1 Haziran 2001 tarihli Ceviz Kabuğu programına evrim teorisini savunmak için çıkan Prof. Yaman Örs, tüm program boyunca bu amacına hizmet edecek hiçbir bilimsel delil öne sürememiştir. Dahası, Örs'ün konuşmaları, evrim teorisinin, bağlıları tarafından dogmatik bir inanç olarak benimsendiğini gösteren önemli bir kanıt olmuştur.
Yaman Örs'ün gerek Ceviz Kabuğu programındaki gerekse diğer konuşma ve yazılarındaki temel mantıklar incelendiğinde, kendisinin "bilim, yaratılışı kabul edemez, etmemelidir" tezini sürekli olarak tekrarladığı görülür. Örs'e göre, bir insan bilimsel çalışma yapmak için, evrim teorisini kabul etmek zorundadır. Bu inancını, "Paleontoloji (fosil bilimi) mutlaka evrime dayanmalıdır. Evrimci olmayan bir paleontolog düşünülemez" şeklindeki sözüyle Ceviz Kabuğu programında da özetlemiştir...
Oysa gerek Yaman Örs'ün gerekse diğer pek çok evrimcinin bir türlü anlayamadığı nokta, evrim teorisinin bizzat bilimsel bulgular tarafından çürütülmekte oluşudur. Nitekim programa telefonla bağlanan iki farklı bilim adamı evrim teorisinin iddialarını çürüten bilimsel gerçekleri vurgulamışlardır. Örneğin;
1. Fosil kayıtları evrim teorisine karşıdır, çünkü bu kayıtlar farklı canlı gruplarının yeryüzünde birbirlerinden bağımsız olarak, aniden ve kompleks yapılarıyla ortaya çıktığını göstermektedir. Fosil biliminde "sudden appearance" (aniden ortaya çıkış) olarak adlandırılan bu bilimsel gerçek, evrim teorisini değil, yaratılışı desteklemektedir.
2. Evrim teorisi, canlıların hiçbir plan ve tasarım olmadan, yani bilinçli bir şekilde yaratılmadan, rastlantılar ve doğa kanunlarıyla ortaya çıktığı iddiasındadır. Oysa yapılan gözlemler, deneyler, biyomatematiksel hesaplar, bunun mümkün olmadığını ispatlamıştır. Bir bilgisayarın, metal, plastik, cam gibi malzemelerin "tesadüfen" birleşmeleriyle oluşmasının imkansız olması gibi, canlıların da moleküllerin "tesadüfen" birleşmesiyle oluşması imkansızdır.
3. Evrimciler tarafından iddia edilen "evrim mekanizmaları", gerçekte hiçbir evrim sağlamamaktadır. Doğal seleksiyon ve mutasyon (yani canlı genlerinde oluşan rastgele değişiklikler) yoluyla, hiçbir canlının avantaj sağladığı, geliştiği gözlemlenmemiştir. Gerçekte mutasyon canlılara her zaman için zarar vermektedir. Yani doğada canlıları basitten komplekse doğru geliştiren "evrim mekanizmaları" yoktur. (Doğal seleksiyon ve mutasyonun hiçbir evrimleştirici özellikleri olmadığı "Prof. Berna Alpagut'un yanılgıları" ve "Ali Demirsoy'un Yanılgıları" bölümlerinde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.)
Dikkat edilirse, evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan üstteki açıklamalar bilimsel açıklamalardır. Evrimcilerin iddia ettiği gibi, evrim teorisinin geçersizliği "inanca" değil, bilimsel gözlem, deney ve hesaplamalara dayanmaktadır. Asıl "inanca" dayalı iddialar öne sürenler, bu bilimsel gerçeklere rağmen evrim teorisine "inanan" Darwinistler'dir. Bunu, bu kitap boyunca gözler önüne sereceğiz.
Sayın Yaman Örs, programda kendisine sorulan "dünyada ilk yaşam nasıl başladı?" sorusuna cevap olarak tesadüfen oluşan küçük moleküllerden tesadüfen büyük moleküllerin oluştuğu, bunların da tesadüfen ilk hücreleri meydana getirdiği cevabını, yani evrimcilerin klasik cevabını vermiştir.
Bilimle, özellikle fen bilimleriyle herhangi bir ilgisi olmayan kişilere "tesadüfen oluşan küçük moleküllerden tesadüfen büyük moleküller meydana geldi, bunlar da tesadüfen ilk hücreleri meydana getirdi" senaryosu makul bir iddia gibi gelebilir. Bunlar "molekül nasıl olsa çok küçük ve basit bir şey, hücre de küçük bir şey. Herhalde moleküller büyüdükçe hücreyi oluşturmuş olabilirler" gibi düşünebilirler.
Oysaki, gerçek durum onların düşündüğünden çok farklıdır.
Çünkü, birincisi, hücre kesinlikle bir "molekül yığını" değildir ve hiçbir şekilde basit değildir. Hücreler, içinde bulundukları dokulara ve bireylere oranla (göreceli olarak) hacimsel bakımdan küçük olabilirler, ama organizasyon bakımından en az o doku kadar, hatta belki daha fazla karmaşıktırlar. Ne hücresi olursa olsun, ister bir insan hücresi olsun ister bir bakteri, bir virüs veya bir bitki hücresi olsun, her hücrede son derecede karmaşık, bir o kadar da organize işlemler gerçekleşir. Öyle ki, hücrede bugünün ileri teknolojik imkanlarıyla dahi henüz aydınlatılamamış çok sayıda nokta bulunmaktadır. Hiçbir hücre evrimcilerin hayal ettikleri ve zannettikleri basitlikte değildir. Bunu görmek için herhangi bir sitoloji veya histoloji kitabına şöyle bir göz atmak bile yeterlidir.
Bir DNA molekülü ile basit organik moleküller arasındaki organizasyon farkı, bir uçak gemisi ile bir tahta salın arasındaki farka benzer.
Bir salın zamanla kendiliğinden gelişerek bir uçak gemisine dönüşmesi nasıl imkansızsa, organik moleküllerin zamanla tesadüfler sonucu bir DNA molekülüne dönüşmesi de aynı şekilde imkansızdır
İkincisi, küçük molekül – büyük molekül ilişkisi, küçük balon – büyük balon ilişkisi türünden değildir. Belki inorganik kimyada büyük moleküller küçük moleküllerle aynı kefeye konabilir, ama organik dünyada bu ayrımı yapmamak büyük bir bilgisizlik olur. Milyonlarca atomdan oluşan, çok hassas kimyasal bağlarla ayakta duran nükleik asit molekülleri (DNA ve RNA) ile su, azot, karbondioksit moleküllerini aynı kefeye koymak gülünçtür. Her ikisi de moleküldür ama aralarındaki organizasyon farkı, bir uçak gemisi ile bir tahta salın organizasyon farkı gibidir. Örneğin, bir DNA molekülü, deoksiribonükleotid adı verilen bir grup molekülün milyonlarcasının bir zincir halinde art arda sıralanmasından oluşmaktadır. DNA bir yana bunu oluşturan tek bir deoksiribonükleotid dahi basitlikten çok uzaktır. Her bir deoksiribonükleotid; bir şeker molekülü (deoksiriboz), bir fosfat gurubu ve bir baz molekülünden (sitozin, guanin, adenin veya timin) oluşmaktadır. Evrimciler, bunların tekini bile yapay ortamda sentezleyebilmiş değillerdir. Üstelik, her bir DNA molekülünün birbiri üstüne sarılmış iki uzun zincirden oluştuğu da gözönünde bulundurulacak olursa, "moleküler evrim" iddiası gülünç hale gelmektedir.
Bir DNA molekülü, deoksiribonükleotid adı verilen bir grup molekülün milyonlarcasının bir zincir halinde art arda sıralanmasından oluşur. DNA bir yana bunu oluşturan tek bir deoksiribonükleotidin dahi doğal şartlarda tesadüfen meydana gelmesi imkansızdır.
Prof. Francis Crick
İşte bu sebepledir ki, "moleküler evrim" kavramını 1900'lerin başında ortaya atan Alexander Oparin'den bu yana yüz yıla yakın bir zamandır evrimciler basit moleküllerden yola çıkarak daha üst moleküller (makromoleküller) elde etmenin yollarını aramışlar, ama en kontrollü laboratuvar şartlarında dahi makul bir çözüm bulamamışlardır.2 Bulma umutlarını da kaybetmişlerdir. Nitekim özellikle 1960'lardan bu yana bu alana geniş para, enerji ve insan gücü ayıran üniversiteler, artık uzun zamandan bu yana en küçük bir yatırım yapmamaktadırlar. Üstelik bu alanda senelerce araştırma ve çalışma yapan evrimci bilim adamlarının bir kısmı moleküler evrim iddialarından vazgeçmişlerdir. Örneğin, 1953 yılında DNA sarmalını keşfederek Nobel Kimya Ödülünü alan Prof. Francis Crick, 1980'lere kadar bu alanda fanatiklik düzeyinde sayısız makale yayınlamışken, bugün moleküler evrimin iddialarıyla açıkça alay etmekte, bunları çocuksu masallar olarak nitelemektedir.3 1970'li yıllarda moleküler evrim teorisinin önde gelen savunucularından biri olan Prof. Dean Kenyon ise, bugün evrim teorisini reddetmekte ve canlılığın bilinçli bir şekilde yaratıldığını savunan "intelligent design" (bilinçli tasarım) teorisini kabul etmektedir.
Üçüncüsü, atomların ve moleküllerin kimyasal reaksiyonlar sonucunda oluşturabilecekleri bileşiklerin ve yapıların çok net sınırları vardır. Doğadaki elementlerin ve moleküllerin bu sınırların ötesinde bir yapı oluşturabilmeleri mümkün değildir. Bu durum canlı organizmalar için de geçerlidir. Örneğin proteinler, enzimler, nükleik asitler gibi kompleks moleküller ancak hücredeki bu iş için özelleşmiş organik makineler tarafından meydana getirilebilir. Doğadaki rastgele kimyasal reaksiyonlar sonucunda böyle kompleks yapıların meydana gelebilmesi ise, fizik ve kimya kurallarına açıkça aykırıdır.
Bir örnek vermek gerekirse, bir metal elementinin çok çeşitli kimyasal reaksiyonlara girebilme ve çeşitli bileşikler oluşturabilme özelliği vardır. Ancak bu metal hangi maddelerle ne kadar bileşik yaparsa yapsın, hangi reaksiyonlara girerse girsin, örneğin bir uçak gövdesi, bir otomobil karoseri ya da herhangi bir teknolojik cihaz meydana gelmez. Bunun için bilinçli ve karmaşık bir mühendislik çalışması, planlar, fabrikalar, robotlar, makineler, tesisler vs. gerekir. Bu saydıklarımızın hiçbiri ise doğada ya da kimyasal reaksiyonların bünyesinde bulunmaz. Her parçası yerli yerinde, tüm ayrıntıları ince ince hesaplanmış tasarım ürünleri mutlaka bu şekilde bilinçli, planlı ve kontrollü müdahaleler gerektirir. Hücredeki kompleks moleküller, mitokondri, ribozom gibi karmaşık organeller için de aynı mantık geçerlidir.
Sayın Örs, "küçük moleküllerden büyük moleküller (makromoleküller) meydana geldi, bunlar da ilk hücreleri meydana getirdi" cümlesini büyük bir rahatlık içinde bir çırpıda söyleyebilmiş, böylece canlılığın rastgele kimyasal reaksiyonlarla tesadüfen oluşabildiğini ileri sürmüştür. Ama eminiz ki eğer kendisi felsefi düşüncelerini değil de biyokimya veya biyofiziği göz önünde bulundurmuş olsaydı bu iddiasını bu kadar rahat tarzda ortaya atmazdı.
Sayın Yaman Örs, laboratuvarda bir miktar organik molekülün sentezlendiğini belirtmiştir. Oysaki, önemli olan organik molekülleri sentezlemek değil, bunların doğal şartlarda kendi kendine sentezlenmesidir. Çünkü, doğada bulunması mümkün olmayan özel şartlarda, yoğunlaştırılmış ortamlarda, hiçbir zaman dış dünyada oluşamayacak basınç ve ısılar altında, özel enzimler ve katalizörler kullanarak, kontrollü düzeneklerle yapılan sentezleme işlemlerinin evrimci iddialar açısından bir anlam ifade etmeyeceği ve hiçbir şeyin delili olamayacağı ortadadır.
Örneğin, evrimciler ilk moleküllerin denizlerde meydana geldiğini iddia etmektedirler. Ama kendi laboratuvar deneylerinde denizlerin hiçbir zaman ulaşamayacağı yoğunluklar kullanmaktadırlar. Bunların çoğunda en az 1.0 molarlık çözeltiler söz konusudur. Oysaki, moleküler evrim deneylerinin babası sayılan Prof. Stanley Miller'e göre, dünyadaki tüm karbon, azot, kükürt madenleri denizlere karıştırılsa ve denizler bugünkünün onda birine azaltılsa dahi elde edilecek çözelti hiçbir zaman 0.01 moları geçemez.4
Yine örneğin, bazı evrimciler deoksiribonükleotidleri yanyana getirerek ve protein yapısında özel enzimler (DNA polimeraz) kullanarak birkaç halkalık zincirler elde etmişlerdir. Enzimsiz deneylerde ise hiçbir zincir elde edilememiştir. Proteinlerin DNA'lar tarafından sentezlendiği düşünülecek olursa, daha ortada nükleotid bile yokken etrafta protein yapısında enzimlerin bulunmasının düşünülemeyeceği açıktır.
Stanley Miller
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Stanley Miller'ın ünlü amino asit deneyi de dahil olmak üzere, moleküler evrim alanında yapılan sentez deneylerinin hiçbirinden sonuç alınamamıştır. Yaklaşık 50 yıldan bu yana yapılan her deney, moleküler evrim iddialarının bilimsellikten son derece uzak olduğunu göstermiştir.
Sonuçta, ne Miller Deneyi ne de başka bir evrimci çaba, yeryüzünde hayatın nasıl oluştuğu sorusunu cevaplayabilmektedir. Tüm araştırmalar, hayatın rastlantılarla ortaya çıkmasının imkansızlığını ortaya koymakta ve böylece hayatın yaratılmış olduğunu göstermektedir. Evrimcilerin bu açık gerçeği kabul etmemeleri ise, bilime tamamen aykırı birtakım önyargılara sahip olmalarından kaynaklanır. Nitekim Miller Deneyi'ni öğrencisi Stanley Miller ile birlikte organize eden Harold Urey, bu konuda şu itirafı yapmıştır:
Yaşamın kökeni konusunu araştıran bizler, bu konuyu ne kadar çok incelersek inceleyelim, hayatın herhangi bir yerde evrimleşmiş olamayacak kadar kompleks olduğu sonucuna varıyoruz. (Ancak) Hepimiz bir inanç ifadesi olarak, yaşamın bu gezegenin üzerinde ölü maddeden evrimleştiğine inanıyoruz. Fakat kompleksliği o kadar büyük ki, nasıl evrimleştiğini hayal etmek bile bizim için zor.5
Yaman Örs'ün Körü Körüne Bağlandığı İnanç:
Aslında Yaman Örs, her ne kadar inanç kavramının karşısında görünmeye çalışsa da onun da bir inancı vardır. Bu inanç ise diğer tüm evrimcilerin de bağlı olduğu materyalist felsefeye olan inancıdır. Materyalist felsefe, sadece maddenin var olduğunu, evrendeki tüm düzenin, tüm canlıların ve insanın bilincinin sadece cansız, bilinçsiz maddenin ürünü olduğunu varsayan bir dogmadır. Evrimciler, bu dogmaya inanmış ve sonra da bilimi buna göre şekillendirmeye kalkmışlardır.
Yaman Örs'ün Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim adlı kitabında yer alan bir açıklama bu konuda aydınlatıcıdır. Örs, bu kitapta "insanın evrimi" iddiasının bilimsel dayanaktan yoksun olduğunu kabul etmekte, ancak "her olayın nedeni bir başka olay olduğuna göre", (yani herşeyi maddenin kendi içindeki etkileşiminden ibaret saydığı için), elbet bir gün bu delilin bulunacağını ileri sürmektedir:
"Homo, ne zaman sapiens (akıllı) olarak belirtilebilecek nitelikleri kazanmış, kendinden önce gelenden tür olarak ayrılmıştır; bunu bugün için kesin olarak biliyor değiliz. Ancak evrensel nedensellik ilişkisinin ışığında diyebiliriz ki, her olayın/olgunun nedeni, bir başka olay/olgu olduğuna göre, biz bu bilgiye ulaşamasak bile, ilke olarak insan türünün varlık nedeni olarak onu 'evrim ağacının' bütününe bağlayan bir başka türün bulunması gerektiğini düşüneceğiz."6
Görüldüğü gibi, Yaman Örs, insanın evrim geçirdiğine dair bir delil olmasa da, "ilke olarak" bu evrime inandığını ifade etmektedir. Bu önyargılı ve dogmatik yaklaşım, evrimcilerin ortak zihniyetidir. Ceviz Kabuğu programına telefonla katılan arkeolog Prof. Berna Alpagut da yine aynı yaklaşımı sergilemiş, insanın evrimine dair bir delil olmamasına rağmen, "insan evrimi" hikayesini bilimsel bir gerçek gibi anlatmıştır.
Yaman Örs'ün Yıllardır Değişmeyen Hikayesi:
Sayın Yaman Örs bir biyolog değildir ve programı izleyenlerin de açıkça gördüğü gibi evrim teorisi hakkında da kapsamlı bir teknik bilgiye sahip değildir. Bunu kendisi de kabul etmekte ve belirtmektedir. Kendisinin evrim teorisine olan yakınlığı, daha ziyade savunduğu felsefi görüşlerden kaynaklanmaktadır. Ancak Örs'ün savunucusu olduğu felsefi görüşler de son derece büyük yanılgılara dayalıdır.
Örs'ün bu konuda etkilendiği felsefecilerin başında Reichenbach gelmektedir. Örs'ün, kitabında tam 4 kez tekrarladığı Reichenbach'a ait bir örnek, canlıların bir "tasarım" olmadan var oldukları iddiasını desteklemek için kullanılan bir benzetmedir:
... Canlı sistemlerin bütüncül davranışlarının sanki bir tasarımla ("planla") gerçekleşiyormuş gibi görünmesini ne yolla açıklayabiliriz? Bu sorunun yanıtını Reichenbach bir benzetimden yararlanarak veriyor. Bir okyanus kıyısındaki çakıl taşlarını ilk kez gören birisi, onların bir tasarıma göre orada birikmiş olduğunu düşünebilir. Denize yakın bölgede ve az çok suyla kaplı olarak duran büyük çakılları daha küçükleri izlemekte, daha sonra ise kum gelmektedir ki burada da önce kaba, daha sonra gittikçe incelen tanecikler karaya doğru dizilmektedir. Bu görünüş, birisinin kıyıyı temizleyerek çakılları ve kum taneciklerini büyüklüklerine göre dizdiği izlenimini verecektir. Gerçekte ise insan merkezli böyle bir yoruma gereksinimimiz yoktur... Ayıklanma ile birlikte rastlantı, bir düzen oluşturmaktadır.7
Yaman Örs bu örneği canlıların kökeni konusunda "mükemmel bir örnek" sanıyor olacak ki, neredeyse yazdığı her yazıda ve yaptığı her konuşmada tekrarlamaktadır. Bilim ve Ütopya dergisinin Haziran 1998'de düzenlediği "Evrim Kuramı" konferansında da bu örneği vermiştir. Aynı yıl içinde İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi'nde verdiği bir konferansta "deniz kıyısı" örneğini tekrar etmiştir. Yazılarında da sık sık gündeme getirdiği bu örneği, en son olarak 1 Haziran 2001 tarihli Ceviz Kabuğu programında da tekrar etmiştir.
Anlaşılan söz konusu "deniz kıyısı" örneği, Sayın Örs'ün dünya görüşünde önemli bir yer tutmaktadır. Ama bu durum, sadece Sayın Örs'ün dünya görüşünün yanlışlığını gösterir. Çünkü söz konusu örnek son derece tutarsızdır.
Bir deniz kıyısındaki kum diziliminin, doğal kanunlar ve rastlantılar tarafından sağlanabileceği, "insan merkezli" (yani bir tasarımcıya dayanmayan) bir açıklama ile izah edilebileceği doğrudur. Peki ama o sahilde, kum diziliminden daha karmaşık bir tasarım varsa? Sahildeki kumların üzerinde bir yazı, örneğin "Ben Mehmet Öztürk, 2 Haziran'da buradaydım" şeklinde bir yazı varsa? Veya sahilde, dört bir tarafı su dolu bir hendekle çevrilmiş, burçları ve kapıları olan gösterişli bir kumdan kale yer alıyorsa? O zaman da Yaman Örs bu sahili "insan merkezli" bir açıklama olmadan açıklayabilir mi?
Deniz kıyısında kumdan bir kale gördüğünde, bunu bilinçli bir kimsenin yaptığına değil de kalenin dalgaların etkisiyle tesadüfen oluştuğuna ihtimal veren bir kimsenin mantık örgüsüyle bir evrimcinin mantık örgüsü arasında hiçbir fark yoktur.
Görüldüğü gibi, Yaman Örs'ün çok sevdiği deniz kıyısı örneği, bu basit sorular karşısında dahi çürümektedir.
Aslında bu örnek, bizlere evrim teorisinin neden yanlış olduğunu göstermektedir. Deniz kıyısındaki kum diziliminin doğa kanunlarıyla açıklanabilmesi, fakat bir yazının veya kumdan kalenin ancak bilinçli bir "tasarlayıcı"nın ürünü oluşu, bize genel bir kıstas vermektedir: Allah doğadaki bazı varlıkları ve olguları, doğa kanunlarını vesile ederek şekillendirir. Ancak kompleks tasarım ve plan içeren yapılar için durum farklıdır.
İşte canlılar da, ikinci gruba dahildir, yani kompleks varlıklardır. Bir canlının kompleks yapısı, deniz kıyısındaki bir yazıdan veya bir kumdan kaleden çok daha hayranlık uyandırıcıdır. Bu gerçek, canlıların insanın akıl ve bilgisinin çok daha üstününe sahip bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını göstermektedir.
Prof. Örs'ü evrim teorisine inanmaya sürükleyen yanılgıların bir diğeri, 19. yüzyılın sonlarından kalma bir hurafe olan "körelmiş organlar" kavramını hala geçerli bir bilimsel kanıt sanmasıdır. Örs, Evrim adlı kitabında "insan bedeninde sayıları iki yüze yaklaşan evrimsel kalıntının bulunduğu, en az yarım yüzyıldan beri bilinmektedir"8 diye yazmakta ve eklemektedir:
"Geçen yüzyılın sonunda, gerek biyolojik gerek toplumsal olguların Darwin'in ortaya koyduğu "ileriye yönelik" evrimlerinin yanında "geriye doğru" bir evrimin bulunduğunu gösterenler oldu. Organlar ya da onların bölümleri, daha seyrek olarak toplumsal kurumlar, bu yolla ortadan kalkabilmektedir. Biz bu yapıları, evrimsel gelişmenin herhangi bir aşamasında ortadan kalkma yolunda olan "artık" ya da "kalıntı" organlar, organ bölümleri, toplumsal kurum olarak gözlemleyebilmekteyiz; onların yeni, değişik bir işlev kazandıkları da olur. Böyle "artık" yapılara biyoloji düzeyinde insanda ek bağırsak (apendiks), toplumbilim düzeyinde de sayıları gittikçe azalan krallıklar örnek olarak verilebilir."9
Oysa Prof. Örs'ün büyük bir kendinden eminlik içinde evrim delili diye sunduğu "körelmiş organlar" iddiası, bilim dünyasında çoktan terk edilmiş bir hurafeden ibarettir. Yaman Örs'ün sözünü ettiği "insan bedeninde sayıları iki yüze yaklaşan evrimsel kalıntı", Alman anatomist R. Wiedersheim tarafından 1895 yılında ortaya atılan "körelmiş insan organları" listesidir. Ama bu listede "körelmiş organ" olarak gösterilen yapıların gerçekte çok önemli işlevlere sahip olduğu bir bir anlaşılmıştır. Bunlardan biri, Prof. Örs'ün sözünü ettiği apendikstir. Apendiks (halk arasında "apandisit" olarak bilinen kör bağırsak) uzun yıllar evrimci kaynaklar tarafından işlevsiz ve körelmiş bir organ olarak tanımlanmasına rağmen, 1980'lerden sonraki tıp araştırmaları, bu organın vücudun savunma sisteminde rol oynadığını göstermiştir. Bu gerçek, 1997 tarihli bir tıp kaynağında şöyle belirtilir:
Vücuttaki timus, karaciğer, dalak, apendiks, kemik iliği gibi başka organlar lenfatik sistemin parçalarıdır. Bunlar da vücudun enfeksiyonla mücadelesine yardım ederler.10
Sadece apendiks değil, Yaman Örs'ün ileri sürdüğü sözde "sayıları iki yüze yaklaşan evrimsel kalıntı"nın hepsinin aslında önemli işlevler üstlenmiş olduğu bir bir ortaya çıkmıştır. Kendisi de bir evrimci olan S. R. Scadding Evolutionary Theory (Evrimsel Teori) dergisinde yazdığı "Körelmiş Organlar Evrime Delil Oluşturur Mu?" başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle kabul eder:
(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü... Bir organın işlevsiz olduğunu tespit etmek mümkün olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik taşımadığına göre, "körelmiş organlar"ın evrim teorisi lehinde herhangi bir kanıt oluşturamayacağı sonucuna varıyorum.11
Prof. Örs'ün, tüm bu bilimsel gelişmelere gözlerini kapayarak, 20. yüzyılın başlarında kalmış evrimci hurafeleri büyük bir eminlikle sahiplenip delil olarak göstermesi, kuşkusuz ilginç bir durumdur. Kendisinin bilimsel literatürün hayli gerisinde olduğu anlaşılmaktadır. (Nitekim kitabında verdiği kaynakların tarihleri de 1950'leri veya 60'ları pek aşmamaktadır.)
Prof. Örs'ün bu bilimsel gafın üzerine bir de "toplumbilim düzeyindeki körelmiş yapılar" gibi bir kavram öne sürmesi ve monarşileri (krallıkları) buna örnek göstermesi ise, ciddiye alınması mümkün olmayan bir iddiadır. Bu ifadesiyle Prof. Örs, insan toplumlarındaki gelişim ve değişimleri evrim teorisine delil göstermek gibi bir yola başvurmaktadır ki, bunun çelişkisi ortadadır. Evrim teorisi, tüm canlıları doğa kanunları ve rastlantılarla açıklamaya çalışır ve bilinçli müdahelelerin varlığını reddeder. İnsan toplumlarındaki gelişmeler ise insanların bilinçli hareketlerinden kaynaklanır. Örneğin monarşilerin çoğunun yıkılıp az bir kısmının ayakta kalması, insanların bilinçli olarak cumhuriyet idaresini tercih etmeleri sonucunda olmuş, bazı toplumlar ise bu yönde bir eğilim göstermemiş ve monarşi yönetimini korumuşlardır. Bunu evrim teorisine örnek göstermesi, hem de bir yandan "apendiks körelmiş organdır" gibi 100 yıl öncesinden kalma hurafeleri delil olarak öne sürmesi, Prof. Örs'ün hem konu hakkındaki bilgi eksikliğini, hem de evrim teorisine olan dogmatik bağlılığını göstermektedir.
2- Doğal şartlarda bulunması mümkün olmayan özel şartlar (özel basınç, ısı, enzim gibi) kullanarak yapılan sentez çalışmalarının "makul çözümler" olarak kabul edilemeyeceği ortadadır.
3- "La Vie Vient-elle de L'Espace?", Le Figaro Magazin, no: 142, 9 Ekim 1982.
4- Stanley Miller, The Origins of Life on the Earth, 1974, s. 129.
5- W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, s. 325.
6- Yaman Örs, Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, ss. 40-41.
7- Yaman Örs, Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, s. 79.
8- Yaman Örs, Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, s. 29.
9- Yaman Örs, Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, s. 33.
10- The Merck Manual of Medical Information, Home Edition, New Jersey: Merck & Co., Inc. The Merck Publishing Group, Rahway, s.199.
11- S. R. Scadding, "Do 'Vestigial Organs' Provide Evidence for Evolution?", Evolutionary Theory, cilt 5, Mayıs 1981, s. 173.