Yirminci yüzyıl insanlık tarihine savaşların, soykırımların, çatışmaların yüzyılı olarak geçti. Dünya tarihi boyunca en fazla kanın akıtıldığı bu yüzyılda, milyonlarca insan sebepsiz yere hayatını yitirdi, milyonlarcası evinden yurdundan oldu, sakat kaldı, yakınlarını kaybetti. Dünya tarihinde çok önemli etkileri olan, yeni ülkelerin kurulması ve pek çoğunun da yıkılmasıyla sonuçlanan iki büyük dünya savaşı bu yüzyılda yaşandı. Daha önceki dönemlerde yaşanan savaşlar sadece birkaç ülke arasında, cephelerde gerçekleşirken, bu savaşlar dünyanın dört bir tarafındaki ülkeleri içine aldı. Sadece Birinci Dünya Savaşı'nda 9 milyon kişi öldü, 20 milyona yakın kişi yaralandı.
Bu yüzyıldaki savaşların bir başka özelliği de sivillerin doğrudan bombalanması, çocukların, kadınların, yaşlıların katledilmesi oldu. Soykırım kavramı da gerçek anlamıyla 20. yüzyılda insan hayatına girdi. Vietnam'da, Filistin'de, Keşmir'de, Ruanda'da, Bosna ve Kosova'da, Çeçenistan'da yüz binlerce silahsız insan hayatını kaybetti, kadınlar tecavüze uğradı, işkenceler yapıldı, insanlar hayatlarını kamplarda devam ettirmeye çalıştılar.
Ey iman edenler, |
Kuran'da bunlara benzer bir örnek Firavun dönemi ile ilgili olarak verilmiştir. Firavun örneğinde gördüğümüz, bu vahşi katliamlarda her zaman savunmasız, zayıf bırakılmış kişilerin hedef alınmasıdır. Kasas Suresi'nde Firavun'un halkını fırkalara ayırdığı, zayıf bıraktığı ve savunmasız insanları katlettiği şu şekilde ifade edilir.
Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)
Hani Musa kavmine şöyle demişti: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O sizi Firavun ailesinden kurtarmıştı, onlar sizi en dayanılmaz işkencelere uğratıyor, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir sınav vardır. Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 6-7)
Günümüzde ise basında tüm ayrıntılarıyla yer alan bu tür katliamlar, bunları gerçekleştirenlerin insanlıktan ne kadar uzaklaştıklarını açıkça gözler önüne sermektedir. Her türlü ahlaki duyarlılıktan, insani duygulardan, merhametten, şefkatten, sevgiden, acıma duygusundan uzak olan bu insanların belki kendilerinin bile ne uğurda savaştıklarından haberleri yoktur. Bu durum günümüzde süregelen savaşlar için de geçerlidir. Savaşları planlayanların, ateşleyenlerin ve bunlardan çıkar bekleyenlerin belli bir amaç doğrultusunda yaptıkları bu çatışmaların sebepleri, savaşın bizzat içinde olan pek çok kişi tarafından bilinmemektedir.
Bu vahşi katliamları gözlerini bile kırpmadan gerçekleştirebilecek kadar insanlıktan çıkan kişilerin içinde bulundukları durumun nedeni ise, önderlerinden aldıkları eğitimdir. İnsanın bir hayvan gibi görüldüğü, işkencenin, vahşetin makul hale getirildiği bu sistemde her türlü ahlaki değer önemini kaybetmiştir. Bu açıdan bakıldığında günümüzde vahşetlere öncülük eden liderlerle Kuran'da anlatılan Firavun ve askerlerinin çok büyük benzerlikler taşıdığı görülür. Allah onların cehennemde şiddetli bir azapla karşılaşacaklarını bildirmiştir:
Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyamet günü yardım görmezler. Bu dünya hayatında onların arkasına lanet düşürdük; kıyamet gününde ise, onlar çirkinleştirilmiş olanlardır. (Kasas Suresi, 41-42)
Dünyada yaşanan tüm bu vahşetlerin kökeninde aslında Darwin'in teorisinin büyük bir rolü vardır. |
Yapılan tüm katliamların ve insanların gözlerini kırpmadan birbirlerini öldürmelerinin sebepleri incelendiğinde ise, karşımıza 19. ve 20. yüzyılın düşünce hayatını etkisi altına alan maddeci (materyalist) yaklaşım çıkar. Materyalizm tek gerçek varlığın madde olduğunu ve maddeden başka hiçbir şeyin var olmadığını öne süren bir düşünce sistemidir. Bu sisteme göre madde ezelden beri vardır ve sonsuza kadar da var olmayı sürdürecektir. Dolayısıyla Allah'ın varlığı ve manevi hayata ilişkin tüm değerler ve güzel ahlak bu anlayışla reddedilmektedir. Yine bu çarpık anlayışa göre insan, hayatını devam ettirebilmek için vardır, kimseye karşı sorumlu değildir ve kendi menfaatlerini gözetmelidir.
Materyalist felsefeciler tarafından savunulan evrim teorisi ise bu çarpık anlayışa çok önemli bir dayanak teşkil etmektedir. Evrim teorisi ilk ortaya atıldığı dönemden beri materyalist dünya görüşünü desteklerken, bir yandan da özellikle insanlar arasında yaşanan katliamlara zemin hazırlamıştır. Darwin, "yaşam mücadelesi" kavramıyla her zaman zayıf bireylerin eleneceğini ve güçlü olanların ayakta kalacağını iddia etmiştir. Bu ırkçı görüş zamanla "Sosyal Darwinizm" adını almış ve 19. yüzyıldaki ırkçı düşüncelere ve vahşi kapitalizme dayanak teşkil etmiştir. Bu düzen içinde zayıf insanlar, düşkünler, sakatlar ortadan kaldırılması gereken, evrimini tamamlayamamış yaratıklar olarak ifade edilir. (Bkz. Darwin'in Türk Düşmanlığı, Harun Yahya)
Bu maddeci yaklaşım içinde insan hayatı hiçbir önem taşımaz. Özellikle de zayıf insanların katledilmesinde, yok edilmesinde herhangi bir engel yoktur. Sadece bir toprak parçası, kişisel hırslar ya da doğal kaynaklar uğruna insanların öldürülmelerinin altında yatan sebep, işte insan hayatının bu derece değersiz görülmesidir. Maddeyi mutlak sayan, Allah'ın varlığını inkar eden insanlar, bu telkin altında her türlü suçu işleyebilmekte ve insanları da bu zalimliğe yönlendirmektedirler.
Kuran ahlakında ise insan hayatı çok önemlidir. Kuran'da tek bir insanın hayatına kast etmek bütün insanları öldürmekle bir tutulur:
Dünya tarihi, bir toprak parçası, bir ideoloji vs. uğruna çıkan savaşlarda hayatanı yitirmiş insanlarla, harap olmuş şehirlerle doludur. |
Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan bir çoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır. (Maide Suresi, 32)
Yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı gibi, Kuran uyan bir toplumda insanlar haksız yere öldürülmez, evlerinden sürülmez, işkence görmez, haksızlığa uğratılmazlar. Daha önceki konularda da belirttiğimiz gibi, Kuran, insanlar arasında adaletle ve güzellikle davranılmasını emretmektedir. Bunun aksi davranışlardan, zulümden, çıkarcılıktan, başkalarının hakkına tecavüz etmekten insanları sakındırmaktadır. Yeryüzündeki zulme ve adaletsizliğe razı olmadığını söyleyen kişilerin yapması gereken de, Allah'ın varlığını, hesap gününü ve Kuran ahlakını insanlara tebliğ etmektir. Doğru olanın bu olduğunu bildiği halde tebliğden kaçınan, gördüğü zulümlere göz yuman bir insan ise Allah'ın azabından korkmalıdır. Çünkü Allah insanları yeryüzüne yerleştirmiş ve onların nasıl davranışlarda bulunacağını deneyeceğini haber vermiştir:
Andolsun, sizden önceki nesilleri, resulleri kendilerine apaçık deliller getirdiği halde, zulmettikleri ve iman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrattık. İşte Biz, suçlu-günahkar olan bir topluluğu böyle cezalandırırız. Sonra, nasıl yapıp-davranacaksınız diye gözlemek için, onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık. (Yunus Suresi, 13-14)
Dünya üzerinde gerçekleşen savaşların nedenlerini incelemek, bu vahşetlerin ne kadar anlamsız sebeplerle başlatıldığını anlamak için yeterlidir. Hiçbirinin binlerce insanın hayatını kaybetmesine, sakat kalmasına değecek bir nedeni yoktur. Yıllarca süren, binlerce kişinin ölmesine ve yaralanmasına, binlercesinin evlerini terk etmelerine, ülke ekonomilerinin çok büyük bir yıkım yaşamasına neden olan bu savaşların en önemli sebebi, savaşları örgütleyenlerin bozguncu karakterleri ve birbirlerinin hakkına tecavüz etmeleridir. Bencil ve acımasız olan, merhamet, şefkat yardımlaşma gibi her türlü insani duygudan uzak, kişisel hırslarını ve liderlik arzusunu tatmin peşinde koşan insanları içine alan bu bozguncu karakter Kuran'da şu şekilde tarif edilmektedir:
O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o. (Bakara Suresi, 205-206)
İslam ahlakının yaşandığı bir toplumda insanların sırf çıkarları uğruna masum insanların kanını dökmesine, gencecik insanların katledilmesine asla izin verilmez. Kuran'da insanların birbirlerine her zaman güzellik ve barışla yaklaşması emredilir. |
Bir ülke diğerine ait olan topraklarda geçmişe yönelik hak iddia eder, o ülkeye saldırır ve savaşların bir bölümü bu şekilde başlar. Bir parça toprak uğruna başlatılan bu savaş iki ülkeyi de geriye götüren çalkantılı bir dönem halini alır. Savaş bir türlü bitmek bilmez, iki taraf da silahlanmak için tüm maddi varlığını harcar. Ülkelerin bütçeleri sağlık ya da eğitim yerine silahlanmaya ayrılır ve hiçbir sonuç elde edilmez. Bu çatışmalardan çıkar elde eden gruplar, silah lobileri, büyük şirketler vardır. Zarar gören kesim ise çoğunluğu oluşturan halktır. Sonuç genellikle her iki taraf için de çok büyük bir yıkım olur. Çünkü yeryüzünde zorbalık yapan her kavim çeşitli sıkıntılarla karşılaşır, dünya üzerinde rahatlık içinde yaşayamaz. Allah haksızlıkta bulunanları acıklı bir azapla müjdeler:
Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere 'tecavüz ve haksızlıkta bulunanların' aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır. (Şura Suresi, 42)
Savaşların bir başka nedeni de yeraltı kaynakları, doğal zenginlikler, madenler ya da sudur. Bazı ülkeler kendinde olmayıp, komşularında mevcut olan bu kaynaklara göz diker ve bir şekilde elde etmek için çatışmalar çıkarmaya çalışır. İyi bir planlama, yüksek bir teknoloji ile bu sorunların üstesinden gelmek mümkünken savaş çıkarıp, hepsinin kendi kontrolünde olmasını ister. Böyle bir durumda masum insanların, kadınların, çocukların ölmesini umursamaz. O ülkede karışıklık çıkarır, su kanallarını bombalar, her türlü zulmü makul karşılar.
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır;
o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse,
sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.
(Fussilet Suresi, 34)
Savaştan zarar gören sadece askerler değildir. Çıkan savaşlar can ve mal kaybının yanısıra sivil halkın psikolojileri üzerinde de derin izler bırakmıştır. |
Allah, Nisa Suresi'nde de belirtildiği gibi ihtiyaç içinde olan insanlara yardım konusunda inanan her kişiye bir sorumluluk yüklemiştir:
Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)
Kuşkusuz burada öncelikle yapılması gereken, insanlara Allah korkusunun ve ahirette hesap vereceklerinin hatırlatılmasıdır. Bunun dışında yapılan girişimlerin ise kesin bir sonuç vermesi zordur. Çünkü ancak Allah korkusu olan bir insan zulümden, haksızlıktan, insanları katletmekten çekinebilir. Aksi takdirde onu engelleyecek bir güç olmaz; her fırsat bulduğunda tekrar eski tutumuna geri döner. Ancak Kuran ahlakının üstünlüğünün, güzelliğinin farkına varacak olan insanlar sürdürmekte oldukları zulüm dolu hayattan vazgeçebilirler ve diğer insanları da vazgeçirmek için çalışabilirler. Bu nedenle de tüm Müslümanlara bu insanlara dini tebliğ etme sorumluluğu düşmektedir. Dinin güzellikleri, insanlara kazandıracakları, vereceği zevk ve güven insanlara anlatılmalıdır. Böylece bu savaşların devam etmesi için bir neden kalmayacak, her türlü aksaklık barış içinde çözümlenecektir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki bu barış, Kuran'ın çağırdığı ahlaka yalnızca belirli kişilerin icabet etmesiyle olmaz. Dünya genelinde kesintisiz bir huzurun sağlanması yine dünya genelinde bu ahlakın benimsenmesiyle mümkün hale gelir. Aksi takdirde yalnızca belirli bölgeler Kuran'ın sunduğu güzelliklerden faydalanabilirler. Diğer insanlar yine kargaşa, zulüm, savaş, yoksulluk, ezilmişlik dolu bir hayat yaşarlar.
Kuran ahlakını hayatının her anında yaşayan insanlar yardım bekleyen ülkelerden gelen sese karşı asla duyarsız kalamazlar. |
Allah'a iman eden ve Kuran ahlakını hayatının her anında yaşayan insanlar için çevrelerinde gerçekleşen her olayda çok büyük hikmetler ve işaretler bulunmaktadır. Çünkü Allah her olayı bir sebep üzerine yaratmakta, insanları da bunlar karşısındaki tavır ve tutumlarıyla denemektedir. İnanan her insanın üzerine düşen sorumluluklar vardır. Allah'ın varlığını ve birliğini anlatmak, insanları kötülükten men etmek, iyiliği emretmek ve Allah'ı inkar eden her türlü akıma karşı fikri bir mücadele yürütmek. Böylece dinin gerektiği gibi anlatılmasıyla güçlü vicdana sahip, Allah'tan korkan topluluklar oluşacak, dinin yaşanmamasından kaynaklanan tüm problemlerin çözümü kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Allah, "(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur." (Bakara Suresi, 193) ayetiyle inananların üzerine düşen bu sorumluluğu hatırlatmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi günümüzde yapılması gereken öncelikli mücadele, dini inkar eden maddeci felsefeyle yapılan fikri mücadele olmalıdır. Elbette ki bu mücadele Kuran'da tarif edilen barışçı ve uzlaşmacı yaklaşım içinde gerçekleştirilir. Bunun sonucunda, ideolojik zeminleri ve dayanak aldıkları felsefeleri çökertilen tüm düşünce sistemleri birer birer ortadan kalkacaktır. Allah, "Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size." (Enbiya Suresi, 18) ayetiyle bizlere hakkın karşısında batılın kesinlikle ortadan kalkacağını bildirir.
Bu nedenle de dinin Kuran ahlakından uzak olan tüm insanlara anlatılması, insanların dinsizliğin sonuçlarından biri olan karanlık dünyadan çıkmaya teşvik edilmeleri gerekmektedir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde de dünya üzerinde çatışmaların yaşandığı ülkelerden bahsedilmesinin sebebi, bu konuda bilgi aktarmak değildir. Çünkü bu ülkelerle ilgili olarak yazılmış binlerce kitap, onbinlerce tez bulmak mümkündür. Burada bu konu üzerinde durulmasının amacı, çözüm bekleyen zayıf bırakılmış insanlara yardım elinin uzatılmasıdır. İnananlara bu şerefli görevi bir kez daha hatırlatmak, dünya üzerinde yaşanan tüm çatışmaları, zulüm gören insanları, kadınları, çocukları, "zayıf bırakılmış" halkların durumunu düşündürmek açısından bu konu çok büyük önem taşımaktadır. Kimse "bu savaş benim bulunduğum yerden çok uzak, benim yapabileceğim birşey yok" diye düşünmemelidir. Yoksa bir savaş bitecek bir diğeri başlayacak ve hiçbir zaman bir çözüm bulunamayacaktır.
Çözüm üretmek adına trilyonlar harcayarak kuruluşlar oluşturup, buralarda yüzlerce kişiyi gereksiz yere istihdam etmenin çözüm olmadığını herkes çok iyi bilmektedir. Çünkü bu tip bazı kuruluşların şu ana kadar ne kadar çözüm ürettikleri, ne kadar insanın hayatını kurtardıkları ortadadır. Bugün herkes çok iyi bilmelidir ki Kosova'da, Bosna'da, Keşmir'de, Filistin'de zulüm gören ve "bir yardımcı" bekleyen bu kişiler için tek çözüm Kuran ahlakının yaşanmasıdır.
2000'li yıllara girmek üzere olduğumuz şu günlerde dünya kamuoyunda yer alan konulardan biri, yıllardır süregelen Çeçenistan-Rusya savaşıdır. Özellikle de Rusya'nın sivillere yaptığı bombardımanlar, kadınlara, çocuklara ve silahsız halka yaptığı saldırılar konuyu daha da önemli bir hale getirmektedir. Pazar yerlerine, hastanelere, doğumevlerine yönelen bombalar, kadınları, çocukları, yaşlıları en savunmasız hallerinde yakalamakta ve herşey tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşmektedir. Sadece bir doğumevindeki bombalamada on beş bebek hayatını yitirmiştir. Savaştan kaçıp, sınırı geçmeye çalışan masum halka karşı askerlerine "vur" yetkisi veren, hatta mülteci konvoylarını bombalayan Rus yönetiminin vurdumduymaz tavrı ise bu vahşeti daha açık bir şekilde ifade etmektedir.
Masum halka uygulanan katliamın bir örneğine Kuran'da tarif edilen Firavun döneminde de rastlarız:
Sizi, dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, Firavun ailesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Onlar, kadınlarınızı diri bırakıp, erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. (Bakara Suresi, 49)
Kuran'da da dikkat çekildiği gibi savunmasız halk, her dönemde Firavun karakterindeki bu kişiler tarafından birinci hedef olarak seçilmektedir. Savunmasız halkı çok büyük tehlike altında olan bu ülkenin tarihine kısaca göz atmak, yaşanan vahşeti anlamak açısından faydalı olacaktır.
Ruslar'ın Çeçenistan'da yaptığı katliamı bütün dünya izliyor ancak sadece vicdanlı olan çok az bir kesim gerçek anlamda yardım elini uzatıyor. Onların çabaları da kısıtlı olduğu için sonuç vermiyor. Çeçenistan Devlet Başkanı Aslan Mashadov'un Papa II. Jean Paul'e yazdığı bir mektupta belirttiğine göre Rusların 5 Eylül'de başlattığı hava bombardımanından Ekim sonuna kadar 3265 sivil ölmüş, 5000 kişi de yaralanmıştır. |
Yeni Şafak Gazetesi, 31/10/99 |
Yeni Mesaj Gazetesi, 28/10/99 |
Yeni Şafak Gazetesi, 31/10/99 |
Çeçenistan'ı da içine alan Kafkasya 1918 yılından itibaren Sovyet Rusya'nın hakimiyeti altındaydı. Bu dönemde komünist Moskova çok geniş bir bölgede hakimiyet kurarken, etnik grupların yoğun olarak yaşadığı toprakları da suni sınırlarla birbirinden ayırmıştı. Hatta bazı halkların yerleri değiştirilerek, etnik ayrım daha da arttırılmıştı. İkinci Dünya Savaşı'nda komünist yönetim Kafkas halkları bir gecede trenlere bindirerek Sibirya'ya ve Orta Asya'ya sürdü. Yüzbinlerce insan yollarda hayatını kaybederken, geride kalan topraklara başka halklar yerleştirildi. Daha sonra yurtlarına dönen bu topluluklar, evlerinde başka insanların yaşadıklarını gördüler. Bugün o bölge içinde yaşanan anlaşmazlıklar, Moskova'nın o dönemdeki "böl ve yönet" politikasına dayanmaktadır.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Rusya içindeki etnik gruplardan bazıları bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kimileri ise Rusya içinde kalarak, ekonomik ilişkilerinde bağımsızlaşma yoluna gitti. Yıllar süren komünist Rus yönetimi altında çok büyük baskılar gören 1 milyon nüfusa sahip Çeçenler, Johar Dudayev önderliğinde bağımsızlık savaşına başladılar. Yaşanan on sekiz aylık şiddetli savaştan sonra Çeçenler 1996 yılında Rus ordularının çekilmesiyle bağımsızlığını ilan etti. Fakat Çeçenistan'ın nihai statüsü 2001 yılında Moskova'yla Grozni arasında yeniden görüşülmek üzere rafa kaldırıldı. Çatışmalar daha küçük çaplı olsa da devam etti.
Çeçenistan'ın bağımsızlık mücadelesi diğer cumhuriyetleri de hareketlendirdi. Kuzey Kafkasya halkları 1998 yılında Çeçenistan'ın başkenti Grozni'de Kuzey Kafkasya Halkları Şurası'nı topladı. Buluşmada Kuzey Kafkasya halkları arasında çatışma çıkmaması konusunda fikir birliğine varıldı. 1999 yılında yaşanan çatışmaların kökeni işte bu toplantıda alınan kararlarla ilgiliydi. Ruslar Dağıstan'da bazı köyleri kuşatarak bombardımana tutmaya başladı. Toplam 1500 kişilik nüfusu olan bu köyler Çeçenistan'dan yardım istediler. Çeçen gazisi Şamil Basayev 1999'un yaz aylarında Rus zulmünden kurtulmak için kendilerinden yardım isteyen Dağıstan halkına yardıma başladı. Bombardıman altında kalan köylerden sadece iki kişi kurtuldu ve Rusya ile Çeçenistan arasındaki yeni savaş bu şekilde başladı.
Dağıstan, nüfusunun yüzde 80'i Müslüman olan, Çeçenistan'a komşu bir Kafkas ülkesidir. Dağıstan'ın Çeçenistan'dan yardım istemesinin sebebi ise Çeçenlerin 1996 yılında Ruslara karşı elde ettikleri büyük başarıydı.
Rusya'nın Çeçenistan konusunda bu kadar saldırgan bir yaklaşım sergilemesinin altında çok farklı çıkarlar yatmaktadır.
Fakat savaşlarda neden her ne olursa olsun en büyük zulmü gören, en çok kayıp veren her zaman için kadınlar, çocuklar ve zayıf bırakılan kişiler olur. Yoklukla, açlıkla, hastalıklarla, susuzlukla boğuşan ve tüm bu yoklukların içinde yaşamını devam ettirmeye çalışan hep onlardır. Rusların başından beri istediği Çeçenlerin göç etmesini sağlamak, halkları asimile etmek ve Çeçenistan'a farklı kökenlerden insanların iskan edilmesini sağlamaktır. Bu amaçla binlerce masum insanın katledilmesi ise makul karşılanmakta, üstelik dünya ülkelerinin gözü önünde gerçekleştirilen bu katliama açıkça göz yumulmaktadır.
Keşmir, Hindistan ve Pakistan arasında yıllardır süregelen ve yine binlerce sivilin hayatını kaybettiği bir savaşın yaşandığı bölgedir. Ülkede İngiliz sömürgesi sona erdikten sonra Hintli Müslümanlar Hindistan'dan ayrılıp Pakistan'ı kurdular. Pakistan ve Hindistan arasında nüfus mübadelesi yapıldı. Hindistan sınırları içinde yaşayan çok sayıda Müslüman Pakistan'a göç etti. Ancak nüfusunun ezici çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Jammu/Keşmir eyaleti, Hint yönetiminin oyunları ve İngilizlerin desteğiyle Hindistan egemenliğinde kaldı. O tarihten bu yana Keşmir çok büyük katliamlara sahne olmaya devam etmektedir. Keşmirliler Pakistan'a katılmak istemekte ve genelde bağımsızlık talebi gütmemektedirler. Fakat Hinduların Müslümanlara yaptığı baskı gün geçtikçe daha da artmaktadır. Hatta Hintliler Keşmirli Müslümanlara karşı kimyasal silah kullanmaktadırlar.
Keşmir'deki Hintli Müslümanlar yıllardır, kendilerine yapılan zulme sabrettiler. Kuşkusuz bu işkencelerin durması için Kuran ahlakının herkes tarafından yaşanması tek çözümdür. |
Keşmirli Müslümanlar geçmişte Hint yönetimine direnmek ve bağımsızlıklarını kazanmak istemişlerdi, bunun üzerine 1947, 1965, 1971 yıllarında üç büyük katliam gerçekleştirildi. On binlerce Keşmirli Müslüman öldürüldü, kadınlara tecavüz edildi, çocuklar katledildi. 1990'dan bu yana da aynı katliam, soykırım ve asimilasyon politikası devam etmektedir. Uluslararası örgütlerin raporlarına göre yüzlerce kişi işkence sırasında ölmüş, binlerce kişi sakat kalmış, evler kundaklanmış, gazeteler ve İslami eğitim veren okullar kapatılmıştır. İnsanlar halen mağara benzeri yerlerde, çok zor şartlar altında yaşamlarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar.
Çoğu insan belki kendisinden kilometrelerce uzakta yaşanan bu katliamlar için "ne yapabilirim ki" diye düşünebilir. Ama bu, son derece insaniyetsiz ve Kuran ahlakından uzak bir düşünce tarzıdır. Çünkü kitabın başında da vurguladığımız gibi inananların üzerine düşen sorumluluk en yakınındaki kişilerden başlayarak dinin tüm dünyaya anlatılmasıdır. Aşağıda Keşmir'deki mülteci kamplarını ziyaret eden bir gazetecinin izlenimlerine yer verilmektedir. Yalnızca bu tasvirler dahi bir insanın vicdanını harekete geçirmek için yeterli olmalıdır. Söz konusu gazetecinin yazısında, kamptaki hayat şu şekilde tasvir edilmiştir:
Ambor mülteci kampı 1990 yılında Camu Keşmir'den kaçan Keşmirliler için kurulmuş. Hayat standartları normalin çok çok altında. Küçük küçük toprak evlere insanlar adeta tıkışmış. Girdiğimiz tek odalı bir evde bir tek yatak var. Kaç kişi kaldığını sorduğumuzda aldığımız cevap "9 kişi" . Kampta toplam 1110 kişiden oluşan 214 aile yaşıyor. Hayat standartlarının çok düşük olduğunu görmek için topraktan yapılmış evlerden bir tanesine girmeniz yeterli. Evler genelde iki odalı. Odalarda birkaç tane kullanılamayacak çanak çömlek. Bir veya iki tane yatak.. Yataklara yatak demek için bin şahit gerekli. Köşede oturmuş bir anne, kucağında bebeği. Kimi zaman içerisinde tutuşturulmuş üç beş dal parçasının bulunduğu toprak ocakta kaynayan bir kazan. Etrafta kum veya yaş yiyecek adına hiçbir şey yok! Ama utandığımdan hiçbir kazanın kapağını açma cesareti bulamadım. Hangi çadıra girdiysek ortada ne yiyecek adına ne yatacak adına hiçbir şey görmedik! Çadırların birinde ortada yerde küçük eski bir bez parçası seriliydi. Belli ki yatak olarak kullanılıyordu. "Bu çadırda kaç kişi kalıyor.?" diye sorduğumda aldığım cevap "11 kişi" idi... Ve dışarda yine tek tük kaynayan bir saç kazan!
Kosova'nın içinde bulunduğu bölge 1912'deki Balkan Savaşı'na kadar Osmanlı egemenliği altındaydı ve halkının çoğunluğu Müslümanlardan oluşuyordu. Osmanlı hakimiyetinin sona ermesinden sonra da bölge halkları bu mirası devam ettirmişlerdi. Soğuk Savaşın bitiminden sonra dünya üzerinde yeni bir dönem başladı. Özellikle de Balkanlar'da rejim ve harita değişiklikleri yaşandı. Osmanlı'nın mirasını devam ettiren kuşak da, bu değişimin tam merkezinde yer aldı. Bosna'da ve Kosova'da yaşananlar bunun bir sonucudur.
2 milyon nüfuslu Kosova, Sırbistan'ın yüzde 12'si büyüklüğünde. Yüzde 90'ı Müslüman Arnavutlardan oluşuyor. 1989 tarihinden itibaren Kosova'yı polis baskısı altında tutan ve Kosovalıların kendi dillerinde eğitim yapma haklarını kaldıran Sırplar, 28 Şubat 1998 tarihinden bu yana Kosova'da büyük bir katliam gerçekleştirmişlerdir. |
2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'da yaşanan en büyük soykırım operasyonu ile Sırplar, Kosova nüfusunun yüzde 90'ını oluşturan Müslüman Arnavutları yok ederek bölgeyi Sırplaştırmak istiyor. Sırplar'ın bu planlarını, Bosnalı Müslümanlara karşı gerçekleştirdikleri acımasız katliam ve sistemli tecavüzlerin verdiği korkular da kolaylaştırıyor. Sırplar, zorla boşalttıkları köylere Sırp aileler yerleştirerek, demografik yapıyı lehlerine değiştirmek suretiyle sonuca ulaşmak istiyorlar. Hatta NATO sözcüsünün verdiği bilgilere göre, Sırplar Kosovalı Müslümanlara ait kültürel kimliği tamamen silebilmek için tapu ve evlilik kayıtlarını bile tahrip ediyorlar. |
Geçtiğimiz Mart ayında başlayan büyük mülteci göçü Kosova'nın bütün şehirlerini hayalet şehir haline getirmişti. Evlerinden, yurtlarından ayrılan insanlar soğuk ve yağışlı günlerde çoluk çocuk yollara düşüp, herşeylerini geride bırakmışlardı. Yaklaşık üç ay sonra ise apayrı bir dünyaya döndüler. Yakılan ve yıkılan evler, kayıp yakınlar, hasta çocuklar, yağmalanmış eşyalar… Savaş ve göçten önce kimin durumu ne olursa olsun, bu andan itibaren herkes bir diğeri gibi hayata başlamak zorundaydı. |
Kosova'da Sırplar'ın şiddetli bir soykırım kampanyası yürüttüğü, bölgedeki görevlilerin raporlarıyla da doğrulandı. Halka ve mültecilere çok büyük zulüm, işkenceler ve eziyetler yapıldı. Kadınlara tecavüz edildi, çocuklar, hamile kadınlar öldürüldü, her türlü bina imha edildi. Şu ana kadar 100 binden fazla kişinin öldürülmüş olabileceği söyleniyor. Bu arada göç edenlerin durumu da içler acısı. Makedonya-Yugoslavya sınırında 250-300 bin civarındaki göçmen içinde 20'den fazla bebeğin ve bir o kadar yaşlı insanın sadece bu bekleyiş sırasında hayatlarını kaybettikleri bildiriliyor. |
Sırplar'ın Arnavutluk-Yugoslavya sınırında bulunan Morino sınır kapısından geçişine engel oldukları 10 bin mülteciyi geri götürüp vurulması muhtemel stratejik tesislere kapattıkları biliniyor. Arnavutluk'un Roma Büyükelçiliği ise 25 bin Kosovalı mültecinin kayıp olduğunu belirtiyor. NATO Avrupa Kuvvetleri Komutanlığı'na (SHAPE) göre 960 bin Kosovalı, mülteci durumuna düştü. UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu)'nin verdiği bilgiye dayanan İngiltere Dışişleri Bakanı, Kosova'nın dağlık arazisinde 400 binin üzerinde sivil Arnavut'un dağınık halde bulunduğunu, bu kişilerin açlık sorunu çektiklerini ve sürekli ölüm tehdidi altında bulunduklarını belirtti. UÇK yetkilileri, Berişa Dağı'nın eteklerine sığınan yaklaşık 40 bin sivil Arnavut'un Sırp tank ve topçu birlikleri tarafından bombardımana tutulduğunu belirtiyorlar. |
Onlar, 24 Mart'ta başlayan NATO operasyonu sonrasında en ilkel ulaşım araçlarıyla veya günlerce yürüyerek göç etmek zorunda kalan 300 bini aşkın Kosovalı aileden sadece biri. Geride kalıp katliamlara, tecavüzlere maruz kalanlar ya da yoğun kış şartları sebebi ile yolda hayatını yitirenleri düşündüklerinde durumlarını çok iyi görüyorlar. Yeni göç dalgası ile birlikte son bir yıl içerisinde Kosova'dan göç etmek zorunda bırakılan Kosovalılar'ın sayısı 500 bin gibi yüksek bir rakama yaklaşıyor. |
Kendi döneminde bir "denge unsuru" olan Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra ortaya çıkan boşluğu Dünya Savaşları ve kurulan yeni devletler dolduramadı ve yaşanan çatışmalar bu boşluğun bir göstergesi oldu.
Bosna'da üç yıl boyunca Müslümanlara karşı yürütülen vahşet, yeryüzünde zulüm gören insanların durumunu anlatmak için önemli bir örnektir. Sırplar Nisan 1992'de başlattıkları bu savaş sayesinde Müslümanları birkaç haftada yok edeceklerini ya da göçe zorlayacaklarını hesaplıyorlardı. Ama Bosnalı Müslümanların oluşturduğu ordu çok kısa sürede toparlandı ve kimsenin ummadığı bir direnç gösterdi.
Savaş 1995 baharına kadar sürdü. Ve bu savaş boyunca tarihte eşine az rastlanır bir vahşet yaşandı. Sırplar tarafından öldürülen Bosnalı Müslümanların sayısı 200 bini aştı, 2 milyon insan evlerinden sürüldü, 50 bine yakın Müslüman kadına tecavüz edildi, Sırp toplama kamplarına alınan Müslümanlara inanılması zor işkenceler yapıldı, on binlercesi sakat kaldı… İşin en dikkat çeken yanı ise Bosnalılarla, onlara bu vahşeti uygulayan Sırplar'ın aynı ırktan olması ve aynı dili konuşmasıdır. Tek fark dindir. Diğer bir deyişle Bosna'da ve Kosova'da yaşananlar tam anlamıyla bir din ayrımcılığıdır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Gizli El Bosna'da, Harun Yahya, Vural Yayıncılık)
Saraybosna'da tüm binalar hasarlıydı. Bazıları kurşun deliklerinden harap durumdaydı. Gökdelen sayılabilecek binaların tümü bombalanmıştı. Hemen her binada kurşun ve yangın izleri vardı. Yollarda roketlerle parçalanmış otobüs ve tramvay enkazları duruyordu. Camı sağlam tek bir ev bile yoktu. |
Sırp askerleri ilk önce Boşnaklar'ın bulunduğu köylerin etrafını çevirip, bölgeye giriş çıkışı tamamen kontrol altına alıyorlardı. Daha sonra çember yavaş yavaş daraltılıyor, gece-gündüz yapılan taciz ateşleri yoğunlaştırılıp, halkın paniğe kapılması sağlanıyordu. Daha sonra "Meydanda toplanıp, teslim olun!" diye çağrılar yapıp, "Yoksa ölürsünüz!" diye tehditler savuruyorlardı. Meydanda toplanan halka ne yapılacağı ise Sırp askerlerinin isteğine kalıyordu…. Bosna'da Sırpların kurduğu esir kamplarından bir görüntü. (Ortadaki resim) Bosna'da mezarlarda yer kalmadığı için böyle bir mezarlık sistemi oluşturulmuştu. (Üstte sağdaki resim) |
Genelde Sırp askerleriyle kuşatılmış durumda olan köylerde yiyecek girişi tamamen askerlerin insafına bağlıydı. Tüm insanlar, açlık, hastalık, yokluk ve ölümle yüzyüze yaşıyorlardı. Kaçmaktan başka bir şansları kalmadığını düşünenler günlerce dağ bayır, çıplak ayakla, soğukta yürüdükten sonra güvenli yerlere sığınıyorlardı. Bu mülteciler savaşın başka bir yüzünü gösteriyordu. Çünkü çadırlarda sefalet içindeki hayat korkunçtu. Binlerce mülteci çocuk ailelerinin çaresizliğini ve korkusunu onlarla birlikte yaşıyorlardı. |
Uzakdoğulu Müslümanların yaşadığı zorlu hayat da dünyanın diğer savaş halindeki ülkelerinden hiç farklı değildir. Endonezya dünyanın en büyük Müslüman ülkesidir. Bu bölge Avrupa kıtası kadar geniş bir alana yayılmış olan Uzakdoğu takımadalarından oluşur ve 200 milyonu aşkın nüfusa sahiptir. Halkın %87'si Müslüman olan Endonezya'da 300'den fazla etnik grup yaşamakta ve Müslüman topluluk çok büyük bir baskı görmektedir.
Firavun: "Ben size izin vermeden önce O'na iman ettiniz, öyle mi? Mutlaka bu, halkı burdan sürüp-çıkarmak amacıyla şehirde planladığınız bir tuzaktır. Öyleyse siz (buna karşılık ne yapacağımı) bileceksiniz." Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi idam edeceğim."
(Araf Suresi, 123-124)
Uzun süre Hollanda sömürgesi olan Endonezya'da yönetim ülkenin %7'sini oluşturan Java kökenlilerdedir. İktidara geldikten sonra ülkede tam bir hakimiyet sağlamaya çalışan Javalılar, bunu başarabilmek için ülkenin etnik yapısı son derece karmaşık olmasına rağmen, Endonezya milliyetçiliği -diğer bir deyişle Java milliyetçiliği- kavramını ortaya attılar. Bu milliyetçilik dayatmasına karşılık 1953 yılında Açe Sumatra Müslümanları bağımsız bir devlet kurduklarını ilan ettiler. Bunun üzerine yönetim Müslümanları vatan haini ilan etti ve katliamlara girişti. Bu arada 1968 yılında başa ABD destekli General Suharto geçti ve Uluslararası Af Örgütü'nün verdiği rakamlara göre 1 milyona yakın kişiyi katletti.
1968 yılında Endonezya'da başa General Suharto geçti ve Uluslararası Af Örgütü'nün verdiği rakamlara göre 1 milyona yakın kişiyi katletti. Resimlerde çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bu ülkede, Müslümanlara karşı izlenen baskı ve zulüm politikasının bazı örnekleri görülüyor. |
1998 yılında 7. kez devlet başkanlığına getirilen Suharto rejimi tüm yönetime kendi yakınlarını getirdi. Bunun üzerine baskıcı rejime ve ekonomide yaşanan her türlü zorluğa karşı yıllardır hayatını devam ettirmeye çalışan halk sokaklara döküldü. Ülkedeki pek çok ürüne yüzde yüze varan zamların yapılması zaten çok büyük bir yoksulluk içinde boğuşan halk için bardağı taşıran son damla oldu ve başkent Jakarta savaş alanına döndü. Askeri yönetim silah kullanarak bu ayaklanmayı durdurmaya çalıştı ve yine binlerce masum insanı katletti. Ancak olaylar durulmak bilmiyordu. Oysa halkın istediği tek şey daha iyi şartlar altında yaşamak, baskı ve zulümden kurtulmaktı.
Suharto'nun istifası da düzenin kurulması için yeterli olmadı. Bundan sonra pek çok yönetim değişmesine rağmen, Endonezya'daki çatışmalar bir türlü dinmek bilmedi.
Bu tip adaletsiz bir ortamın, zulmün, kargaşanın önünün alınmasının tek yolu kitabın başından beri ifade ettiğimiz gibi Kuran ahlakının yaşanmasıdır. Çünkü Kuran ahlakının yaşanması, fikir ayrılıkları, maddi eşitsizlik, adaletsizlik, şiddet gibi olayları ortadan kaldırır. Bu tarz olayların yaşanmadığı toplumlarda da zulüm ortamı oluşmaz.
Doğu Türkistan, belki çoğu kişinin adını duymadığı ya da yerini bile bilmediği bir ülkedir. Türkiye'nin iki katı kadar yüzölçümüne sahip bu bölgede dinini yaşamak isteyen Müslüman halkın komünist Çin rejiminden çektiklerinden ise insanların haberi bile yoktur. Topraklarına giriş ve çıkışın yasak olduğu bu Müslüman Türk topluluğun bir adı Uygur, Çinliler'e göre ise Sincan Eyaleti'dir. Kesin bir bilgi edinmek mümkün olmamasına rağmen, ilgili dernek ve kuruluşların tahminlerine göre Doğu Türkistan'da bugün 20 ila 30 milyon Uygur yaşamaktadır.
Doğu Türkistan'ı Çin açısından bu kadar değerli kılan doğal kaynaklarıdır. Tarım Ovası'nda keşfedilen petrol yataklarına yeni araştırmalarla her geçen gün yenileri katılmaktadır. Çin resmi kaynaklarına göre bu bölgede 20 ila 40 milyar ton arasında petrol rezervi bulunmaktadır. Bazı batılı petrol şirketleri de bu potansiyelin Suudi Arabistan'ın petrol rezervlerine eş değerde olduğunu iddia etmektedirler.
Çin sınırları içinde kalan Türkistan'ın doğu yakasındaki soykırım şiddetlenerek devam ediyor. Camilerden toplanan kadınlar Çin milis güçleri tarafından sopalarla dövülerek emniyete götürülüyor ve birçoğu işkenceyle öldürülüyor. Tutuklanmalar, işkenceler devam ediyor. 4-7 Şubat 1997'de sadece üç gün içinde 3500 Uygur tutuklanıp, kamplara götürüldü. 1997 yılında toplam tutuklu sayısı 70 bini aşmış durumdaydı. Kısırlaştırmalar, toplu kürtajlar, bölgede nükleer denemeler, sistematik olarak bölgeye göç ettirilen Çinliler'in verdiği rahatsızlıklar, işsizlik, ibadet yapılmasına izin verilmemesi, eğitimin engellenmesi, çocuk yaştaki gençlerin hapishanelere kapatılması halka zulmeden sistemin parçalarıdır. Üstelik bu halkın bağımsızlık gibi bir talebi de yoktur, sadece huzur ve dinlerini rahatça yaşamak istemektedirler. |
Doğu Türkistan yaklaşık 250 yıldır Çin egemenliği altında yaşıyor. Bağımsızlık için giriştikleri her türlü çaba şiddetle bastırıldı. Çinliler bir İslam toprağı olan Doğu Türkistan'ı kendi toprakları olarak tanımladılar. 1949 yılında Mao önderliğindeki komünistlerin Çin'in yönetimini ele geçirmesinden sonra Doğu Türkistan'daki Müslüman halklar üzerindeki baskılar daha da arttı. Asimile olmayı reddeden Müslüman halklar vahşice katledildi, her türlü hakları ellerinden alındı. 1949 yılından günümüze yaklaşık olarak 35 milyon kişi öldürüldü. Halkın hayatta kalan bölümü ise çok büyük işkence ve eziyetlere maruz kaldı. İnsanlar diri diri toprağa gömüldü, kadınlara tecavüz edildi… 1953 yılında bölgede % 75 Müslüman'a karşılık % 6 Çinli varken bu sayı 1990 yılında % 40 Müslüman'a karşılık % 53 Çinli olmuştur. Bu sayı yaşanan soykırımın çok önemli bir göstergesidir.
Bu bölgede yaşananların Kosova'da ya da Bosna'da yapılanlardan tek farkı ise dünya ile bağları tamamen koparıldığı için bilgi almanın çok zor olmasıydı. Çin, internet üzerinde bilgi alışverişini dahi çok sıkı kontrol altında tutmuş, yani bu ülkede yaşananların duyulmaması için çok büyük bir çaba sarf etmişti. Dünyadaki birçok ülke ise buradaki masum, savunmasız halkın yaşadıklarını görmezlikten gelmiş ve Çin'in bir iç sorunu olarak tanımlamıştır. Kısaca Doğu Türkistan'da gerçekleştirilen soykırım, komünizm ve dinsizliğin yaşandığı Çin gibi ülkelerde insan hayatının ne kadar "ucuz" görüldüğünün çok açık bir göstergesidir. Kendi kültüründen farklı özelliklere sahip olan insanları yok etmek, kobay gibi kullanarak üzerlerinde deneyler yapmak, en insafsız işkenceleri uygulamak bu karakterdeki insanlarca çok makul görülebilmektedir.
Çad bağımsızlığını kazandıktan sonra, ülkenin çoğunluğunu Müslümanların oluşturmasına rağmen eski sömürgeci yönetimlerle güçlü bağlantıları olan Hıristiyanlar iktidara getirilmişti. Bakanlıklar da sekiz Hıristiyan, sekiz Müslüman olarak ikiye bölünmüştü. Oysa ülkede 2 milyon Müslüman, 800.000 kadar da Hıristiyan yaşamaktaydı.
Ülke içindeki ilk çatışmalar Hıristiyan yönetimin İsrail'le diplomatik ilişki kurmasıyla başladı. Çünkü Müslüman Çadlılar Filistin olayı nedeniyle bu konuda çok hassastılar. İsrail'le kurulan ilişkiyi Filistinliler'in haklı davasına karşı yapılan bir tavır olarak düşünüyorlardı. İktidardaki Müslüman kadronun İsrail'e karşı tutum alması, bir sabah tüm Müslüman bakanların görevden alınmasıyla sonuçlandı. Pek çok kişi tutuklandı, sürgüne gönderildi, mallarına el kondu. Bu olaylardan sonra Müslümanlara yönelik çok büyük bir baskı dönemi başladı. Bu da 1000 kişinin ölümüne ve binlerce kişinin yaralanmasına yol açan başarısız bir halk ayaklanmasına neden oldu.
Çad'daki sivil halka yapılan zulme bir örnek görülüyor. |
Filipinler yüzyılın başında Amerikan egemenliği altına girmişti. 1946 yılında Amerika Filipinler'e bağımsızlığını verdi. Amerikalılar'ın çekilmesinden sonra adaya Amerikan ekolü olan Filipinolar hakim oldular. Böylece adadaki Müslümanlar Filipinolar'ın egemenliği altına girmiş oluyordu. Filipinolar ülkedeki egemenliklerini sağlamlaştırmaya ve özellikle de Müslümanların topraklarını ellerinden almaya yönelik bir politika izlemeye başladılar. Çıkarılan bir yasayla bir Müslüman'a bir Filipino'ya verilenin üçte biri kadar toprak veriliyordu. Bunun sonucunda 10 yıl içinde 3.5 milyon Filipino göçmeni Müslümanların topraklarına yerleşti. Bunun üzerine Müslümanlarla Filipinolar arasında çatışmalar başladı. Kendi haklarını korumak isteyen Müslümanlar Cumhurbaşkanı Ferdinand Marcos ile uzlaşamadılar. Marcos yönetimi ise Müslümanları tamamen sindirmek için geniş kapsamlı bir operasyon başlattı. Marcos kendini Silahlı Kuvvetler Komutanı ve Başkan ilan etti, anayasayı askıya aldı ve sıkıyönetim ilan etti.
Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (MNLF) ve yönetim arasında çok kanlı çarpışmalar yaşandı. 50 binin üstünde Müslüman hayatını yitirdi. Bunların çoğu sivillerdi. On binlerce kadın, çocuk ve yaşlı öldürüldü. Müslümanları yok etmek için özel eğitilmiş terör timleri kuruldu. Öldürdükleri kişilerin beyinlerini parçalayıp, kanlarını içen bu vahşi gerillalar öldürdükleri her kişide özel işkence yöntemleri uyguluyorlardı. İşkencelerle öldürülen bu kişilerin her türlü mal varlıkları da yağmalanıyordu.
Marcos'dan sonra yönetime gelen diğer yönetimler sırasında da bu vahşi tutum hiçbir şekilde değişikliğe uğramamıştır ve etnik soykırım aynı hızla devam etmektedir.
Filipinler diktatörü Marcos (yukarıda solda) Marcos'un Müslümanları sindirmeye yönelik geniş kapsamlı bir operasyonu oldu. Zulüm gören halktan görüntüler (sağda) |
Dünya üzerindeki Müslüman ülkeler yıllardır çok büyük çatışmalara, savaşlara sahne olmaktadır. Fakat bunların içinde en uzun süredir devam edeni, Filistin halkının radikal Siyonist liderlerce başlatılan işgale karşı yürüttükleri mücadeledir. Bu görüşe sahip liderlerin başka devletlerin de desteği ile başlattığı bu işgal, yıllar süren planlı bir işgal olup, arkasında yüzbinlerce ölü, mülteci ve kanlı bir tarih bırakmıştır. Bu işgal boyunca çok büyük çatışmalarla, savaşlarla, katliamlarla karşı karşıya kalan Lübnan'da yaşananlar ise masum halkın çektiklerinin sadece bir kısmını yansıtmaktadır.
İsrail'in yakın komşusu olan Lübnan, 1950'lerden sonra sık sık radikal siyonist liderler tarafından yönetilen İsrail kuvvetlerinin müdahalesi altında kalmıştır. Bu liderlerin desteklediği ve bilinçli olarak çıkardığı iç çatışmalar sonucunda çok büyük bir dağılma sürecine giren Lübnan, zamanla her türlü işgale açık duruma gelmiştir. Lübnan'da yaşayan Ortodoksları, Katolik Maruniler'i, Şiiler'i, Dürziler'i, Sünniler'i kışkırtan bu radikal siyonist liderler, böl-yönet politikasının sonuçlarını yavaş yavaş almış, ülkedeki bu gibi grupları birbirine düşürmüştür.
Üstte Lübnan'daki bir binanın eski hali ile işgalden sonraki hali gözüküyor. İsrail zindanlarında halen çok sayıda Filistinli esir bulunmaktadır ve hepsi de vahşi bir muameleyle, insanlık dışı uygulamalarla karşı karşıyadır. Yapılan her ittifak sonrası bu esirleri bırakacağını açıklayan İsrail her seferinde sözünden dönmüştür. Bu esirlerin bir bölümü açlık grevleriyle seslerini dünyaya duyurmaya çalışsalar da İsrail taraftarı ülkeler bu seslere kulaklarını tıkamaktadırlar. |
28 yıl kadar devam eden bu işgal planı, 1982 yılındaki işgale kadar sürmüştür. İç savaş Lübnan'da her azınlığın kendisine ait küçük bölgelerde sıkışıp kalması ile sonuçlandı. Burada ilginç olan her azınlığın radikal siyonist liderlerden destek alması, silahlarını yine onlardan temin etmesiydi. Özellikle de daha sonra iktidarı ele geçirecek olan Falanjistler bu kesimle çok büyük bir dostluk yaşıyordu.
Lübnan'daki iç savaşın görünüşteki sebebi Kral Hüseyin tarafından Ürdün'den çıkarılan Filistinliler'in Lübnan'a yerleştirilmeleriydi. Radikal siyonist liderler tarafından Lübnan'dan Filistinliler'i çıkarmanın gerekliliğine inandırılan Hıristiyanlar, onları kovmak için şiddetli bir mücadeleye giriştiler. Bu çatışma sırasında mücadele edenler Hıristiyanlarla Müslümanlar gibi görülse de onlar da kendi aralarında parçalara ayrılmışlardı. Bu iç hesaplaşmalar sırasında radikal siyonistler tarafından yönetilen İsrail de zaman zaman Lübnan sınırına tecavüzlere başladı. Bu arada koyu bir Müslüman görüntüsü veren Suriye'nin de ABD ve İsrail desteğiyle Lübnan'a saldırması durumu daha da kötüleştirdi.
Arkasına İsrail'in desteğini alan Falanjistler'in iktidara gelmesi ülkeyi tamamen kana buladı. Ülkedeki Filistinliler ve Müslüman Lübnanlılar çok büyük baskılar gördüler. 1978 yılında başlattığı işgalini 1982 yılındaki ikinci girişimiyle daha da güçlendiren İsrail, Filistinli mülteci kamplarında çok büyük katliamlar gerçekleştirdi ve Lübnan'ı tanınmaz hale getirdi. El Hevle, Sabra ve Şatilla'da sivillere karşı yapılan bu vahşi katliamlarla insanlık dışı görüntüler yer aldı.
Batı yarımküresinin en fakir ülkesi olan Haiti'nin tarihi sefalet ve kargaşa doludur. Haiti 1915 ve 1934 yılları arasında Amerikan işgali altında kaldı. Daha sonra Amerikalıların yazdığı bir anayasa ile yine tamamen Amerikan egemenliğinde sözde bağımsız Haiti devleti kuruldu. 1957 ve 1986 yılları arasındaki Haiti hükümeti babadan oğula geçen bir diktatörlük şeklindeydi. Bu dönemde önce Baba Duvalier daha sonra da iktidarı devralan oğul Jean-Claude Duvalier ülkenin tüm kaynaklarını elinde tuttu. Duvalier rejimi bölgedeki diğer ülkeler gibi baskıcı bir dikta rejimiydi. Bu küçük ülkede halkın korkulu rüyası haline gelen Leopar isimli istihbarat birimi ve Tontons Macoutes adlı gizli polis çok büyük katliamlar gerçekleştiriyordu. Yine tüm dikta rejimlerinde olduğu gibi Duvalierler çok büyük bir zenginlik içinde yaşarlarken, halk çok büyük bir sefalet yaşıyordu. Amerika ülkede Duvalierler'den sonra yaşanan istikrarsızlığı bahane ederek 1994'de yeni bir darbe yaptı. Haiti örneği de, gerçek dinin yaşanmadığı bir ortamda, ne tip zulümler, kavgalar, karışıklıklar olduğuna açık bir delil teşkil etmektedir. |
Sri Lanka Hindistan'ın güneyinde bir ada devletidir. 16 milyon nüfusu olan ülkenin yüzde 74'ü Budist Sinhalalar, yüzde 20'si ise büyük çoğunluğu Hindu olan Tamiller'den oluşur. Yönetim Sinhalalar'ın elindedir. Ülkenin kuzeyinde yer alan Tamiller, "Tamil Kaplanları" adını verdikleri bir gerilla örgütüyle Sinhala rejimine karşı bağımsızlık mücadelesine başlamışlardır. Kanlı bir iç savaşa dönen bu çatışma 1980'li yıllardan beri devam etmektedir. Sri Lanka'da bağımsızlık mücadelesine çok küçük yaşta çocuklar bile katılıyor. |