Emperyalizm ya da bir başka deyimle sömürgecilik, modern tarihte coğrafi keşiflerle birlikte başladı. 15. ve 16. yüzyılda birtakım Avrupalılar, elde ettikleri askeri teknoloji ile birlikte başka kıtalara yayılmaya başladılar. Güçlü donanmalar, etkili ateşli silahlar ve disiplinli ordular kullanarak, dünyanın uzak bölgelerini ele geçirdiler ve bu bölgeleri kelimenin gerçek anlamıyla "sömürmeye" başladılar.
İlk sömürgeciler Portekizliler ve İspanyollar'dı. Özellikle Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinden sonra, bu iki ülke modern dünyanın ilk sömürge imparatorlukları olarak tarih sahnesine çıktılar. Amerika kıtasının güneyini kısa bir süre içinde sömürgeleştirdiler. Burada yaşayan ve temelde barışçı bir tabiata sahip olan yerlileri köleleştirdiler. Zorla çalıştırdıkları bu insanları Amerika kıtasının tüm altın ve gümüş zenginliklerini yağmalamak için kullandılar.
İspanya ve Portekiz'i diğer Avrupa ülkeleri izledi. 17. yüzyılda Hollanda güçlü bir sömürge ülkesi olarak rekabete katıldı. Hollanda'yı İngiltere izledi. Bu iki yeni sömürgeci güç de, hem Amerika kıtasına hem de Uzakdoğu'ya el attı. 18. yüzyıla gelindiğinde İngiltere dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu haline geldi. Fransa ve Belçika da çok geçmeden yarışa katıldı. 19. yüzyıla gelindiğinde, Amerika kıtasının büyük bölümü, Afrika'nın neredeyse tamamı ve Uzakdoğu'nun çok sayıda ülkesi bu Avrupa devletlerinden birinin sömürgesi durumundaydı. Bu ülkeler, sömürgeciler tarafından atanan "Genel Vali"lerce yönetiliyordu. Sömürge ülkelerinde yer alan bu yönetimler, bu ülkelerin halkının yeterince verimli olarak çalıştırılmasına ve doğal kaynaklarının yine yeterince verimli olarak Avrupa'ya aktarılmasına özen gösteriyorlardı. Bu nedenle 19. yüzyıl, adeta bir "sömürgecilik yüzyılı"ydı. Hatta yakın tarihle ilgilenen çoğu otoritenin kabul ettiği gibi, I. Dünya Savaşı da bu sömürgelerin paylaşılması kavgasından doğdu.
Sömürgecilik ekonomik ve siyasi bir sistemdi ve bu yöndeki çıkarlar için kullanılıyordu. Ama bir de bu sistemin "kültür" yönü vardı.
Kristof Kolomb |
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Sömürgeci ülkeler, az önce belirttiğimiz gibi, açıkça yağmacılık yapıyorlardı. Hiçbir hak sahibi olmadıkları bir ülkeyi zorla ele geçiriyorlar, sonra bu ülkedeki insanları baskı altına alıyorlar ve ülkenin kaynaklarına el koyuyorlardı. Ama elbette bu sömürgeci ülkeler kendilerinin "yağmacı" olarak görülmesini ve tarihe öyle yazılmasını istemiyorlardı. Bu nedenle yaptıkları işi bir şekilde meşru ve haklı göstermeye çalıştılar. Kendilerini haklı gibi gösterecek birtakım açıklamalar aradılar.
Peki bu açıklama ne olabilirdi? Bir ülkeyi ve milleti köleleştirmeye ne gibi bir kılıf bulunabilirdi?
Sömürgeciler, bu cevabı aslında ilk günden buldular. Yaptıkları işi meşru gibi gösterecek bir kılıf bulmanın tek yolu, hedef aldıkları insanları sözde "ilkel insanlar", hatta "hayvanımsı canlılar" gibi gösterebilmekti. Eğer bu bilim dışı düşünce kabul ettirilirse, kendilerinin de "ileri insanlar" olarak bu sözde "geri" toplumları gütmeleri son derece makul bir hareket olacaktı.
Sömürgeciliğe meşruiyet sağlamak için kullanılacak olan bu mantık, sömürgeciliğin henüz doğuş aşamasında, yani Kolomb'un Amerika yolculuğunda ortaya atıldı. Bu bilim ve akıl dışı iddiaya göre, Amerikalı yerliler gerçek birer insan değil, gelişmiş bir hayvan türüydüler.
Bu yanılgı, ilk kez Kristof Kolomb ve adamları tarafından ortaya atılmış, sonra da Güney Amerika'nın kolonileştirilmesi işini üstlenen İspanyol sömürgeciler tarafından savunulmuştu. Aslında altın, şöhret ve toprak peşinde koşan bu yağmacılara karşı, Katolik Kilisesi tavır koymuştu. Bunun en ünlü örneği, Chiapas piskoposu Bartolome de Las Casas'ın, Kolomb ile birlikte Yeni Dünya'ya ayak basan kolonicilerin "yerliler bir tür hayvandır" iddiasına karşılık, yerlilerin "gerçek birer insan" olduğunu savunmasıydı. Bu nedenle Las Casas "yerlilerin havarisi" olarak anılmaya başlamıştı. Daha sonra, 1537'de, Papa III. Paul de, yayınladığı Sublimis Deus adlı fermanında sömürgeci vahşetini lanetlemiş, Kızılderililer'in gerçek insanlar (veros homines) olduklarını, onları köle düzeyine indirgemek küstahlığını gösterenlere, iman sahibi olma yeteneğine haiz insanlar olduklarını ilan etmişti.2
Bu gibi itirazlardan dolayı, sömürgecilerin, yerlileri "bir tür hayvan" sayan bilim dışı iddiası uzun bir süre tartışmalı olarak kaldı. Sömürgeciler kendi mantık dışı tezlerini savunmakta ısrarlıydılar, ama tüm insanlar Allah'ın eşit olarak yarattığı ve herkesin tek bir atadan, Hz. Adem (as)'dan geldigi gerçeğini kabul eden Kilise'nin etkisi Avrupa'da bir süre daha devam etti. Ancak Avrupa toplumlarının giderek dinden daha fazla uzaklaşması ve materyalist dünya görüşüne giderek daha fazla kapılması, dengeyi sömürgeciler lehinde değiştirecekti.
19. yüzyıl, siyasi anlamda bir sömürgecilik yüzyılı olarak da tanımlanabilir. Çünkü bu dönemde sömürgeci ülkeler tarih boyunca ulaşamadıkları kadar geniş topraklara yayılmışlardır. Özellikle İngiltere ve Fransa, Afrika'dan Hindiçini'ne kadar uzanan dev bir coğrafyaya hakim olmuştur.
19. yüzyıl, bu siyasi tablonun yanında, felsefi anlamda da olumsuz yönde büyük bir değişim yaşamıştır. Bu bozulmanın temelindeki akım ise materyalizmdir. Avrupa'da Hıristiyan kültürüne karşı asırlardır yürütülen savaş bu yüzyılda galip gelmiş ve Allah'ın varlığını inkar edip sadece maddeyi mutlak varlık sayan materyalizm yanılgısı, kültür ve bilim dünyasına tamamen egemen olmuştur.
İşin ilginç tarafı ise, 19. yüzyılın farklı gibi gözüken bu iki özelliğinin, yani sömürgeciliğin ve materyalizmin aslında birbiri ile yakından ilişkili olmasıdır. Avrupa'nın uyguladığı siyasi strateji olan sömürgecilik, felsefi dayanağını da materyalizmde bulmuştur.
İlerleyen sayfalarda bunun detaylarını inceleyeceğiz. Ama öncelikle bu ilişkinin temel mantığını açıklamakta yarar var. Sömürgeciliğin tarihteki gelişiminden söz ederken, bu sistemin birtakım meşruiyet arayışları içinde olduğunu da belirtmiştik. Bunun nedeni, sömürgeciliğin gayri ahlaki bir sistem olmasıdır. Sömürgecilik, birtakım insanların haklarının yenmesine, adaletsizliğe, baskı ve zulme dayalı bir sistemdir ve insanlığa doğruyu, dürüstlüğü, adaleti, barış ve kardeşliği emreden ahlaki kıstaslarla açıkça çelişir. Bu ahlaki kıstasların kaynağı ise dindir. Çünkü ancak din insanlara, adaletin, dürüstlüğün, doğruluğun kutsal olduğunu öğretir ve yine ancak din insanları bu ahlaki kıstaslar için, kendi çıkarlarından gerektiğinde feragat etmeyi emreder.
Bu bizlere, sömürgeci anlayışla dinin getirdiği ahlak anlayışı arasında büyük bir çelişki olduğunu göstermektedir. Kolomb ve diğer İspanyol sömürgecilerle Kilise arasındaki çatışma, bu kuralın Avrupa tarihindeki bir ifadesi olmuştur.
Ancak az önce belirttiğimiz gibi, Avrupa giderek artan bir süreçle dinden uzaklaşmış ve dinin karşısında yer alan materyalizm, 19. yüzyılda zirveye çıkmıştır. Bu nedenle de 19. yüzyıl, Avrupa açısından sömürgeciliğin gelişebileceği ideal bir kültürel ortam olmuştur. Tüm insanların Allah'ın yarattığı eşit varlıklar oldukları ve birbirlerine karşı da yine Allah'in bildirdiği ahlaki kurallara göre davranmaları gerektiği reddedilince, sömürgeciliğin gelişeceği bir zemin meydana gelmiştir.
Avrupalı toplumlar, tüm insanların Allah'ın yarattığı eşit kullar olduğu gerçeğinden uzaklaştıkça, insan ırklarının bazılarının (yani kendilerinin) "ileri", bazılarının ise "geri" oldukları yanılgısına inanır hale gelmişlerdir. Yaratılış gerçeğinin reddedilmesi, ırkçılığın doğmasına neden olmuştur.
Amerikalı bilim adamı James Ferguson, New Scientist dergisinde yazdığı "Irkçılığın Laboratuvarı" başlıklı makalede, ırkçılığın yükselişinin Yaratılışın reddedilmesiyle olan bağlantısını şöyle açıklar:
19. yüzyıl Avrupa'sında gelişen sosyal bilimler, ırk kavramıyla fazlaca içiçe girmişti... Gelişen yeni antropoloji, insanın kökeni hakkındaki iki zıt düşünce ekolünün savaş meydanı haline geldi. Bunların daha eski ve köklü olanı, "monogenizm"di (tek kökenlilik). Monogenizm, tüm insanoğlunun, renk ve özellik farkı olmadan, doğrudan Adem'in soyundan geldiği ve Tanrı'nın tek bir fiili ile yaratıldığı inancına dayanıyordu. Monogenizm Kilise tarafından savunuluyordu ve 18. yüzyıla kadar da çok yaygın bir kabul görüyordu. Ancak bu dönemde "poligenizm" (çok kökenlilik) olarak bilinen ve dini otoriteye karşı koymaktan doğan rakip bir teori gelişti. Poligenizm, farklı insan ırklarının farklı kökenleri olduğunu savunuyordu.3
"Farklı insan ırklarının farklı kökenleri olduğu" iddiasının sözde bilimsel temeli ise evrim teorisiydi.
Eski çağlardan beri materyalist felsefeciler tarafından savunulan evrim fikri, Avrupa'nın gündemine 18. yüzyılın sonlarında girdi. Jean B. Lamarck, Georges de Buffon ve Erasmus Darwin (Charles Darwin'in dedesi) gibi isimler tarafından ortaya atılan evrim teorisini en kapsamlı olarak ortaya koyan kişi ise Charles Darwin oldu. Darwin, o zamana kadar biyoloji biliminde yaygın kabul gören "canlı türlerini Allah ayrı ayrı yaratmıştır" gerçeğini hiçbir bilimsel bulgu ve bilgiye dayanmadan reddetti ve tüm türlerin rastlantılar sonucunda birbirlerinden evrimleştikleri yanılgısını öne sürdü. Darwin'in bilim dışı iddiasına göre balıkların atası solucanlar, kuşların atası sürüngenler ve insanların atası da maymun benzeri canlılardı.
Bilimsel bulgulara değil, hayal gücüne dayanan bu teori kısa sürede çok sayıda taraftar kazandı. Bu taraftarların ortak özelliği ise, bilimsel kaygılarla değil, ideolojik ön yargılarla hareket etmeleriydi. Çünkü Darwin, canlıları ve insanoğlunu Allah'ın yarattığı gerçeğini reddetmekle, her türlü ateist dünya görüşüne zemin hazırlamış oluyordu. Bu nedenle biyoloji bilimi ile hiçbir ilgileri olmayan birtakım insanlar Darwin'in en hararetli savunucuları haline geldiler. Örneğin komünizmin kurucusu olan Karl Marx, kendi deyimiyle Darwin'in "ateşli bir hayranı" idi.
Evrim teorisi genel olarak materyalist dünya görüşünü desteklerken, bir yandan da özellikle sömürgeciliğe zemin hazırlayan bir boyut içeriyordu. Çünkü evrim teorisini ortaya atanlar ve savunanlar, başta Charles Darwin olmak üzere, insan ırklarının bazılarının evrim sürecinde daha "ileri" oldukları yalanını öne sürüyorlardı. Darwin insanın kökeni konusuna, 1859'da yayınlanan ünlü kitabı Türlerin Kökeni'nde pek az değinmişti. Ama bu kitaba koyduğu alt başlık bile, onun insanlığa ırkçı bir açıdan baktığını gösteriyordu: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon ve Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla".
Charles Darwin ve kitabı "Türlerin Kökeni"nin Kapağı |
Darwin, söz konusu "kayırılmış ırklar" kavramıyla Avrupalı beyaz ırkları kastettiğini ve diğer ırkları da kendi bilim dışı yorumlarına göre "yarı-maymun ilkel canlılar" olarak gördüğünü ise, 1871 yılında yayınlanan İnsanın Türeyişi adlı kitabında açıkça ifade etti. Darwin bu kitabında insanın sözde maymunlarla ortak bir ataya sahip olduğunu, ancak insan ırklarının farklı evrimsel süreçler izlediğini öne sürüyordu. Darwin'in bilimsel hiçbir dayanağı olmayan bu iddiasına göre bazı ırklar evrimde çok ileri gitmişken, bazıları hala maymunlara yakın bir seviyedeydiler. Darwin'in kendi aklınca "ileri ırklar" olarak saydıkları ise, elbette Avrupalı "Beyaz Adam"dı. Ona göre Beyaz Adam, fiziksel ve zihinsel yönden diğer ırklardan çok ileriydi. Bu farklılığa olan inancını "farklı ırkların zihinsel özellikleri birbirinden çok farklıdır; bu hem duygusal hem de entellektüel yeteneklerinde kendisini açıkça belli eder" diyerek ifade ediyordu.4
Benjamin Farrington Darwin Gerçekte Ne Dedi? (What Darwin Really Said?) adlı kitabında Darwin'in bu ırkçı görüşlerini vurgular ve Darwin'in İnsanın Türeyişi adlı kitabında "insan ırklarının eşit olmadıkları" konusunda çok uzun açıklamalar yaptığını belirtir.5
Ancak Darwin'in bu konudaki bilim dışı görüşlerinin en önemli yönü, "geri kalmış ırklar"a ne olması gerektiği yönündeki akıl dışı yorumlarıydı. Eğer bir insan bazı ırkların diğerinden daha "ileri" oldukları gibi bir fikre kapılmış olsa bile, buradan "ileri" ırkların "geri" kalanlara yardım etmesi, onların gelişimine katkıda bulunması gerektiği gibi insancıl bir sonuç da çıkarabilirdi. Ama Darwin böyle düşünmüyordu. Aksine, "ileri" ırkların "geri" ırkları köleleştirmeleri, hatta yok etmeleri gerektiği gibi son derece acımasız bir görüşü savunuyordu. İnsanın Türeyişi adlı kitabında şöyle yazmıştı:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek..6
Darwin bu akıl ve bilim dışı sonuca "yaşam mücadelesi" kavramıyla varmıştı. Darwin bu kavramı öncelikle doğaya atfetmişti. Bu yönde hiçbir somut bulgusu olmamasına rağmen, doğada canlılar arasında kıyasıya bir yaşam mücadelesi olduğunu, her bireyin sadece kendi çıkarları ve yaşamı için çabaladığını ve diğerleriyle savaştığını iddia etmişti. Darwin'in iddiasına göre bu yaşam mücadelesi içinde zayıf bireyler elenirken, güçlü ve uygun yapıya sahip bireyler de seçilip hayatta kalıyorlardı. Oysa ilerleyen dönemde doğada yapılan gözlemler bu iddianın doğru olmadığını, canlılar arasında son derece güçlü dayanışma mekanizmaları bulunduğunu, hatta çoğu canlının içinde bulunduğu grup için kendisini bile bile feda ettiğini ortaya çıkaracaktı.7
Ancak Darwin "yaşam mücadelesi"nin evrensel bir kanun olduğuna inandırmıştı kendisini. Sonra da, doğadaki canlılar için yazdığı bu bilim dışı senaryoyu aynen insan toplumlarına atfetmişti. İnsan ırklarının kıyasıya bir yaşam mücadelesi sürdürdüklerini düşünmüştü. Dahası, büyük bir cehaletle, bu mücadelenin evrimsel gelişme için gerekli olduğunu, yani bazı insan ırklarının yok edilmesinin insanlığın gelişmesini sağlayacak bir süreç sayıldığını savunmuştu.
Evrim teorisinin insan toplumlarına uygulanmasıyla ortaya çıkan bu ırkçı görüş "Sosyal Darwinizm" olarak bilindi. 19. yüzyıldaki bütün ırkçı düşünceler de Sosyal Darwinizm'den ilham aldılar. Bu ırkçıların başında ise, tahmin edilebileceği gibi "Beyaz Adam'ın üstünlüğü"nü savunan sömürgeciler geliyordu. Sömürgecilik, Kristof Kolomb döneminden beridir ortaya atıp da bir türlü "bilimsel" bir açıklamayla destekleyemediği "yerliler bir tür havyandır" yalanına ilk kez bilimsel görünümlü bir dayanak sağlamış oluyordu. Bu nedenle Darwin'in teorisi, sömürgeciliğe taraftar olan çevrelerden kısa sürede büyük bir destek gördü. Hintli antropolog Vidyarthi, bunu şöyle açıklar:
Darwin'in ortaya attığı 'en güçlülerin hayatta kalması' düşüncesi, insanoğlunun kültürel bir evrim sürecinden geçtiğine ve en üst kademenin Beyaz Adam'ın medeniyeti olduğuna inanan sosyal bilimciler tarafından coşkuyla karşılandı. Bunun bir sonucu olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılı bilim adamlarının çok büyük bir kısmı ırkçılığı şiddetle benimsediler.8
Evrim teorisinin günümüzdeki en önde gelen savunucularından biri olan Harvard Üniversitesi paleontoloğu Prof. Stephen Jay Gould, Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabı hakkında şöyle der: "Bundan sonra kölelik, sömürgecilik, ırksal farklılıklar, sınıf yapıları ve cinsiyetin rolü ile ilgili argümanlar artık özellikle bilim adı altında yürütülecektir."9 Gould'un sözleri doğrudur. Gerçekten de saydığı bu kavramlar, Darwinizm'in ortaya çıkmasından sonra "Sosyal Darwinizm" adı altında sözde bilimsel bir görünüme bürünmüştür.
İşgal, sömürü, baskı ve zulüm elbette her zaman insanlık tarihinin bir parçası olmuştu. Ancak evrimcilerin kendilerinin de itiraf ettiği gibi, Darwin'in ortaya attığı teori sayesinde, bu gayri ahlaki eylemlerin dayandırılabileceği ve meşru gibi gösterilebileceği bir gerekçe bulunmuştu artık. Bu teorinin temelinde yatan "güçlü olanın hayatta kalması" yanılgısıyla, Darwin'in ardından ortaya çıkan ırkçı öğretiler bağdaştırılınca, ortaya sömürgeciliğin ve diğer her türlü baskıcı sistemin meşrulaştırılabileceği bir formül çıkmıştı.
Darwin, ortaya attığı ve bilimsel hiçbir değeri olmayan biyolojik evrim prensiplerinin insan topluluğuna da uygulanması gerektiğini ön görmüştü. Örneğin 1869'da H. Thiel'e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:
Benim türlerin değişimi hakkında kullandığım bakış açısına benzer fikirlerin ahlaki ve sosyal sorunlar üzerine uygulandığını görüyorum ve bu konuyla oldukça fazla ilgilendiğime inanmalısın. Önceleri kendi görüşlerimin bu kadar farklı ve çok önemli konulara uyarlanabileceği bana pek gerçekleşebilir gibi gelmemişti.10
Böylece doğal seleksiyon, adaptasyon gibi evrimcilerin kullandıkları terimler antropoloji, sosyoloji, tarih ve felsefenin de sınırları içinde incelenmeye başlandı. Meydana gelen bilim dışı doktrine Sosyal Darwinizm denildi.
Sosyal Darwinizm'in son derece tehlikeli olan yanılgıları şöyledir: Dünya üzerinde insanlar, ırklar, uluslar ve medeniyetler hayatta kalma mücadelesine kitlenmişler ve bu uğurda diğerleriyle büyük bir rekabete girmişlerdir. Gelişmiş medeniyetler atalarından değerli özellikler almışlardır ve bu onları diğerlerinden üstün kılan bir ayrıcalıktır. Az gelişmiş kültürler ise yakında yok olacaklardır ve buna mahkumdurlar. Bu nedenle doğanın düzeni, güçlü ve medeni ulusların, zayıfların elindeki kaynakları kullanmalarını gerektirir. Bunu yaparken her yol ve yöntem serbesttir, ahlaki değerlere gerek yoktur. Dünyanın her yerinde medenileşmiş uluslar, ırklar ve bireyler kendilerinden daha geri olanları yönetme ve sömürme hakkına sahiptir. Bu, -sözde- doğanın özünde olan bir kanundur.
Günümüzdeki bazı evrimciler Sosyal Darwinizm'i "Darwinizm'in yanlış bir yorumu" olarak göstermeye çalışırlar ve Darwin'in gerçekte ırkçı olmadığı imajını vermeye çabalarlar. Oysa gerçek bunun tam aksidir. Sosyal Darwinizm, bizzat Darwin'in kendi eseridir. Alman tarihçi Hans Ulrich Wehler de, bu gerçeği "ilk Sosyal Darwinist'in Darwin'in kendisi olduğunu" belirterek açıklar:
Darwin, teorilerinin insan topluluğuna uygulanabilir olduğunun kanıtı olarak Avrupa'da ve özellikle de Amerika'da "Aryan" olarak adlandırılan ırkın yükselişini daha da geliştirerek gösteren ilk Sosyal Darwinist 'tir. Hatta bu şekilde Sosyal Darwinizm'in ırkçı yorumu için de bir yol açmıştır.11
Benjamin Farrington da What Darwin Really Said? adlı eserinde bu gerçeğe işaret ederek, Darwin'in kendisini izleyenleri büyük felaketlere yönelttiğini söyler. Farrington'un ifade ettiği gibi Darwin'in söz konusu yanılgıları "insanın toplumsal, psikolojik, etik niteliklerinin bile kalıtımla geçeceği ve doğal ayıklanma yasasının kapsamına gireceği yolundaki görüşleriydi. Bu görüşler tehlikeli çıkarımlara yol açabilecek bir yanılgının ürünüydüler."12
Evrim teorisinin önde gelen savunucularından Stephen Jay Gould da aynı gerçeği kabul eder. Gould'a göre "Irkçılık hakkındaki biyolojik tartışmalar 1859'dan önce de yaygındır, fakat evrim teorisinin kabulünün ardından çapı büyümüştür." 13
İşte Sosyal Darwinizm, bu gibi sözde bilimsel iddialarıyla, 19. yüzyıl Avrupa emperyalizmine aradığı kültürel desteği sağlamıştır. "Yerliler güdülmesi gereken bir tür hayvandır" yalanını asırlardır savunmaya çalışan sömürgecilik, ilk kez Darwin sayesinde bu büyük yalana sözde "bilimsel" bir zemin bulmuştur. Bu nedenle de Darwinizm'in 19. yüzyıl Avrupa sömürgeciliğiyle, özellikle de İngiliz emperyalizmiyle iç içe gelişmiş bir teori olduğunu söyleyebiliriz. Teori, emperyalizme hizmet etmiş ve bu hizmeti nedeniyle de emperyalizmin "beyin takımı" tarafından desteklenmiştir.
İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü Yerbilimleri Bölüm Başkanı Kenneth J. Hsu, Is Darwinism Science? (Darwinizm Bilim Midir?) başlıklı makalesinde Darwinizm'in bu karanlık yönünü şöyle vurgular:
Her ne kadar savaştan sonra hayatta kalabildiysek de, biz, kişiler, sınıflar, milletler ya da ırklar arasındaki rekabetin, hayatın doğal sonucu olduğu ve üstün olanın güçsüz olanın malına mülküne el koymasının doğal olduğunu farz eden zalim bir sosyal ideolojinin kurbanlarıydık. Bu ideoloji 19. yüzyıl ve daha sonrasında bilimin doğal bir yasası, diğer bir deyişle 1859'da Charles Darwin tarafından Türlerin Kökeni'nde güçlü bir şekilde belirtilmiş olan evrimin mekanizmasıydı.14
Emperyalizm, sadece Darwin döneminde değil, daha sonra da Sosyal Darwinizm'den destek bulmuştur. Nitekim bu batıl ideolojiyi benimseyen Charles Pearson'un sözlerinde bu gerçek iyice belirginleşir. Pearson, "uygar uluslar arasındaki yaşam kavgasının, bilimin, endüstrinin, uygarlığın silahlarıyla yapıldığını, ama onların aşağı uluslara karşı yaptıkları yaşam kavgasını toplarıyla yapma hakkına sahip olduklarını" söyler.15
Herbert Spencer |
Sosyal Darwinizm sadece emperyalizmi değil, bir yandan da emperyalist ülkelerin kendi içlerinde uyguladıkları ve diğer ülkelere de ihraç ettikleri "vahşi kapitalizm"i desteklemek için kullanılmıştır.
Vahşi kapitalizm terimi, ekonomiye hiçbir devlet düzenlemesinin yapılmadığı, zengin ve fakir kesimler arasında dev uçurumlar oluştuğu ve hiçbir etkin sosyal adalet mekanizmasının çalışmadığı ekonomik sistemleri tarif için kullanılır. Böyle bir düzende, fakirlere, düşkünlere, sakatlara destek verilmez, şefkat gösterilmez. Vahşi kapitalizm, her bireyin kendisini "kurtarmakla" yükümlü olduğunu ve bu acımasız yarışta başarısız olanların cezalarını çekmeleri gerektiğini varsayar.
Vahşi kapitalizm en çok 19. yüzyılda etkili olmuştur. Sistem en acımasız biçimde İngiltere'de işletilmiş, buradaki aşırı derecede zengin bir sınıf, yönetimleri altındaki fakirleri acımasızca sömürmüşlerdir. 8 yaşındaki çocukların kömür madenlerinde günde 16 saat çalıştırıldığı, işçilerin adeta birer yük havyanı gibi kullanıldığı bu sistem, uzun ve kanlı tepkilerin ardından zamanla yumuşamış ve 20. yüzyılda "sosyal devlet" anlayışına dönüşmüştür. Ancak bugün de hala dünyada vahşi kapitalizmi savunan ideologlar vardır ve bu sistem gelişmekte olan ülkelerin bir kısmında fiili olarak yaşanmaktadır.
19. yüzyıldan bugüne dek, vahşi kapitalizme, aradığı sözde "bilimsel" desteği sağlamış olan yegane kavram ise yine Sosyal Darwinizm'dir. Sosyal Darwinistler, ırklara ve milletlere atfettikleri "yaşam kavgası" yalanını, toplumların içindeki birey ve sınıflara da atfetmişler ve vahşi kapitalizmin sözde "doğa kanunlarına uygun" bir sistem olduğunu savunmuşlardır.
Vahşi kapitalizme evrim kavramlarıyla açıkça destek veren en ünlü isim, Darwin'in çağdaşı olan İngiliz sosyolog Herbert Spencer' dı. (1820-1903) Spencer, Darwinist öğretiyi büyük bir heyecanla benimsemiş, sonra da bunu sosyolojiye uyarlamıştı. Toplum içindeki bazı insanların doğal olarak diğerlerinden üstün olduğunu öne sürmüştü. Bu yanılgıya göre daha zayıf olanlar yok olacak ve insanlığın geleceğini daha iyi olanlar sürdürecekti. Spencer fakirlerin, zeka özürlülerin ve diğer bağımlı olan kişilerin yararına uygulanan sağlık programlarının, nüfus artışını beslediği ve uzun vadede bunun topluma zarar vereceği gibi büyük bir ahlaksızlığı ve acımasızlığı savunmuştu. Bundan başka hıfzısıhha (kamu sağlığını koruma) önlemlerine, zorunlu aşılamalara da, kendi sağlıklarını düşünüp gerekli davranışları gösteremeyecek kadar "aptal" insanların bunun sonuçlarına katlanmaları gerektiğini söyleyerek cephe almaktan çekinmemişti. Spencer'ın hezeyanlarına göre ideal toplumda bu tür toplumsal yasalar; yoksullara yardım amacıyla evrimin doğal seleksiyon yasalarına ters düşen kanunlar bulunmayacaktı.16
Spencer'ın yanılgılarına göre egoizm, toplumlardaki hayali evrim sürecinin en önemli dinamiği idi. Bir yazısında şöyle diyordu: "Eğer insanlar yaşayabilecek kadar gelişmişlerse yaşarlar ve yaşamaları da iyidir. Eğer yaşamaya değecek kadar gelişmiş değillerse ölürler ve ölmeleri daha iyidir."17
Sosyal Darwinistler, bir toplum içinde sosyal adalet sağlamak, fakirlere, sakatlara yardım etmek için yapılan düzenlemelere de şiddetle karşı çıkmışlar, bunun "evrimin yasalarına aykırı" olduğunu söylemişlerdir. |
Sosyal Darwinizm'i savunanların bu acımasız ifadeleri şefkatin, merhametin, yardımlaşma ve fedakarlığın bir yana itildiği, insani değerlerin tamamiyle yitirildiği Darwinist mantığı tam anlamıyla yansıtır. Darwinizm'in çarpık mantığı Sosyal Darwinizm'le belirginleşir, ırkçılık, düşmanlık, kin, savaş, zulüm gibi insanlık dışı eylemlerle ortaya çıkar.
Örneğin Charles Darwin'in kuzeni olan Francis Galton 1859'da yayınladığı Hereditary Genius (Kalıtımsal Deha) adlı kitabına sosyal yardım programlarına karşı çıkarak başlamıştır. Aynı şekilde Sosyal Darwinci Tille "yoksulluğu önlemeye kalkıp yenilmiş sınıflara yardım etmenin, evrimi sağlayan doğal ayıklanma yasasına set çekmek anlamına geleceğini" söyleyecek kadar ileri gitmiştir.18
Sosyal Darwinizm'in en ünlü kuramcılarından biri olan Amerikalı Profesor E. A. Ross'a göre ise, "Hıristiyanlığın ortaya attığı toplumsal yardımlaşma ve hayırseverlik kavramları, geri zekalıların ve aptalların üremelerine ve çoğalmalarına yarayan bir koruyucu kalkanın gelişmesine" neden olmuştur. "Devlet, sakatları, örneğin sağır-dilsizleri koruma altına almakta, sonra da bunlar üreyerek sakat bir ırk oluşturmakta"dırlar. Tüm bunlara sözde doğal evrimsel gelişmeyi engelledikleri için karşı çıkan Ross'a göre, "dünyayı bir cennet yapmanın yegane yolu", tüm "aptalları, beceriksizleri ve sakatları" kendi hallerine bırakarak doğal seleksiyon süresi içinde ayıklanmalarını beklemektir.19
Olayın en önemli yanı ise, bu fikirlerin "Darwinizm'in yanlış bir yorumu" değil, Darwinizm'in bizzat kendisi oluşudur. Benjamin Farrington'ın What Darwin Really Said? (Darwin Gerçekten Ne Dedi?) adlı kitabında vurguladığı gibi, "insan toplumlarında zayıfların güçlüler tarafından elimine edilmesine meşruiyet sağlayacak olan argüman" Darwin tarafından bilinçli olarak geliştirilmiştir.20
Tüm bu gerçekler, karşımıza Charles Darwin ve ortaya attığı bilim dışı evrim teorisi hakkında önemli bir tablo çıkarmaktadır. Darwin'in teorisinin iki önemli belaya destek sağladığını incelemiş bulunuyoruz. Bunlar, emperyalizm ve vahşi kapitalizmdir. Darwin, "ırklar arası yaşam mücadelesi" kavramıyla emperyalizme, "bireyler arası yaşam mücadelesi" kavramıyla da vahşi kapitalizme zemin sağlamıştır.
Burada bir nokta hemen dikkati çekiyor: Bu her iki kavram da, 19. yüzyıl İngilteresi'ni tanımlamak için kullanılabilecek en ideal iki kavramdır. Bir başka deyişle, 19. yüzyıl İngilteresi'nin en önemli iki özelliği, emperyalist ve vahşi kapitalist bir ülke olmasıdır.
Bu ise, Darwin'i karşımıza, İngiliz İmparatorluğu'nun çıkarlarını gözeten ve İngiliz emperyalizmine meşruiyet kazandırmaya çalışan bir kişi olarak çıkarmaktadır. Elbette ki Darwin'in teorisi sadece bu siyasi amaçlarla sınırlı sayılamaz; Darwin'in en büyük hedefinin materyalist felsefeye destek olmak ve doğaya materyalist bir açıklama getirmek olduğu açıktır. Ama Darwin, teorisine bilinçli olarak siyasi bir yön de kazandırmıştır. Bilinçli olarak, İngiliz emperyalizmine ve vahşi kapitalist düzene destek sağlayacak yorumlar yapmıştır. Bununla, İngiltere'yi yöneten güç odaklarının gözüne girmek ve böylece teorisine üstü kapalı da olsa "resmi" bir destek bulmak istemiş olması mümkündür. Ya da gerçekten İngiliz emperyalizmine inanan, ülkesinin siyasi sistemine meşruiyet kazandırmaya çalışan bir tür ırkçı olması da mümkündür. Ama her iki alternatif de sonuçta aynı kapıya çıkmaktadır: Darwin 19. yüzyıl İngiliz emperyalizminin sözcüsüdür.
Bu gerçek bazı önemli bilim adamları tarafından da teşhis edilmiştir. Örneğin Kenneth J. Hsu, 19. yüzyıl İngilteresi'nin (bu yüzyılda Britanya'nın tarihine damgasını vurmuş olan Kraliçe Victoria'nın adıyla "Victoria İngilteresi" olarak da bilinir) siyasi hesapları ile Darwinizm arasında bağ kurmaktadır. İngiltere'nin Çin'e karşı giriştiği ve bu ülkeyi "açık pazar" haline getirmeyi hedefleyen "Afyon Savaşları" sırasında, sapkın Darwinist mantıkların sıkça kullanıldığına dikkat çeken Hsu, şu yorumu yapar:
Charles Darwin, Victoria dönemi için ideal bir bilim adamı, Çin'e zorla afyon satabilmek için bu ülkeyi işgal eden ve bunu serbest ticaret ve 'en güçlülerin hayatta kalması' kuralına dayandıran ülkenin (İngiltere'nin) bilimsel dayanağıdır.21
Charles Darwin'in İngiliz emperyalizminin sözcüsü olduğunu teşhis etmek, bizim açımızdan son derece önemlidir. Çünkü bilindiği gibi, 19. yüzyılda İngiliz emperyalizminin hedef aldığı ülkelerin başında Osmanlı İmparatorluğu ve dolayısıyla Türk Milleti gelmektedir.
Ve Darwin "emperyalizm sözcülüğü" görevini, belki herşeyden çok Türk düşmanlığını körükleyerek yapmıştır.
2. François de Fontette, Irkçılık, Çev. Haldun Karyol, İstanbul: İletişim Yayınları, 1991, ss. 40-41.
3. James Ferguson, "The Laboratory of Racism", New Scientist, Vol. 103, 27 Eylül 1984, s. 18
4. Charles Darwin, The Descent of Man, 1871, "Summary"; Stephen Jay Gould, "The Moral State of Tahiti—and of Darwin", Natural History, 10/91, s. 14
5. Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, London: Sphere Books, 1971, ss. 54-56
6. Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, Ankara: Onur Yayınları, 7.b., Nisan 1995, ss.199-200
7. Darwin, "doğal seleksiyon" kavramını ortaya atarken, İngiliz klasik iktisatçısı Thomas Robert Malthus'un teorilerinden etkilenmişti. Malthus, yiyecek kaynaklarının aritmetik dizi ile artarkan, insanların geometrik dizi ile çoğaldıklarını anlatmış ve bu yüzden insanların kaçınılmaz olarak kıyasıya bir yaşam mücadelesi sürdürdüklerini öne sürmüştü. Darwin ise bu kıyasıya yaşam mücadelesi kavramını doğaya uyarlamış ve "doğal seleksiyon"un bu mücadelenin bir sonucu olduğunu iddia etmişti. Oysa daha sonra yapılan araştırmalar, doğada Darwin'in varsaydığı gibi bir yaşam mücadelesi olmadığını gösterdi. İngiliz zoolog Wynee-Edwards'ın hayvan toplulukları üzerinde 1960 ve 70'lerde yaptığı uzun çalışmalar, canlı topluluklarının çok ilginç bir biçimde nüfuslarını dengelediklerini ve yiyecek için rekabeti engellediklerini ortaya koydu. Hayvan toplulukları çoğunlukla nüfuslarını ellerindeki yiyecek kaynaklarına göre düzenliyorlardı. Nüfus, açlık ve salgın hastalıklar gibi "zayıfları eleyen" faktörlerle değil, asıl olarak hayvanlarda yer alan içgüdüsel denetim mekanizmaları ile kontrol ediliyordu. Yani hayvanlar, nüfuslarını Darwin'in varsaydığı kıyasıya rekabet yoluyla değil, kendi üremelerini sınırlayarak kontrol ediyorlardı. (Wynne-Edwards, V. C. "Self Regulating Systems is Populations of Animals, Science, Vol. 147, 1965, ss. 1543-1548; Wynne-Edwards, V. C. Evolution Through Group Selection, London: 1986)
Bitkiler bile Darwin'in öne sürdüğü "rekabet yoluyla seleksiyon" örnekleri değil, nüfus kontrolü örnekleri veriyordu. Botanikçi Bradshaw'un yaptığı gözlemler, bitkilerin çoğalırken üzerinde büyüdükleri alanın "yoğunluğu"na göre davrandıklarını, alandaki bitki yoğunluğu arttığında üremeyi azalttıklarını ispatladı. (Bradshaw 1965; Lee Spetner. Not By Chance!: Shattering the Modern Theory of Evolution, New York: The Judaica Press, Inc., 1997) Öte yandan karıncalar, balarıları gibi topluluklardaki rastlanan fedakarlık örnekleri, Darwinistik yaşam mücadelesi kavramının tam tersi bir model oluşturuyordu. Tüm bu araştırmalar gösterdi ki, doğada Darwin'in varsaydığı gibi bir çatışma ve karmaşa değil, çok hassas dengelerle hesaplanmış bir "düzen" vardı.
8. Lalita Prasad Vidyarthi, Racism, Science and Pseudo-Science, Unesco, France, Vendôme, 1983. s. 54
9. Stephen Jay Gould, The Mismeasure Of Man, New York:W. W. Norton and Company, 1981, s. 72
10. Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, D. Appleton and Co., 1896, Vol.II, s. 294
11. Hans Ulrich Wehler, The German Empire, s. 179
12. Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, London: Sphere Books, 1971, s.82
13. Stephen Jay Gould, Ontogeny and Phylogeny, Cambridge, Mass: Harvard University Press, 1977, s. 127
14. Kenneth J.Hsü, "Is Darwinism Science?", Eartwatch, March 1989, ss. 15-17
15. Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1993, s. 61
16. Herbert Spencer, The Man Versus the State, New York:1884'den, Gosset, Race, ss. 147-148
17. A Look Back at Eugenics, Cilt 1, Sayı 3, Kasım 96
18. Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1993, s. 61
19. Thomas Gosset, Race: The History of an Idea in America, s. 170
20. Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, London:Sphere Books, 1971, s. 82
21. Kenneth J. Hsu, "Letter to the Editor", Geology, April 1987, s. 377