dergisindeki yazıda ikinci büyük yanılgısı ise, dergide yer alan "Gregor Mendel'in Kalıtım Kuramı" başlıklı makalede ortaya çıkmaktadır. Makalenin alt başlığında şöyle yazılıdır: "Gregor Mendel'in kalıtım kuramı, evrim kuramına yeni bir boyut kazandırmakla kalmamış, günümüzde olumlu olumsuz çokça sözü edilen genetik mühendisliği denen çalışmaya da yol açmıştır."
Dikkat edilirse Bilim ve Ütopya, Mendel'i "evrim kuramına yeni bir boyut kazandıran" bilim adamı olarak tarif etmekte, yani Mendel'in bulgularını Darwinizm lehine bir delil gibi sunmaya çalışmaktadır.
Oysa bu, çok büyük bir çarpıtmadır. Mendel'in bulguları evrim lehinde değil, aleyhinde bir delil olmuştur ve zaten Mendel de Darwinizm'e karşı çıkmıştır. "Journal of Heredity"de (Kalıtım Mecmuası) yayınlanan "Mendel's Opposition to Evolution and to Darwin" (Mendel'in Evrime ve Darwin'e Muhalefeti) başlıklı makalede şöyle yazılıdır:
Mendel, Türlerin Kökeni'ne aşinaydı ve Darwin'in teorisine karşı çıkıyordu. Darwin, doğal seleksiyonla ortak atadan evrimleşme teorisini öne sürerken, Mendel özel yaratılışa inanıyordu.61
Evrim teorisi, ortaya atılışından itibaren hep genetik bilimi ile çelişmiştir. Darwin, canlıların çevre şartlarının etkisiyle değişip, diğer canlılara dönüşebilecekleri teorisini ortaya atarken, diğer yandan Mendel, canlıların çevre etkisiyle değişmeyeceklerini deneysel olarak ispatlamış, kalıtımın varlığını göstermiştir. Darwin'in fikirleri deneylere değil, tamamen spekülasyona dayanan bir teori olarak kalırken, Mendel uzun ve sabırlı bir çalışmayla kalıtım kanunlarını deney ve gözlemleriyle bilim tarihine sunmuştur.
Birbirlerinin çağdaşı olmalarına rağmen, Mendel'in genetik çalışmalarının bilim dünyasında kabul görmesi ise Darwin'den 35 yıl sonra mümkün olmuştur. Mendel'in temellerini attığı genetik bilimi, Darwinizm'in varsayımlarını çürütmüş ve evrimciler bunu kabullenmemek için uzun süre direnmişlerdir. Ancak sonunda Mendel'in bulgularını kabul etmeyi ve kendi teorilerinde buna göre göstermelik değişiklikler yapmayı tek çıkar yol olarak görmüşlerdir.
Bilim ve Ütopya dergisinin, giriş yazısında "evrim kesin olarak ispatlanmış bir gerçek" dedikten sonra, bu konuda "delil" olarak sadece Darwin'in çelişki ve itiraf dolu bir yazısını aktarabilmesi ve yaratılışı savunan bilim adamı Mendel'i çarpıtarak evrimci gibi göstermeye çalışması, evrim teorisinin aslında ne kadar büyük bir aldatmaca olduğunu da göstermektedir. Bilim ve Ütopya ve bu dergiyle aynı mantıktaki tüm diğer evrimciler, kendi kendilerini ve taraftarlarını tatmin etmeye yönelik içi boş sloganlara yer vermek yerine, önyargısız ve samimi olarak düşünseler, bu gerçeği kolaylıkla göreceklerdir. Anlayacaklardır ki, bu dünyaya evrimleşerek değil, Allah'ın yaratmasıyla gelmişlerdir ve varlıklarını sadece Allah'a borçludurlar.
Bilim ve Teknik dergisinin Mart 2001 sayısında, NASA'nın AMES Araştırma Merkezinde bir grup araştırmacının "basit hücreler" meydana getirdikleri şeklinde bir habere yer verilmiştir. NASA'da gerçekleştirilen araştırmanın sonucuna göre, bu yapıların "tüm canlılarda bulunan zarlı yapıların özelliklerine sahip" oldukları iddia edilmiştir. Ancak araştırmanın, daha doğrusu deneyin içeriği incelendiğinde, oluşan yapıların canlı hücrenin zarı ile hiçbir şekilde aynı özelliklere sahip olmadığı görülmektedir. Deney sonunda ortaya çıkan mikroskopik balonların, benzersiz bir tasarım ürünü olarak hayranlık uyandıran hücre zarıyla, fiziki olarak çok farklı yapılar olduğu hemen fark edilmektedir.
Öncelikle, üretilen balonlar tek tabakadan oluşan yağ yapısındadır. Oysa canlı her hücrenin zarı, ortak bir yaratılışın ürünü olarak hep çift katmandan oluşan lipid yapısında olur. ABD Ulusal Bilimler Akademisi'nin PDAS adlı yayın organında yayınlanan 30 Ocak 2001 tarihli söz konusu makalenin orijinalinde (Self-assembling amphiphilic molecules: Synthesis in simulated interstellar/precometary ices) üretilen kimyasal yapılar "tek katmandan oluşan sabun köpükleri" olarak tanımlanmışlardır. "Amfifilik" özelliklerinden dolayı bu şekilde tarif edilen deney ürünlerinin, canlı olduklarına dair bir iddiada dahi bulunulamamıştır. Çünkü hücrenin canlılığını sağlayan fonksiyonları ve organelleri, hücreyi yakından tanıyan her biyoloğun bildiği gibi, olağanüstü derece komplekstir ve insanlar tarafından üretilmek bir yana taklit edilmesi bile henüz mümkün değildir.
Aslında bu deney sayesinde zarın eşsiz yapısı bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Hücre zarının, çift tabakadan oluşan lipid özelliğinin, onlarca bilim adamının bilgisi ve çabasıyla dahi taklit edilemediği ortaya çıkmıştır.
Bununla birlikte, bir molekül zincirine "canlılarda bulunan zarlı yapıların özelliklerine sahip" denebilmesi için, öncelikle hücrenin seçici geçirgen fonksiyonlarını yerine getiriyor olması şarttır. Ancak laboratuvar koşulları altında büyük bir bütçe, insan gücü ve aklı harcanarak elde edilen sonuç yalnızca "keseciğe benzer balon" yapılardır.
Hücre insanoğlunun karşılaştığı en kompleks sistemdir. Bugün hücrenin içinde enerji üreten santraller, yaşam için zorunlu olan enzim ve hormonları üreten fabrikalar, üretilecek bütün ürünlerle ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu bir bilgi bankası, bir bölgeden diğerine hammaddeleri ve ürünleri nakleden kompleks taşıma sistemleri, boru hatları, dışarıdan gelen hammaddeleri işe yarayacak parçalara ayrıştıran gelişmiş laboratuvar ve rafineriler olduğunu biliyoruz.
W. H. Thorpe, tanınmış bir evrimci olmasına rağmen, "canlı hücrelerinin en basitinin sahip olduğu mekanizma bile, insanoğlunun şimdiye kadar yaptığı, hatta hayal ettiği bütün makinelerden çok daha komplekstir" diyerek hücrenin basit olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır.62
Evrimciler, kökenini hiçbir şekilde açıklayamadıkları bu hücre gerçeği karşısında, bu kompleksliği gündemden çıkarmak ve hücreyi elden geldiğince "basit" göstermek çabasındadırlar.
Hücre ve hücre zarı son derece kompleks yapılardır. Evrimciler ise, kompleksliğini açıklayamadıkları bu yapıları son çare olarak "basit" gibi gösterme yolunu seçmişlerdir.
Bilim ve Teknik'te yayınlanan makalede de aynı çaba gözlemlenmektedir. Oysa onu basit görmek ve göstermek isteyenlerin aksine, hücre zarının görevi sadece hücreyi sarıp kuşatmak değildir. Benzersiz hayati fonksiyonlarıyla hücreye canlı özelliği kazandıran bu zar, sahip olduğu üstün yetenek, hafıza ve sergilediği akıl yüzünden hücrenin beyni olarak kabul edilir. Zar çift taraflı, hem içe hem dışa doğru dönük yağ moleküllerinden oluşan uçsuz bucaksız bir duvara benzer. Bu yağ parçacıklarının arasında hücreye girişi ve çıkışı sağlayan kapılar ve zarın dış ortamı tanımasını sağlayan algılayıcılar vardır. Bu kapılar ve algılayıcılar protein moleküllerinden yapılmıştır. Hücre duvarının içinde yer alırlar ve hücreye yapılan tüm giriş ve çıkışları titiz bir biçimde denetlerler.
Görüldüğü gibi evrimciler, canlı yapıların tesadüfen oluştuğunu iddia edebilmenin temelinde, canlılığı önce basit gösterme taktiği gütmek zorunda kalmaktadırlar. Oysa canlılık bilimin gösterdiği veriler ışığında son derece komplekstir. Yaptıkları deneyler canlılığın, değil tesadüfen oluşması, bilinçli olarak ve en üstün teknoloji kullanılarak bile taklit edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. NASA laboratuvarlarında yapılan bu deney de dahil olmak üzere, bilimsel bulgular, hayatı bir tesadüf ürünü sayan evrim teorisini yalanlamakta ve yaratılışı doğrulamaktadır: Küçük bir hücreden insanoğluna kadar varolan tüm canlıları, sonsuz bir güç, akıl ve bilgi sahibi olan Yüce Allah yaratmıştır.
Son aylarda bazı gazetelerde insan genomu çalışmaları hakkında taraflı ve yanlış aktarımlar yapılmaktadır. Genom projesi ile ilgili bilimsel haberler evrim teorisinin kanıtıymış gibi sunulmakta, bilim adına son derece önemli olan bu gelişme çarpıtılmaktadır.
Bu kampanyanın her detayında, bilgisizlik, yüzeysellik ve muhakeme bozukluğu ortaya çıkmaktadır. Gerçekte genom projesi evrim teorisine hiçbir şekilde bir destek sağlamamıştır ve zaten evrim taraftarı bilim adamlarınca da böyle bir iddia öne sürülmemektedir. Buna rağmen evrimci gazeteler genom projesi sonuçlarını Darwinizm'in delili gibi yorumlayarak sunmakta, ihtiyaç duydukları yerde bilimsel sonuçlar üzerine eklemeler ve tahrifatlar yapmaktan çekinmemektedirler.
İşin ilginç tarafı, dış basında bu önemli bilimsel gelişme "genetik hastalıkların erken teşhisi ile birlikte, vücudumuzun nasıl çalıştığını öğrenmemize fayda sağlayacak" diye tanıtılırken, ülkemizde evrime destek arama çabasıyla birlikte sunulmasıdır.
Evrimci basında, insanın gen yapısının basit olduğu yönünde çıkan haberler, haberleri hazırlayanların bilgisizliğinden ve evrimci önyargılarından kaynaklanmaktadır. Gen sayılarının az olması genetik yapıyı basitleştirmediği gibi, büyük kısmının işe yaramaz olduğu iddiası da son bulgularla yalanlanmaktadır.
Sabah gazetesi 12 ve 13 Şubat 2001 tarihli haberlerde, öncelikle genom projesi sonuçlarını basitleştirerek, DNA'nın kompleksliği ve mükemmelliğini kendince örtbas etme çabasına girişmiştir. Projenin sonuçları arasında insan DNA'sının sanılanın aksine 100 bin değil de 30-40 bin civarında olduğu açıklamasından yola çıkarak, "demek ki genler basitmiş" izlenimi verimeye çalışılmıştır.
Ancak bu tamamen yanlış bir çıkarımdır. İnsanda 35 bin kadar gen olması insan DNA'sının "basit" olduğu anlamına gelmez. 35 bin gen, 3 milyar birimden oluşan DNA'nın şu an için işe yaradığı tahmin edilen kısmıdır. Yeni araştırmaların DNA'nın diğer kısımlarında yeni işlevler bulacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Tanımlanmış gen sayısının şimdilik bu sayıda olması ise, DNA'nın ne ihtiva ettiği bilgiyi ne de ayrıntılı mükemmel yapısını basit kılar. İnsandan çok daha az gene sahip bir virüsün bile tesadüfen oluşması mümkün değildir. DNA gibi kompleks bir yapının varlığı dahi, canlıları Allah'ın yarattığının kanıtıdır.
Zaten Sabah gazetesi de bu konuda kendi içinde çelişki yaşamaktadır; 13 Şubat 2001 tarihli Sabah gazetesinde "HÜCRE BOEING'DEN DAHA KARIŞIK" başlıklı bir haber yapılmış, hücrenin ne kadar ayrıntılı bir organizasyonun ürünü olduğunu gözler önüne serilmiştir. Bunu fark eden bir insanın evrim teorisine inanması ise, bir Boeing uçağının tesadüfen oluştuğuna inanmasından daha öte bir saçmalıktır. Sabah gazetesinin bu birbirine ters haberlerle içine düştüğü çelişki, gazete tarafından yürütülen Darwinizm propagandasının tutarsızlığını ortaya koymaktadır.
Sabah gazetesi Dış Haberler servisinin bu tip bilimsel konulara yabancı olduğu gibi, İngilizce bilgisi açısından da yetersiz olduğu hemen anlaşılmaktadır. DNA'nın ne kadar büyük olduğu hakkında verilen rakam yanlış tercüme edilerek aktarılmıştır. Yazıda "insan DNA'sında 3.2 trilyon harf var" denilmektedir. Oysa insan DNA'sı 3.2 milyar birimden oluşmaktadır. Yani "milyar", "trilyon" diye tercüme edilmiştir. Sabah gazetesinin bilimsel konuları gündeme getirirken biraz olsun gerçeklere bağlı kalmaya özen göstermesi gerekmektedir.
Sabah gazetesi, yaptığı haberlerde, çeşitli canlı türlerinin gen sayılarını karşılaştırarak aralarında benzerlik kurmaya çalışmıştır. İnsanın maymundan evrimleştiği fikrini empoze etmek amacıyla da "Maymunla aynı, fareden 300 tane fazla genimiz bulunuyor" denmiştir. Oysa maymunun gen sayısı ile ilgili henüz bilimsel bir çalışma bulunmamaktadır. Yazıda ayrıca fareden 300 tane fazla genimiz bulunduğu bilgisi aktarılmaktadır ki, bu da yanlış bir bilgidir. Çünkü genom projesinde yer alan Celera şirketinin fare genomu hakkındaki çalışması halen devam etmektedir. Fare genomu hakkında, Celera şirketi yetkilisi Mark Adams'ın yaptığı açıklamaya göre fare gen sayımına henüz başlanmamıştır. Yani fare gen sayısı hakkında da henüz bilimsel bir veri bulunmamaktadır.
Sabah gazetesine benzer yayın politikasıyla tanınan Hürriyet gazetesinde ise 13 Şubat 2001 tarihli köşe yazısında Hadi Uluengin "insan ile goril arasında 300 gen fark var" diye yazmıştır. Bu bilgi de herhangi bir bilimsel veriye dayandırılmamış, asılsız bir iddiadır.
Canlı türlerinin gen sayılarının karşılaştırılması, aslında çok saçma, evrimcilere özgü bir mantıksızlık örneğidir. Çünkü DNA, canlının özelliklerinin şifreler halinde sıralandığı bir bilgi deposu, bir kütüphanedir. DNA'da organizmanın kaç tane özelliğinin tarif edildiğinden yola çıkarak, farklı canlı türleri arasında bu özelliklerin sayısının karşılaştırılması ise çok anlamsızdır.
Bu mantıksızlığı bir örnekle açıklayabiliriz: Bir geminin 198, bir uçağın da 201 sayılabilir özelliği olsa, "özelliklerinin sayısı birbirine çok yakın" diye aralarında benzerlik kurulamaz, "uçakla gemi aynı" denemez. Ya da iki ayrı kütüphanede farklı konuların anlatıldığı 1000'er kitap olsa, sırf kitap sayıları eşit diye, içerdikleri bilgilere aynı diyemeyiz.
Ancak Sabah gazetesi, solucan, fare, sinek, maymun veya insan arasında da, (tıpkı uçakla geminin karşılaştırılmasında olduğu gibi) genlerin sayılarını karşılaştırarak benzerlik kurmaya çalışmaktadır. Oysaki sayısal benzerliklerin, söz konusu canlıların birbirlerinden evrimleştiklerine delil olamayacağı ortadadır.
Nitetim bu konuda elde edilen bilimsel sonuçlar, evrimcilerin beklentilerinin hep aksine olmuştur. Genom çalışmasını yürüten Celera şirketinin yaptığı bir açıklamada bu noktaya geniş yer verilmektedir. Edward Winstead "DNA Büyüklüğü ve Gen Sayıları için Sebepler Açık Değil" başlıklı makalesinde şöyle demektedir:
HAYVANLAR ALEMİNDE GENOM BÜYÜKLÜĞÜYLE EVRİMSEL KONUM ARASINDAKI İLİŞKİ AÇIK DEĞİLDİR. En büyük DNA'lardan biri, çok küçük bir yaratık olan, Amoeba Dubia'ya aittir. Bu protozoanın genomu 670 milyar DNA biriminden oluşmaktadır. Yani karşımızda en gelişmiş canlı türü olarak sunulan insanın DNA'sından 200 kat daha fazla DNA içeren bir canlı bulunmaktadır. DNA sıralamaları çıkarılmış olan organizmalar arasında, DNA büyüklükleri gen sayıları ile uyumluluk göstermemektedir.63
Bir sonraki sayfada yer alan tabloda, bügüne dek üzerinde çalışılmış organizmaların DNA büyüklükleri ile gen sayıları karşılaştırılmaktadır. Görüleceği gibi, gen sayıları ile DNA büyüklükleri arasında herhangi bir bağ yoktur. Ne gen sayıları ne de DNA büyüklükleri, evrimcilerin öne sürdüğü gibi bir "evrim zinciri" göstermemektedir.
Bu konuda evrimci yayın organları, çok belirgin bir çarpıtma yöntemi kullanmaktadırlar. İnsanın ve başka bazı canlıların gen sayısı ve DNA baz çifti sayısını yanyana sıralamakta, sonra da "bütün bunlar hayvanlarla akraba olduğumuzu gösteriyor" gibi yüzeysel yorumlar yapmaktadırlar. Oysa gerçekte genel tabloya bakıldığında, gen veya DNA basamağı sayılarının, hiçbir evrimsel şemaya uymadığı, aksine bu şemaları alt üst ettiği görülmektedir.
İlginçtir, evrimci gazeteler bunu kendi haberlerinin içinde bile farkında olmadan ifade etmektedirler. Bunun bir örneği, 14 Şubat tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan "Maymunla insanın gen farkı yüzde 1" başlıklı haberde görülmektedir. Hürriyet'in vermek istediği evrimci mesaj, haberin içinde geçen şu cümlede özetlenmektedir:
TEK HÜCRELİ CANLILARDAN İNSANA DOĞRU GİTTİKÇE GEN SAYISI ARTIYOR. Ancak bir fareyle insan arasındaki gen farkı sadece 300. İnsanı fareden üstün kılan işte bu genler.
Dikkat edilirse, Hürriyet'in de kabul ettiği gibi, evrim teorisine göre canlıların kompleksliği arttıkça, gen sayısı da artmalıdır. Halbuki durum hiç de böyle değildir ve Hürriyet, üstteki satırların ardından şöyle yazarak bunu farkında olmadan itiraf etmektedir:
Sinektekinin sadece iki katı gene sahibiz ve MISIRLA GEN SAYILARIMIZ AYNI. Bundan sonra mısır yerken bunu aklımızdan çıkarmayalım.
Bu satırı yazan Hürriyet gazetesi, kendi kendini çürütmektedir: Mısırla gen sayımız aynı olduğuna göre, o zaman nasıl olur da "gen sayılarının yakın olması, canlılar arasında evrimsel ilişkiyi ispat eder" denebilir!!! O zaman insanın sözde "en yakın atası" mısır bitkisi midir?
Maymun ve insanın genomu arasında %1 fark olduğu iddiası aldatıcıdır, çünkü maymun genomu henüz çözülmemiştir ve karşılaştırmalar sınırlı sayıda protein üzerinde yapılmaktadır. Evrimciler iki genomu benzer gösterebilmek için sadece iddialarına uygun gelen sonuçları kullanmakta, diğerlerini göz ardı etmektedirler.
Bu örnekler, evrim teorisini savunma çabası içindeki gazetelerin bilimsel konulardaki yüzeyselliğini bir kez daha göstermektedir.
Hürriyet'teki haberin başlığına konu olan "insan maymun DNA'sı benzerliği" de, yine çarpıtılarak aktarılan bir konudur. Bu benzerlik aslında hayalidir, çünkü insan ve maymunun genetik bilgisinin çok az bir kısmı karşılaştırılabilmiştir. Benzerlik olsa dahi, bu evrime bir delil oluşturmaz, çünkü üstteki örnekte gördüğümüz gibi mısır bitkisinin gen sayısı ile insanınki aynı çıkabilmektedir.
Elbette insan bedeninin diğer canlılarla moleküler benzerlikleri olacaktır, çünkü aynı moleküllerden oluşmakta, aynı suyu ve atmosferi kullanmakta, aynı moleküllerden oluşan besinleri tüketmektedir. Elbette ki metabolizmaları ve dolayısıyla genetik yapıları birbirlerine benzeyecektir. Ancak bu, onların ortak bir atadan evrimleştiklerinin bir delili değildir.
Aslında canlılardaki bu "ortak malzeme", bir evrimin değil "ortak yaratılışın", yani canlıların hepsinin aynı plan üzerine yaratılmış olmalarının bir sonucudur.
Evrimciler canlılar arasında genetik ilişkiler kurmaya çalışırken, bu ilişkileri temelden geçersiz kılan bilgileri göz ardı etmektedirler. Bunun bir örneği kromozom sayılarıdır. Kromozomlar, canlı hücresindeki DNA zincirlerinin "paketlendiği" temel birimlerdir. Örneğin insan DNA'sı 46 krozoma bölünmüştür. Bu kromozomların her birinde, çok sayıda gen yer alır. Genler ise DNA zincirinin üzerindeki belli fonksiyonel kısımlardır.
Eğer evrim teorisi doğru olsaydı, yani farklı türler küçük değişimlerle kademeli olarak birbirlerine dönüşmüş olsalardı, canlılardaki kromozomların da "hiyerarşik" bir yapı sergilemesi gerekirdi. Örneğin evrimin ilk basamaklarındaki canlıların daha az kromozom sayısına sahip olması ve krozomom sayısının giderek artması beklenirdi. Oysa durum hiç de böyle değildir. Aksine farklı canlıların kromozom sayıları, "evrim şeması"nı tamamen yıkan bir tablo ortaya koymaktadır. Meyve sineği gibi oldukça kompleks bir canlının kromozom sayısı 8 iken, evrime göre ondan daha "ilkel" sayılması gereken eğrelti otu bitkisinin kromozom sayısı tam 480'dir! Farklı canlıların kromozom sayıları bir liste halinde incelendiğinde, ortada hiçbir "evrim şeması" olmadığı açıkça görülmektedir.
Yanda "Down Sendrom"lu bir çocuğun resmi görülmektedir.
Gözlemlenmiş tüm makromutasyonlar, genetik bilgiyi tahrip eden, eksilten etkiler oluşturmuşlardır. Örneğin insanların mutasyon sonucunda fazladan bir kromozomla doğmalarının sonucunda "Down Sendromu" adlı hastalık ortaya çıkar.
Kromozom sayılarının evrimsel akrabalık iddiasını çürüten bir yönü, birbirinin yakın akrabası olarak gösterilen canlıların kromozom sayılarının farklı oluşudur. Örneğin insanı ve evrimciler tarafından "insanın en yakın akrabası" olarak gösterilen şempanzeyi ele alalım. Evrimcilere göre insan ve şempanzenin kökeni, bundan 7-10 milyon yıl önce, ortak bir atadan ayrılmıştır. Evrim teorisine göre, bu ayrımın DNA zinciri üzerindeki küçük değişikliklerin (mutasyonların) uzun zaman içinde birikmesiyle gerçekleşmiş olması gerekir.
İşte mesele buradadır: İnsanın 46 kromozomu varken bu rakam şempanzede 48'dir. Bu iki kromozomluk fark, mutasyonlarla açıklanamayacak dev bir "dizayn farkı"dır. Evrimcilere göre insanla şempanzenin ortak atasının 46 veya 48 kromozoma sahip olması beklenmelidir. Eğer 46 kromozoma sahipse, şempanzelere dönüşme yolunda 2 kromozom kazanmış olmalıdır. Eğer 48 kromozoma sahipse, bu kez de insana dönüşme yolunda 2 kromozom kaybetmesi gereklidir. Yani öyle mutasyonlar olmalıdır ki, mevcut kromozomları koparan, parçalayan ve yeniden birleştiren "dev" etkiler meydana getirmelidir. Genetik yapıyı bu denli radikal biçimde etkileyen mutasyonlara "makromutasyonlar" adı verilir. Makromutasyonların en belirgin özelliği ise, canlıları "makro" düzeyde tahrip etmeleridir. Gözlemlenmiş tüm makromutasyonlar, genetik bilgiyi tahrip eden, eksilten etkiler oluşturmuştur. Örneğin insanların mutasyon sonucunda fazladan bir kromozomla doğmalarının sonucunda "Down Sendromu" adlı hastalık ortaya çıkar. Down Sendromu'na yakalananlar, hem fiziksel hem de zihinsel olarak özürlüdürler. Genetikçi Lane Lester ve popülasyon genetikçisi Raymond Bohlin, The Natural Limits to Biological Change adlı kitaplarında makromutasyonların etkilerini şöyle anlatırlar:
... Makromutasyonlar tarafından etkilenen popülasyonlar, gerçekte yaşam mücadelesinde yenik düşen popülasyonlar haline gelmektedir. Makromutasyonların, komplekslik artışı sağlamasının (genetik bilgiyi geliştirmesinin) ise izi bile yoktur. Eğer yapısal gen mutasyonları (küçük mutasyonlar) gerekli değişimleri oluşturmakta yetersiz kalıyorlar ise, düzenleyici genler üzerindeki mutasyonlar daha da işe yaramaz hale gelecektir, çünkü adaptasyon sağlamayan ve hatta yıkıcı etkiler oluşturacaktır.64
Evrimcilerin birbirinin yakın akrabası olarak gösterdiği canlılar arasında kromozom sayıları açısından çok büyük farkların olması ise, bu farkların "mutasyon ürünü" olamayacaklarını göstermektedir. Kısacası genlerin içindeki bilgilerin kompleksliği kadar, bu bilgilerin paketlendiği kromozomların farklı yaratılışı da, evrim teorisini geçersiz kılmaktadır.
Sabah gazetesi 12 Şubat 2001 tarihli sayısında çarpık bir yorum daha yapmış ve "kaderimizi çevremizin çizdiğini" iddia etmiştir. Bu başlık, kaderi Allah'ın belirlediği gerçeğine karşı yapılan bir itirazdır. Ama, bu itiraz "bilimsel" bir kılıf altında sunulmuştur.
Bu itirazı dile getirenler, kaderin ne anlama geldiğini bilmemektedirler. Kader, Allah'ın geçmiş ve gelecek tüm olayları tek bir an olarak bilmesidir. İnsanın henüz karşılaşmadığı bir olay kendisi açısından yaşanmamış bir olaydır. Allah ise zamanı ve mekanı yaratandır, bu nedenle kendisi zamana ve mekana bağlı değildir. Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir. Her insan ve her olay için bu durum geçerlidir. Örneğin Allah her insanı belli bir ömür ile yaratmıştır ve her insanın ölüm anı Allah Katında yer, zaman ve şekil olarak bellidir.
Dolayısıyla "çevre faktörü" de, genler de Allah'ın yarattığı kaderin bir parçasıdır. Kişinin çevresi ile etkileşimi de, kaderinde Allah'ın belirlemiş olduğu olayların art arda gelmesinden ibarettir. Allah'ın bilgisi ve iradesi dışında hiçbir olay meydana gelmez. Genom projesi bulgularının kader gerçeği aleyhinde bir delil olduğunu zannetmek ise, ancak büyük bir bilgisizlik ve yüzeysellikten ibarettir. İnsanların genetik yapısını kusursuz bir şifreleme sistemiyle yaratan ve daha sonra yarattığı bu sistemi insanlara çözdüren Allah'tır. Bilim adamlarının insan geniyle ilgili gelişmeleri bu yüzyılda bulmalarının nedeni, Allah'ın onlar için böyle bir kader yaratmış olmasıdır. Bilim adamlarının yüzyıllarca insan geni üzerine çalışmaları, yaptıkları bu çalışmalarla bir sonuca ulaşmaları ve hatta bu çalışmayı "genom projesi" olarak adlandırmaları da kaderdedir.
Gerçekte genom projesi, evrim teorisi lehinde hiçbir bulgu ortaya koymamıştır. Aksine, canlılar arasında DNA ve gen yapılarına dayanılarak bir "evrimsel hayat ağacı" oluşturulamayacağını ortaya koymuş ve Darwinizm'e büyük bir darbe indirmiştir. Canlıların DNA şifreleri önümüzdeki günlerde tam olarak çözülecek ve 19. yüzyıldan beri insanlara bir gerçek gibi empoze edilen "hayat ağacı"nın bir hurafe olduğu açıkça görülecektir.
Darwinist gazeteler ise, bu açık gerçeği anlayamayarak ve her duydukları bilimsel bulguyu "yaşasın Darwin" nidalarıyla karşılayarak, kendilerini küçük düşürmektedirler. Eğer biraz daha akılcı ve önyargısız düşünseler, evrim teorisi efsanesinin çökmekte olduğunu onlar da göreceklerdir.
9 Şubat 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinde İlhan Selçuk imzalı "İnsan ve Hayvan" başlıklı bir yazı yayınlandı. İlhan Selçuk yazısında, kirli politikadan, insanların vicdansızlıklarından söz ediyor, ancak insanların vicdansızlıklarının nedenini, "hayvandan evrimleştikleri"ni iddia eden evrim teorisine dayandırıyor. Özetle, hayvandan gelen insanın teknoloji ve bilimde ilerledikçe tekrar hayvana dönüştüğünü belirtiyor.
Bunun derin bir yanılgı olduğunu belirtmek gerekiyor. İnsanlarda veya toplumlarda ahlaki dejenerasyonun, insaniyetsizliğin, vicdansızlığın arttığı bir gerçektir. Ancak bunun nedeni, insanın hayvandan evrimleşmesi değildir. İnsan hayvandan evrimleşmiş bir varlık değildir. Çünkü evrim teorisi, 20. yüzyılda bilimsel olarak geçersizliği ispatlanmış bir teoridir.
İnsan ruha, bilince, akla, muhakeme, yargı ve karar verme yeteneğine sahip bir varlıktır. Ve bu varlığı Allah, iyi ile kötüyü ayırt etme duyarlılığı ile yaratmıştır ki, bu insanın sahip olduğu "vicdan"dır. Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirir:
Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)
Tesadüflerin, maymunları, gelişmiş bilgisayarlar icat eden bilim adamlarına ya da Süleymaniye Cami, Tac Mahal ve Versailles Sarayı gibi sanat harikalarını inşa eden mimarlara dönüştüremeyeceğini, bugün evrimcilerin kendileri dahi itiraf etmektedir.
Bir hayvan ise, asla bu özelliklere sahip değildir. Ve Sayın İlhan Selçuk'un iddia ettiği gibi hiçbir maymun hiçbir sözde evrimsel bir gelişme ile insanın sahip olduğu akıl, bilinç, konuşma ve düşünme yeteneğine, karar verme, irade kullanma gibi özelliklere sahip olamaz. Evrimcilerin öne sürdükleri mutasyonlar veya doğal seleksiyon vasıtasıyla maymunların düşünen, akleden, senfoniler besteleyen bestekarlara, Versailles Sarayı'nı, Süleymaniye Cami'ni, Topkapı Sarayı'nı, Tac Mahal'i inşa eden mimarlara, mikroçipleri, en gelişmiş bilgisayarları, teleskopları, elektrik mikroskobunu icat eden, insanın genetik şifresini çözen bilim adamlarına, en muhteşem tabloları meydana getiren Leonardo da Vinci'lere, Van Gogh'lara, Michalengelo gibi heykeltraşlara, Fatih Sultan Mehmet, Muhteşem Süleyman, Atatürk gibi büyük liderlere, imparatorlara, Sayın İlhan Selçuk gibi yazarlara dönüşemeyeceğini bugün evrimcilerin kendileri dahi itiraf etmektedirler.
Örneğin ünlü evrimci Roger Lewin şöyle demektedir:
Fiziksel anlamda, insanın evrimi hakkındaki herhangi bir teorinin, güçlü çeneleri ve iri kesici dişleri olan ve bizden dört kat hızlı koşan maymun benzeri bir atanın nasıl yavaş yavaş, iki ayaklı bir hayvana dönüştüğünü açıklaması gerekir. Bu güçlere aklı, konuşmayı ve ahlakı ekleyin; bunların hepsi evrim teorisine başkaldırmaktadır.65
Sonuç olarak insan her zaman insan olmuştur. Hiçbir zaman hayvan olarak yaşamamıştır. Günümüzde, Sayın Selçuk'un da şikayet ettiği gibi, insanların açlıktan ölen insanlara, öldürülen bebeklere karşı duyarsız olmaları, samimiyetten uzak kalmalarının nedeni evrim geçirmiş olmaları değildir. İnsanlar hayvandan evrimleştiklerine inandırıldıkları için bu şekilde vicdansızlaşabilmişlerdir. Kendisini ve diğer insanları, hiç kimseye karşı sorumluluğu olmayan, yaptığı kötülüklerin hesabını vermeyeceğini zanneden, gelişmiş bir hayvan olarak gören insan elbette ki diğer insanlara merhamet etmez, onları öldürmekten çekinmez veya açlık ve sefalet içinde olmasını umursamaz.
İnsanlardaki bu yozlaşmadan daha tehlikeli olanı ise, bu yozlaşmayı evrimin doğal bir sonucu ve insanın hayvan atalarından kalan genlerinin etkisi olarak toplumlara telkin etmeye çalışan kişilerdır. Harvard Üniversitesi hukukçularından evrim karşıtı yayınları ile tanınan Philip E. Johnson Wedge of the Truth isimli kitabında şöyle bir olay aktarmaktadır:
1996-1997 yıllarında gazeteler bebek cinayetleriyle ilgili şok edici iki vakayı bildiriyordu. Birinde on sekiz yaşında iki kolejli aşık bir otel odasında bebeklerini dünyaya getirdiler, onu öldürdüler ve sonra cesedi çöpe attılar. Diğerinde ise on sekiz yaşındaki genç kız, okul balosunu bırakarak banyoda doğum yaptı, bebeği ölü olarak bir çöp kutusuna attı ve dans salonuna geri döndü. İki olay da cinayet suçlamasıyla yargıya intikal etti ve geleneksel yorumlar bu olayları ahlaki çöküntüye ya da bir tür zihinsel bozukluğa bağlıyordu.
Massachussetts Enstitüsü Psikoloji kürsüsünde psikoloji profesörü olan Steven Pinker evrimci psikolojinin önde gelen destekçilerindendir. Onun daha farklı bir açıklaması vardı: Genetik bir zorunluluk. New York Times adlı gazetede yazan Pinker, bebeği doğduğu günde öldürmenin zihinsel bir hastalık olmadığını, çünkü "tarih boyunca bunun birçok kültürde uygulandığını ve kabul edildiğini" iddia etti. Ona göre bebeğin öldürülmesi evrimsel tarihimiz boyunca anneden gelen genlerimize işlenmişti. İlkel koşullar altında annelerin mevcut yavrularına yeterli bakımı sağlamak ve yeni doğan bebeklerini beslemek arasında zor bir tercih yapmaları gerekmekteydi ve buna göre "eğer bebek hasta doğduysa ve hayatta kalması pek muhtemel değil ise, o zaman eksikleri ortadan kaldırarak tekrar denemeye devam edebilirler"di... Pinker'a göre... ilk bir iki günde beklenmedik bir bebeği öldürmek kesinlikle doğal ve doğru bir hareket olarak görünmektedir.66
Vahşetin ve çatışmanın bir doğa kanunu olduğunu iddia eden Darwinizm propagandası devam ettiği sürece, dünya bu vahşet uygulamalarından kurtulamayacak, "orman kanunu"na göre işleyecektir.
Bu örnekte de görüldüğü gibi, evrimci hezeyanlar insanları acımasızlığa, zalimliğe, vicdansızlığa yöneltmekte ve üstelik bunu tüm dünyada meşru göstermenin yollarını aramaktadır. Ancak acımasızlığın, evrimin doğal bir sonucu olduğunu iddia etmenin ne kadar tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini düşünmek ve bu konuda tarihten ders almak gerekir. Unutulmamalıdır ki, 20. yüzyılın en acımasız diktatörlerinden Stalin ve Mao da komünistlere, karşılarındaki insanların hayvan oldukları telkinini vererek, onları öldürmelerini kolaylaştırmışlardır. "İnsanları hayvanlaştırma" yöntemi olarak bilinen bu yöntemi sadece komünist liderler değil, faşist bir diktatör olan Hitler de kullanmıştır. Gerek faşist diktatörlerin gerekse komünist liderlerin bu görüş ve yöntemleri ise Darwinizm'den kaynaklanmaktadır. (Bkz. Harun Yahya, Darwinizm'in İnsanlığa Getirdiği Belalar veya http://www.harunyahya.org/evrim/hy_darwinizmininsanligagetirdigibelalar/belalar1.html)
Sonuç olarak Sayın Selçuk, insanların insanlığa yakışmayacak bir duyarsızlık ve umursuzluk içinde olduklarını söylemekte haklıdır. Ancak bunun nedenleri konusunda yanılmaktadır. Darwinizm geçerli bir teori gibi insanlara ilkokuldan itibaren telkin edilmeye devam ederse, gazeteler her gün bu teoriyi savunan çarpıtma haberler yapmayı sürdürürse, insanlık bu durumdan kurtulamaz.
Ancak, insanlara Allah'ın yarattığı ruh ve akıl sahibi bir varlık oldukları ve dünyada yaşadıkları her anın hesabını öldükten sonra Allah'a verecekleri öğretilirse, o zaman insan, aradığı merhameti, dürüstlüğü, sevgiyi, şefkati, dostluğu, vefayı, huzuru, barış ve güveni bulabilir. Herkes bilmelidir ki, bu özlem duyulan barış ve huzur ortamının oluşmasının tek yolu, insanların Allah'tan korkmaları ve Allah'ın tüm insanları karanlıktan aydınlığa çıkarmak için gönderdiği Kuran'a uymalarıdır:
Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip-iletir. Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. (Yunus Suresi, 25-26)
47- Richard Monestarsky, "Mysteries of the Orient", Discover, Nisan 1993, s. 40
48- Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton 1986, s. 22
49- Pierre Paul Grasse, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 194
50- Mike Benton, "Is A Dog More Like Lizard or a Chicken?", New Scientist, c. 103, 16 Ağustos 1984, s. 19
51- Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London, Burnett Books, 1985, s. 145
52- Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London, Burnett Books, 1985, s. 290-291
53- William A. Dembski "Science and Design", First Things, sayı 86, October, 1998, s. 26
54- Service, R.F., Vogel, G, Science, 16 Şubat 2001
55- http://www.arn.org/docs/odesign/od182/ls182.htm#anchor569108
56- Hubert Renauld and Susan M. Gasser, "Heterochromatin: a meiotic matchmaker," Trends in Cell Biology 7 (May 1997): s. 201-205
57- Emile Zuckerkandl, "Neutral and Nonneutral Mutations: The Creative Mix--Evolution of Complexity in Gene Interaction Systems,' Journal of Molecular Evolution 44 (1997): S2-S8
58- Hubert Renauld and Susan M. Gasser, "Heterochromatin: a meiotic matchmaker," Trends in Cell Biology 7 (May 1997): s. 201-205
59- “Does nonsense DNA speak it's own dialect?”, Science News, Vol. 164 , 24 Aralık,1994
60- S. R. Scadding, "Do ‘Vestigial Organs’ Provide Evidence for Evolution?", Evolutionary Theory, Cilt 5, Mayıs 1981, s. 173
61- B.E. Bishop, "Mendel's Opposition to Evolution and to Darwin," Journal of Heredity 87 (1996): s. 205-213; ayrıca bkz. L.A. Callender, "Gregor Mendel: An Opponent of Descent with Modification," History of Science 26 (1988): s. 41-75
62- W. R. Bird, The Origin of Species Revisited., Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, s. 298-99
63- Edward R. Winstead, Ameoba is King, 12 Şubat 2001, http://www.celera.com/genomics/news/articles/02_01/Sizing_genomes.cfm
64- Lane Lester, Raymond Bohlin, The Natural Limits to Biological Change, Probe Books, Dallas, 1989, s. 141
65- John Peet, The True History of Mankind, http://www.mesozoic.demon.co.uk/mankind.htm
66- Phillip E. Johnson, The Wedge of Truth, Splitting the Foundations of Naturalism, InterVarsity Press, Downers Grove, Illinois 2000, s. 111