"Öfkeli Soy Koruyuculuğu": Irkçılık

Dünya üzerinde gerçekleşen pek çok bölgesel savaşın, iç savaşların ya da çatışmaların altında farklı ırklar arasında süregelen düşmanca duygular yatmaktadır. Birçok ülkede halen devam etmekte olan beyaz ırkın siyah ırka karşı saldırgan tutumunda, yakın tarih içinde milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan Nazi kökenli Ari ırk fikrinde ya da Afrika'daki ülkelerde görülen kabile çatışmalarında karşımıza çıkan, işte bu "soy koruyuculuğu"dur. Bu anlayış içinde bir ırkın diğerinden fiziksel ya da zeka açısından üstün olduğu, üstün olanın diğerine saygı, sevgi, merhamet duymasının gereksiz olduğu, hatta ikisinin bir arada bulunmasının bile yanlış olacağı düşünülür. Oysa bu, son derece çarpık ve vahşice bir yaklaşımdır. Çünkü bu anlayışa göre farklı halkların var olmalarına gerek yoktur ve tüm "farklı olanlar" ortadan kaldırılmalıdırlar.

Kuran ahlakında ise farklı halkların ve kabilelerin yaratılmasının nedeni insanların birbirleriyle tanışmaları olarak bildirilir. Bu çeşitlilik Allah'ın yaratışındaki bir güzelliktir. Bir insanın daha uzun boylu, birinin kısa boylu olması, bir kişinin teninin beyaz diğerinin sarı renk olmasının hiçbir önemi yoktur. Bunlar Allah'ın takdir etmesiyle olmuştur ve her bir yaratılışta çok büyük güzellikler, hikmetler ve incelikler saklıdır. İnanan bir insan tek üstünlüğün takva ile yani Allah korkusu, Allah'a imandaki üstünlükle olduğunu çok iyi bilmektedir. Allah Hucurat Suresi'nde bu gerçeği şu şekilde bildirir:

Hani o inkar edenler, kendi kalplerinde, 'öfkeli soy koruyuculuğu'nu (hamiyeti), cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü'minlerin üzerine '(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları "takva sözü" üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu." Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir.
(Fetih Suresi, 26)

Irkçılık

Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)

Bir vahşet olarak karşımıza çıkan ırkçı anlayışın bilimsel dayanağı üzerinde durmakta da yarar vardır. Çünkü bu dayanak, Dünya üzerinde hüküm süren pek çok çarpık ideolojininkiyle aynıdır. Materyalizm, komünizm ve vahşi kapitalizm de aynı sözde bilimsel dayanaktan temel bulmakta ve onunla güç kazanmaktadır. İşte bu sözde bilimsel dayanak, Darwin'in evrim teorisidir. Evrim teorisinin adını ilk kez duyanlar bunun sadece biyolojinin ilgi alanına girdiğini ve kendi yaşamları açısından bir önem taşımadığını düşünebilirler. Oysa evrim teorisi biyolojik bir kavram olmanın ötesinde, yaygın kitleleri etkisi altına almış çarpık birçok felsefenin altyapısını oluşturur.

Irkçılığın "Sözde" Bilimsel Dayanağı

Darwin, teorisini ilk ortaya attığı zaman dönemin bilim adamları arasında yaygın bir kabul görmemişti. Özellikle fosil bilimciler, onun bu iddiasının hayal ürününden başka bir şey olmadığının farkındaydılar. Ancak buna rağmen Darwin'in teorisi giderek daha fazla destek buldu. Çünkü Darwin, bu teoriyle birlikte, 19. yüzyılın hakim güçlerine bulunmaz bir temel sağlamış oluyordu.

Evrim fikri, Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabıyla yaygınlık kazanırken, Avrupalılar da diğer kıta ve medeniyetlere yayılmayı sürdürüyorlardı. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, Avrupalı devletler Güney Asya'nın önemli bir bölümünü, Afrika'nın neredeyse tümünü ve Latin Amerika'nın bir kısmını kolonileştirmekle uğraşıyorlardı. Kuzey Amerika'da ise kızılderili katliamı sürüyordu. Kısacası 19. yüzyılın ikinci yarısında, Batılı medeniyetler diğer medeniyetleri yağmalıyorlardı. Hiçbir hak sahibi olmadıkları bir ülkeyi zorla ele geçiriyorlar, sonra bu ülkedeki insanları baskı altına alıyorlar ve ülkenin kaynaklarına el koyuyorlardı. Ancak Batı, yaptıklarına meşruiyet sağlayacak bir açıklama bulmak zorunda hissediyordu kendini. İşte Darwinizm bu noktada emperyalistlere büyük bir fırsat sundu. Bu teoriyle birlikte sömürülen halkların "bir tür hayvan" oldukları düşüncesine "sözde" bilimsel bir dayanak göstermek mümkün hale gelmişti.

Darwin, teorisinin insan hakkındaki kısmını, 1871 yılında yayınlanan İnsanın Türeyişi adlı kitabında açıkladı. Bu kitapta, insanın maymunlarla ortak bir atadan geldiklerini öne sürüyordu. Ancak Darwin'in ilginç bir düşüncesi daha vardı. Ona göre bazı ırklar, diğer insanlara göre daha çok evrimleşmiş ve ilerlemişlerdi. Bazı ırklar ise, neredeyse hala maymunlarla aynı düzeydeydi.

Sosyal Darwinizm

Sosyal Darwinizm sadece İngilizlere değil, diğer ülkelerdeki emperyalistlere ve ırkçılara da dayanak sağlıyordu. Bu nedenle hızla yayıldı. Bu teoriyi benimseyenlerden biri Kızılderililere karşı etnik temizlik yürüten ABD Başkanı Theodore Roosevelt'di. Yukarıda Kızılderililere yapılan zulüm görülüyor.

Darwin'in teorisinin ikinci bir önemli yönü daha vardı. Darwin, canlıların ve insanların gelişimini "yaşam mücadelesi" kavramına dayandırıyordu. Ona göre, doğada acımasız bir yaşam mücadelesi, daimi bir çatışma vardı. Güçlüler her zaman güçsüzleri alt ediyor ve gelişme de bu sayede mümkün oluyordu.

Darwin, bu yaşam mücadelesi kavramının insan ırkları arasında da geçerli olduğunu öne sürdü. Türlerin Kökeni kitabına koyduğu alt başlık bile, onun insanlığa ırkçı bir açıdan baktığını gösteriyordu: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon ve Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla".

Darwin'e göre kayırılmış ırklar, Avrupalılardı. Kızılderililer, Afrikalılar ve diğer her türlü yerli halk ise evrim sürecinde geri kalmış ırkları oluşturuyorlardı. Bu çarpık anlayışa göre, insanların maymunları ya da diğer hayvanları ehlileştirmeleri ve kullanmaları nasıl meşruysa, bu geri ırkları ehlileştirmeleri, onları köle olarak kullanmaları, topraklarına el koymaları, hatta öldürmeleri de o kadar meşruydu. Darwin kitabında bu ırklarla ilgili şöyle söylüyordu:

Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları yeryüzünden tamamen silecek ve onların yerine geçecek. Öte yandan insansı maymunlar da kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek.12

Bu ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, Darwin tam bir ırkçıydı. Avrupalılar'ın, dünyanın diğer ırklarından üstün olduğunu ve onları zaman içinde köleleştirip yok edeceklerini düşünüyordu.

Darwin'in ileri sürdüğü evrim kuramının toplumlara uygulanması ile gelişen bu teori, Sosyal Darwinizm olarak adlandırıldı ve hem emperyalizmin en büyük meşruiyet gerekçesi, hem de ırkçılığın en büyük dayanağı haline geldi. Sosyal Darwinizm'in en büyük popülarite kazandığı ülkelerden biri ise Almanya oldu.

Yıllardır Bitmeyen Zenci Katliamı ve Ku Klux Klan
Ku Klux Klan

Amerika'da yıllardır faaliyet süren Ku Klux Klan, bugüne kadar kadın çocuk demeden binlerce insan katletmiştir. Yalnızca farklı ırktan oldukları için insanlara zulmetmiş, Kuran ahlakının yaşanmadığı bir ortamda ne kadar büyük bir kargaşa ve zulüm ortamı oluşacağına da açık bir örnek teşkil etmiştir. 2000'li yıllara girdiğimiz bugünlerde, böyle bir caniliği sürdürebilmek son derece düşündürücüdür.

Ku Klux Klan

Zencilere yapılan bu zulüm 90'lı yıllarda da devam etmiştir. 2000'li yıllarda son bulması ise ancak Kuran ahlakının yaşanması ile mümkün olabilecek.

Naziler ve Darwinizm

Neo-Naziler'in Darwin'in evrim teorisinden ilham almaları bir rastlantı değildir. Çünkü Darwinizm, en başından beri Nazi ideolojisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Nazizm, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Almanya'da doğdu. Nazi Partisi'nin lideri, hırslı ve saldırgan bir kişiliğe sahip olan Adolf Hitler'di. Hitler'in dünya görüşünün temelini ise ırkçılık oluşturuyordu. Hitler Alman milletinin asli unsurunu oluşturan Ari ırkın, diğer tüm ırklardan üstün olduğuna ve onları yönetmesi gerektiğine inanmıştı. Ari ırkın yakında bin yıllık bir dünya imparatorluğu kuracağını hayal ediyordu. Hitler'in bu ırkçı teorilerine bulduğu bilimsel dayanak ise, Darwin'in evrim teorisiydi.

Naziler

Hitler'in, döneminde bir gazetede yayınlanan "Herkes bilmeli ki kim bize karşı ayaklanırsa kendisini ölü kabul etmelidir." sözleri, onun halka uyguladığı dikta rejimini açıkça gözler önüne sermiştir.

Hitler, ünlü kitabı Kavgam'ın adını, Darwin'in yaşam mücadelesi fikrinden esinlenerek belirlemişti.

Hitler'in fikirlerine değer verdiği kişilerden biri, ırkçı Alman tarihçi Heinrich von Treitcshke idi. Treitcshke, Darwin'in evrim teorisinden şiddetle etkilenmiş ve ırkçı görüşlerini de Darwinizm'e dayandırmıştı. "Uluslar ancak Darwin'in yaşam kavgasına benzer şiddetli bir rekabetle gelişebilirler" diyordu. Treitcshke'nin diğer bir ifadesi ise onun diğer ırklara bakışını ifade ediyordu:

Sarı uluslar sanat yeteneklerinden ve siyasal özgürlük anlayışından yoksundurlar. Siyah ırkların görevleri ise beyazlara hizmet etmek ve sonsuza dek beyazların tiksintilerine hedef olmaktır… (çünkü) yamaklar olmaksızın hiçbir kültür var olamaz…13

Darwinizm'in ve Nazizm'in gelişmesinde büyük bir rolü olan, bu Sosyal Darwinizm'in faşist yorumu, Friedrich Nietzsche'nin Darwin'i benimsemesiyle ilk önemli adımlarından birini atmıştı. Nietzsche, insanların çoğunu "köle ahlakı"na sahip sefiller olarak görüyor, ancak aralarındaki az sayıda bir grubun "üstün-insan" olduğunu düşünüyordu. Aynı ayrım ırklar arasında da vardı; ırkların çoğu sefildi, ancak bir tanesi "üstün ırk"tı. Bu vasıfların oluşabilmesi için de sürekli bir savaş ve mücadelenin gerekliliğine inanıyordu. Savaşın zaruri olarak gerçekleşen bir kötülük olarak değil de, ırkların ya da milletlerin gelişmesini sağlayan bir iyilik olarak algılanması, Nietzsche'den sonra, her türlü ırkçılığın ve nasyonalizmin de temel inançlarından biri haline gelecekti. Nietzsche'nin aşağıdaki sözü de bu yaklaşımı çok açık ifade eder:

Vicdandan, merhametten, bağışlamadan, insanların bu dahili zalimlerinden kurtulunuz; güçsüzleri baskı altına alınız, cesetleri üzerinden yukarıya tırmanınız…14

Bu sözlerden de anlaşılmaktadır ki, dinsiz bir yapının oluşturduğu mantık bozuklukları sınır tanımamaktadır. Bu ifadelerde, Allah korkusu olmayan insanların zalimlikte, insaniyetsizlikte, bencillikte kısacası her türlü şeytani vasıfta ne kadar ileri gidebilecekleri görülmektedir.

Hitler de teorilerini geliştirirken Darwin'in yaşam mücadelesi fikrinden ilham aldı. Ünlü kitabı Kavgam'ın adını, bu yaşam mücadelesi fikrinden esinlenerek belirlemişti. Hitler de, aynı Darwin gibi, Avrupalı olmayan ırkları maymunlarla aynı statüye koyuyor ve şöyle diyordu:

Kuzey Avrupa Almanlarını insanlık tarihinden çıkarın, geriye maymun dansından başka bir şey kalmaz.15

Naziler'in evrimci görüşlerinin temelinde, "öjeni" kavramı yatıyordu. Öjeni, sakat ve hasta insanların ayıklanması ve sağlıklı bireylerin çoğaltılması yoluyla bir insan ırkının "ıslah edilmesi" anlamına geliyordu. Bu teoriyi ortaya atan kişiler de tahmin edilebileceği gibi Darwinistler'di: Charles Darwin'in oğlu Leornard Darwin ve kuzeni Francis Galton.

Mussolini

İnsanlığın çatışma ve şiddet yoluyla yüceldiğine inanan sapkın düşünce, başka bazı ideolojilerin de kaynağıydı. Örneğin Benito Mussolini de kurmaya çalıştığı emperyalist İtalya için Darwin'in kavramlarını temel alıyordu. Özellikle Etiyopya işgalini, Darwinizm kökenli ırklar hiyerarşisi mantığı içinde değerlendiriyordu.

İtalyan birliklerinin Etiyopya'daki bir kampı (üstte sağda)

Öjeniyi Almanya'da ilk benimseyen ve yayan kişi ise, ünlü evrimci biyolog Ernst Haeckel oldu. Haeckel, Darwin'in yakın bir dostuydu ve ona sürekli fikirler veriyordu. Bunlardan biri de sakat bebeklerin zaman geçirilmeden öldürülmesi, böylece evriminin hızlandırılmasıydı. Haeckel'in bir başka fikri cüzzamlıların, kanserlilerin ve akıl hastalarının acısız bir biçimde öldürülmeleri gerektiğiydi. Eğer bu insanlar öldürülmezlerse topluma yük olmaları kaçınılmazdı.

Hitler iktidara geldikten sonra Haeckel'in fikirlerini kendi resmi politikası haline getirdi. Akıl hastaları, sakatlar, doğuştan körler ve kalıtsal hastalıklara sahip olanlar, özel merkezlerde toplandılar. Bu çarpık anlayışa göre, Alman ırkının saflığını ve "sözde" evrimsel ilerleyişini bozan bu kişilere parazitler olarak bakılıyordu. Nitekim bir süre sonra toplumdan soyutlanan bu insanlar, Hitler'den gelen gizli bir talimatla öldürülmeye başlandı.

II. Dünya Savaşı'nı kaybeden Nazi imparatorluğu, ardında milyonlarca masum insanın kanını bırakarak tarihe karıştı. Ama Nazi ideolojisine zemin hazırlayan toplumsal Darwinizm düşüncesi, yaşamaya devam etti.

Burada anlatılanlar birçok insanın bildiği konulardır. Ancak tarihte yaşanan ve günümüze kadar etkisi devam eden bu olaylardan ibret alan insanların sayısı çok azdır. İnsanların sadece farklı bir ırka mensup oldukları veya fiziksel olarak bir eksikliğe sahip oldukları için vahşi ve acımasız yöntemlerle katledilmeleri, bunu yapan insanların sahip oldukları hasta ve sapkın ruhun en açık delilidir. İnsanların hasta ve sapkın bir ruha sahip olmalarının nedeni ise dinsizliktir. Dinsizlik olduğu sürece insanlardan her türlü anormallik, acımasızlık, sapkınlık beklenmelidir. Böyle insanların peşinden sürüklenen ve kayıtsız şartsız bu "hasta" zihniyetli insanlara itaat eden milyonlarca insan olması da dinsizliğin bir başka göstergesidir.

Allah'tan korkup sakınan ve tüm gücün Allah'a ait olduğunu bilerek O'na dayanıp güvenen bir insan asla böyle zalimliklere ve sapkınlıklara boyun eğmez. Diğer insanları da bu tür insanların boyunduruğundan kurtarmak, onlara doğru olanı göstererek onları uyandırmak için cesaretli ve etkili bir çaba gösterir. Örneğin Hz. Musa, Hitler ve Mussolini ile aynı ırkçı ve zalim diktatör zihniyetine sahip olan Firavun'a karşı tek başına karşı koymuş ve İsrailoğulları'nı onun zulmünden kurtarmıştır. Hz. Musa'ya bu gücü veren onun Allah'a olan güçlü imanı ve bu imanın ona kazandırdığı üstün ahlakı ve vicdanıdır. Hz. Musa'nın Firavun'un karşısına çıktığında söyledikleri onun Allah'a olan imanını ve teslimiyetini açıkça göstermektedir:

Sonra bunların (peygamberlerin) ardından Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve önde gelen çevresine gönderdik; onlar ona (ayetlerimize) haksızlık ettiler. İşte bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bak. Musa dedi ki: "Ey Firavun, gerçekten, ben alemlerin Rabbinden (gönderilme) bir elçiyim. Benim üzerimdeki yükümlülük, Allah'a karşı ancak gerçeği söylemektir. Rabbinizden size apaçık bir belge ile geldim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder." (Araf Suresi, 103-105)

Özürlülere Karşı Gösterilen İnsanlık Dışı Tavırlar

1900'lü yıllarda tüm dünyayı ilgilendiren bir propaganda başlatılmıştı. Ernst Haeckel adı verilen evrimci biyoloğun başlattığı bu propagandanın amacı toplumun sözde evrimsel gelişmesinin hızlandırılmasıydı. Bunun sağlanması için de çözüm olarak yeni doğan sakat bebeklerin öldürülmesi öngörülüyordu. Hatta daha da ileri gidilerek özürlülerin, kanserlilerin ve akıl hastalarının da gizli bir biçimde öldürülmesi gerektiği, aksi takdirde bu kişilerin toplum için birer yük olacakları ve dolayısıyla toplumun evrimini yavaşlatacakları savunuluyordu.

Temelini evrim teorisinin kurucusu olan Darwin'in "yaşam mücadelesi" fikrinden alan bu düşüncelerin günümüzdeki yansıması toplumdaki özürlü insanlara karşı olan tavırlardır.

Dünyadaki pek çok ülkede özürlüler, sağlıklı kişilerden daha farklı muamelelere maruz kalırlar. Oysa bir insanın uzuvlarının eksik olması ya da yapı olarak bozuk olması bir insana karşı gösterilen saygı ve sevgiyi etkileyecek bir unsur değildir. Önemli olan o kişinin güzel ahlak gösteren, Allah'tan korkan ve yaşamını O'nun emirlerine göre düzenleyen bir kişi olmasıdır. Allah onların sorumluluklarını almış ve onları sadece itaat ve güzel ahlak göstermekle sorumlu tutmuştur. Allah'ın merhamet ederek kolaylık verdiği bu kullarına insanların da merhamet ve anlayışla yaklaşmaları gerekir:

Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur, topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederse, (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de sırt çevirirse, onu acı bir azap ile azaplandırır. (Fetih Suresi, 17)

Ernst Haeckel

Ernst Haeckel

Resimlerde sakat oldukları için toplum tarafından dışlanmış hatta elleri bağlı bir şekilde tutulan çocuklar görülüyor.

"Irkçılığın" Afrika Kıtasına Getirdiği Şiddet Dolu Yıllar

Mobutu

Mobutu, döneminde kendi bakanlarına 12.000 dolar maaş verirken, bir öğretmenin aldığı maaş sadece 8 dolardı. Mobutu'nun kişisel serveti ise gayrimenkullerinin dışında yaklaşık olarak 5 milyon dolardı.

Yıllardan bu yana Afrika kıtasının adı hep çatışmalar, savaşlar, açlık ve sefaletle bir tutulmuştur. Hak dinin yaşanmamasından, batıl fikirlerin peşinden gidilmesinden kaynaklanan çıkar çatışmaları sebebiyle bölgede kargaşa son bulmamaktadır. Bu kıtanın insanları, 1950'li yıllara kadar sömürgeci ülkelerin her türlü zulmü ve ırkçı yaklaşımlarıyla yüzyüze kalmışlardı. 1950'lerde Afrika'nın tümünde sadece 4 resmi bağımsız ülke vardı. 1962'de ise bu sayı otuza çıkmıştı. 1977'de ise birkaç ülke dışında tüm kıta bağımsızdı. Ancak bu bağımsızlık sadece görünüşteydi, özellikle de halk açısından. Çünkü eski sömürgeci yönetimler gitmişti ama ülkenin yönetimi yine de halkın elinde değildi. Çoğu Afrika ülkesi son derece otoriter, baskıcı ve zalim diktatörlerin yönetimi altına girmişti. Bu diktatörlerin hepsi de eski sömürgeci güçlere, yani Batılı büyük devletlere bağlıydılar. Dolayısıyla bağımsızlaşmak ülkelere özgürlük getirmemiş, tam tersine askeri baskıcı yönetimlerle yüzyüze bırakmıştı. Bunun üzerine bu diktacı yönetimlere karşı birleşen halklarla yönetimler arasında savaşlar başladı. Ancak bu yönetimler de bu arada boş durmuyor, halkın içindeki etnik ayrılıkları körükleyerek onların arasında bir savaş çıkarmayı hedefliyorlardı.

Zaire'de iki kabile arasında yaşanan savaş, 20. yüzyılda ırklar arasında yaşanan çatışmalara çok önemli bir örnektir. 1997 yılının ilkbaharında 5 büyük ülkeyi, Zaire, Ruanda, Uganda, Burundi ve Tanzanya'yı içine alan bir bölgeyi etkileyen bu savaş, iki büyük kabile arasında yaşandı: Hutu ve Tutsi kabileleri.

Çok büyük bir sefaletin yaşandığı bölgede 1960'lı yıllarda bağımsızlık ilan edilmiş, fakat ülke sömürgeci batılı devletlerin boyunduruğundan bir türlü çıkamamıştı. 1964 yılında Amerika desteğiyle iktidara gelen Albay Joseph Mobutu ise ülkesinin elindeki tüm maden kaynaklarını batılı ülkelere özellikle de ABD'ye açtı. Ülkenin sosyal düzeni için hiçbir şey yapmayan Mobutu yıllarca kendi servetini artırdı ve dikta sistemiyle halkın tüm taleplerini ve yükselen seslerini bastırdı. Ülkedeki enflasyonun yüzde 6000'lere tırmandığı dönemde ise bölgeyi oluşturan iki kabile arasında çok büyük bir çatışma başladı. Bu kabile savaşları çok büyük bir soykırıma da sahne oldu. Bir milyona yakın insan öldü. Göç eden onbinlerce kişi ormanlarda açlıkla, sefaletle, salgın hastalıklarla mücadele etti ve çok büyük bir bölümü öldü. Vahşice katliamlar gerçekleşti. Öyle ki küçük çocuklar, bebekler bile başka bir kabileden oldukları için öldürüldüler.

Zaire

Kötü beslenme yüzünden Zaire nüfusunun 1/3'ünden fazlası ölüyor, pek çok çocukta kalıcı beyin zedelenmeleri ortaya çıkıyor. Zaire'nin yarısı çocuk olan yaklaşık 30 milyonluk nüfusu, çamur kulübelerinde açlık içinde yaşıyorlar.

Zaire sınırındaki mülteci kamplarının elverişsiz ve ilkel şartlarında iki yıl hayatla ölüm arasında direnen dört yüz bin mülteci konvoylar halinde komşu ülkelere kaçıyor. Açlık ve sefaletin kol gezdiği ülkede baş gösteren kolera salgını ise işi daha da zor hale getiriyor. Yoksul ve kimsesiz insanlara yardım edilmiyor, yapılan çok az miktardaki yardım ise askerler tarafından alıkonuyor. Her türlü ilaç yardımına el konan Zaire'nin sadece Goma şehrinde o dönem boyunca her saat en az 10 çocuk ölmüştür.

Etnik ırklar arasında yaşanan savaşlar, yani "soy koruyuculuğu", pek çok ülke içinde vahşi sahnelerin yaşanmasıyla sonuçlandı. Allah Kuran'da dinden uzak cahiliye insanlarının bu nefret dolu soy koruyuculuklarına şöyle dikkat çekmiştir:

Hani o inkar edenler, kendi kalplerinde, 'öfkeli soy koruyuculuğu'nu (hamiyeti), cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü'minlerin üzerine '(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları "takva sözü" üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu." Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fetih Suresi, 26)

Gerek burada örneklerini gördüğümüz Afrika ülkelerinde, gerekse dünyanın dört bir yanında yaşanan ırkçı akımlar, işte dinsizliğin bu karanlık yüzünü açığa çıkarmaktadır. Bu karanlık yüzün yok edilmesi ise ancak hak dinin dünya üzerinde yaşanması ve yaşatılması ile mümkün olabilir.

Zaire

Zaire'de hayat öyle bir hal almış ki, açlık içinde yaşayan insanlara yardım için gönderilenler dahi satılarak, elde edilen parayla silah alınıyordu.

Zaire hükümet güçleri ile Tutsi kabilesi arasında çıkan çatışmalar arasında kalan yüzbinlerce Hutu mülteci insan seli halinde diğer ülkelere sığınmaya çalıştı. Bu göç sırasında çok büyük bir sefalet yaşandı.

Sömürge döneminde İngilizleşen ve İngiliz kültürünün bir temsilcisi durumundaki Tutsilerle Hutular arasında 1994 yılında yaşanan savaşta 1 milyona yakın Tutsi ölmüştü. 1996 yılındaki çatışmalarda ise diktatör Zaire yönetiminin baskısından ve Tutsiler'in katliamından kurtulmak isteyen Hutular Ruanda'ya doğru kaçmışlardı. Bir dilim ekmeğe muhtaç olan mülteciler yol boyunca kendilerini ne gibi tehlikelerin beklediğinden de habersizdiler.

PAYLAŞ
logo
logo
logo
logo
logo
İNDİRMELER
  • Giriş
  • Dinsiz İnsanların Amaçsızlığı
  • Allah Korkusu Olmazsa Ne Olur?
  • Gerçek Adalet, Kuran Ahlakının Yaşanması İle Sağlanabilir
  • Siyasi Hayatta Yaşananlar
  • Dinsizliğin Ekonomik Yaşam Üzerindeki Etkileri
  • Din Yoksulların ve Yetimlerin Korunmasını Emreder
  • Dinsiz Toplumlarda Ahlaki Çöküntü
  • Dinsizliğin Neden Olduğu Cinayetler
  • Dünyanın Dört Bir Yanında Yaşanan Savaşlar
  • "Öfkeli Soy Koruyuculuğu": Irkçılık
  • Dinsiz Toplumlarda Yaşanan Zulüm ve Kargaşa
  • Sonuç
  • Evrim Yanılgısı