Bilim ve Teknik dergisinin Temmuz 2001 tarihli sayısında, hayatın cansız maddelerden tesadüfen ortaya çıkabileceğini ima eden bir habere yer verildi. Haberde, bu evrimci iddiayı desteklemek için yapılan bir çalışmadan yola çıkılarak, "sol-elli amino asitlerin tesadüfen sağ-elli ikizlerinden ayrışabileceğini" ileri sürüyordu. Bu yazıda, Bilim ve Teknik dergisinin söz konusu iddiasındaki yanılgılar ele alınacaktır.
Konuya girerken, öncelikle Bilim ve Teknik'in söz konusu haberinde anlatılan "sol-elli amino asitlerin sağ-ellilerden ayrılması" konusunun ne anlama geldiğini kısaca açıklamak gerekir.
Amino asitler, canlı hücrelerinin en temel yapıtaşları sayılan organik moleküllerdir. Canlılarda 20 ayrı çeşit amino asit vardır. Bu farklı amino asit çeşitlerinin belirli bir sırayla dizilip birleşmesi sayesinde proteinler oluşur. Ama amino asitlerin bu dizilmesi, kendiliğinden, yani kimyasal reaksiyonlarla veya fiziksel etkilerle olmaz. Hücrede, amino asitleri toplayan, biraraya getiren ve daha önceden belirli olan bir şifreye (DNA şifresine) göre art arda ekleyen çok kompleks mekanizmalar vardır. Proteinler ancak "protein sentezi" olarak bilinen bu kompleks işlemler sayesinde oluşur.
Bilim ve Teknik dergisinde yayınlanan haberde, proteinler, rahatlıkla tesadüfler sonucu oluşabilirmiş gibi gösterilmeye çalışımış ve bunun için yapılan bir deneyin sonuçları özellikle eksik ve taraflı yansıtılmıştır.
Evrim teorisi ise, hayatın cansız maddenin içinden tesadüflerle çıktığını savunduğu için, ilk canlı hücrenin, tesadüfen oluşmuş proteinlerle doğduğu iddiasındadır. Oysa bugüne kadar ne doğada ne de laboratuvarda böyle bir protein oluşumu gözlemlenmemiştir. Dahası, amino asitlerin farklı dizilim olasılıkları üzerinde yapılan matematiksel hesaplamalar, tek bir fonksiyonel proteinin rastlantısal olarak oluşma ihtimalinin pratikte sıfır olduğunu göstermektedir. (Bu hesaplamalar, 500 amino asitli bir protein için 10950'de bir ihtimal gibi akıl almaz bir sayı karşımıza çıkarmaktadır.)
Proteinlerin rastlantısal olarak oluşma olasılığını "sıfır" kılan temel neden, 20 farklı çeşitte amino asitin doğru bir sıralama ile dizilmesinin imkansız oluşudur. İkinci faktör, bu amino asitler arasındaki kimyasal bağ tipinin mutlaka "peptid bağı" olması zorunluluğudur. (Çünkü amino asitler başka bağlarla da birleşebilirler, ama protein için sadece peptid bağı gerekir.) Üçüncü faktör ise, söz konusu amino asitlerin sadece sol elli olması zorunluluğudur.
Sol-elli amino asit" ifadesi, amino asitlerin üç boyutlu kimyasal yapısıyla ilgilidir. Kimyasal olarak aynı amino asitin hem sağ-elli hem de sol-elli olmak üzere iki farklı türü vardır. Bunların aralarındaki fark, üç boyutlu yapılarının birbiriyle zıt yönlü olmasından kaynaklanır. Aynen insanın, sağ ve sol elleri arasındaki farklılık gibi...
Her iki gruptan amino asitler de birbirleriyle rahatlıkla bağlanabilir. Ancak basit organizmadan en mükemmeline kadar bütün canlılardaki proteinler, sadece sol-elli amino asitlerden oluşmaktadır. Proteinin yapısına katılacak tek bir sağ-elli amino asit bile o proteini işe yaramaz hale getirmektedir.
Bir an için evrim teorisinin iddia ettiği gibi canlılığın tesadüflerle oluştuğunu varsayalım. Bu durumda, yine tesadüflerle oluşmuş olması gereken amino asitlerden doğada sağ ve sol-elli olmak üzere eşit miktarlarda bulunacaktı. Dolayısıyla, tüm canlıların bünyelerinde sağ ve sol elli amino asitlerden karışık miktarlarda bulunması gerekirdi. Bu karışık ortamda, proteinlerin nasıl olup da bunların içinden yalnızca sol-ellilerini ayıkladıkları sorusu, evrim teorisinin bu konudaki açmazlarından birini oluşturur.
İşte Bilim ve Teknik dergisinde konu edilen haber de bu açmazla ilgilidir. Bilim ve Teknik dergisi, bu sorunu evrimciler açısından basitleştirecek bir açıklama öne sürdüğü zannındadır. Oysa gerçekler hiç de öyle değildir.
Bilim ve Teknik dergisinin söz konusu iddiası, sol-elli amino asitler hakkında yapılan bir deneyden yola çıkmaktadır. Oysa aktarılan haberin asıl kaynağına inildiğinde, gerçeklerin evrimcilerin arzu ettiği sonuçlara paralel olmadığı anlaşılmaktadır. Bilim ve Teknik dergisinin "Yaşamın Olası İlk Adımı Belirlendi" başlığını taşıyan haberinde, kalsit kristallerinin, birbirinin aynadaki ikizi olan sağ ve sol-elli amino asitleri birbirinden ayırdığı anlatılmakta, bunun yaşamın 4 milyar yıl önce kendiliğinden ortaya çıkmasında ilk adımı oluşturduğu ileri sürülmektedir. Söz konusu deneyde bir amino asit olan aspartik-asit solüsyonu kullanılmıştır. Bu solüsyon içine CaCO3 (kalsit) kristalleri batırılmış, günlerce beklendikten sonra sağ ve sol elli aspartik-asit moleküllerinin, kristallerin farklı yüzeylerinde yoğunlaştığı saptanmıştır.
Bilim ve Teknik'in haberinde deneyin yalnızca özeti aktarılmakta ve detayına yer verilmemektedir. Ancak ayrıntılar böyle bir konunun temelini oluşturur. Bu nedenle, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'nin 8 Mayıs tarihli yayın organında yer verilen çalışmanın ayrıntılarına inmek gerekmektedir.133
Bilim ve Teknik'in haberinde yalnızca evrimcilerin duymayı istedikleri sonuçlara yer verilmiştir. Oysa sözünü ettiğimiz orijinal yayında evrimi desteklemeyen veriler de bulunmaktadır. Aynı çalışma dahilinde yer verilen Valin ve Lizin ile yapılan denemeler, Aspartik-asit dışındaki amino asitlerin hiçbir şekilde kristal yüzey üzerinde birikmediğini göstermiştir. Yani sol ve sağ-elli amino asitlerin birbirinden ayrılması durumu, sadece tek bir amino asit çeşidi için geçerlidir. Yaşam için 20 ayrı çeşitte amino asit gerekirken, tek bir amino asitin bir taş yüzeyinde birikmesinin hayatın kökeni için bir anlam taşımayacağı çok açıktır.
Ayrıca çalışmanın sonuç bölümü incelendiğinde, biriken aminoasitlerin istisnasız saf sol-elli amino asitlerden oluşmadığı görülmektedir. Yüzde oranlarıyla verilen sağ ve sol-elli amino asit oranları, deneyin esas anlamda başarısızlığını sergilemektedir. %1'e varan oranlarda sağ elli amino asitlere de rastlanması sebebiyle ortamda saflıktan bahsedilemez. Evrimci biyologlar da çok iyi bilirler ki, proteinlerin oluşumundan söz edebilmek, sadece sol-elli amino asitlerin varlığı ile mümkündür. Herhangi bir proteinin yapısında bir tane bile sağ-elli amino asitin yer alması, o proteinin hiçbir işe yaramaması demektir.
Sağ-elli bir amino asitin kompleks yapısı: Evrimciler, daha proteinleri oluşturan amino asitlerin nasıl belirli bir düzenle biraraya geldiğini açıklayamamaktadırlar ki proteinleri açıklasınlar.
Fonksiyonel bir protein için başta belirttiğimiz gibi 20 çeşit amino asite ve bunların doğru dizilimine ihtiyaç vardır. Bunların her biri benzer şekilde bir yüzeyde birikme gösterse, bunlardan yalnızca sol-elli amino asitler belli bir yerde buluşsa bile, bu proteinlerin kendi kendine oluşmasına yetmez. Başta da belirttiğimiz gibi, amino asitler protein sentezi denen süreç içinde, "peptidaz enzimi" adlı protein sayesinde birbirleriyle birleştirilirler. Bu sayede aralarında proteinin 3 boyutlu yapısında çok özel bir yere sahip olan peptid bağı kurulur. Yani proteinlerin oluşması için yine bir proteine ihtiyaç vardır.
Her protein, belli bir amino asit dizilimi ile çalışır hale gelir ki, bu da DNA'da emredilen hassas üretim sırası izlendiğinde ortaya çıkar. Amino asit sıralamasındaki en ufak bir yer değişme, o proteini yine işe yaramaz kılacaktır. Bu gerçek, proteinlerin oluşabilmesi için öncelikle genetik bilginin var olması şartını ortaya koyar. Yani hem proteinleri oluşturacak malzeme, hem bu malzemeyi tanımlayacak genetik bilgi, hem de bu bilgiyi işleyecek aktif proteinler aynı anda gereklidir. Bu kadar çok şartın rastlantılarla açıklanması imkansızdır ve bu da evrim teorisinin hayatın kökeni konusundaki iddiasını tamamen geçersiz kılan bir gerçektir..
Evrimcilerin ileri sürdükleri tesadüf mantığını matematiksel olarak ele aldığımızda sayıların evrimin iddiasını çürüttüğünü görürüz. 100 amino asitten oluşan bir proteinin tesadüfen yalnızca sol-elli amino asitlerden oluştuğunu, üstelik aralarında her nasılsa peptid bağları da oluştuğunu farz etsek bile, hesaplar fonksiyonel bir proteinin oluşumunun tesadüfen imkansız olduğunu göstermektedir.
Proteinler anlamlı bir cümleyi oluşturan harflerin belli bir sırada sıralandığı gibi, çok hassas bir sıra ile zincir oluşturmak zorundadırlar. Öyle ki, tek bir amino asitin yerinin kayması proteinin fonksiyonunu yitirmesi ile sonuçlanmaktadır. Zinciri oluşturan bir noktada, 20 işe yarar amino asit çeşidinden herhangi birinin bulunma ihtimali 20'de 1 ihtimaldir. (Aslında doğada proteinlerin yapısında anlam taşımayan yararsız amino asitlerin varlığı göz önüne alındığında, bu ihtimal çok daha düşüktür.) Protein zincirindeki her noktanın belirli bir amino asite ihtiyaç duyduğu şartını düşündüğümüzde, 100 amino asitten oluşan özel bir proteinin tesadüfen elde edilmesi ihtimali 20100 yani 10130'da 1 ihtimaldir.
Bu astronomik rakam hakkında bir fikir vermek için, Samanyolu galaksisindeki atomların toplam sayısının bu sayıdan çok daha küçük olduğunu, yaklaşık 1065 olarak hesaplandığını da belirtelim.
Bu sonuçlar ışığında Amerikalı biyokimyacı Prof. Michael Behe, 100 amino asit uzunluğundaki bir proteinin tesadüfen doğru sıralamaya sahip olması ihtimalinin, gözü bağlı bir adamın Sahra çölünde işaretlenmiş bir kum tanesini 3 defa arka arkaya bulması ihtimaline denk olduğunu söylemektedir.
Bu hesapların tümü, yaşamı mümkün kılan hassas ayrıntıların kaynağının, tesadüfle açıklanamayacağı gerçeğini ortaya koymaktadır. Hesaplarımızı birden fazla sayıda ve çeşitte proteinin oluşmasını açıklamak üzere uzatmaya kalkarsak, rakamlar tamamen tesadüfün imkansızlığını ortaya koyar.
Görüldüğü gibi, Bilim ve Teknik dergisinde sözü edilen şekilde sol-elli amino asitler tesadüfen biraraya gelseler bile, proteinlerin kendilerine özgü, çok hassas dizilimleri sağlanmadıkça amino asitlerin varlığının bir anlamı olmayacaktır.
1953 yılında Stanley Miller'ın yaptığı ünlü ilkel çorba deneyinin devamı olarak sunulan ve Bilim ve Teknik dergisinde aktarılan gözlem, evrim teorisine lehine hiçbir şey ortaya koyamamıştır. Yaşamın oluşabilmesi, organik moleküllerin doğru şekilde birbirlerine eklenmelerini, uyum içinde çalışmalarını sağlayacak çok kompleks bir bilginin varlığına bağlıdır. Yaşamın kökenindeki bu bilgi, yaşamın bir rastlantı ürünü değil, kusursuz bir yaratılışın ürünü olduğunu da göstermektedir. Canlılık için varlığı şart amino asitlerin nasıl olup da seçilebildiğini tesadüflerle açıklamaya çalışan evrimciler ise, tek bir amino asit açısından bile başarısız olan bir gözlemi tezlerine dayanak alabilmişlerdir. Bu yaklaşım, ancak evrimcilerin gün geçtikçe içine düştükleri çaresizliği sergilemesi açısından önemlidir.
Bilim ve Ütopya dergisinin Temmuz 2001 sayısında, Doç. Dr. Haluk Ertan'ın "Büyük Doğa Bilgini Darwin, 'Ceviz Kabuğu'na Sığar mı?" başlıklı bir yazısı yayınlandı. Ertan, yazısında Mayıs-Haziran ayları içinde bazı televizyon kanallarında yer alan evrim teorisi konulu tartışmaları ve tartışmalarda söz alan kimseleri eleştiriyordu. Ertan'ın bu konudaki yorumları kendi görüşleridir ve burada bunları tartışmayacağız. Ancak ortaya konması gereken nokta, evrimi bilimsel bir gerçek olarak gören Sayın Ertan'ın bilimsel yanılgılarıdır.
Yazının büyük bölümü, "evrim karşıtlarına" yönelik uzun eleştiriler, Darwin hakkında uzun övgüler ve popülasyon genetiği hakkındaki bazı biyolojik bilgilerden oluşmaktadır. Kuşkusuz bunların hiçbiri evrim teorisi adına ileri sürülmüş bir delil değildir. "Evrim teorisine delil" iddiası ise, yazının sonlarında ortaya çıkmaktadır:
Eğer bir canlı topluluğun bireylerinde genetik çeşitlilik oluşup, bu çeşitlilikteki kimi genler (buna bağlı olarak özellikler), topluluk içinde yaygın hale gelebiliyorsa evrim gerçekleşmiş demektir. Zaten bunun sonucunda genetik yapıdaki değişimin boyutuna bağlı olarak, ya yeni bir tür ya yeni bir cins ya da daha büyük bir sistematik kategori oluşacaktır. Ama bütün bunların başındaki temel zorunluluk, genetik yapı değişikliğidir. Evrim olmadığını söyleyenlerin geçiş formu (ne demekse?) aramak yerine, öncelikle genetik değişiklik olmadığını ispatlamaları gerekir. (Parantez içindeki ifadeler, alıntının orjinalinde mevcuttur.)
Yazıda yer alan bu paragrafta iki büyük yanılgı ortaya çıkmaktadır:
Evrimcilerin var olması gerektiğini iddia ettikleri ara geciş formlarına ait tek bir fosil daha bugüne kadar bulunamamıştır. Bu nedenle evrimci kitaplar, yukarıda görüldüğü gibi hayali çizimlerle doludur. Bu resimde de, sudan karaya çıkışın hayali bir canlandırması görülmektedir.
Varyasyon, bir canlı türünün gen havuzu içinde farklı özelliklerin yer alması ve bunların fenotipte (canlının dış görünümünde) ortaya çıkmasıyla meydana gelir. Örneğin yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimi çekik gözlüdür, kimi kızıl saçlıdır, kiminin burnu kemerli, kiminin boyu kısadır.
Varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz. Evrim teorisi için önemli olan ise, yepyeni bir türü tanımlayacak yepyeni bir bilginin nasıl ortaya çıkabileceği sorusudur.
Varyasyonun evrime bir delil oluşturmadığı, aslında evrimciler tarafından da kabul edilir. Bu nedenle evrimciler, bir türün kendi içindeki varyasyonlarını "mikroevrim" olarak tanımlarlar. Mikroevrim, zaten var olan bir türün içindeki çeşitlenmeler anlamında kullanılmaktadır.
Oysa cevaplanması istenen sorular şunlardır: Bu tür ilk başta nasıl oluşmuştur? Türlerin daha üst kategorileri olan sınıflar, takımlar, aileler, şubeler (örneğin memeliler, kuşlar, omurgalılar, yumuşakçalar gibi temel kategoriler) ilk başta nasıl meydana gelmiştir? Evrimcilerin asıl açıklamaları gereken konu budur. Evrimciler bu ikinci konuya da "makroevrim" derler. Aslında evrim teorisi derken kastedilen ve tartışılan kavram da makroevrimdir. Çünkü "mikroevrim" olarak isimlendirilen genetik çeşitlenmeler, gözlemlenen ve herkes tarafından kabul edilen biyolojik bir olgudur. Ancak bu evrim teorisinin öne sürdüğü "türün bir başka türe değişimi"ni gösteren bir değişim değildir. Daha önce de belirtildiği gibi, sadece bir türün içindeki çeşitlenmeleri gösterir. Makroevrim iddiasının ise ne gözlemsel biyoloji ne de fosil kayıtları açısından hiçbir kanıtı bulunmamaktadır. (Aslında bu tanımda "evrim" ifadesinin geçirilmesi bütünüyle maksatlı olarak yapılmış bir tercihtir. Çünkü "mikro" düzeyde bile olsa ortada evrim gibi bir süreç yoktur. Durum, o türün gen havuzunda var olan genetik bilginin farklı bireylerdeki dağılımından, değişik kombinasyonlarından ibarettir.)
İşte burada çok önemli bir "püf nokta" bulunmaktadır. Konu hakkında yeterli bilgisi olmayanlar, "mikroevrim kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştiğine göre, on milyonlarca yıl içinde de makroevrim gerçekleşir" gibi bir yanılgıya kapılırlar. Bazı evrimciler de aynı yanılgıya düşer veya bu yanılgıyı kullanarak insanları evrim teorisine inandırmaya çalışırlar.
Oysa bu düşüncenin geçersizliği, yani varyasyonun bir "makro evrim mekanizması" olamayacağı, 80'li yıllardan bu yana bilim dünyasında bilinmekte ve kabul edilmektedir. Evrimci biyologlar, Gilbert, Opitz ve Raff, Developmental Biology dergisinde yayınlanan 1996 tarihli bir makalelerinde bu konuyu şöyle açıklarlar:
Modern sentez (neo-Darwinist teori) önemli bir başarıdır. Ancak, 1970'lerden başlayarak, çok sayıda biyolog bunun açıklayıcı gücünü sorgulamaya başlamıştır. Genetik bilimi, mikroevrimi açıklamak için yeterli bir araç olabilir, ama genetik bilgi üzerindeki mikroevrimsel değişiklikler, bir sürüngeni bir memeliye çevirebilecek ya da bir balığı amfibiyene dönüştürecek türden değildir. Mikroevrim, sadece uygunların hayatta kalması kavramına yardımcı olabilir, uygunların oluşumunu açıklayamaz. Goodwin'in 1995'te belirttiği gibi, "türlerin kökeni, yani Darwin'in problemi, çözümsüz kalmaya devam etmektedir."134
Evrimci biyologlar Fagerstrom, Schuster ve Szathmary de yine 1996 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makalede aynı gerçeği şöyle belirtirler:
Evrimdeki büyük geçişler—örneğin, bir kaçını belirmek gerekirse, yaşamın kökeni, ökaryot hücrelerin ortaya çıkışı, insanın konuşma kapasitesinin kökeni gibi geçişler—birer "dengeden uzaklaşma" hali olamazlar. Bunlar, mikroevrimin kurulu modelleri tarafından da tatmin edici şekilde tarif edilemezler.135
Ne yazık ki ülkemizdeki evrimci biyologların çoğu bu gerçekten habersizdirler. Hala 1950'lerde, 60'larda okudukları evrimci biyoloji kitaplarının öğretileriyle düşünmekte ve bir türün farklı varyasyonlarının oluşmasını "evrim teorisinin tartışmasız" kanıtı zannetmektedirler.
Sabah gazetesinin 17 Temmuz 2001 tarihli sayısında "Maymun Adam Gerçekten Varmış" başlıklı bir haber yayınlandı. 18 Temmuz 2001 tarihli Akşam gazetesinde ise Yalçın Pekşen köşesinde "Evrim Süreci Bitiyor mu?" başlıklı yazısında aynı haberden söz etti. Time dergisinin 23 Temmuz 2001 sayısında yer alan bir haber kaynak alınarak hazırlanan bu evrim taraftarı yazılar, aslında ünlü bilim dergisi Nature’ın 12 Temmuz 2001 tarihli sayısında yer alan bir araştırmanın sonuçlarına dayanıyordu. Ne var ki, araştırmanın kamuoyuna aktarılması sırasında Time dergisinin içine düştüğü hatalar, Sabah gazetesi ve Sayın Yalçın Pekşen tarafından da tekrarlanmıştı.
Sabah'ın haberinde, Time dergisindeki habere dayanılarak, Etiyopya'da bulunan ve Ardipithecus ramidus Kaddaba ismi verilen fosilin, insanın ilk atası olduğu kabul edilen yeni bir alt-tür olduğu iddia ediliyordu. Bu fosilin, evrimcilerin 150 yıldan beri bulmayı umdukları yarı insan yarı maymun bir yaratık olduğu öne sürülüyor ve haber insanın evriminin çok önemli bir parçası bulunmuş gibi kamuoyuna sunuluyordu. Oysa, hem Time dergisinde, hem araştırmanın sonuçlarının yayınlandığı Nature dergisinin 12 Temmuz 2001 tarihli sayısında, hem de haberin konu edildiği bir diğer önemli bilim dergisi Science dergisinin 13 Temmuz 2001 tarihli sayısında, bu fosil hakkındaki yorumların son derece çelişkili olduğuna dikkat çekilmekteydi. Bu yazıda, bilim adamlarının son fosil bulguları hakkındaki - Sabah gazetesinde ve Sayın Pekşen'in yazısında yer almayan - yorumlarına yer verilecektir.
Sabah gazetesinde, Etiyopya'da bulunan fosiller, tüm evrimci propaganda metodları kullanılarak, evrimin önemli bir delili gibi sunuldu. Oysa bu fosiller, evrimcileri büyük bir çıkmaza sokmakta, insanın evrimi konusunun çelişkilerini ve dolayısıyla geçersizliğini ortaya koymaktadır.
Her ne kadar evrimci basında bu yeni fosil insan ile şempanzeler arasındaki zincirin bir halkası olarak tanıtılsa da, araştırmanın sonuçlarının yayınlandığı Nature dergisinin kıdemli editörü Henry Gee tarafından derginin 12 Temmuz 2001 tarihli sayısında yazılan "Return to the Planet of Apes" başlıklı makalede, bu kalıntılardan yola çıkarak böyle bir tanımlamanın tartışmalı olacağı belirtilmiştir:
A. r. Kadabba’nın bir alt tür olarak tanımlanması ihtilaflı olacaktır...
Henry Gee'nin eleştirisinde böyle yeni bir alt-türün tanımlanmasının yanlış olacağı özellikle belirtilmektedir. Buna rağmen, tamamen evrimci ön yargılara dayalı olarak, fosil "ilkel" insan türü diye yorumlanmış ve evrim soyağacında boş kaldığı düşünülen bir yere yerleşmesi daha uygun görülmüştür.
Henry Gee'nin eleştirisinde, söz konusu evrimci yorumların neden gerçekleri yansıtmadığı da açıklanmıştır. Gee, bu kemiklere bakıldığında, bu canlıların yaşam stilleri ve davranışları hakkında pek çok ihtimalden bahsedilebileceğini, ancak bunların hiç bir şekilde bilim açısından tatmin edici izahlar olamayacağını da şöyle belirtmektedir;
Öne sürülecek bu ihtimallerin tatmin edici olup olamayacağı ise başlı başına bir sorundur.
Kısacası dile getirilen bu gerçekler, şempanze ile insan arasındaki sözde evrim ilişkisinin dayanaksız olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Şimdi bu fosille ilgili evrimci bilim adamlarının sergiledikleri çelişkileri sırasıyla inceleyelim.
1. Bulunan kemikler birbirinden kilometrelerce uzakta ve farklı tarihlerde bulunmuştur
"bu kemik canlının iki ayak üzerinde durduğunu gösteriyor"
Bulunan fosil yedi kemik parçasından ve 4 dişten oluşmaktadır. Time dergisi, tek bir ayak parmağı kemiğini göstererek, "bu kemik canlının iki ayak üzerinde durduğunu gösteriyor" (This toe bone proves the creature walked on two legs) iddiasında bulunmaktadır. Ancak 8 sayfalık yazının son sayfasında bu ayak parmağı kemiğinin, diğer kemiklerden 16 km (10 mil) ileride bulunduğu belirtilmektedir. (bakınız yan sayfadaki harita) Nature'daki orijinal rapor incelendiğinde daha da vahim bir durumla karşılaşılmaktadır. Bu raporda, Ardipithecus'un kemiklerinin aslında "1997 yılından itibaren 5 farklı bölgeden 11 farklı insanımsı örneğinden" toplandığı açıklanmaktadır. Ayak parmağı kemiği ise 1999 yılında bulunmuştur ve diğer bulunan kemiklerden de 0.6 milyon yıl daha gençtir. Yani tüm bulunan kemikler aynı canlıya ait değildir ve hatta aynı dönemde yaşayan canlılara da ait değildir. Bu şekilde toplanmış kemiklere bakarak canlının özellikleri hakkında yorumda bulunmak ve bu canlıyı insanın evriminde bir yerlere yerleştirmeye çalışmak, bilimsellikle ilgisi olmayan bir propagandadan başka bir şey değildir.
2. Fosilin diş yapısı hayali insanın evrimi ağacı açısından çelişkiler içermektedir:
Etiyopya'da bulunan kemik fosilleri, sanki tek bir canlıya ait parçalar gibi yorumlanmıştır. Oysa üzerinde spekülasyonlar yapılan bu parçalar birbirlerinden çok uzak yerlerde bulunmaktadır. Örneğin, canlının iki ayak üzerinde yürüdüğünü ispatladığı öne sürülen parmak kemiği diğerlerinden 16 km uzakta bulunmuştur.
A. r. Kaddaba, morfolojik açıdan Tim White'ın 1992 yılında bulduğu Ardipithecus ramidus isimli fosil ile benzerlikler taşıdığı için Ardipithecus grubundan sayılmıştır. Ancak, fosilin diş yapısı bu gruplandırma için önemli bir çelişki oluşturmaktadır. Çünkü bulunan fosil, 1992 yılında bulunan fosilden 1,5 milyon yıl daha yaşlıdır. Ancak Time dergisinde de belirtildiğine göre, 4,4 milyon yıllık Ramidus’un dişleri 5.8 milyon yıllık Kadabba'nın dişlerinden daha fazla maymunsu özellikler göstermektedir. Yani genç olan fosilin dişleri yaşlı olana göre daha çok maymunsu özelliğe sahiptir. Oysa evrim teorisine göre, zaman ilerledikçe maymunsu özellikler giderek kaybolmalıdır. Evrimciler tarafından önemsiz bir bilgi gibi aktarılan bu gerçek, söz konusu maymun-insan hayali sıralamasının tutarsızlıklarla dolu olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Antropoloji profesörü ve Arizona State Universitesi'nde İnsan Kökenleri Enstitüsü direktörü olan Donald Johanson, bu konuda yapılan önyargılı sınıflandırmayı şöyle ifade etmektedir:
5.5 milyon yıllık fosilleri 4.4 milyon yıllıklarla aynı türlerin üyeleri olarak yanyana koyduğunuzda, bunların bir ağaç üzerindeki ince dallar olabileceklerini dikkate almazsınız. Herşey düz bir çizgide olmaya zorlanmıştır.
3. Bu canlı soyu tükenmiş bir şempanze türüdür
Bazı evrimciler Ardipithecus'un insanlar ve şempanzeler arasındaki zincirin bir halkası olduğunu kabul etmektedirler. Ancak Henry Gee bu fosilin insandan çok şempanzeye benzediğini belirtmektedir.
Time dergisinde yer alan bu resim, evrimci propagandanın klasik bir örneğidir. Evrimciler birkaç kemik parçasına bakıp, tamamı hayale dayalı bu resimleri çizdirirler ve sonra bunları "evrim kanıtlandı" manşetleriyle yayınlarlar.
Science dergisinin 13 temmuz 2001 tarihli sayısında söz konusu fosille ilgili yayınlanan yazıda ise George Washington Üniversitesi'nden Bernard Wood'un şu yorumuna yer verilmektedir:
Bu bulguyu insan veya şempanze atası kategorilerinden birine sıkıştırma zorunluluğu hissetmek bir hatadır.
Time dergisinde ise Wood'un şu sözlerine yer verilmektedir:
Bu bir hominid ata ya da şempanze ata olarak sınıflandırılması mümkün olmayan bir yaratığın ilk örneğidir. Fakat bu onu her ikisinin de ortak atası yapmaz. Sanırım kuyruğu bu eşeğin üzerine tutturmak çok zor olacak.
Evrimciler, soyu tükenmiş maymun türlerini insan ile şempanze arasındaki zincirin bir parçası olarak göstermeye çalışırlar. Kuyruksuz maymunun Latince karşılığı olan "-pithecus" eki ile isimlendirilen bu canlılar, aslında türü tükenmiş kuyruksuz maymunlardır ve insanın hayali evrimi için hiçbir delil teşkil etmezler. İnsanın atası olarak belirtilen fosiller gerçekte soyu tükenmiş şempanzelerdir. Örneğin en ünlü "-pithecus" örneği olan Lucy'nin (Australopitpecus afarensis) şempanzelerle aynı büyüklükte bir beyni vardır, kaburgaları ve çene kemiği şempanzelerinkiyle aynı şekildedir, kolları ve bacakları canlının bir şempanze gibi yürüdüğünü göstermektedir. Hatta leğen kemiği de şempanzelerinki gibidir.136
Sonuç olarak, sözkonusu Ardipithecus ramidus Kadabba fosili de Nature dergisinde de belirtildiği gibi şempanzeye benzemektedir ve insanın kökeni ile hiçbir ilgisi yoktur.
Nature dergisinin 12 Temmuz 2001 tarihli sayısında yayınlanan Henry Gee'nin makalesi, sadece Ardipithecus ramidus Kadabba fosili hakkında evrimci spekülasyonların temelsizliğini göstermekle kalmamakta, aynı zamanda tüm "insanın evrimi" senaryosunun birçok açıdan çıkmaz içinde olduğunu belirtmektedir. Bu makalede belirtilen bazı gerçekler şöyle özetlenebilir:
1. Moleküler kanıtlar, evrim şemalarını geçersiz kılıyor
Etiyopya'da bulunan A. r. Kadabba gibi bir kaç kemik veya diş fosilinin, bir canlının nasıl yaşadığı hakkında bilgi veremeyeceğini, antropologlar bilimsel yayınlarla gözler önüne sermektedirler. Yine Gee'nin makalesine göre, Londra Üniversitesi'nden Mark Collard ve George Washington Üniversitesi'nden Bernard Wood adlı antropologlar, bu zamana kadar temel kriter kabul edilen diş ve iskelet kalıntılarının, "hominid fosillerinin evrim sistematiğinde temel alınmaması" gerektiğini savunmaktadırlar. Bu tespitlerini Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'nin yayın organında 25 Nisan 2000 tarihli makalelerinde bildirmişlerdir.137 Nature dergisinde de bu yayın referans alınarak, kemik ve dişlerin karşılaştırılmasına dayalı evrim şemalarının yanlış olduğu şöyle belirtilmektedir:
Diş ve iskelet kalıntıları evrimsel geçmişi çizmede güvenilmezdirler. Bu kalıntılardan yola çıkılarak yapılan soy ağaçları moleküler araştırma sonuçlarına ters düşmektedir.
Moleküler incelemelere dayalı yorumların bu dış benzerliklerle zıt sonuçlar vermesi evrimcileri telaşlandırmış görünmektedir. Bu durum “paleontolojiye hakim olan belirsizlik" diye yorumlanarak, insanın evriminin "her zaman olduğu gibi bir sır" olarak kaldığı aktarılmaktadır. Henry Gee tarafından evrim teorisinin içinde bulunduğu durum son olarak şu sözlerle ifade edilmektedir:
İnsanın evrimi her zaman olduğu gibi yine sır olarak kalacağa benziyor... Evrimsel bağlantılar karanlıkta kalmakta.
Evrim savunucularını köşeye sıkıştıran nokta, şimdiye kadar fosiller üzerinde yaptıkları taraflı yorumların ve kurdukları hayali evrim ilişkilerinin, yeni ortaya çıkan moleküler verilere uymamasıdır. Birbirine yakın akraba olarak gösterdikleri türler arasında büyük moleküler farklılıklar çıkmakta, bu da 150 yıldır biyolojinin temel gerçekleri gibi gösterilen evrim şemalarını çürütmektedir. Bir kez daha, bilimsel bir buluş evrim teorisini yalanlamaktadır.
2. Şempanze insan arası fosil yok
İnsanın kökeni hakkındaki evrimci senaryo bir çok açıdan tutarsızdır. Bir yanda insanla şempanze arasında geçiş olduğu iddia edilirken, diğer yanda şempanzenin evrimini kanıtlayacak tek bir fosil bile bulunmamaktadır. İnsana ait fosillerin hayali evrimsel geçmişini ortaya koyamadığını "insanın fosil kayıtları parça parça" diyerek kabul eden Nature dergisindeki Henry Gee imzalı makalede, şempanzenin fosil kayıtlarının ise "tamamen eksik" olduğu ifade edilmektedir:
İnsanın evrimine ait fosil kalıntıları parça parça ve çeşitli yorumlara açık. Şempanze evrimine ait fosil kanıtlar ise tamamen eksik.
Resimde görülen paleontologlar Senut (solda) ve Pickford, kendi buldukları 6 milyon yıllık fosilin insanın atası olduğu konusunda ısrar ediyorlar. Yeni fosilleri bulanlar ise, insanın asıl atasının kendi fosilleri olduğunu öne sürüyorlar.
Aynı makalede, evrimciler tarafından insanın ataları olduğu iddia edilen hominid (insansı) fosillerinin, ilkelden gelişmişe doğru bir sırayı takip etmediği de itiraf edilmekte, aksine kayıtlarda bu fosillerin bir anda ortaya çıktığı belirtilmektedir. Makalede, evrim teorisinin 150 yıldır umulan kanıtı olan "ara formların" var olmadığı, farklı türlerin hep aniden ortaya çıktığı şöyle bir benzetmeyle açıklanmaktadır:
Hominid fosillerinin keşfi, yolcu otobüslerine benziyor. Bir süre için hiç biri yokken, aynı anda 3 tanesi birden ortaya çıkıveriyor
Henry Gee, yapılan tüm paleontolojik kazılara rağmen, şempanze ve insan bağlantısını gösterecek hiç bir fosil bulunmadığını yine aynı yazıda şöyle itiraf etmektedir:
Hominid fosillerinin çok nadir olduğu konusu çok ünlü bir gerçektir, şempanze bağlantısı ise nedense hiç bir fosil kaydına sahip değildir.
Görüldüğü gibi evrim teorisi hiç bir kanıt olmadan savunulmaktadır. Bilim dünyasında evrimci iddiaları hep öne çıkarıp desteklemiş olan Nature gibi "otorite" bir derginin, bu gerçeği kabul eden itiraflara yer vermesi ise, evrim teorisinin çöküşünü sergilemesi açısından belge niteliği taşımaktadır. Nature, şempanze ile insan arasında bir soyağacından bahsetmenin imkansız olduğunu sebepleri ile anlatırken, bu konudaki bilimsel gerçekleri de ilk defa zorunlu olarak kabul etmiştir.
Fosil parçalarının bulunması son derece zahmetli bir iştir. Yıllarca toprağı bu şekilde eleyip bir kemik parçası bulan evrimciler, bu parçanın insanın atası olarak kabul edilmesi için her türlü yola başvurabilmektedirler.
İnsanın evrimi senaryosu çelişkilerle doludur ve hiçbir fosil bu senaryodaki boşlukları doldurmamaktadır. Medyada büyük bir kanıtmış gibi zaman zaman öne sürülen bulgular ise, aslında evrimcilerin kendi bulguları üzerindeki taraflı spekülasyonlarından başka bir şey değildir. Bir keşifte bulunan evrimci paleontolog veya antropolog, kendi bulgusunun insanın atası olduğu iddiası ile ortaya çıkmaktadır. Hem evrim teorisine körü körüne bağlılıkları, hem de şöhret merakı bulunan fosiller hakkında yapılan tespitleri daha da güvenilmez yapmaktadır. Son fosili bulan araştırmacılarla, 2000 yılında bulunan ve Milenyum Adamı ismi verilen fosili bulan araştırmacı ekip arasındaki tartışmalar da bunun son örneğini oluşturmaktadır. Science dergisinin 13 Temmuz 2001 tarihli sayısında bu konuda şu yorum yapılmaktadır:
Orrorin (Milenyum Adamı) ve Ardipithecus'u bulan iki araştırma ekibi de bir diğerinin bulduğu fosil için insanın en eski atası olamayacağını, sadece kuyruksuz maymunların atası olabileceğini öne sürüyor. Hangisinin haklı olduğunu söylemek zor.138
Örneğin Milenyum Adamı'nı bulan ekipte yer alan Paris Ulusal Doğa Tarih Müzesi'nden Brigitte Senut, yeni bulunan A. r. Kaddaba fosili için "Son bulgular insanımsı evriminin modu ve zamanlaması hakkında uzun zamandır süregelen fikirlerle çelişiyor" demektedir.139
Afrika tepeleri evrimci paleontologlar için büyük bir hazinedir. Bu topraklarda yaşamış ve soyu tükenmiş birçok maymun türüne ait fosilleri bulan evrimciler bunları hayali insanın evrimi şemasında bir yere yerleştirmeye çalışırlar.
Time dergisinde ise iki ayrı fosilin kaşifleri olan iki ayrı evrimci grup arasındaki tartışma için şu yoruma yer verilmektedir:
Aslında geçen Aralık'ta 6 milyon yıllık fosili sunan Fransız ve Kenyalı ekip, Orrorin tugenensis olarak (ya da daha tanıdık olarak 2000'de duyurulduğu için Milenyum Adamı olarak) bilinen fosilin insanın gerçek atası olduğu ve Ardipithecus'un bir maymunun amcasından ya da şempanzenin büyük büyük babasından başka birşey olmadığı konusunda ısrar ediyorlar.
Ünlü evrimci Richard Leakey ise yeni bulunan fosil için şu yorumu yapmaktadır:
Eğer onların yazılarını okursanız, neredeyse dişlerle ilgili söyledikleri herşey onun daha çok maymun benzeri olduğunu gösterir.
Londra University College'dan evrimci paleontolog Fred Spoor ise "Ne bu fosil ne de Orrorin hakkındaki açıklamalar hatasız değildir" demektedir.140
Fosiller hakkında her evrimcinin farklı yorumlarda bulunması, bilimsel kriterlerden çok kişisel görüşlerin bu konuda hakim olduğunun bir göstergesidir. Bu durum, evrim teorisi hakkında öne sürülen iddiaların ne kadar güvenilmez olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Görüldüğü gibi Türk basınında "evrimin açık kanıtı" gibi gösterilen A. r. Kaddaba fosili hakkında bilim adamlarının yorumları ve açıklamaları, bu fosilleri "insanın atası", "insanın evrimindeki kayıp halka" gibi sloganlarla kamuoyuna duyurmanın bilimsel ve güvenilir olmayacağını göstermektedir. Ancak, Sabah gazetesindeki tam sayfa haberi görenler, eğer orijinal kaynaklara ulaşma imkanına sahip değillerse ve evrim teorisi hakkında yüzeysel bir bilgiye sahiplerse, gerçekten de insanların "maymun atalarının" bulunduğunu sanacaklardır.
Dolayısıyla, Time dergisinin, onun yorumlarını aktaran Sabah gazetesinin ve Akşam gazetesi yazarı Sayın Pekşen'in büyük bir yanılgı içinde oldukları ortadadır. Eğer bilimsel veriler tarafsız bir gözle iyice araştırılıp değerlendirilmiş olsaydı, evrimci iddiaların tutarsız ve dayanaksız olduğu açıkça fark edilecekti. Ancak her iki yayın organı da, evrim teorisini bilimsel bir gerçek zannettikleri için, kamuoyu önünde böyle can alıcı bir hataya düşmüş, evrim teorisi için sorun teşkil eden bir fosili, evrimin delili gibi sunmuşlardır.
20 Temmuz 2001 tarihli Science dergisinde, erken Kambriyen dönemden kalan bir deniz kabuklusunun çok iyi korunmuş fosilinin bulunduğu duyuruldu. Yaklaşık 545 milyon yıl öncesine ait Kambriyen katmanlarında bulunan bu fosil, evrimcileri yine içinden çıkamayacakları bir tartışmanın içine çekti. Çünkü, Kambriyen dönem, hayvan filumlarının (yumuşakçalar, eklembacaklılar, kordalılar, solucanlar gibi en temel hayvan kategorilerinin) tamamına yakınının aniden, hiçbir evrimsel ataya sahip olmadan ortaya çıktıkları bir dönemdir. Bu dönemde, 100 ayrı canlı filumunun bir kaçı hariç tamamının aniden ortaya çıkması ve bu canlıların son derece kompleks yapılara sahip olmaları evim teorisinin iddialarına öldürücü bir darbedir. Nitekim, son bulunan kabuklu da yiyeceğini ağzına götürmek için kullandığı organları, antenleri ve kabuğu ile oldukça kompleks özelliklere sahiptir. Böyle bir canlının, geçmişte bir atası olmadan ortaya çıkması ise, evrimcileri bu canlıların nasıl bir anda ortaya çıktıkları konusunda bir açıklama yapmaya zorlamaktadır.
Ancak, evrimcilerden bir açıklamadan çok kendi içlerindeki tartışma ve çelişkilerini ortaya koyan yorumlar gelmektedir. Nitekim, Science dergisinin 20 Temmuz 2001 tarihli sayısında yer alan, Oxford Üniversitesi Zooloji Departmanından ve aynı zamanda Londra Doğa Tarihi Müzesi Paleontoloji Bölümünden Richard Fortey imzalı "Cambrian Explosion Exploded?" (Kambriyen Patlaması Patladı mı?) başlıklı yazıda bu çelişkili açıklamalara yer verilmektedir.
Yeni bulunan fosilin evrim teorisini neden bu kadar zor durumda bıraktığını daha iyi anlamak için Kambriyen dönemi ve bu dönemle ilgili evrim teorisinin karşı karşıya kaldığı büyük çıkmaz hakkında kısaca bilgi vermekte yarar var.
545 milyon yıl kadar önce, Kambriyen döneminin başlangıcı, bugün hala birçoğu mevcut olan hayvan filumlarının tamamına yakınının aniden belirmesine şahit oldu. Kambriyen öncesi devirde ise, sadece tek hücreli organizmalara ve bir kaç basit çok hücreliye ait fosillere rastlanmıştır. Bu nedenle, Kambriyen devrinde ortaya çıkan canlı türlerinin evrimsel ataları olduğu iddia edilebilecek hiçbir canlıya ait fosil kaydı bulunmamaktadır.
Paleontologlar James Valentine, Stanley Awramik, Philip Signor ve Peter Sadler'e göre:
Fosil kaydındaki en harikulade olay, Kambriyen döneminin başlangıcında şu anda yaşamakta olan ve soyu tükenmiş bir çok hayvan filumunun aniden ortaya çıkışı ve çeşitlenmesidir.141
Farklı hayvan filumlarına ait canlıların, son derece kompleks yapıları ile, Kambriyen devirde aniden ortaya çıkmaları, bu canlıların yaratıldıklarının açık bir delilidir.
Hayvan fosillerinin Kambriyen devrinde aniden ortaya çıkışı Darwin tarafından da biliniyordu. O devrin fosil kayıtlarında da, Kambriyen devrinde canlılığın birdenbire ortaya çıktığı gözlemlenmiş, trilobitlerin ve diğer bazı omurgasızların aniden belirdikleri tespit edilmişti. Bu yüzden Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabında bu konuya değinmek durumunda kaldı. O sıralarda Kambriyen devri "Siluryen devri" olarak tanımlanıyordu. Darwin ise "Bilinen Eski Fosil Kayıtlarında Farklı Türlerin Aniden Ortaya Çıkışı Üzerine" başlığı altında bu konuya değinmiş ve Siluryen devri hakkında şöyle yazmıştı:
Siluryen devrine ait trilobitlerin, bu devirden çok daha önceleri yaşamış olan ve bilinen hayvanların hiçbirine benzemeyen bir tür kabuklu havyandan evrimleştiği konusunda hiç kuşkum yok... Sonuçta, eğer benim teorim doğruysa, en eski Siluryen tabakasının oluşumundan önce, çok uzun zaman dilimleri geçmiş olmalı, Siluryen devrinde bu güne kadar geçmiş olan zaman kadar uzun zaman dilimleri. Ve henüz bilinmeyen bu zaman dilimleri içinde dünya canlı yaratıklarla dolup taşmış olmalı. Bu büyük zaman dilimlerine ait fosil kayıtlarını neden bulamadığımız sorusu karşısında ise verebilecek tatmin edici bir cevabım yok.142
Kambriyen devrinden kalan bu kabuklu canlı, yiyeceğini ağzına götürebileceği bir organa, antenlere ve kendisini koruyabileceği bir kabuğa sahip.
Kısacası Darwin, Kambriyen devrindeki "aniden ortaya çıkış" olgusunun, "fosil kayıtlarındaki yetersizlik"ten kaynaklandığı varsayımıyla hareket ediyordu. Ancak aradan geçen 150 yıl içinde fosil kayıtları hakkında yeterli kanıt toplandı. Buna rağmen, Kambriyen öncesi devirde, Kambriyen döneminde bulunan canlıların atası olabilecek canlıların fosillerine rastlanmadı.
Kambriyen patlaması, evrim teorisine ciddi bir şekilde meydan okumaktadır. Oldukça ani, kapsamlı ve jeolojik açıdan son derece hızlı gelişen bu dönem sonucunda çok sayıda hayvan filumu ortaya çıkmıştır. Bu ise Darwinizm'in en temel varsayımını yok etmektedir.
Bu varsayım, canlılığın bir tür "giderek genişleyen bir farklılık üçgeni" içinde geliştiği şeklindedir. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk havyan türünden başlayarak, aşama aşama farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda (Kambriyen devirde) hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalmıştır.143 Tüm filumlar bir anda ortaya çıkmıştır, hatta ilerleyen dönemlerde bazılarının soyları tükenmiştir.
Bazı biyologlar bunu evrimin "aşağıdan-yukarıya'" evrim iddiasına karşı koyan '"yukarıdan-aşağıya" bir tablo olarak tanımlamaktadırlar. Yani fosil kayıtlarının ortaya koyduğu doğa tarihi, evrimci tahminlerin tam aksidir.
Evrim teorisine inanmakta ısrar eden paleontologların Kambriyen Patlaması karşısında Darwin'in teorisini kurtarmak için denedikleri 2 yol vardır.
Birincisi; Kambriyen devirde ortaya çıkan canlıların aniden belirmediklerini, bu canlıların Prekambriyen (Kambriyen öncesi) dönemde atalarının bulunduğunu ileri sürürler. Fakat, Prekambriyen dönemde, daha önce de belirtildiği gibi Kambriyen dönemindeki olağanüstü kapsamlı canlılığın atası sayılabilecek hiç bir kayıt yoktur. Bunu açıklamak içinse, iki ayrı iddia ortaya atarlar. Bunlardan birine göre, bu sözde atalar, yumuşak vücutları ve küçüklükleri nedeniyle fosil bırakmamışlardır. Bir diğer iddiaya göre ise, Prekambriyen dönemden elde edilen bulgular parça parça ve yetersiz olduğu için, bu "hayali ataların" fosillerine henüz rastlanmamıştır.
• Fosil kayıtları yetersiz değildir:
Dikkat edilirse bu iddialar, herhangi bir "kanıt"a değil, bilakis "kanıtsızlığa" dayanmaktadırlar. Nitekim bir çok paleontolog bunun farkındadır ve "fosiller yetersiz" iddiasına katılmamaktadır. Prekambriyen döneminin sonlarına ve Kambriyen dönemine ait yeterince sağlam kayalar bulunmuştur. Bilim adamlarına göre, bu kayalar, eğer sözkonusu "atalar" yaşamış olsaydı onların fosilleşmiş olacaklarına ve bugüne kadar keşfedileceklerine dair paleontologları ikna edecek kadar yeterlidir. Örneğin her ikisi de evrimci olan James Valentine ve Douglas Erwin'e göre elde edilen Kambriyen kayalıkları yeterince eksiksizdir. Dolayısıyla bu bilim adamları "Patlamanın gerçek ve fosil kaydındaki eksikliklerle gizlenemeyecek kadar büyük olduğu" sonucuna varmışlardır.144
Şubat 2000'de İngiliz jeologlar M. J. Benton, M. A. Wills ve R. Hitchin şu sonuca varmışlardır:
Fosil kaydının eski parçaları aşikar bir şekilde noksandır, fakat yaşam tarihinin engin modellerini örneklendirmek açısından yeterli görülebilirler.145
• Bulunması gereken atalar yaşasalardı iz bırakırlardı
Öte yandan, Kambriyen devri filumlarının çok küçük olduklarından ya da yumuşak bedenli olduklarından dolayı fosil bırakmadıkları iddiası da geçersizdir. Bu iddiayı çürüten en açık örnek, küçük bakterilerin mikrofosillerinin 3 milyar yıldan daha yaşlı olan kayalarda dahi bulunmuş olmasıdır. Dahası Avustralya Ediacara Tepelerinde fosilleşmiş olarak bulunan Prekambriyen organizmaları yumuşak bedenlidirler. Simon Conway Morris 1998 yılında yayınlanmış olan The Crucible of Creation adlı kitabında "Ediacaran fosilleri sanki fiilen yumuşak vücutluymuş gibi görünmektedirler" diyerek Ediacaran organizmalarında iskelete ait sert bölümlerin olmadığını belirtmektedir. Aynı durum Kambriyen Patlamasında fosilleşmiş olan çok sayıda organizma için de geçerlidir. Örneğin Kanada'daki Burgess Shale fosil yatağı, tamamen yumuşak bedenli olan çok sayıda fosil içermektedir. Conway Morris'e göre "bu olağanüstü fosiller" yalnızca onların ana hatlarını göstermekle kalmazlar, aynı zamanda bazen de bağırsaklar ya da kaslar gibi iç organları da gösterirler.
Kısacası, yaşadıkları varsayılan ataların fosillerine rastlanmamasının nedeni, yumuşak vücutlu ya da küçük olmaları olamaz.
Dolayısıyla, "Prekambriyen devirde, Kambriyen devir canlılarının ataları yaşıyordu, ama izlerine ulaşamıyoruz" iddiası tamamen geçersizdir. Bu teorik canlılarının fosillerinin var olmamasının tek sebebi vardır: Bu canlılar hiç var olmamışlardır.
Bunun ise tek bir anlamı vardır: Kambriyen devrinde ortaya çıkan canlılar aniden, hiçbir ataya sahip olmadan ortaya çıkmışlardır.
Evrimcilerin, Kambriyen patlamasının nasıl gerçekleştiğini açıklamak için denedikleri ikinci yol ise "hızlı ve istisnai evrimdir". Yani bu son derece kompleks ve farklı filumlara ait canlıların çok hızlı bir evrimle ortaya çıktığını iddia ederler. Ancak bu iddia da hem kendi taraftarları hem de diğer bilim adamları tarafından yoğun olarak eleştirilmektedir.
Çünkü Kambriyen patlamasında beliren canlılar oldukça kompleks özelliklere sahiptir ve böyle hızlı bir evrimleşme evrim teorisinin kendi iddialarına göre bile mümkün olamaz.
Kambriyen canlılarının bazı özelliklerini bilmek, bu konuda aydınlatıcı olacaktır. Örneğin son bulunan kabuklu fosilinde, yiyeceğini ağzına götürmek için kullanabileceği bir organa ve ayrıca antenlere rastlanmıştır. Bunun dışında, kendisini koruyan bir de kabuğu bulunmaktadır. Bu kabuklu ile aynı dönemde yaşayan trilobitler ise son derece kompleks bir göz sistemine sahiptirler. Bu göz yapısı tam bir yaratılış harikasıdır. Harvard, Rochester ve Chicago Üniversiteleri'nden jeoloji profesörü David Raup; "Trilobitlerin gözü, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma sahipti" demektedir.146
Burada kısaca yer verilen bu kompleks canlıların, evrimcilerin iddia ettikleri mekanizmalarla (bu mekanizmaların gerçekten evrimleştirici bir etkisi olduğu varsayılsa dahi) bu kadar kısa bir zaman aralığında kusursuz yaratılışlarıyla ortaya çıkmaları imkansızdır. Kambriyen patlaması çok kısa bir zaman aralığında meydana gelmiştir. 1993 yılında yapılan radyometrik ölçümler ile Kambriyen devrinin 543 milyon yıl önce başladığı147 ve ilk hayvan filumlarının ise, 530 milyon yıl önce ortaya çıktıkları belirlenmiştir.148 Bu çalışmalar aynı zamanda Kambriyen patlamasının 5 milyon yıl içinde gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Jeolojik açıdan 5 milyon yıl çok kısa bir dönemi ifade etmektedir.
Bugün kabul gören neo-Darwinizm'in türlerin oluşumunu açıklamada kullandığı mekanizmalar için gerekli sayılan süreler ise çok uzundur. Neo-Darwinizm, türlerin oluşumu için, canlının gen dizilimlerinde rastgele mutasyonlar sonucunda küçük değişiklikler biriktiğini ve bu biriken değişikliklerin nesiller sonra, türlerdeki değişikliklere neden olduğunu iddia eder. Mutasyonların canlıların genetik bilgisini geliştirmedikleri gerçeği, bu iddiayı en baştan geçersiz kılmaktadır. Ancak bir an için tamamen spekülatif olan bu evrimci iddiayı kabul etsek ve mutasyonların evrimleştirici bir etkisi olabileceğini varsaysak bile, teori Kambriyen patlaması karşısında yine de çaresizdir: Kambriyen devrinde ortaya çıkan canlıların bu tür küçük değişikliklerle bu kadar kısa bir zaman zarfında meydana gelmesi kesinlikle imkansızdır ve bu imkansızlığı evrimcilerin kendileri de itiraf ederler. Japon bilim adamıSusomo Ohno Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde bu gerçeği şöyle açıklar:
Rastgele meydana gelen mutasyon oranının yılda baz çifti başına 10-9 olduğunu varsayarak ve doğal seleksiyonun negatif etkilerini de göz önünde bulundurarak, DNA baz dizilerinde %1'lik bir değişiklik olabilmesi için 10 milyon yıla ihtiyaç vardır. Evrimsel zamanda ise 6-10 milyon yıl göz kırpması kadar kısadır. Hayvanlar aleminin neredeyse tüm filumlarının aniden ortaya çıkışını gösteren Kambriyen patlamasının 6-10 milyon yıllık bir zaman arasında meydana gelmesinin ise kesinlikle genlerdeki mutasyonlara bağlı değişimlerle açıklanması mümkün değildir.149
Ohno'nun sözlerinde de görüldüğü gibi, Kambriyen patlamasının ileri sürülen "evrim mekanizmaları" ile açıklanması kesinlikle mümkün değildir. Nitekim, Science dergisindeki yazısında Richard Fortey de evrim teorisinin içinde bulunduğu açmazı belirterek yazısını şöyle sonlandırmaktadır:
Daha eski bir ataya ait bir delil bulunsa dahi, Kambriyenin en alt tabakalarında neden o kadar çok hayvanın, boyut olarak o kadar çok büyüdüğünü ve neden o kadar kısa sürede kabuk elde ettiğini açıklamak, bir çelişki olarak kalacaktır.150
Görüldüğü gibi pek çok kompleks canlı, Kambriyen devrinde kompleks yapılarıyla aniden ortaya çıkmışlardır. Hiçbir ataları yoktur ve bu hayali ataların ileride bulunma olasılığı da söz konusu değildir. Bu canlıların evrimsel bir ataya sahip olmadan aniden ortaya çıkmaları ise evrim teorisinin iddiaları ile tamamen çelişmektedir. Bu durumda, yapılacak en doğru hareket, bilimsel delillere bakarak, evrim teorisini terk etmek olmalıdır.
Ancak evrimciler teorilerinde ısrarlıdırlar. Son bulunan kabuklu fosili dahi onları bu ısrardan vazgeçirmemektedir. Çünkü evrim teorisi bilimsel delillerden yola çıkılarak savunulan bir teori değildir. Bu teoriyi savunanlar, Allah'ın varlığını ve tüm canlıları O'nun yarattığını kabul etmemek için bu teoriyi her ne pahasına olursa olsun korurlar. Kambriyen devrindeki canlıların ortaya çıkışı yaratılış gerçeğini çok açık bir şekilde gösteriyor olmasına rağmen, evrimciler çürük teorilerini bırakmamakta direnmektedirler.
Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim
hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen,
hüküm ve hikmet sahibi olansın."
(Bakara Suresi, 32)
133- Selective Adsorption of L- And D-Amino Acids On Calcite: Implications For Biochemical Homochirality, Robert M. Hazen, Timothy R. Filley, And Glenn A. Goodfriend, Proc. Natl. Acad. Sci. Usa, Vol. 98, Issue 10, 5487-5490, May 8, 2001
134- Scott Gilbert, John Opitz, and Rudolf Raff, "Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology", Developmental Biology 173, Article No. 0032, 1996, s. 361
135- Fagerstrom, T. P. Jagers, P. Schuster, and E. Szathmary. 1996. Biologists put on mathematical glasses. Science 274: s. 2039-2040
136- Primates and Human Evolution in the textbook: Year 13 Biology 1999. Student Resource and Activity Manual by Richard Allan & Tracey Greenwood (Biozone International. Printed in New Zealand, s. 260
137- İnsan Filogenetik Hipotezleri ne kadar güvenilir?, PNAS, 25 Nisan 2001, s. 5003
138- Science, vol 293, 13 july 2001, s. 188-189
139- Science, vol 293, 13 july 2001, s. 188-189
140- Science, vol 293, 13 july 2001, s. 188-189
141- James W. Valentine, Stanley M. Awramik, Philip W. Signor, ve Peter M. Sadler, "The Biological Explosion at the Precambrian-cambrian Boundary", Evolutionary Biology 25 (1991), s. 279, 281
142- Charles Darwin, The Origin of Species, 1859, s. 313 – 314
143- Phillip E. Johnson, "Darwinism's Rules of Reasoning", Darwinism: Science or Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12
144- James Valentine, Douglas Erwin, "Interpreting Great Developmental Experiments: The Fossil Record", s. 71-107in Rudolf A. Raff and Elizabeth C. Raff (editörler), Development as an Evolutionary Process (New York: Alan R. Liss, 1987)
145- M.J. Benton, M.A. Wills, R. Hitchin, "Quality of the Fossil Record Through Time", Nature, 403 (2000), s. 534-536
146- David Raup, "Conflicts Between Darwin and Paleontology", Bulletin, Field Museum of Natural History, cilt 50, Ocak 1979, s. 24
147- S. A. Bowring, J.P. Grotzinger, C.E. Isachsen, A.H. Knoll, S.M. Pelechaty, and P. Kolosov, “Calibrating rates of Early Cambrian evolution,” Science 261 (1993): 1293-98
148- For a skeptical evaluation of the evolutionary significance of the classical Kettlewell experiments on industrial melanism: see Jonathan Wells, “Second Thoughts About Peppered Moths,” The Scientist (May 24, 1999): 13
149- Susumo Ohno, “The notion of the Cambrian pananimalia genome,” Proceedings of the National Academy of Sciences USA 93 (August 1996): 8475-78
150- Richard Fortey, "Cambrian Explosion Exploded?", Science, 20 Temmuz 2001