Dr. Ümit Sayın, Bilim ve Ütopya dergisinin Kasım 2001 sayısında da bilimsel bir temeli bulunmayan evrimci iddiaları sıraladı. Aşağıda bu iddiaların bilimsel geçersizlikleri açıklanmaktadır.
Dr. Ümit Sayın, evrimcilerin evrim teorisini ortaya koyarken bilim dünyasına hiçbir geçiş fosili sunmak zorunda olmadıklarını iddia etmiştir. Günümüzde hiçbir ciddi evrimcinin kabul etmeyeceği böyle bir iddiayı öne sürmesi, "bilimsel bir delil olmasa da evrim teorisine inanacağını" göstermektedir. Oysa bugün en önde gelen evrimciler dahi, ara geçiş formlarına ait fosillerin yokluğunun evrim teorisine ciddi bir darbe olduğunun, çünkü bu ara geçiş formlarının evrim teorisinin iddialarının en açık delili olacağının farkındadırlar. Hatta teorinin kurucusu Darwin dahi, Türlerin Kökeni isimli kitabında ara geçiş formlarının bulunmasının teorisi için ne kadar önemli olduğunu yazmış ve bulunmamaları durumunda teorisine ciddi bir darbe geleceğini belirtmiştir:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde?
Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.1
Darwin'in "teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz" dediği fosil kayıtları, o zamandan bu yana giderek daha da büyük bir sorun haline gelmiştir. Evrimci paleontolog Mark Czarnecki bu konuda şu yorumu yapar:
Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur... Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin'in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Ve bu beklenmedik durum, türlerin Tanrı tarafından yaratıldığını savunan yaratılışa inanan argümana destek sağlamıştır.2
Johns Hopkins Üniversitesi'nden S.M. Stanley de, "Fosillerin yokluğunda evrim fikrinin haddi aşan bir hipotezden daha fazla bir şeyi temsil edip etmeyeceği şüphelidir."3 diyerek fosil kayıtlarının evrim teorisi için önemini belirtmektedir.
Görüldüğü gibi önde gelen evrimciler fosil kayıtlarının eksikliğinin evrim teorisi için bir sorun oluşturduğunun farkındadır ve bunu itiraf etmektedirler. Dr. Sayın gibi "evrimciler kimseye delil olarak fosil göstermek zorunda değildir" gibi bilim dışı bir üslup kullanmamaktadırlar.
Dr. Sayın'ın fosiller hakkındaki bir diğer iddiası ise, evrim teorisini kanıtlayacak kadar çok ara geçiş formlarına ait fosil bulunduğu şeklindedir. Ancak bu da hiçbir evrimcinin bu kadar kolaylıkla öne sürebildiği bir iddia değildir. Bu sorun nedeniyledir ki, evrimci biyolog Mark Ridley, ünlü evrimci bilim dergisi New Scientist'teki bir makalesinde, "Hiçbir gerçek evrimci, ister kademeli ister sıçramalı evrim modelini savunsun, fosil kayıtlarını yaratılış fikrine karşı evrimi destekleyen bir delil olarak kullanmaz." 4 diye yazmaktadır.
Dünyanın önde gelen evrimsel biyologlarından Ernst Mayr ise evrimcilerin fosil kayıtları ile ilgili sorunları olduğunun farkında olduğunu şöyle açıklamaktadır:
Paleontologlar uzun süredir Darwin'in küçük aşamalarla değişim şartının paleontolojinin bulguları ile çeliştiğinin farkında. Filumlara ait çizgiler izlendiğinde, çok küçük aşamalı değişiklikler görülüyor, ancak bu değişiklikler bir türü farklı bir cinse (genus) dönüştürecek türden değil ve yeni bir türün kökenine dair bir açıklama getirmiyor. Gerçekte (fosil kayıtlarında) yeni olan her tür, her zaman aniden beliriyor.5
Rethinking Anthropology isimli kitabın yazarı E. R. Leach ise Nature dergisindeki bir yazısında "Fosil kayıtlarındaki eksik halkalar Darwin'i endişelendiriyordu. Bunların gelecekte bulunacağından emindi, ancak bu kayıp halkalar hala eksik ve eksik olarak kalmaya devam edecekler gibi görünüyor."6 demektedir.
Ünlü evrimci paleontolog Stephen Jay Gould ise şöyle yazmaktadır:
Temel geçişler arasındaki ara aşamaları gösteren fosil delillerinin olmaması, aşamalı evrim teorisi için kalıcı ve rahatsız edici bir problemdir. 7
Evrim teorisinin en önde gelen evrimcileri fosil kayıtlarının evrim teorisi için büyük bir sorun teşkil ettiğini açık yüreklilikle itiraf ederken, Dr. Sayın'ın "evrimciler fosillerden delil vermek zorunda değildir, zaten evrim teorisinin bol bol fosil delili vardır" şeklinde özetlenebilecek sözlerinin ikna edici olmadığı çok açıktır.
Eusthenopteron fosili |
Dr. Sayın, kendince evrim teorisinin fosil delilleri olduğunu iddia etmiş ve bazı canlı türlerini ve alt türlerini sıralayarak, "evrimsel bir sıralama" yapmıştır. Dr. Sayın ilk olarak balıklardan amfibiyenlere evrimi gösteren fosiller olduğunu öne sürmüştür. Oysa, böyle bir dönüşümü gösteren –evrimcilerin bazı çarpıtmalar yaparak öne sürdükleri dışında- hiçbir ara geçiş canlısına ait fosil bulunmamaktadır.
Dr. Sayın, bu hayali evrimin başlangıcına Rhipidistian ve Cœlacanth sınıflarına ait balıkları koymaktadır. Her ikisi de Crossopterygian takımına ait olan bu balıkların evrimcileri umutlandıran tek özellikleri, yüzgeçlerinin diğer balıklara göre "etli" oluşudur. Oysa bu balıklar birer ara form değildir ve amfibiyenlerle aralarında doldurulamaz anatomik, fizyolojik uçurumlar vardır. Bu boşluğu doldurabilecek tek bir fosil de bütün araştırmalara rağmen bulunamamıştır. Dr. Sayın'ın sözettiği Rhipidistian takımının bir üyesi olan Eusthenopteron ile kuyruklu su kurbağası arasındaki anatomik karşılaştırmalar ise, bunların aralarında derin farklılıklar olduğunu göstermiştir. Eusthenopteron, normal bir balıktır ve kuyruklu su kurbağasına birçok yönden benzemez.8
Kısacası balıklar ve amfibiyenleri birbirine bağlayacak hiçbir ara form yoktur. Vertebrate Paleontology and Evolution kitabının yazarı Robert L. Carroll, bu gerçeği "erken amfibiyenlerle balıklar arasında ara form fosillerine sahip değiliz" diyerek istemeden de olsa ifade etmektedir.9 Carroll, aynı kitabında şu yorumları da yapmaktadır:
Fosil kayıtlarında ilk ortaya çıktıklarında, hem kurbağalar hem de semenderler iskeletsel anatomileri yönünden temelde oldukça moderndirler... Kurbağalar, semenderler ve sesilyenler, iskeletsel anatomileri ve yaşam biçimleri yönünden hem şu anda hem de fosil kayıtları boyunca birbirlerinden çok farklıdırlar... Bu üç farklı takımın da özelliklerini barındıracak herhangi bir muhtemel atanın fosil izine rastlanamamıştır.10
Bir başka evrimci paleontolog Barbara J. Stahl ise, Vertebrate History: Problems in Evolution adlı kitabında şöyle yazar:
Bilinen balık türlerinin hiçbiri, karada yaşayan dört ayaklıların atası olarak belirlenememektedir. Bu balık türlerinin çoğu amfibiyenlerin ortaya çıkmasından sonra yaşamışlardır. Amfibiyenlerden önce gelen balıkların, dört ayaklılarda bulunan eklem ve omurgaların herhangi birisini geliştirdiklerine dair ise hiçbir delil yoktur.11
Amerikalı paleontolog R. Wesson ise balıklardan amfibiyenlere geçişin hiçbir delili olmadığını şöyle açıklamaktadır:
Balıkların amfibiyenlere dönüştükleri aşamalar bilinmemektedir. İlk amfibiyenlere kemikli yüzgeçlere sahip olan bazı balıklar (rhipidistian) arasında benzerlikler vardır, ama en erken kara canlıları dört iyi bacağa, omuza, leğen kemerine, kaburgaya ve farklı kafalara sahip olarak belirirler. 320 milyon yıl önce amfibiyenlerin bir düzine takımı kayıtlarda bir kaç milyon yılda aniden belirir, ve hiçbiri diğerinin kesinlikle atası değildir.12
Kısacası, evrimcilerin kendilerinin dahi itiraf ettikleri gibi, balıklardan amfibiyenlere evrimleşme senaryosunun hiçbir delili bulunmamaktadır.
Amfibiyenlerin sürüngenlere evrimleştiği iddiası da, Dr. Sayın'ın iddialarının aksine hiçbir delili olmayan evrimci bir varsayımdır. Paleontolog Lewis L. Carroll, "Sürüngenlerin Kökeni Sorunu" başlıklı bir makalesinde şöyle yazmaktadır:
Ne yazık ki sürüngenlerin ortaya çıkışı öncesinde var olan tek bir sürüngen atası örneği yoktur. Bu ara formların olmayışı, amfibiyen-sürüngen geçişi hakkındaki çoğu problemi çözümsüz bırakmaktadır.13
S. J. Gould ise "Kara omurgalılarının (sürüngen, kuş ve memelilerin) atası olabilecek hiçbir amfibiyen fosili bulunmamaktadır" diyerek evrim teorisinin bu açmazını dile getirir.14
Wesson ise "sürüngenlerin kökeni karanlıktır" demektedir.15
“Ne yazık ki sürüngenlerin ortaya çıkışı öncesinde var olan tek bir sürüngen atası örneği yoktur. Bu ara formların olmayışı, amfibiyen-sürüngen geçişi hakkındaki çoğu problemi çözümsüz bırakmaktadır.”
Paleontolog Lewis L. Carroll
Hiçbir ara geçiş fosilinin bulunamamasının yanı sıra amfibiyenler ile sürüngenler arasında yapılabilecek bir inceleme, iki canlı grubu arasında çok büyük fizyolojik farklar bulunduğunu ve "yarı sürüngen-yarı amfibiyen" bir canlının yaşama imkanı olmadığını göstermektedir.
Bunun bir örneği, iki farklı canlı grubunun yumurta yapılarıdır. Amfibiyenler yumurtalarını suya bırakırlar. Yumurtalar su içindeki gelişimleri için uygun bir yapıdadırlar; son derece geçirgen ve şeffaf bir zar ve jölemsi bir kıvama sahiptirler. Oysa sürüngenler karada yumurtlarlar ve dolayısıyla yumurtaları da karadaki kuru iklime uygun olarak yaratılmıştır. "Amniotik yumurta" olarak da bilinen sürüngen yumurtasının sert kabuğu hava geçirir, ama su geçirmez. Bu sayede yavrunun ihtiyaç duyduğu sıvı, o yumurtadan çıkıncaya kadar saklanır.
Amfibiyen yumurtaları eğer karaya bırakılacak olsa, kısa zamanda kuruyacak ve içindeki embriyolar da ölecektir. Bu durum, sürüngenlerin kademeli olarak amfibiyenlerden evrimleştiklerini öne süren evrim teorisi açısından açıklanamayan bir sorundur. Çünkü karada yaşam başlayacaksa, amfibiyen yumurtasının tek bir nesil içinde amniotik yumurtaya dönüşmesi zorunludur. Bunun evrim mekanizmaları olarak öne sürülen doğal seleksiyon-mutasyon tarafından nasıl yapılmış olabileceği açıklanamamaktadır.
Kısacası bilimsel bulgular, sürüngenlerin yeryüzünde evrim teorisinin öne sürdüğü gibi amfibiyenlerden kademeli bir gelişimle değil, hiçbir ataları olmadan bir anda ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Ümit Sayın, memelilerin evrimi konusunda da evrimcilerin klasik sıralamasını yaparak, farklı memeli gruplarının isimlerini ard arda yazmıştır. Ancak bu grupların birbirlerinden evrimleştiklerine dair fosil kayıtlarında hiçbir delil bulunmamaktadır. Dr. Sayın'ın yazdığı bilimsel terimler, sadece farklı memeli grup veya takımlarının isimleridir. Bunların birbirlerinin ataları olduğuna dair hiçbir delil bulunmamaktadır.
Evrimcilerin sürüngenlerden memelilere evrim hikayesi "ilkel" amniotlar olarak bilinen Anapsida alt sınıfına ait olan sürüngenlerle başlar. Bu ilk sürüngenlerin hayali "amfibiyen ataları" fosil kayıtlarında bulunamamıştır.
Carroll, "ilk amniotlar Paleozoik amfibiyenlerden oldukça farklılardı ve ataları belirlenememiştir"16 diyerek amniotların evrimsel kökeninin bilinmediğini belirtmektedir.
Evrimcilere göre bir sonraki aşamada bulunan sinapsidler, Anapsida'nın bir alt sınıfından evrimleşmişlerdir. Ancak fosil kayıtlarına göre sinapsidler ve anapsidler aynı anda belirmektedirler. Dolayısıyla biri diğerinin atası olamaz.17
Synapsidlerin bir alt sınıfı olan Therapsida'nın kökeni ise evrimcilere göre Sphenacodontidae'dir (Pelycosaurus ailesinden).
Cynodont |
Ancak Sphenacodontidae, therapsidlerin atası olmak için çok fazla kendine özgü bir sınıflamadır. Bu nedenle evrimciler therapsidlerin atası olacak bir canlıyı isimlendiremezler, sadece spekülasyonlarda bulunurlar. Örneğin Carroll "Therapsidlere uzanan cizgi Haptodus'a benzer canlılardan evrimleşmiş olabilir"18 demektedir. Görüldüğü gibi bu canlıların atası olabilecek bir tür hakkında tamamen hayali bir tahminde bulunulmaktadır. Yani Dr. Sayın'ın iddia ettiği gibi, bu sıraladığı canlıların evrimsel kökeni hakkında somut bir bilgi bulunmamaktadır.
Nitekim Carrroll bunu açıkça itiraf etmekte ve şöyle demektedir: "Pelycosaurus ile therapsidler arasındaki geçiş henüz fosillerce belgelenmemiştir".19 Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Pelycosaurus ile therapsidler arasında son derece önemli morfolojik ve genetik farklılıklar vardır ve evrimci bilim adamlarının görüşüne göre bu iki canlının birbirine evrimleşmesi sırasında arada birçok ara geçiş formu bırakmış olmaları gerekir. Buna rağmen fosil kayıtlarında bir delil olmaması böyle bir geçişin olmadığını açıkça göstermektedir.20
Evrimciler memelilerin ise Therapsida'nın bir alt sınıfı olan Cynodontia'dan evrimleştiğine inanırlar. Ancak Cynodont'ların atasına ait hiçbir fosil kaydı bulunmamaktadır. Carroll'ın açıkça itiraf ettiği gibi:
Therapsidlerin daha gelişmiş iki grubu olan therocephalian'lar ve cynodont'lar Rusya'da ve Güney Afrika'da Üst Permiyen'de ortaya çıkmaktadırlar. Bu grupların kökenini ve aralarındaki ilişkiyi belirleyebilmiş değiliz. İlkel etçil therapsidlerden ayrı ayrı evrimleşmiş olabilirler.21
Görüldüğü gibi konusunda en uzman evrimciler dahi, bu fosiller hakkında bir spekülasyon yapmaktan, "olabilir" gibi isteklerini ve tahminlerini belirten cümleler kurmaktan öteye gidememektedirler. Bu tahminlerinin hiçbiri fosillerce belgelenmemektedir. Ne ilginçtir ki, tam oluşmuş türler fosil kayıtlarında sıkça görülmelerine rağmen, sadece ara geçiş canlılarına ait fosiller bulunamamaktadır.
Fosil kayıtlarının yanı sıra, memelilerle sürüngenler arasındaki yapısal farklılıklar da bu geçişi imkansız kılmaktadır. Memeliler sıcakkanlı hayvanlardır (vücut ısılarını kendileri üretir ve sabit tutarlar), yavrularını doğururlar, emzirirler ve vücutları tüylerle kaplıdır. Sürüngenler ise soğukkanlıdır (ısı üretemezler ve vucüt ısıları dışardaki havaya göre değişir), yumurtlayarak çoğalırlar, yavruları emzirme gibi bir özellikleri yoktur ve vücutları pullarla kaplıdır.
Acaba nasıl olmuştur da, bir sürüngen, vücut ısısı üretmeye başlamış, bu ısıyı kontrol edecek bir terleme mekanizması oluşturmuş, pullarını tüylerle değiştirmiş ve süt salgılamaya başlamış olabilir? Evrim teorisinin memelilerin kökenine açıklama getirebilmesi için öncelikle bu sorulara tatmin edici bilimsel cevaplar bulması gerekmektedir.
Memelilerle sürüngenler arasında önemli yapısal farklılıklar vardır. |
Oysa evrimci kaynaklara baktığımızda, ya bu konuda ısrarlı bir sessizlik olduğunu ya da tümüyle hayali ve bilim dışı senaryolar anlatıldığını görürüz. Bu senaryolardan biri şöyledir:
Soğuk bölgelerde yaşayan bazı sürüngenler, vücutlarını ısıtacak bir yöntem geliştirdiler... Pulları giderek daha sivri hale geldi ve sonunda tüylere evrimleşti. Bu arada gerçekleşen bir diğer adaptasyon ise terlemenin gelişmesi oldu; bu, canlıya gerektiğinde suyun buharlaşması sayesinde vücudunu soğutma imkanı veriyordu. Bu arada beklenmedik bir biçimde, bazı yavrular beslenmek için annelerinin vücudunda oluşan teri yalamaya başladılar. Bazı ter bezleri bu nedenle giderek daha zengin bir salgı salgılamaya başladılar ve bu salgı sonunda süt haline dönüştü. Bu sayede bu ilk memelilerin yavruları hayata daha iyi bir başlangıç yaptılar.22
Bu üstte anlatılan bir hayal gücü zorlamasından başka bir şey değildir. Çünkü üstte anlatılanların ne gerçekleştiğine dair bir delil vardır, ne de böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkündür. Bir canlının, annesinin vücudundaki teri "yalayarak" ortaya süt gibi son derece iyi hesaplanmış, besleyici değeri çok iyi ayarlanmış bir besini ortaya çıkarması, son derece akıl dışı bir iddiadır.
Bu gibi senaryoların üretilmesinin nedeni, memeliler ve sürüngenler arasında gerçekte aşılmaz uçurumlar bulunmasıdır. Bu uçurumların bir başka örneği, sürüngenlerin ve memelilerin çene yapılarıdır. Memelilerde alt çenede tek bir kemik vardır ve dişler bu kemiğin üzerine oturur. Sürüngenlerde ise alt çenenin her iki yanında üçer tane küçük kemik bulunur. Bir başka temel farklılık, tüm memelilerin orta kulaklarında üç tane kemik (örs, üzengi ve çekiç kemikleri) bulunmasıdır; buna karşılık tüm sürüngenlerde orta kulakta tek bir kemik yer alır. Evrimciler, sürüngen çenesinin ve sürüngen kulağının aşamalı olarak memeli çenesine ve kulağına dönüştüğünü iddia ederler. Bu dönüşümün hangi aşamalarla gerçekleştiği sorusu ise cevapsızdır. Özellikle tek kemikten oluşan bir kulağın üç kemikli hale nasıl dönüştüğü ve işitme duyusunun bu sırada nasıl devam ettiği, asla cevaplanamayan bir sorudur.
Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. |
Tüm bunlar, sürüngenlerin memelilere evrimleştiği yönündeki varsayımın hiçbir bilimsel temeli olmadığını göstermektedir. Nitekim, yukarıda belirttiğimiz gibi, sürüngenlerle memelileri birbirine bağlayabilecek tek bir ara form fosili dahi bulunamamıştır. Bu yüzden evrimci paleontolog Roger Lewin, "ilk memeliye nasıl geçildiği hala bir sırdır" demek zorunda kalır.23
20. yüzyılın en büyük evrim otoritelerinden ve Neo-Darwinist teorinin kurucularından biri olan George Gaylord Simpson ise, evrim teorisi açısından çok şaşırtıcı olan bu gerçeği şöyle ifade eder:
Dünya üzerindeki yaşamın en kafa karıştırıcı olayı, Mezozoik Çağı'nın, yani sürüngenler devrinin, memeliler devrine aniden değişmesidir. Sanki bütün başrol oyunculuğunun çok sayıda ve türdeki sürüngenler tarafından üstlenildiği bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında ise, bu kez başrolünde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin bir kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devire ait izleri ise yok gibidir.24
Dahası, aniden ortaya çıkan memeliler birbirlerinden çok farklıdır. Yarasa, at, fare ve balina gibi son derece farklı canlıların hepsi memelidir ve aynı jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır. Bu canlıların aralarında evrimsel bir bağ kurmak, en geniş hayal gücü için bile imkansızdır. Evrimci zoolog Eric Lombard, Evolution (Evrim) adlı dergide şöyle yazar:
Memeliler sınıfı içinde evrimsel akrabalık ilişkileri (filogenetik bağlar) kurmak için bilgi arayanlar, hayal kırıklığına uğrayacaktır.25
Kısacası memelilerin kökeni, diğer canlı gruplarında olduğu gibi, evrim teorisiyle hiçbir şekilde uyuşturulamamaktadır. George Gaylord Simpson, bu gerçeği uzun yıllar önce şöyle itiraf etmiştir:
Bu, memelilerin 32 ayrı takımının hepsi için geçerlidir... Her takımın bilinen en eski ve en ilkel üyesi, bu takıma ait temel karakterlerin hepsine zaten sahiptir ve hiçbir durumda bir takımdan bir diğerine doğru ilerleyen devamlı bir gelişim bilinmemektedir. Çoğu örnekte farklılık o kadar keskin ve boşluk o kadar büyüktür ki, tüm bir takımın kökeni spekülatif ve son derece tartışmalıdır... Ara formların bu sistemli yokluğu, sadece memelilere has değildir ve paleontologların uzun zamandır fark ettiği gibi neredeyse evrensel bir olgudur. Bu olgu, omurgalı ya da omurgasız neredeyse tüm hayvan sınıfları ve tüm takımlar için geçerlidir. Açıkçası aynı olgu, bitkilerin farklı kategorileri için de söz konusudur.26
Dr. Sayın, Kambriyen döneminde aniden beliren farklı canlılar için evrimci bir açıklama bulmaya çalışmış ancak bunda da başarılı olamamıştır. Sayın'ın iddialarına geçmeden önce Kambriyen dönemi hakkında kısa bir bilgi verelim: Kambriyen dönem, hayvan filumlarının (yumuşakçalar, eklembacaklılar, kordalılar, solucanlar gibi en temel hayvan kategorilerinin) tamamına yakınının aniden, hiçbir evrimsel ataya sahip olmadan ortaya çıktıkları bir dönemdir. Bu dönemde, neredeyse 100'e yakın canlı filumunun bir kaçı hariç tamamının aniden ortaya çıkması ve bu canlıların son derece kompleks yapılara sahip olmaları evrim teorisinin iddialarına öldürücü bir darbedir.
Dr. Sayın evrim teorisini kurtarmak için, Kambriyen dönemi öncesine ait fosil kayıtlarının yetersiz olduğunu, bu nedenle Kambriyen döneminde canlıların sanki bir ataları yokmuş gibi aniden belirdiklerini ileri sürmektedir.
Dikkat edilirse bu iddialar, herhangi bir "kanıt"a değil, bilakis "kanıtsızlığa" dayanmaktadırlar. Nitekim birçok paleontolog bunun farkındadır ve "fosiller yetersiz" iddiasına katılmamaktadır. Prekambriyen döneminin sonlarına ve Kambriyen dönemine ait yeterince sağlam kayalar bulunmuştur. Bilim adamlarına göre, bu kayalar, eğer söz konusu "atalar" yaşamış olsaydı onların fosilleşmiş olacaklarına ve bugüne kadar keşfedileceklerine dair paleontologları ikna edecek kadar yeterlidir. Örneğin her ikisi de evrimci olan James Valentine ve Douglas Erwin'e göre elde edilen Kambriyen kayalıkları yeterince eksiksizdir. Dolayısıyla bu bilim adamları "Patlamanın gerçek ve fosil kayıdındaki eksikliklerle gizlenemeyecek kadar büyük olduğu" sonucuna varmışlardır.27
Şubat 2000'de İngiliz jeologlar M. J. Benton, M. A. Wills ve R. Hitchin şu sonuca varmışlardır: "Fosil kaydının eski parçaları aşikar bir şekilde noksandır, fakat yaşam tarihinin engin modellerini örneklendirmek açısından yeterli görülebilirler."28
Burgess Shale fosilleri |
Öte yandan, Dr. Sayın ve diğer bazı evrimcilerin Kambriyen öncesi filumların çok küçük olduklarından ya da yumuşak bedenli olduklarından dolayı fosil bırakmadıkları iddiası da geçersizdir. Bu iddiayı çürüten en açık örnek, küçük bakterilerin mikrofosillerinin 3 milyar yıldan daha yaşlı olan kayalarda dahi bulunmuş olmasıdır. Dahası Avustralya Ediacaran Tepelerinde fosilleşmiş olarak bulunan Prekambriyen organizmaları yumuşak bedenlidirler. Simon Conway Morris 1998 yılında yayınlanmış olan The Crucible of Creation adlı kitabında "Ediacaran fosilleri sanki fiilen yumuşak vücutluymuş gibi görünmektedirler" diyerek Ediacaran organizmalarında iskelete ait sert bölümlerin olmadığını belirtmektedir. Aynı durum Kambriyen Patlamasında fosilleşmiş olan çok sayıda organizma için de geçerlidir. Örneğin Kanada'daki Burgess Shale fosil yatağı, tamamen yumuşak bedenli olan çok sayıda fosil içermektedir. Conway Morris'e göre "bu olağanüstü fosiller" yalnızca onların ana hatlarını göstermekle kalmazlar, aynı zamanda bazen de bağırsaklar ya da kaslar gibi iç organları da gösterirler.
Kısacası, yaşadıkları varsayılan ataların fosillerine rastlanmamasının nedeni, yumuşak vücutlu ya da küçük olmaları olamaz.
Dolayısıyla, "Prekambriyen devirde, Kambriyen devir canlılarının ataları yaşıyordu, ama izlerine ulaşamıyoruz" iddiası tamamen geçersizdir. Bu teorik canlılarının fosillerinin var olmamasının tek sebebi vardır: Bu canlılar hiç var olmamışlardır.
Bunun ise tek bir anlamı vardır: Kambriyen devrinde ortaya çıkan canlılar aniden, hiçbir ataya sahip olmadan ortaya çıkmışlardır.
Nitekim, Science dergisindeki yazısında Richard Fortey de evrim teorisinin içinde bulunduğu açmazı belirterek şöyle demektedir:
Daha eski bir ataya ait bir delil bulunsa dahi, Kambriyenin en alt tabakalarında neden o kadar çok hayvanın, boyut olarak o kadar çok büyüdüğünü ve neden o kadar kısa sürede kabuk elde ettiğini açıklamak, bir çelişki olarak kalacaktır.29
Ümit Sayın, evrimciler için açıklanamaz bir olay olan Kambriyen dönemindeki patlamayı, kendince Yaratılış'ın aleyhine çevirmeye çalışmış, "öyle ise neden bu devirde insan fosili de bulunmamaktadır?" diye sormuş ve bu mantıktaki sorularını bölümün sonuna kadar tekrarlamıştır. Ancak, Dr. Sayın'ın yaratılışı savunanları çıkmaza soktuğunu sandığı bu soruların yaratılışı savunanların iddiaları ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü yaratılışı savunanların Kambriyen dönemde insan fosili bulmak gibi bir iddiaları ve beklentileri bulunmamaktadır.
Kuran'da canlıların Allah'ın "Ol" demesiyle, hiçbir evrime uğramadan en son halleriyle bir kerede var oldukları bildirilir. Ancak Kuran'da hangi canlının önce hangi canlının sonra yaratıldığı veya tüm canlı türlerinin bir kerede aynı anda yaratıldıklarına dair bir bilgi bulunmamaktadır. Allah, canlı türlerini farklı zamanlarda ayrı ayrı yaratmış olabilir. Ancak, Kuran'da bu farklı zamanlarda yaratılan canlı türlerinin birbirlerinin atası olduğu, birbirlerinden evrimleştiklerine dair hiçbir bilgi olmadığı gibi, hepsinin tam ve eksiksiz halleriyle, tam bir tür olarak yaratıldıklarına dair bilgi vardır. Dolayısıyla farklı canlı türlerinin yeryüzünün farklı katmanlarında bulunması, Kambriyen döneminde insan fosilinin bulunmaması gibi konular Yaratılış Gerçeğini savunan ve Kuran'a inanan insanlar açısından hiçbir çelişki içermemektedir. Sonuç olarak Ümit Sayın'ın sorduğu bu soruların muhatabı Kuran'a inanan ve evrim teorisine karşı çıkan kişiler değildir.
Proteinlerin yapıtaşları olan amino asitler sağ elli ve sol elli olmak üzere doğada iki formda bulunmaktadırlar. Proteinler ise sadece sol elli amino asitlerden oluşurlar. Doğal şartlarda her iki form da eşit sayıda bulunur. Bu nedenle proteinlerin sadece sol elli amino asitleri seçiyor olması, evrimcilerin proteinlerin tesadüfen oluştukları iddiasının imkansızlığını ortaya koyan etmenlerden sadece bir tanesidir. Dr. Sayın ise, doğada bu seçimi yapacak bazı sistemler olabileceğini ve bu nedenle bunun Yaratılışı savunan kişiler tarafından Allah'ın bir yaratışı olarak nitelendirilemeyeceğini öne sürmektedir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Dr. Ümit Sayın'ın sözünü ettiği "sol-elli amino asit seçici doğal mekanizmalar" son derece spekülatiftir. Meteroitlerde rastlanan amino asitlerde, sol-ellilik oranının daha fazla olduğunu belirtmektedir. Oysa bu bir "seçici mekanizma" olarak tanımlanamaz, çünkü protein yapısı için sol-elli amino asitlerin "daha fazla" olması değil, sadece sol-elli amino asitlerin seçilmesi gereklidir.
Dr. Sayın bu iddiasının ardından "ilkel atmosferdeki bilinmeyen koşullara" sığınmakta, bilinmeyen bazı seçici mekanizmalar olabileceğini öne sürmektedir. Bu elbette ki bilimsel (yani gözlem ve deneye dayalı) değil tamamen spekülatif (dayanaksız) bir iddiadır.
Dr. Sayın'ın burada gizlediği en önemli nokta ise, "sol ellilik çıkmazı"nın, proteinlerin kökenini ilgilendiren konulardan sadece birisi olmasıdır. Proteinlerin rastlantısal oluşumunu asıl imkansız kılan nokta, amino asitlerin doğru dizilim içinde biraraya gelmeleri zorunluluğudur. Bu dizilimin tesadüfen sağlanması, Demirsoy'un ünlü örneğinde belirttiği gibi, "bir maymunun daktilo tuşlarına rastgele basarak insanlık tarihini tesadüfen yazma" olasılığı gibidir. Yani imkansızdır.
Proteinlerin kökeni konusundaki evrimci iddiayı geçersiz kılan bir diğer önemli konu ise " Peptid Bağı Zorunluluğu"dur: Amino asitler farklı bağlarla birbirlerine bağlanabilirler; ancak proteinler, yalnızca ve yalnızca "peptid" bağlarıyla bağlanmış amino asitlerden meydana gelirler. Amino asitlerin rastgele birleşmesi durumunda ortaya farklı türde kimyasal bağlar çıkacak ve bu da protein oluşumunu engelleyecektir.
Proteinlerin oluşması için amino asitlerin birbirleriyle peptid bağı ile bağlanmaları gerekir. | ||
1. Karboksil Grubu | 3. Amino Asit | 5. Dipeptid |
Kısacası Dr. Sayın, sadece "sol ellilik" konusunu ele alarak ve bu konuda da spekülasyondan ileri gitmeyen iddialar sıralayarak, yalnızca konu hakkında bilgisi olmayan insanları etkileyebilir. Hayatın kökenini inceleyen herkes, evrim teorisinin bu konuda çıkmaz içinde olduğunu görmektedir.
Kaldı ki, proteinlerin oluşması için birarada bulunması gereken etmenler sadece amino asitlerin özellikleri ile sınırlı değildir. Bunun için burada saymakla bitmeyecek kadar çok etmenin, örneğin Dünya’nın Güneş’e olan yakınlığından, ekseninin eğimine, ultraviyole ışınlarının engellenmesinden, serbest oksijenin yakıcı etkisinin önlenmesine kadar pek çok farklı koşul biraraya geldiğinde ancak bu dünyada fonksiyonel bir protein oluşabilmektedir. Canlı bir hücrenin oluşması içinse, en az 2000 kadar protein, bunlara ait farklı genetik kodlar ve bu proteinler arasında uyumlu bir işleyiş gerekmektedir. Tüm bu koşulların kusursuz bir şekilde biraraya gelerek canlılığı oluşturması ise tesadüflerle imkansızdır. Dolayısıyla hayatın kökeninde; organize eden, planlayan, ilerisini bilen, akıl, bilgi, bilinç ve güç sahibi bir Yaratıcının varlığı çok açıktır. Bu, Allah'ın varlığının bilimsel bir kanıtıdır. Bunu akıl ve vicdanı ile düşünen hiç kimse inkar edemez.
Dr. Sayın'ın açıklama getirdiğini sandığı konular ise, hala evrim teorisi için çok büyük bir çıkmaz olmaya devam etmektedir. (Proteinlerin tesadüfen oluşmalarının imkansız olduğunu detaylarıyla okumak için bkz. Harun Yahya, Protein Mucizesi, Vural Yayıncılık, İstanbul, Mart 2001)
Dr. Sayın, iki ay ard arda Bilim ve Ütopya dergisinde, evrim teorisine gelen eleştirilere hazırladığı cevapların hiçbirinde evrim teorisini kurtaramamıştır. Evrim teorisinin, hiçbir bilimsel delili yoktur, hatta inanılması imkansız bir safsatadır. Günümüzde evrim teorisi sadece materyalist felsefeye inanan ve bir Yaratıcının varlığını inkar etmek konusunda kararlı olan kişiler tarafından savunulmaktadır. Bilimsel gerçekleri gözardı etmeden objektif değerlendirebilen bilim adamları hızla bu teoriyi terk etmektedirler. Evrim teorisi hızla tarihin sayfalarına gömülmektedir ve çok yakın bir gelecekte insanlar "geçmişte insanlar bu iddiaya nasıl inanabilmişler" diyerek güleceklerdir.
1. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 172, 280
2. Mark Czarnecki, "The Revival of the Creationist Crusade", MacLean's, 19 Ocak 1981, s. 56
3. S.M. Stanley, The New Evolutionary Timetable Fossils, Genes and the Origins of Species, Basic Books, Inc., Publishers, New York, 1981, s. 72
4. "Who Doubts Evolution?", New Scientist, cilt 90, s. 831, 25 Haziran 1981
5. Ernst Mayr, One Long Argument:Charles Darwin and Genesis of Modern Evolutionary Thought, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts, 1991, s. 138
6. E.R. Leach; Nature, 293:19, 1981
7. Stephen Jay Gould, Is a New and General Theory of Evolution Emerging?, in Maynard Smith (editör), 1982, s. 140
8. Maria Genevieve Lavanant, Bilim ve Teknik, Nisan 1984, Sayı 197, s. 22
9. R. L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, W. H. Freeman and Co., New York, 1988. s. 4
10. R. L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, s. 180-182
11. Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, Dover, 1985. s.148
12. R. Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge Mass., 1991, s. 50
13. Lewis L. Carroll, "Problems of the Origin of Reptiles", Biological Reveiws of the Cambridge Philosophical Society, cilt 44, s. 393
14. S. J. Gould, "Eight (or Fewer) Little Piggies", Natural History, Ocak, 1991, s. 25
15. R. Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge Mass., 1991, s. 41
16. Robert L Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, W. H. Freeman, New York1988, s. 198
17. Robert L Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, W. H. Freeman, New York 1988, s. 361-362, 615, 622
18. Robert L Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, W. H. Freeman, New York 1988, s. 369
19. Robert L Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, W. H. Freeman, New York 1988, s. 397
20. Robert L Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, W. H. Freeman, New York 1988, s. 369, 370; A. S. Romer ve L. W. Price, Review of the Pelycosauria. Geological Society of America Special Papers 28:1-538, 1940, s. 193-194
21. Robert L Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, W. H. Freeman, New York 1988, s. 377
22. George Gamow, Martynas Ycas, Mr. Tompkins Inside Himself, Allen & Unwin, Londra, 1966, s. 149
23. Roger Lewin, "Bones of Mammals, Ancestors Fleshed Out", Science, cilt 212, 26 Haziran 1981, s. 1492.
24. George Gaylord Simpson, Life Before Man, New York: Time-Life Books, 1972, s. 42.
25. Eric Lombard, "Review of Evolutionary Principles of the Mammalian Middle Ear, Gerald Fleischer", Evolution, cilt 33, Aralık 1979, s. 1230.
26. George G. Simpson, Tempo and Mode in Evolution, Columbia University Press, New York, 1944, s. 105, 107
27. James Valentine, Douglas Erwin, "Interpreting Great Developmental Experiments: The Fossil Record", s. 71-107in Rudolf A. Raff and Elizabeth C. Raff (editörler), Development as an Evolutionary Process (New York: Alan R. Liss, 1987
28. M.J. Benton, M.A. Wills, R. Hitchin, "Quality of the Fossil Record Through Time", Nature, 403 (2000), s. 534-536
29. Richard Fortey, "Cambrian Explosion Exploded?", Science, 20 Temmuz 2001
Bilim ve Teknik dergisinin Kasım 2001 sayısında hayatın kökeni hakkında evrim teorisi dışında bir kavramdan söz etmesi ve evrim teorisinin bilimsel çıkmazlarına değinmesi, Darwinist ve materyalist çevrelerde büyük bir panik meydana getirdi.
Bu çevrelerin başlıca yayın organı niteliğindeki Bilim ve Ütopya dergisi, Aralık 2001 sayısında bu paniğin izlerini ortaya koydu. Bilim ve Ütopya yönetimi ve derginin klasik bilirkişileri -Doç. Dr. Haluk Ertan, Prof. Dr. Şevket Ruacan, Prof. Dr. Aykut Kence, Prof Dr. Dinçer Gülen- hep bir ağızdan Bilim ve Teknik dergisinde yer verilen yazıya karşı tepkilerini, kınama mesajlarını dile getirdiler. Bilim ve Ütopya'ya göre, "devletin bilim ve araştırma kurumu olan TÜBİTAK'ın çıkardığı ve esas olarak genç beyinlere seslenen bir bilim dergisinde" yaratılış gerçeğinin dile getirilmesi, kendileri için "asıl şok" sayılıyordu.1
Ancak hem bu şokun etkisinden, hem de savundukları fikirlerin çürüklüğünden dolayı, Bilim ve Ütopya dergisi yazarları bir kez daha son derece çelişkili iddialarda bulundular. Aşağıdaki yazıda, tüm bu yanılgılar açıklanacaktır.
Evrimcilerin çok belirgin bir özelliği, inandıkları teoriyi tartışmaya, çok inatçı bir şekilde karşı çıkmalarıdır. Canlılığın rastlantıların ve doğa kanunlarının ürünü olduğuna körü körüne inanmışlardır ve bunu sorgulayan her türlü eleştiriye büyük bir öfkeyle cevap verirler. Kendilerine son derece somut deliller gösterilse de, bu delilleri tamamen görmezden gelir, konuyu demagoji düzeyine çekmeye çalışırlar.
Bilim ve Teknik dergisinin Kasım 2001 sayısında yayınlanan Prof. Dr. Ali Gören imzalı "Bilinçli Tasarım" başlıklı yazı, Bilim Ütopya yazarlarını paniğe sürükledi. |
Bilim ve Ütopya'nın "Bilim ve Teknik dergisinin 'Bilinçli Tasarım' Yayını Üzerine: Postmodern Bir Demokrasi Anlayışı" başlıklı yazısı bu demagojilerin iyi bir örneğidir. Yazıda, Bilim ve Teknik dergisinin Kasım 2001 tarihli sayısında Prof. Dr. Ali Gören imzasıyla yayınlanan "Yaşamın Kökeni Hakkında Yeni Bir Yaklaşım: Bilinçli Tasarım" başlıklı yazı eleştirilmeye çalışılmaktadır.
Eleştiriye konu olan yazıda Prof. Gören, evrim teorisini çürüten önemli bilimsel kanıtlardan söz etmiştir. Örneğin;
Evrim teorisinin temel iddiası olan "kademe kademe gelişme" iddiasını çürüten "indirgenemez kompleks" biyolojik yapılar,
Bu yapıların bir örneği olan ve hiçbir evrimci tarafından kökeni açıklanamayan "bakteri kamçısı",
İnsan gözünün anatomisi, retina hücrelerindeki kompleks biyokimyasal düzenek, DNA replikasyonunda görev yapan enzimler,
insanın diz ekleminin tasarımı veya "tek yönlü ve daimi nefes akışı" sağlayan özgün kuş akciğeri gibi "indirgenemez kompleks" sistem örnekleri,
Bilim adamlarının "canlılıktaki yaratılışı belirlemek için" ortaya koydukları bilimsel kriterler gibi bilimsel kanıtlara değinilmiştir.
Prof. Gören, bu gibi kanıtların, "canlılık yaratılmıştır, rastlantıların ürünü değildir" sonucunu ortaya çıkardığını açıklamakta ve ardından şöyle yazmaktadır:
Kuşkusuz tasarım konusundaki bu çalışmalar, önemli bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tasarımcı kim? Canlıları dizayn eden bilinç, kimin bilinci? Bilinçli tasarım savunucuları, bu sorunun cevabının, bilimin alanı dışında kaldığını belirtiyorlar. Onlara göre bilimin yaşamın kökeni hakkında varabileceği sonuç, canlılığın tasarlanmış olduğunu tespit etmekten ibaret. Yani, bu tasarımın sahibi kim, amacı nedir gibi soruların, kendi alanlarından çıkıp dinin veya felsefenin ilgi alanına girdiğini düşünüyorlar. Profesör Philip Johnson'a göre, "herkes bu sorulara kendi inançlarına ve düşüncelerine göre cevap arayabilir; ama önemli olan, bilimin, hayatı amaçsız bir rastlantılar zinciri olarak gören Darwinist teoriyi reddediyor olması.2
Dikkat edilirse üstteki açıklama, "bilimsel kanıtlar Yaratıcımızın varlığını göstermektedir, ancak Yaratıcımızın vasıflarını bilim yoluyla öğrenemeyiz, bu dinin alanına girer" demektir. Yani bilim dünyasında yaratılış gerçeğini savunan akım, bilimsel kanıtlara dayanmakta, hatta bilimsel kanıtlara dayanmayan hiçbir iddiada bulunmamaktadır.
Bilim ve Ütopya dergisi ise, son derece şaşırtıcı bir çarpıtma yaparak, Prof. Gören'in üstteki satırlarını kısmen aktarmakta ve sonra da sanki bu satırlarda "bilimsel kanıta ihtiyacımız yok" denmiş gibi göstermektedir.
Aslında Bilim ve Teknik dergisindeki Prof. Gören imzalı makaleyle, Bilim ve Ütopya'nın buna vermeye çalıştığı "cevabı" inceleyen herkes, Bilim ve Ütopya'nın son derece yanıltıcı bir üslup kullandığını kolaylıkla görebilir. Dergi açıkça, kendisine sunulan pek çok kanıta tamamen yüz çevirmekte, sonra da "kanıt göstermiyorlar, göstermeye de ihtiyacımız yok diyorlar, bunlar dogmatik" şeklinde özetlenebilecek bir çarpıtmaya başvurmaktadır.
Bilim ve Ütopya çevresindeki önemli isimlerden biri olan ODTÜ Biyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Aykut Kence de konu hakkında bir şeyler söylemeye çalışmıştır. Ancak Kence'nin söyledikleri, daha önce defalarca geçersizliği açıklanmış bir itirazın ısrarla tekrarlanmasından başka bir şey değildir. Kence'nin itirazı, "gözlem ve deneyle sınanabilirlik" kavramına dayanmaktadır:
Bu görüş bilimsel bir görüş değildir... Deney ve gözlemlerle sınanmayan bir görüşün bilimde yeri yoktur.4
Kence'nin anlamak istemediği nokta, gerek evrim teorisinin gerekse canlılardaki kusursuz tasarım açıklamasının, "geçmişte yaşanmış, gözlemlenmesi ve tekrarı mümkün olmayan olaylar"la ilgili olduğudur. Yani buradaki konu, yerçekimi, suyun kaldırma kuvveti, kimya kanunları gibi her an ve sürekli gördüğümüz, gözlemlediğimiz, deneye tabi tutabildiğimiz kavramlar değildir.
Peki bu şekilde olması konuyu bilim dışına çıkarır mı?
Hayır. Çünkü bilim, geçmişte yaşanmış olayların nasıl gerçekleştiğine dair de araştırma yapar. Örneğin evrenin nasıl ortaya çıktığı konusu bilimsel yöntemlerle araştırılmaktadır ve pek çok bilim adamı bu konuda "Big Bang" teorisinde karar kılmıştır. Evrenin büyük bir patlamayla yoktan yaratıldığını savunan bu teori kuşkusuz bilimseldir. Ama elbette gözlemlenemez, deneye tabi tutulamaz. Çünkü geçmişte olmuş ve bitmiştir.
İşte canlıların nasıl ortaya çıktığı sorusu da, evrenin kökeni konusu gibi, doğrudan deney ve gözlem yoluyla değil, ancak deney ve gözlemlerin ortaya koyduğu kanıtların incelenip yorumlanmasıyla, yani çıkarım yapılarak ele alınacak bir konudur. Bundan dolayıdır ki, evrimcilerin "yaratılışı laboratuvarda gözlemleyebilir miyiz, test edebilir miyiz" demeleri, bir demagojiden ibarettir.
Evrimcilerin bu demagojiyle gizledikleri gerçek ise, deney ve gözlemlerin teorilerinin tamamen aleyhinde sonuçlar vermesidir. Evrim teorisi geçmişte yaşanmış olaylarla (canlıların ortaya çıkmasıyla) ilgilidir, ama evrimciler bu olayların bir "süreç"le sağlandığını savunmaktadırlar. Bu durumda söz konusu sürecin bugün de gözlemlenebilmesi gerekir. Örneğin cansız maddeden canlı mikro organizmaların doğabildiğini, mutasyonların genetik bilgiyi geliştirdiğini, doğada yeni canlı sınıfları oluştuğunu görmemiz gerekir. Ama bunların hiçbiri görülememektedir. Deney ve gözlemler doğada bir "evrim süreci" olmadığını göstermektedir.
Doç. Dr. Ertan'ın yanılgılarına geçmeden önce, Ertan'ın yazısına konu olan mutasyon kavramının evrim teorisi açısından önemini hatırlatalım: Evrimciler, canlıları Yaratıcımızın eseri olarak kabul etmek istemedikleri için, yeryüzündeki milyonlarca farklı canlı türünün olağanüstü sistemlerini, organlarını ve bunları belirleyen genetik yapılarını rastlantısal doğa olaylarıyla açıklamaya çalışırlar. Bu amaçla öne sürdükleri iki "evrim mekanizması"ndan da sadece birisi için "canlılara yeni genetik bilgi katma" rolü biçerler. Bu sözde mekanizma mutasyonlardır. "Sözde" demek gerekir, çünkü bugüne kadar canlıların genetik bilgisini geliştiren tek bir mutasyon dahi gözlemlenmemiş; mutasyonların etkisinin hep zararlı, bozucu hatta kimi zaman öldürücü olduğu görülmüştür.
Evrimcilerin yaratılış gerçeğine karşı çıkabilmeleri içinse, canlıları geliştiren, onlara yeni özellikler katan mutasyonlar gösterebilmeleri gerekir.
Nitekim Bilim ve Ütopya yazarı Doç. Dr. Haluk Ertan da, yaratılış açıklamasına karşı çıkmak için mutasyonlardan söz etmeye karar vermiştir. Dergide yayınlanan "Bilinçli Tasarım değil, Bilinçli Saptırım" başlıklı makalesinde, Michael Behe tarafından gündeme getirilen "bakteri kamçısı" konusunda şunu yazmaktadır:
Bakterilerde kamçı protein genleri ile yapılan mutasyon çalışmalarında, sisteme ait bazı genlerde meydana getirilen yapay bozuklukların, kamçının çalışmasını durdurmadığı, ama bakterinin kimi zaman ortamdaki uyaranı uygun şekilde algılamasını engellediği veya kamçının sola ya da sağa dönüş yönünü düzgün ayarlayamadığı görülmüştür. Yani bu mutant bakterilerde kamçı iş görmekte, ama organizma kendisinden çok etkin bir şekilde yararlanamamaktadır.5
Kısacası, Doç. Dr. Ertan, bakteri kamçısını tamamen durdurmayan, ancak fonksiyonlarını zayıflatan yani "genetik bilgi kaybına" yol açan mutasyonlardan söz etmektedir. Kuşkusuz bu, evrim teorisi lehinde bir delil olamaz, aksine mutasyonların hiçbir zaman genetik bilgi oluşturmadıklarını, genetik bilginin ancak yaratılışın eseri olduğunu savunan görüşün lehinde bir delildir.
Evrenin büyük bir patlama ile yoktan yaratıldığını savunan Big Bang teorisi bilimseldir. |
Sayın Ertan bunun ardından insan gözünü etkileyen bazı mutasyonların da renk körlüğüne yol açtığını belirtmektedir ki, burada da aynı durum söz konusudur.
Sayın Ertan'ın söz konusu zararlı mutasyon örneklerini vermekteki amacı ise, Prof. Ali Gören'in makalesinde geçen "kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir tanesi bile olmasa ya da kusurlu olsa, kamçı çalışmaz" açıklamasını çürütmektir. Oysa bu açıklamada sözü edilen kusur, herhangi bir moleküler parçayı tamamen işlevsiz hale getirecek bir kusurdur. İşlevini yarım gören bir parçanın bir "sistem çökmesi" değil "verimsizlik" meydana getireceği elbette herkes tarafından bilinmektedir.
Sonuçta, Doç. Dr. Ertan'ın indirgenemez kompleks organlar hakkında verebildiği yegane mutasyon örneğinin "zararlı mutasyonlar" olduğu ve bunun da evrim teorisi lehinde değil aleyhinde bir delil olduğu gerçeği değişmemektedir.
Evrimciler eğer bakteri kamçısınının veya diğer indirgenemez kompleks organların kökenini açıklamak istiyorsa, bunların hangi doğal seleksiyon-mutasyon aşamaları ile oluştuğunu açıklamaya çalışmalıdırlar. Ama bu, bir arabanın zaman verildiğinde rüzgar ve yıldırımların etkisiyle bir hurda deposundan "kademe kademe" oluştuğunu iddia etmek kadar saçma ve imkansızdır. Bu nedenle konuyu geçiştirmeye ve dikkat dağıtmaya çalışırlar.
Doç. Dr. Haluk Ertan da aynı yöntemi kullanmıştır. Bakteri kamçısının kökenini açıklamaya çalışmak gibi, bir Darwinist için fikren "intihar" sayılacak bir işe girişmektense, diğer mikro organizmaların kullandığı diğer bazı hareket sistemlerinden bahsetmiş ve konuyu demagoji ile kapatmıştır.
Oysa Sayın Ertan'ın sözünü ettiği diğer hareket sistemleri de son derece komplekstir. Nitekim Michael Behe, Darwin'in Kara Kutusu kitabında bakteri kamçısını (flagella) konu edindiği gibi, diğer bir hareket sistemi olan kirpikçikleri (cilia) de anlatmakta ve bunların da indirgenemez kompleks yapılarını göstermektedir. Doç. Dr. Ertan'ın sözünü ettiği bir üçüncü hareket sistemi olan "gaz kesecikleri" ise, kompleks bir yapıya sahip oluşunun yanında, diğer iki sistemle (flagella ve cilia) hiçbir benzerliği bulunmayan apayrı bir yaratılış örneğidir.
Sonuçta Doç. Dr. Ertan, birbirlerinden tamamen farklı tasarımlara sahip olan bir kaç ayrı mikro organizmal hareket sisteminden söz etmekte ve sözü şu şekilde kapatmaktadır:
Görüldüğü gibi mikro organizmalar içinde biyolojik yapıların basitinden karmaşığa her çeşitini görmek olasıdır. İşte bu zengin çeşitliliğe dayanarak, dünyamızdaki canlılar içinde, genetik madde değişikliği ve alışverişine en yatkın canlılar olan mikro organizmalarda kamçı gibi sistemlerin evrimleşmesi mümkün olmuştur.6
Buradaki mantık, ilk başta verdiğimiz örneğe dönersek, bir arabanın hurda deposundan tesadüfen oluştuğunu iddia eden birisinin, "bunda şaşılacak ne var, zaten yakında bir yerlerde bir bisiklet, bir kay-kay bir de mopet var, bu zengin çeşitlilik içinde hepsi birbirinden yedek parça alışverişinde bulunmuş ve evrimleşmiştir" demesi gibidir. Üstteki alıntıda da birbirinden çok farklı moleküler sistemler sayılmakta, sonra da fazla düşünmeyip bunların bir şekilde evrimleştiğinin kabul edilmesi istenmektedir.
Bu tür bir yaklaşım kuşkusuz bilimsel değil dogmatiktir. Yazıda yer alan yukarıdaki açıklama, buna dair kanıtlar görüldüğü için değil, bu açıklamanın doğru olması istendiği için savunulmaktadır. Detaylar düşünülmemektedir ve başkalarına da düşündürülmemektedir. Çünkü, bilinmektedir ki, konu ne kadar detaylı düşünülürse, evrim teorisinin bir aldanış olduğu o kadar açık görülecektir.
Yazının sonunda bir başka demagojiye daha sığınılmış ve "hatalarla dolu sistemler" de olduğu ileri sürülmüştür. Ancak tek bir örneği dahi verilmeyen bu iddianın ciddiye alınacak bir tarafı yoktur. Eğer evrimciler, "hatalarla dolu sistemler" sandıkları biyolojik yapıları açıklarlarsa, o zaman kendilerine bu sistemler hakkındaki yanılgılarını anlatma fırsatı da doğacaktır.
Bilim ve Ütopya ekibi, yaratılış gerçeğinin açıklanmasından neden bu kadar rahatsız olmaktadır, bunu da sorgulamaları gerekir. Doğadaki milyonlarca farklı türde canlının tüm kompleks yapı ve sistemlerini birer "tasarım" olarak nitelendirmek, son derece mantıklıdır. Nasıl bir araba, telefon veya saat için "tasarım" diyorsak, bunlardan daha kompleks yapıdaki canlılar için de "tasarım" diyebiliriz. Bir tasarım olduğuna göre de, bunun yaratılmış olduğu sonucuna varmak, aklın ve mantığın doğal sonucudur. Akıl ve vicdan yoluyla düşünen her insan yeryüzünndeki canlılığın sonsuz güç ve akıl sahibi Allah’ın eseri olduğunu hemen görecektir. Canlılıktaki mucizevi özellikleri bilinçsiz ve kör tesadüflerin bir ürünü zannetmek akıl ve mantıkla kesin olarak çelişmektedir.
Bilim ve Ütopya çevresi evrim teorisine sahip çıkarken sergilediği mantıksal çelişkileri ve fanatizmi, Kuran ve İslam'ı konu edinirken de sergilemektedir. Derginin Aralık 2001 sayısında yer alan "Postmodern İslamcılık" başlıklı makale bunun yeni bir örneğidir. Makale yazarı Hasan Aydın'ın ve onun gibi düşünenlerin yanılgılarını görmek isteyenler, Harun Yahya'nın Akılsız, Kuran'ı Nasıl Yorumlar adlı eserine başvurabilirler. (http://www.harunyahya.net/imani/akilsiz.html)
Kompleks organların kökenini tesadüflerle açıklamaya çalışmak, bir hurda yığınının rüzgar ve yıldırım etkisiyle arabaya dönüştüğünü iddia etmek kadar mantıksızdır. |
1. Bilim ve Ütopya, Aralık 2001, s. 33
2. Bilim ve Teknik, Kasım 2001, s. 45
3. Bilim ve Ütopya, Aralık 2001, s. 33
4. Bilim ve Ütopya, Aralık 2001, s. 35
5. Bilim ve Ütopya, Aralık 2001, s. 36
6. Bilim ve Ütopya, Aralık 2001, s. 37
7. Bilim ve Ütopya, Aralık 2001, s. 35-36