Evrimciler, balıkların pikaia gibi omurgasız deniz canlılarından, amfibiyenlerin ve günümüz balıklarının "atasal" bir balıktan, sürüngenlerin amfibiyenlerden, kuşların ve memelilerin ayrı ayrı sürüngenlerden ve en son olarak insanların ve günümüz maymunlarının ortak bir atadan evrimleştiklerini iddia ederler. Bu iddialarını bilimsel olarak ispatlayabilmeleri içinse, bu türler arasında dönüşüm olduğunu gösteren ara geçiş canlılarının fosillerini göstermeleri gerekir. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi bu hayali canlılardan eser yoktur. Evrimciler, bu nedenle bazı canlıların fosillerini taraflı olarak yorumlar ve bu fosilleri ara geçiş formları olarak tanıtırlar. Ne var ki bu "zoraki ara geçiş formları" evrimcilerin kendi aralarında dahi ihtilaf konusudur ve bugüne kadar ihtilafsız olarak kabul edilmiş gerçek bir ara geçiş formu bulunmamıştır. Bunlar aslında geçiş formları değildirler. Ancak evrimciler böyle bir sıralama yapmak zorunda oldukları için, buldukları fosillerden bazılarını ara geçiş formu gibi yorumlarlar. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Gareth Nelson evrimcilerin "keyfi" evrimsel ata seçimleri için şunları söyler:
Bazı atalar bulmamız gerekiyor. Şunları seçelim. Neden? Çünkü bu ataların olması gerektiğini biliyoruz ve bunlar en iyi adaylar. Genellikle işler böyle yürüyor. Abartmıyorum.26
Bu bölümde, canlı türlerinin birbirlerinden bağımsız olarak yeryüzünde ortaya çıktıklarını, evrimcilerin iddia ettikleri gibi birbirlerinden evrimleşmediklerini bilimsel delilleri ile inceleyeceğiz.
1999 yılındaki yeni bir bulgu, Kambriyen döneminde yaşamış olan iki balık türünün varlığını ortaya çıkarmıştır. resim:1Haikouichthys ercaicunensis, resim2 Myllokunmingia fengjiaoa |
Evrimcilerin iddialarına göre, ilk omurgalı olan balıkların ataları omurgasız canlılardır. Ancak dışında sert bir kabuğu olan, kemiği, omurgası olmayan bu canlıların nasıl olup da, omurgalı, omurilikli canlılara dönüştükleri evrimcilerin cevaplayamadıkları ve delil bulamadıkları bir sorudur. Çünkü bu canlılar o kadar büyük değişiklikler geçirmelidirler ki, dışlarındaki sert kabuk yok olurken, içlerinde iskelet oluşmaya başlasın. Böyle bir dönüşüm içinse, her iki tür arasında çok fazla sayıda ara geçiş formu bulunması gerekir. Oysa, evrimcilerin omurgasız canlılarla omurgalılar arasında ara form olarak gösterebildikleri bir tek fosil dahi bulunmamaktadır.
Evrim teorisi, pikaia gibi ilk kordalıların zamanla balıklara dönüştüğünü varsayar. Bu iddia özellikle 90'lı yıllarda evrimciler tarafından sıkça dile getirilmiş, çağdaş Darwinizm'in en önde gelen savunucularından biri olan Stephen Jay Gould, pikaia'yı "hepimizin atası" olarak ilan etmişti. Bu iddia, Kambriyen devirde omurgalıların var olmadığı varsayımına dayanıyordu. Bilinen en eski "kordalı", yani merkezi bir sinir ağı kolonuna sahip canlı olan pikaia ise Kambriyen devirde ortaya çıkmıştı ve sonraki devirlerde beliren balıkların atası gibi gösterilmesi, fosil kayıtlarına uygun bir iddia gibi gözüküyordu.
Oysa 1999 yılında elde edilen bir bulgu, Kambriyen devirle ilgili olarak evrimcilerin öne sürdükleri bu tezi yıktı: Çünkü pikaia ile aynı dönemde, onun sözde torunları olan balıkların da var olduğu ortaya çıktı.
Söz konusu bulgu Çin'den geldi: Çin'in Yunnan bölgesinde kazı yapan paleontologlar 530 milyon yıllık balık fosilleri buldular. Ünlü paleontolog Richard Monestarsky tarafından "Waking Up to the Dawn of Vertebrates" (Omurgalıların Ortaya Çıkışına Uyanış) başlığıyla yazılan bir haberde, Haikouichthys ercaicunensis ve Myllokunmingia fengjiaoa olarak adlandırılan bu iki ayrı balık türü hakkında şu yorumu yapıyordu:
Paleontologlar omurgalıları uzun zamandan beri evrim tarihine, ilk baştaki patlama ve heyecan dindikten sonra katılan bir grup olarak kabul edegelmişlerdir. Ancak Çinli paleontologlar, omurgalıların kökenini, neredeyse tüm diğer hayvan gruplarının fosil kayıtlarının ortaya çıktığı güçlü biyolojik patlamaya kadar götüren iki balık fosili buldular. Yunnan bölgesindeki 530 milyon yıllık kayalar içinde saklı olan bu kalıntılar bilinen en eski balıklara aitler ve bilinen diğer en eski omurgalı fosillerden en az 30 milyon yıl daha yaşlılar.27
Kambriyen devirde omurgalıların da var olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, artık evrim teorisinin "hayat ağacı"nın hiçbir ciddiye alınır yanı kalmamıştır. Omurgalılar da dahil olmak üzere tüm temel canlı kategorileri aynı jeolojik dönemde ortaya çıktığına göre, "ortak atadan evrimleşme"den söz edilemeyeceği ortadadır.
Balıkların diğer tüm kompleks canlı gruplarıyla aynı anda ortaya çıkmış olması, başka bir türden evrimleşmediklerini, birdenbire yaratıldıklarını göstermektedir. Nitekim Kambriyen devri sonrasında da, tüm farklı balık kategorileri, fosil kayıtlarında bir anda ve hiçbir ataları olmadan ortaya çıkarlar.
Pikaia fosili (alttaki kare çerçeve içinde) Evrimciler pikaia adlı canlının balıkların atası olduğunu iddia ettiler. Oysa, daha sonra pikaia'nın torunları olduğu iddia edilen balıklarla, pikaia'nın Kambriyen dönemde, birlikte yaşadıkları ortaya çıktı. |
Evrimcilerin iddiasına göre kara canlılarının atası bir balık türüdür. Evrimciler hala tespit edemedikleri bu hayali balık türünün, kuraklık sonucunda çamurda yürümek ve yaşamak zorunda kaldığını, bunun için yüzgeçlerinin ayaklara, solungaçlarının akciğere evrimleştiğini, vücut atıklarını arıtmak için böbreklere sahip olduğunu, derisinin sıvı kaybetmeyi önleyecek özellikler kazandığını ve böylece ilk amfibiyenlerin ortaya çıktığını öne sürmektedirler. Bir balık tüm bu değişimleri, hatta çok daha fazlasını geçirmedikçe karada yaşamaya uygun hale gelemeyecek, en fazla birkaç dakika içinde ölecektir.
Evrimcilerin amfibiyenlerin atası olarak gösterdikleri üç farklı balık türü vardır. Bunlardan biri ünlü yaşayan fosil Cœlacanth'tır. Bu balık türü yüzgeçlerinin kalınlığı ve kemikli oluşu gibi bazı yapılarından dolayı yıllarca amfibiyenlerin atası olarak tanıtılmıştır. Ancak 1938 yılında Hint Okyanusu'nda canlısının yakalanmasıyla, evrimcilerin bu balık üzerinde yaptıkları spekülasyonların geçersiz olduğu anlaşılmıştır. Sonraki yıllarda da 200 kadar daha canlı Cœlacanth yakalanmıştır. Canlı Cœlacanth'ın incelenmesiyle bu balığın yumuşak anatomisinin amfibiyenlere benzemediği, karaya çıkmak üzere olmadığı, sığ sularda değil derin denizlerde yüzdüğü görülmüştür. (Detaylı bilgi için bkz. Sahte Ara Formlar Bölümü).
Günümüzde yaşayan Colacanth |
Günümüz evrimcilerinin büyük bir çoğunluğunun amfibiyenlerin atası olarak gösterdikleri bir diğer balık grubu ise Rhipidistia takımından balıklardır. Bu balıkların yüzgeçlerinde, Cœlacanth'ta olduğu gibi kalın bir doku ve kemikler bulunmaktadır. Evrimciler ise bu farklı yapılardan dolayı, bu canlıda ayaklar oluşmaya başladığını iddia etmektedirler. Oysa, bu yapıların kara canlılarının ön ve arka ayakları ile hiçbir benzerliği bulunmamaktadır. Ayrıca, Cœlacanth'ta olduğu gibi canlının yüzgecinin sert kısımları kaslarına gevşekçe bağlanmıştır. Bu ise vücudun ağırlığını taşımaya destek verecek şekilde omurgaya bağlı olmadığını gösterir. Yani, bu balıkların yüzgeçlerinde, kara canlıların ayaklarına benzeyen hiçbir özellik bulunmamaktadır. Ayrıca fosil kayıtlarında bulunan en eski amfibiyende leğen ve omuzlar geniş ve güçlüdür. Bunlar, balıklarda bulunmayan özelliklerdir ve evrimcilerin öne sürdükleri sözde atalarda bu tür yapıların gelişimine dair hiçbir iz bulunmamaktadır.
Avustralya akciğerli balığı. Evrimciler, akciğerli balıkların, amfibiyenlerin atası olduğunu iddia ederler. Ancak bu balıkların akciğer yapısının kara canlılarının akciğerleri ile hiçbir benzerliği bulunmamaktadır. |
Evrimcilerin üçüncü "amfibiyen atası" adayları ise, akciğerli balıklardır (Dipnoi takımından). Bu balıklar solungaçlarının yanısıra yüzeye çıkarak hava soluyabilirler. Ancak sahip oldukları akciğer yapısının kara canlılarının akciğerleri ile hiçbir benzerliği bulunmamaktadır. Bu balığın iskelet yapısı da amfibiyenlerden çok farklıdır. Örneğin balığın yüzgeç yapısında ayaklara dair hiçbir iz yoktur. Sadece omurganın değil iç organlarının yapısı da oldukça farlıdır. Bu nedenle bu balıkların amfibiyenlere evrimleşebilmesi için çok büyük değişiklikler geçirmeleri gerekmektedir. Örneğin leğen kemeri oluşurken, solungaçların gerçek akciğerlere ve kulaklarla gözlerin kuru havada işleyebilecek yapılara dönüşmeleri gerekmektedir.
Evrim teorisine göre, kara canlıları balıklardan evrimleşmiştir.Eğer bu iddia doğru olsaydı, fosil kayıtlarında resimdeki gibi yarı balık-yarı sürüngen canlılara ait fosiller bulunmalıydı. Ancak fosil kayıtlarında, bu tür canlıların hiçbir zaman yaşamadıkları görülmektedir. |
Evrimciler amfibiyenlerin sözde atası olarak hangi balık türünü kabul ederlerse etsinler, bir balığın amfibiyene dönüşebilmesi için geçirmesi gereken değişiklikler çok fazla sayıdadır. Dolayısıyla iki türün arasında birçok ara form bulunması gerekir; yarı yüzgeçli- yarı ayaklı, yarı solungaçlı-yarı akciğerli, yarı böbrekli vb. garip canlıların yaşamış olması ve bu canlıların sayılarının milyonlarca olması gerekir. Ancak, fosil kayıtlarında bu tür canlıların bir tanesine dahi rastlanmamıştır. Tüm dünyada 100 milyonu aşkın fosilin arasında tam balıklar, tam amfibiyenler vardır, ancak bu tür ara geçiş formları bulunmamaktadır. Bu evrimcilerin de kabul ettiği ve evrim teorisini yalanlayan bir gerçektir.
Örneğin MIT'den profesör Robert Wesson, amfibiyenlerin fosil kayıtlarında aniden belirdiklerini ve balıklardan amfibiyenlere geçişi gösteren bir delil olmadığını şöyle açıklar:
Bir balığın amfibiyene dönüşürken hangi aşamalardan geçtiği bilinmiyor. İlk amfibiyenlerle bazı kemikli yüzgeçleri olan belli (rhipidistian) balıklar arasında benzerlikler var. Ancak en erken kara hayvanları, dört iyi ayak, omuz ve leğen kemeri, kaburga kemikleri, ve farklı kafa yapıları ile ortaya çıkarlar... 320 milyon yıl önce, birkaç milyon yıl içinde bir düzine amfibiyen takımı kayıtlarda aniden beliriyorlar ve açıkça hiçbiri diğerinin atası değil. 28
Wesson'ın da belirttiği gibi, kara canlıları fosil kayıtlarında 4 sağlam ayakları, omuzları, kaburgaları ve diğer kara canlılarına has özellikleri ile aniden belirmektedirler. Bu canlıların evrimsel atası olarak gösterilebilecek hiçbir fosil bulunmamaktadır. Aynı gerçeği Yale Üniversitesi'nden biyoloji profesörü Keith Stewart Thomson şöyle ifade etmektedir:
Balıklarla Tetrapodlar (dört ayaklı kara canlıları) arasında hala gerçek ara form fosillerine sahip olmamamıza rağmen, Tetrapodların atası olması gereken balık grubunun özellikleri hakkında oldukça gürültülü bir şekilde tartışma özgürlüğüne sahibiz. 29
Acanthostega: Evrimcilerin balıklardan amfibiyenlere geçişe örnek gösterdikleri bir canlı. Ancak bu canlı bir ara geçiş formu değildir. |
Darwinist iddiaya göre, kaplumbağa, timsah, kertenkele, yılan gibi sürüngenler amfibiyenlerden evrimleşmişlerdir. Amfibiyenler ve sürüngenler birçok açıdan çok farklı özelliklere sahiptirler. İki canlı grubu arasındaki en belirgin farklılıklardan biri yumurta yapılarıdır. Amfibiyenler yumurtalarını suya bıraktıkları için yumurtalar suda gelişmeye uygun bir yapıya sahiptirler. Geçirgen ve şeffaf bir zarları ve jölemsi yapıları vardır. Sürüngenlerin yumurtalarının yapısı ise kara iklimine uygun olarak yaratılmıştır. "Amniotik yumurta" olarak da bilinen sürüngen yumurtasının sert kabuğu hava geçirir, ama su geçirmez. Bu sayede yavrunun ihtiyaç duyduğu sıvı, o yumurtadan çıkıncaya kadar saklanır.
Amfibiyenlerle sürüngenler arasındaki en önemli farklardan biri yumurtalarının yapısıdır. Amfibiyenlerin su ortamına uygun şeffaf ve geçirgen yumurtalarına karşılık, sürüngenlerin kara ortamına uygun kalın kabuklu yumurtaları vardır. | 1. Tam bir amfibiyen Sürüngenlerin, amfibiyenlerden evrimleştiğini gösteren hiçbir ara geçiş fosili bulunmamaktadır. |
Amfibiyen yumurtaları eğer karaya bırakılacak olsa, kısa zamanda kuruyacak ve içindeki embriyolar da ölecektir. Bu durum, sürüngenlerin kademeli olarak amfibiyenlerden evrimleştiklerini öne süren evrim teorisi açısından açıklanamayan bir sorundur. Çünkü karada yaşam başlayacaksa, amfibiyen yumurtasının tek bir nesil içinde amniotik yumurtaya dönüşmesi zorunludur. Bunun evrim mekanizmaları olarak öne sürülen doğal seleksiyon-mutasyon tarafından nasıl yapılmış olabileceği açıklanamamaktadır.
Öte yandan, fosil kayıtları da sürüngenlerin kökenini evrimci bir açıklamadan yoksun bırakmaktadır. Ünlü evrimci paleontolog Lewis L. Carroll, "Sürüngenlerin Kökeni Sorunu" başlıklı bir makalesinde bu gerçeği şöyle kabul eder:
Ne yazık ki sürüngenlerin ortaya çıkışı öncesinde var olan tek bir sürüngen atası örneği yoktur. Bu ara formların olmayışı, amfibiyen-sürüngen geçişi hakkındaki çoğu problemi çözümsüz bırakmaktadır.30
Omurgalı paleontolojisi konusunda otorite sayılan Robert Carroll ise "en erken sürüngenlerin, tüm amfibiyenlerden çok farklı olduklarını ve atalarının hala belirlenemediğini" kabul etmek zorunda kalır.31 Aynı gerçek Stephen Jay Gould tarafından da kabul edilmekte ve Gould, "hiçbir fosil amfibiyen, tümüyle karada yaşayan omurgalıların (sürüngen, kuş ve memelilerin) atası olarak görünmüyor" demektedir.32
Evrimcilerin, sürüngenlerin atası olarak tanıttıkları Seymouria'nın sürüngenlerle aynı dönemde yaşadığı anlaşıldığında, evrimcilerin bu iddiası da çöpe atılmıştır. |
Şimdiye dek "sürüngenlerin atası" olarak gösterilmeye çalışılan en önemli canlı ise, Seymouria adlı amfibiyen türü olmuştur. Oysa Seymouria'nın bir ara form olamayacağı, Seymouria'nın yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 30 milyon yıl öncesinde de sürüngenlerin yaşadıklarının bulunmasıyla ortaya çıkmıştır. En eski Seymouria fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani bundan 280 milyon yıl öncesine aittir. Oysa bilinen en eski sürüngen türleri olan Hylonomus ve Paleothyris, Alt Pensilvanyen tabakalarında bulunmuşlardır ki, bu tabakalar 330-315 milyon yıl öncesine aittir.33 Bu durumda "sürüngenlerin atası"nın, evrimcilerin iddia ettikleri gibi sürüngenlerden çok sonra yaşamış olması elbette imkansızdır.
Kısacası bilimsel bulgular, sürüngenlerin yeryüzünde evrim teorisinin öne sürdüğü gibi kademeli bir gelişimle değil, hiçbir ataları olmadan bir anda ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Deniz sürüngenleri de, evrimcilerin kökenini açıklayamadıkları bir başka canlı grubudur. Günümüzde deniz kaplumbağaları bu grubun bir üyesi olarak yaşamaktadır. Bilinen en önemli deniz sürüngeni ise, Ichthyosaur olarak adlandırılan soyu tükenmiş canlıdır. Evrimciler bu canlının karada yaşayan sürüngenlerden evrimleştiğini öne sürerler. Ancak bunun nasıl gerçekleştiğini açıklayamaz ve fosil kayıtlarından delil de sunamazlar.
1. Soyu tükenmiş bir deniz sürüngeni olan Ichthyosaur |
Ichthyosaurların özellikle okyanus açıklarında ve derin sularda yaşayan türleri oldukça kompleks ve özgün özelliklere sahiptir. Evrimciler ise, karada yaşayan bir sürüngenin, tesadüfler sonucunda açık ve derin sularda yaşamaya adapte olduğunu öne sürmektedirler. Bu gerçekleşmesi imkansız bir senaryodur. Omurgalı tarihi uzmanı Romer, Ichthyosaur'un kendine özgü özelliklerinin ortaya çıkması için çok uzun bir zaman dilimi gerektiğini, dolayısıyla bu canlıların çok eski bir kökene sahip olmalarının zorunlu olduğunu belirtir ve sonra bu canlıların atası olarak kabul edilebilecek hiçbir Permiyen devri sürüngeninin bilinmediğini kabul eder.34 Romer'ın 60'lı yıllarda tespit ettiği bu gerçek hala geçerliliğini korumaktadır.
Nisan 2003 tarihli Scientific American dergisinin özel ekinde yayınlanan "Rulers of the Jurassic Seas" (Jurasik Denizlerin Hakimi) başlıklı yazıda da Ichthyosaurların sadece kıyılarda değil okyanus açıklarında yaşam için uygun oldukları belirtilmekte ve bu nedenle karadan denize geçmek için "aşırı adaptasyonlar" geçirerek, birçok özelliklerini kaybetmeleri ve yeni özellikler kazanmaları gerektiği anlatılmaktadır. 35 Bu ise canlının ortaya çıkışına kadar çok uzun bir dönem geçmesini ve çok fazla sayıda ara form olmasını zorunlu kılar. Oysa fosil kayıtlarında Ichthyosaurların ataları olarak kabul edilebilecek ara formlardan eser yoktur. Bulunan fosiller ya kara sürüngenlerine ya da deniz sürüngenlerine aittir.
Ichthyosaurlar ile kara canlılarının bazı özelliklerinin kıyaslanması, bu iki canlı türü arasındaki evrimin ne kadar imkansız olduğunu görmek açısından faydalı olacaktır:
• Ichthyosaurları, kara canlılarından ayıran en belirgin özelliklerinden biri yüzmek için kullandıkları palet benzeri geniş ve yassı ayaklarıdır. Kara canlılarında bu tür yassı bir ayak yoktur. Birçok sürüngenin ön ayaklarındaki ince kemiklerin aksine, Ichthyosaurların ön ayak kemikleri kısa ve geniştir. Dahası, ayak kemiklerinin hepsinin şekli birbirine benzerdir. Diğer dört ayaklı canlıların çoğunda bilekteki kemiklerle avuç içi kemiklerini ayırt etmek oldukça kolaydır. Daha da önemlisi, Ichthyosaurların kemikleri aralarında deri olmaksızın birbirine çok yakın olacak şekilde sıkıştırılmıştır ve böylece sert ve dayanıklı bir levha oluşmuştur. Bütün ayak parmaklarının tek bir yumuşak doku içine kapatılmış olması hayvanın ayaklarının sertliğini artırmaktadır. Günümüz balinaları, yunusları, fok balıkları ve deniz kaplumbağalarında da aynı yapı vardır. Bu tür yumuşak dokular aynı zamanda palet ayakların hidrodinamik verimliliğini artırmaktadır, çünkü su direncini azaltacak bir şekle sahiptirler. Eğer parmaklar birbirinden ayrı olsaydı bu gerçekleşemezdi. Ichthyosaurların bu özgün ayaklarının evrimle nasıl meydana geldiği sorusu ise cevapsızdır. Ne balıkların yüzgeçlerinden ne de kara sürüngenlerinin ayaklarından böyle bir ayak yapısına aşamalı geçiş olduğunu gösteren hiçbir delil yoktur. Ayrıca, Scientific American da bu tür bir palet ayağa aşamalı ve belli bir sırada geçiş olmadığını kabul etmekte ve şöyle demektedir:
Aslında Ichthyosaur ayaklarının analizleri, parmakların kaybolduğu, eklendiği ve bölündüğü çok karmaşık bir evrimsel süreç ortaya koymaktadır. 36
Görüldüğü gibi, Ichthyosaurların palet ayaklarının sözde evrimsel tarihi evrimcilerin bekledikleri gibi süreklilik gösteren bir gelişim göstermemektedir. Ancak Scientific American tüm diğer evrimciler gibi, bu durumu göz ardı etmekte ve klasik evrimci demagojisi ile okuyucuların da gerçekleri göz ardı etmelerini sağlamak için şöyle demektedir:
Söylemeye gerek yok, evrim her zaman bir özellikten diğerine devamlı ve tek bir yöne doğru yol izlemez.37
İşte evrimciler "evrimsel beklentilerini" bulamayınca bu tür açıklamalar yaparak, teorilerini kurtarmaya çalışırlar. Oysa, fosil kayıtlarından elde edilen bulgular ortada bir evrim olmadığını açıkça göstermektedir.
• Sürüngenlerle Ichthyosaurlar arasındaki bir diğer fark vücutlarının önündeki omurgaların sayısıdır. Sürüngenlerin vücutlarının ön kısmında sadece 20 kadar omurga varken, Ichthyosaurlarda 40 kadar omurga vardır. Yani sözde evrim sürecinde bu canlılara isabet eden mutasyonların, diğer değişikliklerin yanısıra bu canlılara 20 omurga daha eklemiş olması gerekmektedir. Yine, tahmin edilebileceği gibi, omurga sayısı açısından da ara geçiş formu oluşturabilecek sürüngelerin (örneğin 25, 30 veya 35 omurgalı canlıların) fosillerinden eser yoktur.
1. Sürüngen yapısına sahip timsah fosili. |
• Açık okyanuslarda avlanan hayvanların, çok az av bulabildikleri için enerji açısından çok verimli bir yüzüş şekline sahip olmaları gerekir. Kuyruğa benzer bir yüzgeç böyle bir yüzüş için idealdir. Bu tür yüzgeçler kayak gibi salınır ve aynı zamanda canlının seyir etkinliğini de artırır. Ichthyosaurlarda da bu tür bir yüzgeç bulunmaktadır. Bu yüzgecin öncülü sayılabilecek hiçbir biyolojik yapıya dair bir fosil izi ise yoktur.
Görüldüğü gibi balık şekilli Ichthyosaurlar derin okyanu s sularında yaşamak için özel olarak yaratılmış son derece kompleks özelliklere sahiptirler. Bir kara canlısının bu özelliklere sahip olması için sayısız isabetli mutasyona maruz kalması gerekir. Oysa tesadüfler, bir canlının her özelliğini, belli bir ortama uygun olacak şekilde, planlı olarak değiştiremezler. Tesadüfler bir kara canlısını, ayak parmaklarından omurgalarına, gözünün yapısından yüzüş şekline kadar nasıl değiştireceklerini, derin sularda yaşayabileceği şekilde bu canlıyı nasıl tasarlamaları gerektiğini bilemezler. Tesadüfler bunları başarabilecek bilince ve akla sahip değillerdir. Nitekim fosil kayıtları da, bu canlıların kademeli tesadüfi değişikliklerle değil, bir anda, kompleks ve özgün yapılarıyla ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Colbert ve Morales, Evolution of the Vertebrates (Omurgalıların Evrimi) adlı kitaplarında bu canlıların kökeni hakkında şunları söylemektedirler:
Deniz memelilerinin pek çok yönden en özelleşmiş türü olan Ichthyosaur, erken Triasik devrinde ortaya çıkmıştır. Sürüngenlerin jeoloji tarihine girişleri son derece ani ve dramatik bir şekilde olmuştur; Triasik öncesi devirlere ait fosil yataklarında, Ichthyosaurların muhtemel atalarına ait hiçbir iz yoktur... Ichthyosaur ilişkileri hakkındaki en temel sorun, bu sürüngenleri bilinen başka herhangi bir sürüngen takımına bağlayabilecek hiçbir sonuca götürücü delilin bulunamayışıdır.38
Omurgalı paleontoloğu Chris McGowan ise, Ichthyosaurların hiçbir evrimsel ataları olmadan fosil kayıtlarında aniden belirdiklerini şöyle ifade eder:
Ichthyosaurların gökten düştüklerini öne sürdüm. Utanç verici gerçek şu ki, Ichthyosaurların ataları hala bulunamadı. Bu durum, paleontologların spekülasyonda bulunmalarına engel olmadı, sürüngen gruplarının çoğu zaman, zaman olası Ichthyosaur atası olarak tanıtıldı.39
Evrimci McGowan'ın açık yüreklilikle itiraf ettiği gibi, delil olmaması evrimcilerin deniz sürüngenlerinin kökeni için uydurma atalar üretmelerine engel olmamaktadır. Ancak evrimci spekülasyonlar, gerçekleri örtbas etmeye yetmemektedir. Çok açıktır ki, tüm diğer canlılar gibi deniz sürüngenleri de yaratılmışlardır, bu nedenle fosil kayıtlarında "atalarına" ait fosiller bulunamamaktadır.
Evrim teorisine göre bazı sürüngenler kuşlara, bazıları da memelilere evrimleşmiştir. Ancak, memelilerle sürüngenler arasında çok büyük farklılıklar vardır. Örneğin sürüngenler soğukkanlıdır, sert kabuklu yumurtalar yumurtlayarak çoğalırlar. Vücutları pullarla kaplıdır. Tüm sürüngenlerin alt çenelerinde yedi kemik vardır. Kulaklarında ise birer kemik bulunur. Memeliler ise sıcakkanlıdır, yavrularını doğururlar, süt bezleri ve tüyleri vardır. Tek alt çene kemikleri vardır ve her iki kulaklarında çekiç, üzengi ve örs olarak adlandırılan üç kemikleri bulunur. Eğer, memelilerin son derece kompleks ve iç içe geçmiş sistem ve yapıları mutasyonlar sonucunda sürüngenlerden evrimleşmiş ise, fosil kayıtlarında bu geçişi gösteren çok fazla sayıda fosil olmalıdır. Örneğin süt bezleri yarım oluşmuş, derisinde yarı pullar-yarı tüyler olan, bacaklarının bir kısmı daha uzamış, bir kısmı hala sürüngen bacağı gibi daha kısa ve benzeri yarım, tamamlanmamış özelliklere sahip canlıların fosillerine yeryüzü tabakalarında mutlaka rastlamamız gerekirdi. Ancak böyle tek bir fosil bile yoktur. Çünkü bu tür canlılar tarih boyunca hiçbir zaman yaşamamışlardır; yaşamış olsalardı fosillerini bulunurdu.
1. Tam bir sürüngen olan timsah. |
Ayrıca, atlardan insanlara, sincaplardan fillere kadar çok fazla memeli türü ve cinsi vardır. Bu türlerin hepsinin sürüngenlerden evrimleştikleri öne sürülmektedir. Memelilerin ortaya çıkışının ise 100 milyon yıl sürdüğü iddia edilmektedir. Dolayısıyla, bu kadar uzun bir süre içinde, çok fazla sayıda türün oluşabilmesi için, milyonlarca ara form fosilinin bulunmuş olması gerekir. Ancak evrimcilerin bulmayı umdukları ara formların bir tanesine dahi fosil kayıtlarında rastlanmamıştır. Evrimciler sadece Therapsida takımına ait ve "memeli benzeri sürüngenler" olarak da bilinen grubun fosillerini sürüngenlerle memeliler arasındaki ara form olarak gösterirler. Ancak SAHTE ARA FORMLAR bölümünde ayrıntıları ile inceleneceği gibi bu iddiaları geçersizdir.
Memelilerin atası olarak gösterilen "memeli benzeri sürüngenlerin" soyu tükenmiştir ve bu canlılar fosil kayıtlarında aniden belirir ve aniden yok olurlar.
Memeli benzeri sürüngenlerin soylarının tükenmiş olması evrimcilere bu canlıların fosilleri üzerinde istedikleri gibi spekülasyon yapma imkanı tanımaktadır. Oysa, sadece birkaç kemiğe bakarak, türler arasında benzerlik kurmak güvenilir bir yöntem değildir. Bazı evrimciler iskeletleri arasında benzerlik olan canlıların yumuşak dokularının da benzer olduğu yanılgısına düşerler. Michael Denton evrimcilerin bu yanılgısı hakkında şu açıklamayı yapar:
... İskeletleri açısından birbirine çok yakın gibi görünen fosil canlıların aslında tüm biyolojileri gözönünde bulundurulduğunda birbirlerine uzak oldukları görülür – plasentalı ve keseli köpeklerde olduğu gibi. Dahası, memeli benzeri sürüngenler gibi hiçbir temsilcisi kalmamış olan grupların yumuşak biyolojilerinin, bilinen sürüngen veya memelilerden tamamen farklı olma olasılığı vardır. Bu ise onların potansiyel memeli atası olma olasılıklarını tamamen ortadan kaldırmaktadır. Aynı, canlı Cœlacanth'ın bulunmasıyla, yumuşak anatomisindeki beklenmeyen ve Rhipidistian akrabalarının atasal statülerine şüphe düşüren özelliklerin ortaya çıkması gibi.40
Memeli benzeri sürüngenlerin beyinlerinin incelenmesi sonucunda, bu canlıların memeli özellikleri göstermedikleri, tamamen sürüngenlere benzedikleri sonucu elde edilmiştir. Memeliler, beyin büyüklükleri ile tüm sürüngenlerden (ve "memeli benzeri sürügenlerden") ayrılmaktadırlar:
... Benzer faktörler memeli benzeri sürüngenler gibi diğer klasik geçiş gruplarının da statülerini gölgelemektedir. Memeli benzeri sürüngenlerin anatomileri ve fizyolojilerinin tamamen sürüngen olma olasılığı göz ardı edilemez. Yumuşak biyolojileri ile ilgili elimizdeki tek delil kafatası iç yapılarıdır. Ve bunlar sinir sistemleri açısından tamamen sürüngen olduklarını ortaya koymaktadır. Kafatası iç yapılarını inceleme konusunda diğer otoritelerden daha tecrübeli olan Jerison, memeli benzeri sürüngenlerin beyinleri hakkında şu yorumu yapar: "...bu hayvanların beyinleri tipik daha aşağı omurgalı beynidir...". Kafatası iç yapıları beklenen beyin ölçülerinin hacmine çok yakın olduğu ve bunlar beyin ölçüsündeki maksimum limiti gösterdiği için, memeli benzeri sürüngenlerin memelilere yakın ölçülerde beyinleri olması mümkün değildir... Kısacası memeli benzeri sürüngenler beyinleri açısından memelilere değil, sürüngenlere benzemektedirler..."
Memeli benzeri sürüngenlerin beyinlerinde memelilere benzer özellikler olması ile ilgili aslında az sayıda iddia bulunmaktadır... Önbeyin, pozisyonu belirlenebildiği ölçüde, sürüngen ölçülerinde ve şeklindedir. Bilinen en eski memeli fosillerinde ise durum bu değildir.
Hakkında ikna edici bir delili olan ilk memeli –yani Üst Jurasik döneminden Triconodon–böcek yiyen hayvanlar veya Virjinya Opossumu (küçük bir memeli türü) gibi günümüzde yaşayan "ilkel" memelilerle aynı seviyedeydi. Kesinlikle kendisiyle benzer büyüklüğe sahip sürüngenlerden daha büyük beyinliydi. 41
"Memeli benzeri sürüngenler" aslında sadece çene eklem yerlerinden dolayı böyle bir benzetmeyle tanımlanmaktadırlar. Oysa tek bir özellik, böyle bir tanımlama için yeterli değildir. 42
Roger Lewin |
Bu canlıların üzerinde yapılan incelemeler de bunların memelilerle bir ilgileri bulunmadığı yönünde sonuç vermektedir. Örneğin Morganucodon, 1973 yılında Londra Üniversitesi Koleji, zooloji bölümünden Dr. K. A. Kermack ve başka araştırmacılar tarafından Cynodont, yani gerçek sürüngen evresini geçmiş bir ara geçiş formu olarak tanıtılmıştı. Çin'de ve Britanya'nın Galler Bölgesinde birçok Morganucodon parçası bulundu. Bu, yaklaşık aynı dönemlerde, dünyanın denizle birbirinden ayrılmış iki ayrı ucunda, aynı geçiş evrelerinin yaşandığını gösteriyordu, ki bu imkansızdı. Araştırmacılar Morganucodon'un ve daha önce bulunan Kuehneotherium'un çene kemikleri açısından tam bir sürüngen olduklarını belirttiler. 43
Sürüngenlerle memeliler arasında ara form oldukları iddia edilen bu canlılar hakkında bir başka sorun ise, zaman ile ilgilidir. Bu memeli benzeri sürüngenler büyük sürüngen döneminin sonunda değil başında ortaya çıkmaktadırlar. Bu ise hayali evrim ağacına göre 100 milyon yıl erken ortaya çıktıkları anlamına gelmektedir.
Tom Kemp, New Scientist dergisindeki "The Reptiles That Became Mammals" (Memeliye Dönüşen Sürüngenler), başlıklı evrimci yazısında memeli benzeri sürüngenlerin fosil kayıtlarında aniden belirdiklerini şöyle kabul etmektedir:
Memeli benzeri sürüngenlerin her türü fosil kayıtlarında aniden belirirler ve öncelerinde bir ataları yoktur. Bir süre sonra, aynı şekilde aniden, arkalarında soyları olan bir tür bırakmadan kaybolurlar.44
Tüm bunlar, sürüngenlerin memelilere evrimleştiği yönündeki varsayımın hiçbir bilimsel temeli olmadığını göstermektedir. Evrimci paleontolog Roger Lewin'i, "ilk memeliye nasıl geçildiği hala bir sırdır" demek zorunda bırakan açmaz, devam etmektedir.45
Öte yandan, memelilerin kendi içlerindeki kategorilerin kökeni de evrim teorisi açısından karanlıktadır. Evrimci zoolog Eric Lombard, Evolution (Evrim) adlı dergide şöyle yazar:
Memeliler sınıfı içinde evrimsel akrabalık ilişkileri (filogenetik bağlar) kurmak için bilgi arayanlar, hayal kırıklığına uğrayacaktır.46
Kısacası memelilerin kökeni, diğer canlı gruplarında olduğu gibi, evrim teorisiyle hiçbir şekilde uyuşturulamamaktadır.
Balinalar ve yunuslar, aynı karadaki memeliler gibi doğurdukları, yavrularını emzirdikleri, akciğerle nefes alıp vücutlarını ısıttıkları için "deniz memelileri" olarak bilinen canlı grubunu oluştururlar. Deniz memelilerinin kökeni ise, evrimciler tarafından açıklanması en zor olan konulardan birisidir. Çoğu evrimci kaynakta, ataları karada yaşayan deniz memelilerinin, uzun bir evrim süreci sonunda deniz ortamına geçiş yapacak biçimde evrimleştikleri öne sürülür. Buna göre, sözde ataları olan balıkların "sudan karaya geçiş" süreci yaşadığı varsayılan deniz memelileri, ikinci bir evrim sürecinin sonucu olarak tekrar su ortamına dönmüşlerdir. Oysa bu teori hiçbir paleontolojik delile dayanmaz ve mantıksal yönden de çelişkilidir.
Evrim teorisinin balinaların kökeni hakkında iddiası, bir "fosiller dizisine" dayanır. Bir dizi canlı ard arda sıralanmakta ve bunların "balina evriminin ara formları" olduğu ileri sürülmektedir. Bu canlıların yaşadıkları jeolojik devre göre sırası, evrimcilere göre, şöyledir:
Pakicetus (50 milyon yıl önce > Ambulocetus (49 milyon yıl önce) > Rodhocetus (46.5 milyon yıl önce) > Procetus (45 milyon yıl önce) > Kutchicetus (43-46 milyon yıl önce) > Dorudon (37 milyon yıl önce) > Basilosaurus (37 milyon yıl önce) > Aetiocetus (24-26 milyon yıl önce)
Bu şemanın pek çok yanıltıcı özelliği vardır. Ancak öncelikle en temel olanını açıklayalım. Şemadaki ilk iki canlı, yani Pakicetus ve Ambulocetus, evrimcilere göre birer "yürüyen balina"dır, ama gerçekte birer kara memelisi olan bu canlıları "balina" olarak tanımlamak, tamamen hayali hatta komik bir iddiadır.
Önce Pakicetus'a bakalım.
Uzun ismi Pakicetus inachus olan bu soyu tükenmiş memeliye ait fosiller, ilk kez 1983 yılında gündeme geldi. Fosili bulan P. D. Gingerich ve yardımcıları, canlının sadece kafatasını bulmuş olmalarına rağmen, hiç çekinmeden onun "ilkel balina" olduğunu iddia ettiler.
EVRİMCİLERİN "YÜRÜYEN BALİNA" SENARYOSU BİLİM DIŞIDIR | |
1. Pakicetus (50 milyon yıl önce) | 5. Dorudon (37 milyon yıl önce) |
Oysa fosilin "balina" olmakla yakından-uzaktan bir ilgisi yoktu. İskeleti, bildiğimiz kurtlara benzeyen dört ayaklı bir yapıydı. Fosilin bulunduğu yer, paslanmış demir cevherlerinin de bulunduğu ve salyangoz, kaplumbağa veya timsah gibi kara canlılarının da fosillerini barındıran bir bölgeydi; yani bir deniz yatağı değil kara parçasıydı.
Peki dört ayaklı bir kara canlısı olan bu fosil, neden "ilkel balina" olarak ilan edilmişti? Sadece dişlerindeki ve kulak kemiklerindeki bazı ayrıntılar nedeniyle! Oysa bu özellikler Pakicetus ile balinalar arasında bir ilişki kurmak için kanıt olamaz. Canlılar arasında anatomik benzerliklerden yola çıkılarak kurulmak istenen bu gibi teorik ilişkilerin çoğunun son derece çürük olduğunu evrimciler de kabul etmektedirler. Eğer Avustralya'da yaşayan gagalı bir memeli olan Platypuslar ve ördekler soyları tükenmiş canlılar olsalardı, evrimciler aynı mantıkla (gaga benzerliğinden yola çıkarak) bunları da birbirlerinin akrabası ilan edeceklerdi. Oysa Platypus bir memeli, ördek ise bir kuştur ve aralarında evrim teorisine göre de bir akrabalık kurulamaz. Aynı şekilde evrimcilerin "yürüyen balina" ilan ettiği Pakicetus da farklı anatomik özellikleri bünyesinde barındıran özgün bir cinstir. Nitekim omurgalı paleontolojisinin otoritelerinden Carroll, Pakicetus'un da dahil edilmesi gereken Mesonychid ailesinin "garip karakterlerden oluşan bir kombinasyon gösterdiğini" belirtmektedir.47 Bu tip "mozaik canlı"ların evrimsel ara form sayılamayacağını, Gould gibi önde gelen evrimciler de kabul etmektedir.
EVRİMCİLERİN HAYALİ BALİNANIN EVRİMİ ŞEMASI |
Evrimcilerin bu hayali şemaya yerleştirdikleri canlıların fosilleri incelendiğinde, aralarında büyük anatomik farklılıklar bulunduğu ve birbirlerine bağlanan ara formlar olmadıkları açıkça görülmektedir. |
Yaratılışı savunan yazar Ashby L. Camp, "The Overselling of Whale Evolution" (Balina Evriminin Abartılı Propagandası) başlıklı makalesinde, Pakicetus gibi kara memelilerinin de dahil olduğu Mesonychidler sınıfının, Archaeoceteaların, yani soyu tükenmiş balinaların atası olduğu yönündeki iddianın çürüklüğünü şöyle açıklar:
Evrimcilerin Mesonychidlerin, Archaeocetealara dönüştüğü konusunda kendilerinden emin davranmalarının nedeni, gerçek soy bağlantısında yer alan bir tür tanımlayamamalarına rağmen, bilinen Mesonychidler ve Archaeocetealar arasında bazı benzerlikler olmasıdır. Ancak bu benzerlikler, özellikle de (iki grup arasındaki) büyük farklılıklar ışığında, bir ata ilişkisi iddia etmek için yeterli değildir. Bu gibi karşılaştırmaların oldukça subjektif olan doğası, şimdiye kadar pek çok farklı memeli ve hatta sürüngen grubunun balinaların atası olarak öne sürülmüş olmasından bellidir.48
Hayali balina evrimi şemasında Pakicetus'tan sonra gelen ikinci fosil canlı, Ambulocetus natans'tır. İlk kez 1994 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makaleyle duyurulan bu fosil de, evrimciler tarafından zorlama yöntemiyle "balinalaştırılmak" istenen bir kara canlısıdır.
Gerçekte ne Pakicetus'un ne de Ambulocetus'un balinalarla bir akrabalıkları bulunduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Evrim şemasında Pakicetus ve Ambulocetus'un ardından deniz memelilerine geçilmekte ve Procetus, Rodhocetus gibi Archaeocetea (soyu tükenmiş balina) türleri sıralanmaktadır. Söz konusu canlılar gerçekten de suda yaşayan soyu tükenmiş memelilerdir. Ancak Pakicetus ve Ambulocetus ile bu deniz memelileri arasında çok büyük anatomik farklılıklar vardır. Canlıların fosilleri incelendiğinde, birbirlerine bağlanan "ara form"lar olmadıkları açıkça görülür:
• Dört ayaklı bir kara memelisi olan Ambulocetus'ta omurga, leğen (pelvis) kemiğinde bitmekte ve bu kemiğe bağlı güçlü bacak kemikleri uzanmaktadır. Bu tipik bir kara memelisi anatomisidir. Balinalarda ise omurga kuyruğa doğru kesintisiz devam eder ve leğen kemiği bulunmaz. Nitekim Ambulocetus'tan 10 milyon yıl kadar sonra yaşadığı düşünülen Basilosaurus aynen bu anatomiye sahiptir. Yani tipik bir balinadır. Tipik bir kara canlısı olan Ambulocetus ile tipik bir balina olan Basilosaurus arasında ise hiçbir "ara form" yoktur.
• Basilosaurus'un ve kaşalotun omurgalarının alt kısmında, omurgadan bağımsız küçük kemikler yer alır. Evrimciler bunların "küçülmüş bacaklar" olduğu iddiasındadır. Oysa söz konusu kemikler Basilosaurus'ta "çiftleşme konumunu almaya yardımcı olmakta", kaşalotta ise "üreme organlarına destek olmakta"dır.49 Zaten oldukça önemli bir fonksiyon üstlenmiş olan iskelet parçalarını, bir başka fonksiyonun "körelmiş organı" olarak tanımlamak, evrimci önyargıdan başka bir şey değildir.
Sonuçta, deniz memelilerinin, kara memelileri ile aralarında bir "ara form" olmadan, özgün yapılarıyla ortaya çıktıkları gerçeği değişmemiştir. Ortada bir evrim zinciri yoktur. Robert Carroll, bu gerçeği istemeden ve evrimci bir dille de olsa, şöyle kabul eder: "Doğrudan balinalara uzanan bir Mesonychid çizgisi tanımlamak mümkün değildir."50 Balinalar konusunda ünlü bir uzman olan Rus bilim adamı G. A. Mchedlidze de, bir evrimci olmasına karşın, Pakicetus, Ambulocetus natans ve benzeri dört ayaklı sözde "balina atası adayları"nın bu şekilde tanımlanmasına katılmamakta ve onları tamamen izole bir grup olarak tarif etmektedir.51
1. Ambulocetus çizimi |
Kısacası, deniz memelilerinin kara canlılarından evrimleştiği yönündeki evrimci senaryo geçersizdir. Senaryonun geri kalan kısmı, yani deniz memelilerinin kendi içlerindeki evrimi iddiası da yine açmazdadır. Evrimciler, bilimsel sınıflandırmada Archaeocetea (arkaik, yani eski balinalar) olarak bilinen soyu tükenmiş özgün deniz memelileri ile, yaşayan balina ve yunuslar arasında bir akrabalık ilişkisi kurma çabasındadırlar. Oysa gerçekte konunun uzmanları farklı düşünmektedirler. Evrimci paleontolog Barbara J. Stahl şöyle yazar:
Bu Archaeoceteaların kıvrak formdaki vücutları ve kendilerine özgü testere dişleri, bunların muhtemelen herhangi bir modern balinanın atası olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır.52
Deniz memelilerinin kökeni konusundaki evrimci senaryo, moleküler biyolojinin bulguları açısından da çıkmaz içindedir. Klasik evrimci senaryo, balinaların iki büyük grubunun, yani dişli balinaların (Odontoceti) ve balenli balinaların (Mysticeti) ortak bir atadan evrimleştiğini varsayar. Ama Brüksel Üniversitesi'nden Michel Milinkovitch yeni bir teoriyle bu görüşe karşı çıkmış, anatomik benzerliğe göre kurulan söz konusu varsayımın moleküler bulgular tarafından çürütüldüğünü şöyle vurgulamıştır:
Cetaceanların (balinaların) büyük grupları arasındaki evrimsel ilişkiler, morfolojik ve moleküler analizlerin çok farklı sonuçlara varması nedeniyle, daha da problemlidir. Morfolojik ve davranışsal bulgu bütünlerine bakılarak yapılan geleneksel yorumlama, ekolokasyona sahip dişli balinaların (yaklaşık 67 tür) ve filtre sistemiyle beslenen balen balinaların (10 tür) iki ayrı monofilotik (kendi içinde tek kökenden gelen) grup olduğunu varsayar… Öte yandan, DNA üzerinde yapılan filogenetik (evrimsel akrabalık) analizleri… ve amino asit karşılaştırmaları… uzun zamandır kabul edilen bu sınıflandırmayla çelişmektedir. Dişli balinaların bir grubu, yani sperm balinaları, morfolojik yönden kendilerinden oldukça uzak olan balen balinalarına diğer Odontocetlerden (dişli balinalardan) daha yakın gözükmektedirler.53
Kısacası, deniz memelileri, dahil edilmek istendikleri hayali evrim şemalarının her birine adeta isyan etmektedirler.
Nature dergisinin bilim yazarı Henry Gee şu önemli gerçeği ifade eder: "Fosillerin arasını ayıran zaman aralıkları o kadar büyüktür ki, olası ata torun ilişkisi hakkında kesin bir şey söylenemez."54
Deniz memelilerinin atası olduğu iddia edilen fosiller arasında ise milyonlarca yıllık jenerasyon farkı vardır. Bir insanın büyük büyük büyük annesinin kim olduğunu bulabilmesi elde yazılı kayıtlar bulunmasına rağmen çok zordur ve kimi zaman tespit edilemez. Dolayısıyla, ara form oldukları iddia edilen fosillerin birbirleri ile ata-torun ilişkisi içinde oldukları, ancak bir varsayım olabilir.
İkinci olarak türler arasında sadece bazı benzerliklere bakarak, aralarında ata-torun ilişkisi kurmaya çalışmak doğru değildir. Bugün gördüğümüz farklı organizmalar arasındaki çarpıcı benzerlikler Darwin'den önce de biliniyordu ve bu benzerlikler ortak bir yaratılışın ürünü olarak kabul ediliyordu. Dolayısıyla bu benzerliklere bakarak bunu evrimin bir delili olarak öne sürmek bilimsel bir çıkarım değildir.
2-4. Yarı su aygırı-yarı balina özellikleri taşıyan hayali ara geçiş formları... |
Ayrıca evrimcilerin, ara geçiş formu olduğunu iddia ettikleri canlıların, nasıl olup da suya çok iyi adapte olabilmiş bir canlıya dönüştüğünü, bunun hangi mekanizmalarla gerçekleştiğini açıklamaları gerekir.
Sadece "ön ayaklar yüzgece dönüştü, arka ayaklar kayboldu, vücuttaki tüyler yok oldu ve bildiğimiz balinanın silgimsi derisine dönüştü" demek yeterli değildir. Ön ayakların yüzgece dönüşebildiklerine veya bir kara canlısının sudaki yaşama en iyi şekilde adapte olabileceği şekilde fizyolojik değişimler göstererek vücut şeklini tamamen değiştirebileceğine dair günümüz canlılarından elimizde hiçbir delil bulunmamaktadır.
Doğada evrimcilerin iddia ettikleri dönüşümü gerçekleştirebilecek hiçbir mekanizma bulunmamaktadır.
Bir kara canlısının denizde yaşayabilmek için ihtiyacı olan adaptasyonlar dikkate alındığında, böyle bir geçiş için "imkansız" kelimesinin bile yetersiz kaldığı görülür. Var olduğu iddia edilen hayali evrim süreci içinde bu adaptasyonlardan herhangi bir tanesinin bile eksikliği, canlının yaşamasına izin vermeyecektir.
1. Evrimcilerin kuşların kökeni hakkındaki en popüler iddialarına göre, kuşlar yanda çizimi görülen Theropod dinozorlarından evrimleşmiştir. Bu, delilsiz bir senaryodur. 2. Bir Theropod türü olan Herrerasaur'un iskeleti. |
Evrimcilerin kuşların sözde evrimi ile ilgili farklı senaryoları vardır ve bunların hepsi delilsizdir. Bunların en popüler olanına göre, kuşlar Theropod dinozorları olarak bilinen etobur bir dinozor türünden evrimleşmiştir. Evrimcilerin bilimsel delillerle destekleyemedikleri bu iddia için Smithsonian Enstitüsü Doğa Tarihi Müzesi'nden kuş bilimci evrimci Storrs Olson "çağımızın en büyük aldatmacalarından biri" ifadesini kullanmaktadır.55
Olson, kuşların dinozorlardan evrimleştiğini öne sürenleri eleştirmekte, ancak kendisi de kuşların kökenine dair başka bir evrimsel açıklama getirememektedir.
Bir kara canlısının, uçma yeteneği kazanabilmesi için birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik geçirmesi gerekir. Evrim teorisi ise ne bu değişimlerin nasıl gerçekleştiğini açıklayabilmekte ne de böyle bir değişim yaşandığına dair fosil kayıtlarından delil sunabilmektedir. Bu nedenledir ki, "kuşlar dinozordur" teorisi, evrim teorisini savunan bazı biyolog ve paleontologlar tarafından da kabul edilmemektedir. Örneğin dünyanın en önde gelen ornitologlarından (kuşbilimcilerinden) Alan Feduccia (Kuzey Carolina Üniversitesi) ve Larry Martin (Kansas Üniversitesi), kuşların bilinen herhangi bir dinozor grubundan evrimleşmiş olamayacağı görüşündedirler. Özellikle Feduccia, evrime inanmasına karşın, dinozorlar ve kuşlar arasındaki farklılıkları vurgulamakta, bu farklılıkların çok büyük olduğunu ve dolayısıyla kuşların kendilerinden önceki dinozorlardan evrimleşmiş olamayacağını kanıtlarıyla göstermektedir.
Kuşlarla sürüngenler arasındaki bazı farklılıkları hatırlatmak, evrim teorisinin neden kuşların evrimi konusunda büyük bir çıkmaz içinde olduğunu göstermek açısından faydalı olacaktır:
1) Kuşların akciğerleri, sürüngenlerden ve tüm diğer kara omurgalılarından tamamen farklı bir yapıdadır. Kuşlarda, kara omurgalılarının aksine, hava akciğer içinde tek yönde hareket eder ve böylece kuş daima oksijen alıp karbondioksit verebilir. Kuşlara özgü bu yapının standart kara omurgalı akciğerinden evrimleşmiş olması imkansızdır, çünkü ara yapıya sahip bir canlının nefes alması mümkün değildir.56
2) Alan Feduccia ve Julie Nowicki tarafından 2002 yılında, kuşlar ve sürüngenlerin embriyoları arasında yapılan karşılaştırmalar, iki canlı grubunun ayak yapılarının çok büyük farklılık gösterdiğini ve aralarında evrimsel bir ilişki kurulmasının imkansız olduğunu kanıtlamıştır.57
3) İki canlı grubunun kafatası arasındaki en son karşılaştırmalar da aynı sonucu vermektedir. Andre Elzanowski 1999 yılında yaptığı bir inceleme sonucunda "Theropod dinozorlarının çene ve damaklarında kuşlarınki ile benzer özellikler olmadığı" sonucuna varmıştır.58
1. Tam bir kuş Evrimcilerin, kuşların dinozorlardan evrimleştiklerini ispatlayabilmeleri için, bu resimlerde görülen sözde ara geçiş formlarının fosillerini bulmuş olmaları gerekirdi. ancak, fosil kayıtlarında dinozorlara ve kuşlara ait birçok fosil bulunmasına rağmen, hayali dino-kuşlardan eser yoktur. |
4) Dişler, kuşlar ile sürüngenleri birbirinden ayıran farklardan biridir. Geçmişte yaşamış bazı kuşların gagalarında dişler olduğu bilinmektedir. Uzun zaman evrime bir kanıt gibi gösterilen bu durumun hiç de öyle olmadığı, çünkü kuş dişlerinin çok özgün olduğu ise zamanla anlaşılmıştır. Feduccia bu konuda şöyle yazar:
Belki de Theropodlarla kuşlar arasındaki en önemli farklılık dişin yapısı ve yerleştiriliş şekli ile ilgilidir. Özellikle memeli paleontolojisinin temelini en çok diş morfolojisinin oluşturduğu kabul edilirse, kuş ve Theropod dişleri arasındaki büyük farklılıklara neden daha fazla ilgi gösterilmediği şaşırtıcıdır. Özetle, kuş dişi (Archæopteryx, Hesperornis, Parahesperornis, Ichthyornis, Cathayornis ve tüm dişli Mezozoik kuşlarda görüldüğü gibi) birbirine oldukça benzerdir ve Theropod dişlerinden çok farklıdır... Dişin biçimi, çıkış ve yenilenme şekli dahil olmak üzere kuşlarla Theropod dişleri temelde hiçbir yönden ortak bir özelliğe sahip değillerdir. 59
5) Kuşlar sıcakkanlı, sürüngenler ise soğukkanlı canlılardır. Bu, son derece farklı iki ayrı metabolizma demektir ve aradaki dönüşümün rastlantısal mutasyonlarla halledilmesi mümkün değildir. (Dinozorların sıcakkanlı oldukları yönündeki tez ise, bu zorluğu giderebilmek için ortaya atılmıştır. Ancak herhangi bir kanıta dayanmayan bu tezin geçersizliğini gösteren pek çok delil vardır.60)
6) Sürüngenlerin pulları, kuşların ise tüyleri vardır. Bu tamamen farklı iki yapının birbirine evrimleşmesi ise imkansızdır.
7) Sürüngenlerin ağır, kalın ve içi dolu kemikleri vardır. Kuşların kemikleri ise daha incedir ve içleri boştur. Bu şekilde daha hafif olan kemikler kuşların daha rahat uçmalarını sağlamaktadır.
Bunlar kuşlarla sürüngenler arasındaki farklılıklardan sadece birkaçıdır. Bir sürüngenin kuş özellikleri kazanabilmesi için sayısız mutasyona uğraması gerekecektir. Örneğin sürüngenin sadece ön ayaklarının kanatlara dönüşebilmesi için sürüngen çok fazla aşamalı değişime uğramalıdır. Ayağının genetik bilgisine isabet eden her mutasyon ayakta küçük bazı değişiklikler yapmalı, her seferinde ayak biraz daha fazla kanat özelliği kazanmalıdır. Örneğin ayaklarında aşama aşama tüyler oluşmaya başlamalıdır. Tüyler de yine aşama aşama oluşmalı, örneğin önce tüyün sapı, sonraki kuşaklarda ise diğer özellikleri belirmelidir. Ayak parmakları her kuşakta biraz daha kaybolmalı, ayak giderek daha çok kanada benzemelidir. Bu çok yavaş, aşamalı değişimler ise fosil kayıtlarında gözlemlenmelidir. Aynı durum canlının akciğerleri, pullarının tüylere dönüşümü, dişlerin yapısındaki değişimler ve diğer özellikleri için de geçerlidir. Konumuz ara geçiş formları olduğu için, mutasyonların bu kadar kapsamlı ve aşamalı değişimleri gerçekleştirme özelliklerine sahip olmadığı konusuna değinilmemektedir. Ancak kısaca belirtmek gerekirse, mutasyonlar canlılara daima zarar verirler. Ayrıca rastgele meydana geldikleri için, bir organı aşama aşama, her seferinde isabet kaydederek, başka bir organa dönüştürebilecek plan ve organizasyon yeteneğine ve bilince elbette sahip değildirler. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, 2. baskı, Araştırma Yayıncılık, İstanbul, Mart 2003)
Öyle ise, sürüngenlerle kuşlar arasında eğer gerçekten bir evrim olsaydı, elimizde bunu gösteren milyonlarca ara form fosili olmalıydı. Ancak, bugüne kadar tek bir yarı sürüngen- yarı kuş fosili dahi bulunamamıştır. Bulunan fosiller ya soyu tükenmiş kuşlara ya da sürüngenlere aittir. Medyada sık sık karşılaştığımız dino-kuş hikayeleri ise, detaylarıyla inceleneceği gibi bir göz boyamadan ibarettir. Bunların hiçbiri kuşların sözde evrimindeki kayıp halka olma özelliğine sahip değildir.
Evrim teorisi hakkında tek yanlı ve kulaktan dolma bilgilere sahip olan ve bu bilgisizlik nedeniyle de teoriyi inandırıcı bulan bazı insanlar, uçan sürüngenlerin kuşların atası olduğunu zannederler. Ancak uçan sürüngenler ile kuşlar arasında hiçbir ilişki yoktur ve nitekim hiçbir evrimci otorite kuşların bu canlılardan evrimleştiğini öne sürmemektedir.
Uçan sürüngenler ya da bir diğer ifadeyle uçan dinozorlar, bilim adamları tarafından Pterosaur olarak adlandırılan soyu tükenmiş bir canlı grubudur. Bunların kökeni, evrim teorisi açısından büyük bir çıkmazdır, çünkü fosil kayıtlarında kendilerine özgü yapılarıyla birlikte aniden ortaya çıkmaktadırlar. Omurgalı paleontolojisi alanında dünyanın en önde gelen birkaç isminden biri olan Carroll, bir evrimci olmasına karşın bu konuda "Triasik devirde ortaya çıkan tüm uçan sürüngenler (Pterosaurlar) uçuş için çok özelleşmiş yapıya sahiptir... Atalarının ne olduğu konusunda ve uçuşlarının kökeninin ilk aşamaları hakkında ise hiçbir bulgu yoktur" itirafında bulunur.61
Uçan sürüngenlerin kanat yapıları ise çok ilginçtir: Uçan sürüngenlerin kanatları üzerinde diğer sürüngenlerin ön ayaklarında olduğu gibi beş tane parmakları vardır. Ancak dördüncü parmak, diğer parmaklardan ortalama yirmi kat daha uzundur ve kanat da bu parmağın altında uzanır. Eğer uçan sürüngenler kara sürüngenlerinden evrimleşmiş olsalardı, söz konusu dördüncü parmağın da yavaş yavaş, kademe kademe uzamış olması gerekirdi. Ama buna dair hiçbir fosil kanıtı olmadığı gibi, böyle bir uzamanın doğal seleksiyon-mutasyon mekanizmaları ile açıklanması da mümkün değildir; çünkü ara geçiş aşamaları canlının ellerini fonksiyonsuz hale getireceği ama uçmasını da sağlamayacağı için avantajsız olacaktır.
Pterosaur olarak adlandırılan uçan sürüngenler, kuşlarla çok farklı kanat ve iskelet yapılarına sahiptirler. |
Kanat yapıları tamamen farklı olan kuşlar ile uçan sürüngenler arasında evrimsel bir akrabalık hayal etmek ise büyük bir hatadır. Bir insan, sineklerin veya bir memeli türü olan yarasaların da kanatlı olmalarından yola çıkarak, bu canlı grupları ve kuşlar arasında evrimsel bir ilişki öne sürdüğünde ne kadar büyük bir bilgisizlik sergilerse, uçan sürüngenler ile kuşları ilişkilendirmeye çalışmak da o denli büyük bir gaftır.
Alan Feduccia |
Kuş tüylerine sahip dinozorlar, veya diğer bir isimle "dino-kuşlar", geçtiğimiz 10 yıl içinde Darwinist medyanın en gözde propaganda malzemelerinden biri oldu. Birbiri ardına manşetlere "dino-kuş" haberleri taşındı, çizilen rekonstrüksiyonlar ve "uzman"ların yaptığı kendinden emin açıklamalar, geçmişte yarı kuş-yarı dinozor canlıların yaşadığı konusunda insanları ikna etmek için kullanıldı. Oysa geçmişte yarı kuş-yarı dinozor canlıların yaşadığına dair hiçbir delil bulunmamaktadır.
Bu konuda görüşlerine başvurulması gereken önemli bir isim, Kuzey Carolina Üniversitesi Biyoloji Bölümünden Alan Feduccia'dır. Dr. Feduccia, kuşların kökeni konusunda dünyanın en önde gelen otoritelerinden biridir. Ornitoloji (kuşbilimi) alanında en önemli 5 isim sayılması gerekse, birinin Dr. Feduccia olacağına kuşku yoktur. Dr. Feduccia evrim teorisini de kabul etmekte ve kuşların evrimle ortaya çıktıklarına inanmaktadır. Ancak onu "dino-kuş" taraftarlarından ve diğer bazı gözü kapalı evrimcilerden ayıran yön, evrim teorisinin bu konuda içinde bulunduğu belirsizliği kabul etmesi ve kasıtlı olarak sürdürülen, gerçekte ise hiçbir dayanağı olmayan "dino-kuş" furyasına itibar etmemesidir.
Alan Feduccia'nın The American Ornithologists' Union (Amerikan Ornitologlar Birliği) tarafından yayınlanan ve ornitolojinin en teknik tartışmalarına zemin olan The Auk dergisinin son sayısında kaleme aldığı, Ekim 2002 tarihli "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem" (Kuşlar Dinozordur: Karmaşık Bir Soruna Basit Bir Cevap) başlıklı yazıda çok önemli bilgiler verilmektedir. Dr. Feduccia, John Ostrom tarafından 1970'lerde gündeme getirilen ve o zamandan bu yana da hararetle savunulan kuşların dinozorlardan evrimleştiği teorisinin bilimsel kanıtlardan yoksun olduğunu, böyle bir evrimin mümkün olmadığını detaylarıyla anlatmaktadır.
Bu konuda Feduccia yalnız değildir. Pennsylvania Üniversitesi'nden anatomi profesörü evrimci Peter Dodson da, kuşların Theropod dinozorlarından evrimleştikleri iddiasına şüphe ile baktığını açıklamaktadır.62
Feduccia, Çin'de bulunduğu öne sürülen "dino-kuş"lar hakkında ise çok önemli bir gerçeği açıklamaktadır: Tüylü dinozor olarak ileri sürülen sürüngen fosillerinin üzerinde bulunan "tüyler"in ilkel bile olsa, kuş tüyü olduğu net değildir. Aksine "dino-fuzz" denen bu fosil izlerinin kuş tüyleri ile ilgisi bulunmadığını gösteren pek çok kanıt vardır. Feduccia şöyle yazmaktadır:
İlkel kuş tüylerine sahip olduğu ileri sürülen fosillerin çoğunu incelemiş kişiler olarak, ben ve diğer pek çok uzman, bu yapıların ilkel kuş tüyleri (protofeathers) olduğuna dair inandırıcı bir kanıt görmemekteyiz. Pek çok Çin fosili, "dino-fuzz" olarak adlandırılagelen garip birer haleye sahiptir ama her ne kadar bu materyal kuş tüyleri ile homolog (benzer) sayılsa da, bu yöndeki argümanlar ikna edicilikten çok uzaktır.63
Feduccia, bu tespitinin ardından, bazı paleontologların bu konuda ön yargılı davrandıklarını da şöyle belirtmektedir:
…(dino-kuş tezini savunan paleontologlara göre) kuşlar dinozordur; dolayısıyla dromaeosaurlar (Theropod dinozorlar) üzerinde korunmuş herhangi bir ipliksi yapı, mutlaka ilkel kuş tüyü olmalıdır.64
Feduccia'ya göre bu ön yargıyı çürüten nedenlerden biri, kuşlarla hiçbir ilgisi kurulamayacak fosillerde de söz konusu "dino-fuzz" izlerine rastlanmasıdır:
En önemlisi, dino-fuzz şimdi artık çok sayıda kategoride keşfedilmektedir. Bunların bazıları henüz yayınlanmamıştır ama özellikle Çin'de bulunmuş bir Pterosaur'da (uçan sürüngen) ve bir Therizinosaur'da (etobur bir dinozor grubu) bunlar bulunmuştur. En şaşırtıcı durum ise, dino-fuzza çok benzeyen deri fiberlerinin Jurasik devre ait bir Ichthyosaur'da da bulunmuş ve detaylı olarak tarif edilmiş olmasıdır. (Ichthyosaurlar, soyu tükenmiş deniz sürüngenleridir.) Söz konusu canlılardaki dallanmış fiberlerin bazıları, morfoloji açısından, "ilkel kuş tüyleri" (protofeather) denen ve (Çinli paleontolog) Xu tarafından tanımlanan yapılara çok benzerdir. Sözde "ilkel kuş tüylerinin" Archosaurlarda (Mezozoik döneme ait sürüngenlerde) böyle geniş bir dağılıma sahip olması, bunların kuş tüyleri ile hiçbir ilgileri olmadığını tek başına gösteren bir delildir. 65
Feduccia, geçmişte de fosillerin çevresinde bazı yapılar bulunduğunu, ancak fosile ait sanılan bu yapıların sonradan inorganik maddeler olduğunun belirlendiğini hatırlatmaktadır:
İnsanın aklına, Solnhofen fosillerinde bulunan ve dendritler olarak bilinen çalı benzeri izler gelmektedir. Bitkiye benzer şekillerine rağmen, bu yapıların aslında, fosil yataklarında, çatlaklardan veya fosillerin kemiklerinden oksitlenerek sızan manganez solüsyonunun etkisiyle oluşan inorganik yapılar olduğu artık bilinmektedir.66
Kaldı ki "tüylü dinozorlar" yaşamış olsa bile, bu dinozor-kuş evrimi iddiasına bir delil oluşturmaz. Çünkü söz konusu dinozorlarda var olduğu öne sürülen "tüyler", benzersiz bir yaratılışa sahip olan kuş tüylerine hiçbir benzerlik göstermemektedir. Kuş tüyleri son derece özgün ve kompleks bir yapıda yaratılmışlardır. Ayrıca kuş tüylerinin biyokimyasal yapısı da çok farklıdır. Sözü edilen canlılarda ise, kuş tüylerine benzer bir yapı kesinlikle bulunmamaktadır. Connecticut Üniversitesi'nde fizyoloji ve nörobiyoloji profesörü olan A. H. Brush'a göre "kuş tüylerinin protein yapısı diğer omurgalıların hiçbirinde görülmeyen, tümüyle özgün" bir yapıdır.67
Ayrıca, kuş tüyleri son derece kompleks olduğu için, böyle bir yapının evrimini gösteren birçok ara form bulunması gerekir. Ancak böyle bir ara geçiş formu bulunmamaktadır. Bu gerçek Nature dergisinde şöyle itiraf edilmektedir:
Tüyler kompleks yapılardır. Kuş fosili kayıtlarında aniden belirişlerinin açıklanması zordur, çünkü fosil kayıtlarında hiçbir ara geçiş yapısına rastlanmamıştır. 68
Dolayısıyla tüylü bir dinozor bulunsa dahi bu hiçbir zaman kuşların dinozorlardan evrimleştiğine bir delil sayılmaz, çünkü kuş tüyleri tamamen özgün yapılardır ve başka bir yapıdan evrimleştiklerini gösteren hiçbir delil bulunmamaktadır.
Bu konuda dikkat çekici bir diğer nokta ise, "tüylü dinozor" olarak gündeme getirilen fosillerin tümünün Çin'de bulunmuş olmasıdır. Acaba neden dünyanın başka hiçbir yerinde değil de Çin'de ortaya çıkmaktadır bu fosiller? Hem de Çin'deki fosil yatakları, sadece "dino-fuzz" gibi belirsiz bir yapıyı değil, aynı zamanda kuş tüylerini de son derece iyi şekilde saklayabilecek bir yapıya sahipken? Feduccia da aynı garipliğe dikkat çekmektedir:
Aynı zamanda, neden vücudun dış yüzeyinin saklanabildiği başka yataklarda bulunan başka Theropodların ve diğer dinozorların hiçbir "dino-fuzz"a sahip olmadıkları, aksine herhangi bir kuş tüyü benzeri yapıdan tamamen yoksun gerçek sürüngen derisine sahip oldukları da açıklanmalıdır. Ve neden dino-fuzza sahip Çinli Dromaeosaur fosilleri, normalde bekleneceği şekilde kuş tüyü sapı sergilememektedirler -eğer bunlar gerçekten var olsa- kolaylıkla korunmuş olabilecekken? 69
Peki Çin'de bulunan tüm bu sözde "tüylü dinozorlar" nedir? Sürüngenler ile kuşlar arasında ara geçiş formları gibi gösterilen bu canlıların gerçek kimliği nedir?
Feduccia, "tüylü dinozor" olarak gösterilen canlıların bir kısmının "dino-fuzz" sahibi soyu tükenmiş sürüngenler, bazılarının da gerçek kuşlar olduğunu açıklamaktadır:
Açıktır ki, aslında, Çin'in Yixian ve Jiufotang bölgelerindeki Kretase devrine ait göl yataklarında iki farklı fosil olgusu vardır; birisi "dino-fuzz" kalıntıları sergileyen -ki bunun iyi bir örneği sözde "tüylü dinozor"ların ilk bulunan örneği olan Sinosauropteryx'tir -gruptur. Diğeri ise gerçekten kuş tüylerine sahip olanlardır-Nature dergisinin kapağında gösterilen ve tüylü dinozorlar olarak sunulan ancak sonradan önemsiz, uçucu olmayan kuşlar olduğu anlaşılan fosiller gibi.70
Yani tüm dünyaya "tüylü dinozor" veya "dino-kuş" olarak gösterilen fosiller, ya tavuklar gibi uçamayan bazı kuşlara ya da "dino-fuzz" denen ancak kuş tüyleri ile ilgisi bulunmayan organik bir yapıya sahip olan sürüngenlere aittir. Ortada kuşlar ve sürüngenler arasında "ara form" oluşturacak tek bir fosil bile yoktur.
"Dino-kuş" furyasını körükleyen tüm evrimci kaynaklarda ısrarla gözardı edilen, hatta gizlenen çok önemli bir gerçek vardır: Yanıltıcı bir biçimde "dino-kuş" ya da "tüylü dinozor" dedikleri fosillerin yaşları, 130 milyon yıl öncesinden geriye gitmemektedir. Oysa "yarı kuş" olarak göstermek istedikleri bu canlılardan en az 20 milyon yıl daha yaşlı olan, gerçek bir kuş zaten vardır: Archæopteryx. Bilinen en eski kuş olma özelliği taşıyan Archæopteryx, kusursuz uçuş kaslarına, uçuş tüylerine ve gerçek bir kuş iskeletine sahip gerçek bir kuştur. 150 milyon yıl önce dünya göklerinde başarılı bir biçimde süzülmüştür. Durum bu iken, Archæopteryx'ten çok daha sonraki tarihlerde yaşamış canlıların kuşların ilkel ataları olarak gösterilmesi tek kelimeyle saçmadır. Ancak evrimciler böyle bir saçmalığı savunmak için bir de "yöntem" bulmuşlardır.
Bu yöntemin ismi "kladistik"tir. Bu terim, son 20-30 yıldır paleontoloji dünyasında sıkça kullanılan yeni bir fosil yorumlama yöntemidir. Kladistik yöntemini savunanlar, bulunan fosillerin yaşlarının tamamen gözardı edilmesini, sadece eldeki fosillerin karakteristik özelliklerinin birbiri ile karşılaştırılmasını ve bu karşılaştırma sonucunda ortaya çıkan benzerliklere göre evrimsel soy ağaçları kurulmasını savunurlar.
Evrimciler, sözde evrimsel akrabalık ilişkisi kurmak adına çarpıtmalara başvururlar. Örneğin yaşı Archæopteryx'ten çok daha genç olan Velociraptor'u Archæopteryx'in atası kabul etmektedirler. 1. Archæopteryx çizimi |
Bu görüşü savunan, evrimci bir internet sitesinde, fosil yaşı Archæopteryx'ten çok daha genç olan Velociraptor'un Archæopteryx'in atası sayılmasının neden "mantıklı" (!) olduğu şöyle açıklanmaktadır:
Şimdi şunu sorabiliriz: Velociraptor nasıl olur da Archæopteryx'in atası olabilir, ondan sonra gelmiş olmasına rağmen?
Çünkü fosil kayıtlarındaki boşluklardan dolayı, fosiller her zaman "tam vaktinde" ortaya çıkmazlar. Örneğin Geç Kretase devrine ait, Madagaskar'da bulunmuş Rahonavis adlı yeni bir fosil, kuşlarla Velociraptor gibi bir sürüngen arasında geçiş formu gibi durmaktadır, ama 60 milyon yıl geçtir. Ama hiç kimse bunun geç ortaya çıkışının kayıp halka olmasına engel teşkil ettiğini söylememektedir, çünkü çok uzun bir süre yaşamış olabilir. Bu gibi örnekler "hayalet bağlantılar" olarak adlandırılır; bu hayvanların daha önce de var olduklarını varsayıyoruz, onların muhtemel atalarına sahip olduğumuz ve muhtemel torunlarına da sahip olduğumuz zaman.71
Kladistiğin iyi bir özeti olan bu açıklama, bu yöntemin ne kadar büyük bir çarpıtma olduğunu da göstermektedir. Evrimciler, açıkça, fosil kayıtlarının sonuçlarını, kendi teorilerinin gereklerine göre çarpıtmaktadırlar. 70 milyon yıllık bir fosilin sahibi olan bir türün, aslında 170 milyon yıl önce de yaşadığını varsaymanın ve buna göre bir evrimsel akrabalık ilişkisi kurmanın, çarpıtmaktan başka bir anlamı yoktur.
Pennsylvania Üniversitesi'nden anatomi profesörü Peter Dodson da, sözde dino-kuşların, ilk kuşlardan sonra bulunmasının bir sorun olduğunu ve kladistik metodu ile getirilen çözümün "zoraki" bir çözüm olduğunu belirtmektedir:
Ben şahsen, kuş benzeri Maniraptoran Theropodların kuşların kökeninden 25-75 milyon yıl sonra bulunmasını sorun olarak görmeye devam ediyorum... Hayalet atalar, açıkçası zoraki bir çözümdür, kladistik metodu tarafından zorunlu kılınan uygun olmayan bir çözüm. Tabi, Geç Kretase Maniraptoranların kuşların gerçek ataları olmadığı, sadece kardeş sınıf olduğu itiraf ediliyor. Jurasik dönemde yüksek derecede türemiş, hızla evrimleşen maniraptoranların kuşlara evrimleştiğine ve sonra bu yüksek derecede ilerlemiş soyun evrimsel bir durağanlığa girdiğine ve milyonlarca yıl boyunca hiç değişmeden kaldığına inanmamız mı bekleniyor?72
Kladistik, evrim teorisinin fosil kayıtları karşısındaki yenilgisinin gizli bir itirafı ve yeni bir boyutudur aslında. Özetlemek gerekirse;
1) Darwin, fosil kayıtları detaylı olarak incelendiğinde, bildiğimiz türlerin hepsinin arasını dolduracak "ara formların" bulunacağını öne sürmüştür. Teorinin beklentisi budur.
2) Ancak 150 yıllık paleontoloji çabası, ara formları ortaya koymamış, bu canlıların izine rastlanamamıştır. Bu, teori adına büyük bir yenilgidir.
3) Ara formlar bulunamadığı gibi, sadece benzerliklerinden dolayı birbirlerinin atası olarak ilan edilebilecek olan canlıların da yaşları çelişkilidir. Daha "ilkel" gibi görünen bir canlı, daha "olgun" gibi görünen bir canlıdan daha geç ortaya çıkmaktadır.
İşte bu son nokta, evrimcileri kladistik denen tutarsız yöntemi geliştirmeye zorlamıştır.
Kladistikle birlikte, Darwinizm, "bilimsel bulgulara dayanan, bunlardan yola çıkan" bir teori olmadığını, aksine "bilimsel bulguları çarpıtan, bu bulguları kendi varsayımlarına göre değiştiren" bir dogma olduğunu açıkça göstermektedir.
Fosil kayıtlarında,kuş tüylerine ait birçok fosil bulunmaktadır. |
Tüyler, sadece kuşlara özgü bir özelliktir. Evrimciler, son derece kompleks yapısı olan tüylerin sürüngen pullarından evrimleştiğini öne sürmektedirler. Ancak, fosil kayıtlarında -kuşların diğer özellikleri gibi- tüylerin aşama aşama evrimleştiklerini gösteren hiçbir ara form bulunmamaktadır. Fosil kayıtlarında sürüngen pulları, kuş tüyleri, deri veya memeli tüyleri vardır, ancak kuş tüylerine aşamalı bir geçiş olduğunu gösteren, kısmen pul kısmen tüy yapılara hiçbir canlıda rastlanmamıştır.
Bazı evrimciler, kuşların içi boş kemikleri olduğu için iyi fosil bırakmadıklarını öne sürerler. Oysa bu kesinlikle doğru değildir. Özellikle belirli koşullarda, örneğin göl çevrelerinde, iç bölgelerdeki su ortamlarında ve deniz bölgelerinde, kuşlar ve tüyleri çok iyi fosil bırakmaktadırlar. Sonuç olarak kuş fosillerine çok sık rastlanmaktadır.
Fosil kayıtlarında, yarı tüy-yarı pul veya yarı deri-yarı tüy yapılar bulunmadığı gibi, günümüzdeki tüylerden daha az tüy olan hiçbir yapıya rastlanmamıştır. 73 Eski kuşlar üzerinde uzman olan Kansas Üniversitesi'nden Larry Martin ve Blanding Dinozor Müzesi Müdürü S. A. Czerkas, American Zoology dergisindeki bir makalelerinde "bilinen en eski tüyler... şekil ve mikroskobik detay açısından zaten moderndirler." demektedirler. 74
90-95 milyon yıllık amber içinde kuş tüyü, altta solda, 120 milyon yıllık tüylü kuş fosili, sağında, 120 milyon yıllık kuş tüyü fosili |
Örneğin Archaeopteryx, bilinen en eski kuştur ve günümüz kuşlarından farklı, özgün bir yapısı olmasına rağmen, mükemmel, tamamen günümüzdeki kuş tüyleri ile benzer tüylere sahiptir. 75
Archaeopteryx'in mükemmel şekilde korunmuş ve 150 milyon yıl tarih belirlenen tüylerinin analizi sonucunda, her detayının günümüz kuş tüyleri ile aynı olduğu sonucuna varılmıştır.76 Daha 1910 yılında, ünlü kuş bilimci ve doğa tarihi yazarı W. P. Pycraft, Archaeopteryx tüyünün günümüzde bilinen tam gelişmiş kuş tüylerinden hiçbir yönden farklı olmadığını belirtmişti.77 Ve o tarihten günümüze kadar elde edilen zengin fosil kaynağı bu gerçeği değiştirmemiştir. Bunların yanında, günümüzde dinozorların derileri ile ilgili birçok bulgu bulunmaktadır. Bunların değerlendirilmesiyle varılan sonuca göre, dinozor derileri "tüy taşıyan derilere öncül olma özelliği taşımamaktadır."78
Evrimcilerin kuş tüylerinin nasıl evrimleştiği hakkındaki iddiaları, "birbiriyle çelişen teoriler" 79 üretmiştir. Evrimle ilgili eski ders kitaplarında, hayali kuş tüyü ara formlarından söz edilmekte ve bunların yakında fosil kayıtlarında bulunacağı öne sürülmektedir. Ancak bugüne kadar bu umulan ara geçiş formlarının hiçbiri bulunamamıştır. Yine de birçok evrimci kuş tüylerinin sürüngen pullarından evrimleştiğini iddia etmeye devam edebilmektedir. Bu iddialarına göre sürüngen pulları aşama aşama uzamış, saçaklanmış ve zaman içinde kuşun uçmasını daha kolaylaştıracak şekilde kuşu taşımaya elverişli hale gelmiştir. 80 Ancak bunlar hiçbir bilimsel kanıta dayanmayan, tamamen hayalgücüne dayalı spekülasyonlardır.
Gerçekte, kuş tüyleri ile sürüngen pulları arasında çok büyük morfolojik farklılıklar olduğu için, aralarında çok fazla sayıda ara geçiş formu olmalıdır. Ancak fosil kayıtlarında böyle bir yapıya ait fosiller bulunmamaktadır. 81
En eski kuş tüylerinden biri, Kretase dönemine (144-65 milyon yıl öncesi, Mezozoik dönemin sonu) ait amber içinde bulundu. Tüy sapı ve ince tüyleri tam olarak korunmuştu ve hatta bu tüyün hangi tür kuşa ait olduğu dahi anlaşılıyordu. Yaşı 165 milyon yıl öncesine kadar uzanan kuş tüyleri bulunmuş olmasına rağmen, fosil kayıtlarında kuş tüylerinin sözde evrimine dair bir delil bulunmamaktadır. Columbia Üniversitesi biyoloğunun ifadesiyle "sürüngen pulları ile en ilkel kuş tüyü arasındaki tüm ara geçiş fosillerinin hiçbirine sahip değiliz." 82 Fosil kayıtlarında çok sayıda kuş fosili bulunmaktadır ve hepsinin mükemmel tüyleri vardır. Bu nedenle kuş tüylerinin kökeni Darwinistler için bir bilinmezdir. 83
1. Fosil kayıtlartında bir çok örneği olan sürüngen pulları |
İnsanın kökeni, evrimciler için en çok sorun teşkil eden konulardan biridir. İskelet yapısı, iki ayaklı oluşu, ellerini kullanışı, beyni, kafatası ve daha birçok fizyolojik ve anatomik özelliğinin yanısıra, aklı ve bilinciyle insan, diğer canlılardan çok farklıdır. İnsanların maymunlarla hayali ortak bir atadan evrimleştiğini iddia eden evrimcilerin, bunun için gereken büyük değişimlerin tesadüfi mutasyonlarla nasıl gerçekleştiğini açıklamaları ve her özelliğin aşama aşama gelişimini fosil kayıtlarında göstermeleri gerekmektedir. Ancak, evrimciler insanın sözde evrimini kanıtlayabilecekleri tek bir fosile dahi sahip değildirler. Biyolog ve matematikçi Marcel-Paul Schutzenberger, evrim teorisinin insanın kökenini açıklama konusundaki sorunlarından bazılarını şöyle özetler:
Hem kademeli hem de sıçramalı evrimi savunanlar, insanları diğer primatlardan ayıran biyolojik sistemlerin güya aynı anda ortaya çıkışına inandırıcı bir açıklama getirmekten yoksunlar. Bu biyolojik sistemler arasında; iki ayaklılık, bunun doğal sonucu olarak leğen kemiğinin değişmesi ve şüphesiz beyincik, daha yetenekli bir el, dokunma duyusunun daha fazla olduğu parmak uçları; ses için gerekli olan gırtlakta değişiklik; sinir sisteminde, özellikle de konuşmanın tanınmasını sağlayan şakak loblarında değişiklik sayılabilir. Embriyogenetik açısından, bu anatomik sistemler birbirlerinden tamamen farklıdırlar. Her değişiklik bir yetenektir... Bu yeteneklerin aynı anda ortaya çıkmış olma zorunluluğu çok şaşırtıcıdır. Bazı biyologlar bunun genomun bir yeteneği olduğunu öne sürüyorlar. Herhangi biri bu yeteneğin gerçekten varolduğunu varsayarak onu tekrar bulabilir mi? İlk balıkta bu yetenek var mıydı? Gerçek şu ki biz kavramsal bir iflasla karşı karşıyayız. 84
Evrimciler, insanın sözde evrimi konusundaki çaresizliklerini gizlemek, bir yandan da kendilerini avutabilmek için, geçmişte yaşamış ve soyu tükenmiş bazı maymun türlerinin ve insan ırklarının fosillerini, hayali bir sıralama içinde dizerler. Bu fosillerin hiçbiri, maymunsu canlılardan insana doğru bir evrim sürecini göstermemektedir. Bu fosillerin hayali maketleri, çizimleri ve evrimcilerin taraflı yorumlarıyla insanın evrimi teorisine sözde bilimsel bir görünüm ve geçerlilik kazandırılmaya çalışılır.
Nature dergisinin editörü Henry Gee, 12 Temmuz 2001 tarihli Nature'da yayınlanan makalesinde, evrimciler tarafından insanın ataları olduğu iddia edilen hominid (insansı) fosillerinin, ilkelden gelişmişe doğru bir sırayı takip etmediğini, aksine kayıtlarda bu fosillerin bir anda ortaya çıktığını belirtmektedir. Makalede, evrim teorisinin 150 yıldır umulan kanıtı olan "ara formların" var olmadığı, farklı türlerin hep aniden ortaya çıktığı şöyle bir benzetmeyle açıklanmaktadır:
Hominid fosillerinin keşfi, yolcu otobüslerine benziyor. Bir süre için hiçbiri yokken, aynı anda 3 tanesi birden ortaya çıkıveriyor. 85
Nature, 12 Temmuz 2001 |
Gee, In Search of Deep Time (Zamanın Başlangıcını Ararken) adlı kitabında ise, insanın sözde evrimi şemasının (aşağıda), ata-torun ilişkileri hakkında hiçbir bilgi vermediğini, "kayıp halka" olmadığını ve insana doğru aşama aşama bir gelişim görülmediğini belirtmekte, şemadaki canlıların birbirlerinden farklı yerlerden ortaya çıktıklarını belirtmektedir. 86
Gee, "İnsanın evrimi ile igili fosil kanıtları parça parça ve farklı yorumlara açık. Şempanzelerin evrimi ile ilgili fosil kayıtları ise tamamen eksik." diyerek, insanın sözde evrimi ile ilgili delillerin yokluğunu bir kez daha vurgulamaktadır. 87
Bu tür itiraflar konusunda Henry Gee yalnız değildir. George Washington Üniversitesi'nden profesör Bernard Wood da, Nature dergisindeki bir makalesinde, insanın evrimsel kökeni ile ilgili taksonomik ve filogenetik ilişkilerin karanlıkta kaldığını belirtmekte ve şöyle demektedir:
Bizim kendi cinsimizin (genus), yani Homo'nun bilinen en eski temsilcilerinin taksonomisinin (sınıflandırmasının) ve filogenetik (evrimsel akrabalık) ilişkilerinin karanlıkta olması dikkat çekici bir durumdur. Mutlak tarihlendirme tekniklerindeki gelişmeler ve fosillerin yeniden yorumlanması, basit, çizgisel bir insan evrimi modelini savunulamaz hale getirmiştir ki, bu modelde Homo habilis Australopithecuslardan sonra gelir ve sonra da Homo erectus aracılığıyla Homo sapiens'e evrimleşir. Ama, (bu modele karşılık) herhangi bir alternatif ortak görüş de ortaya çıkmış değildir. 88
Harvard Üniversitesi'nden zooloji ve biyoloji profesörü Richard Lewontin de, insanın sözde evriminin fosil kayıtlarında hiçbir delili olmadığını şöyle itiraf eder:
Homo sapiens'in kökeninden önceki uzak geçmişi göz önünde bulundurduğumuzda, tamamlanmamış ve birbiriyle bağlantısız bir fosil kaydıyla karşılaşırız. Bazı paleontologlar tarafından öne sürülen heyecanlı ve iyimser iddialara rağmen direkt atamız olarak belirlenebilecek hiçbir hominid türüne ait fosil yoktur… Hominid olarak kabul edilen en eski fosiller ilkel taş aletlerle ilişkilendirilen, Mary ve Louis Leakey tarafından Olduvai Gorge'da ve Afrika'nın başka yerlerinde bulunan ünlü fosillerdir. Bu fosil hominidler 1.5 milyon yıldan daha önceki dönemlerde yaşamışlardır ve bizim beyinlerimizin yarısı kadar beyinlere sahiptirler. Bunlar kesinlikle bizim türümüzün üyeleri değildiler ve bizim atalarımızın soyundan mıydılar veya bizim atalarımıza benzeyen bir soydan mıydılar, bunu bile bilmiyoruz. 89
Evrimciler, 150 yıldır büyük bir gayretle, teorilerini kanıtlayabilmek için hayali ara geçiş canlılarının fosillerini aramaktadırlar. Ancak 150 yıldır bu çabaları hiçbir sonuç vermemiştir. |
Time dergisinin yazarlarından ve koyu bir evrimci olan Michael D. Lemonick dahi insanın evrimi konusundaki çaresizliklerini "How Man Began" (İnsan Nasıl Doğdu?) başlıklı makalesinde şöyle ifade etmiştir.
Ancak, bir asırdan fazla süren kazılara rağmen, fosil kayıtları çıldırtırcasına eksik kalmaya devam ediyor. Çok az sayıdaki ipucu, hatta resme uymayan tek bir kemik bile herşeyi alt üst edebilir. Neredeyse her büyük buluş geleneksel anlayışta derin çatlaklar açmış ve bilim adamlarını ateşli tartışmalar ortasında yeni teoriler üretmeye zorlamıştır.90
İlginç olan ise, evrimcilerin bu gerçeklerin farkında olmalarına, yani ellerinde evrimi kanıtlayan hiçbir delil olmadığını bilmelerine rağmen, hala teoriyi savunabiliyor olmalarıdır. Bu evrimcilerin teorileri konusunda ne denli bağnaz olduklarını, ayrıca bilime ve akla aykırı hareket edebildiklerini gösteren delillerden biridir.
Hiçbir delili olmayan insanın sözde evrimi iddiası, insanın soy ağacını Australopithecus adlı bir maymun türüyle başlatır. İddiaya göre Australopithecus zamanla ayağa kalkmış, beyni büyümüş ve çeşitli aşamalardan geçerek günümüz insanı (Homo sapiens) haline gelmiştir. Ancak fosil bulguları bu senaryoyu desteklememektedir. Her türlü ara form iddiasına rağmen, insan ve maymunlara ait fosil kalıntıları arasında aşılamaz bir sınır vardır. Dahası birbirinin atası olarak gösterilen türlerin gerçekte aynı dönemde yaşamış çağdaş türler oldukları ortaya çıkmıştır.
Önce insanın atası olarak sunuldu, sonra soyu tükenmiş bir maymun türü olduğu anlaşıldı. Australopithevus aferensis cinsine ait AL 288-1 veya bilinen adıyla Lucy |
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen Australopithecus ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş eski bir maymun türünden başka bir şey değildir. Australopithecus cinsinin çeşitli türleri bulunsa da sadece Australopithecus afarensis (1974 yılında bulunduğunda dünyaya insanın evriminin ispatı olarak sunulan 'Lucy'nin temsil ettiği tür) insanın doğrudan atası kabul edilir. Ancak Australopithecus fosilleri üzerinde yapılan detaylı analizler bunların soyu tükenmiş maymun türleri olduğunu ortaya koymuştur.
Australopithecinelerin ilk olarak Afrika'da 4 milyon yıl kadar önce ortaya çıktıkları ve 1 milyon yıl öncesine kadar da yaşadıkları sanılmaktadır. Australopithecinelerin tümü, günümüz maymunlarına benzeyen soyu tükenmiş maymunlardır. Hepsinin beyin hacimleri, günümüz şempanzelerininkiyle aynı veya daha küçüktür. Ellerinde ve ayaklarında günümüz maymunlarındaki gibi ağaçlara tırmanmaya yarayan çıkıntılar mevcuttur ve ayakları dallara tutunmak için kavrayıcı özelliklere sahiptir. Boyları kısadır (en fazla 130 cm.) ve aynı günümüz maymunlarındaki gibi erkek Australopithecine dişisinden çok daha iridir. Kafataslarındaki yüzlerce ayrıntı, birbirine yakın gözler, sivri azı dişleri, çene yapısı, uzun kollar, kısa bacaklar gibi birçok özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından farklı olmadıklarını gösteren delillerdir.
Bu konudaki evrimci iddia ise, Australopithecinelerin, tam bir maymun anatomisine sahip olmalarına rağmen, diğer tüm maymunların aksine, insanlar gibi dik yürüdükleri tezidir.
Oysa Australopithecus cinsi üzerinde yapılan birçok araştırmada bu türün insana benzer şekilde yürüyemediği ve iki ayaklı olmadığı sonucuna varılmıştır:
1. Dünyaca ünlü anatomist Lord Zuckerman, kendisi de evrim teorisini benimsemesine rağmen, Australopithecinelerin sadece sıradan bir maymun türü oldukları ve kesinlikle dik yürümedikleri sonucuna varmıştır.91
2. Bu konudaki araştırmalarıyla ünlü diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da Australopithecus cinsinin iskelet yapısının günümüz orangutanlarınınkine benzediği sonucuna varmıştır.92
3. 1994 yılında İngiltere'de Liverpool Üniversitesi'nden Fred Spoor ve ekibi, Australopithecus'un iskeleti ile ilgili kesin bir sonuca varmak için kapsamlı bir araştırma yaptı. İskeletlerde, vücudun yere göre konumunu belirleyen "salyangoz" isimli bir organ üzerinde incelemeler yürütüldü. Spoor'un vardığı sonuç, Australopithecus'un insanlarınkine benzer bir yürüyüş şekline sahip olmadığıydı.93
4. 2000 yılında B. G. Richmond ve D. S. Strait isimli bilim adamlarının gerçekleştirdiği ve Nature dergisinde yayınlanan bir araştırmada Australopithecinelerin önkol kemikleri incelendi. Karşılaştırmalı anatomik incelemeler, bu türün günümüzde yaşayan ve 4 ayak üzerinde yürüyen maymunlarla aynı önkol anatomisine sahip olduğunu gösterdi.94
Nitekim yıllar önce ünlü evrimci Richard Leakey de Australopithecinelerin yürüyüş şekillerinin maymunlarınkine benzediğini söylemişti:
Aslında Rudolf Australopithecineleri "boğum yürüyüşlü" pozisyonuna, günümüze kadar gelen Afrikalı maymunlar kadar yakın olabilir.95
Paris Doğa Tarihi Müzesi'nden Christine Berg de, 1994 yılında Journal of Human Evolution adlı dergide yayınlanan yazısında Australopithecus'un yürüyüş ve duruş şekillerini incelemiş ve insanlardan çok farklı oldukları sonucuna varmıştır:
Mevcut sonuçlar, Australopithecus'un iki ayaklılığının Homo cinsinden farklı olması gerektiği sonucuna getiriyor. Sadece Australopithecus'un yürürken kalça ve dizlerini uzatma yeteneği daha az olduğu için değil, ancak aynı zamanda leğen kemiğini ve bacaklarının alt kısmını daha farklı hareket ettirdiği için. Görüldüğü kadarıyla Australopithecine insanlardan belirgin şekilde farklı yürüyordu; yürüyüşü paytaktı, leğen kemiği ve omuzları omurgasının çevresinde geniş dönüşler yapıyordu. Bu tür bir yürüyüş insanın iki ayaklılığına oranla daha fazla enerji gerektirir.96
Londra Doğa Tarihi Müzesi Paleontoloji Bölümü'nden profesör Peter Andrews da Australopithecus'un daha çok maymunsu özellikler gösterdiğini, ağaçlarda yaşamaya uygun ayak yapısı olduğunu belirtmektedir. Profesör Andrews Nature dergisinde yayınlanan makalesinde şöyle demektedir:
Gelişimsel özellikleri de insandan çok maymunlara benzemektedir. Filogenetik açıdan hominidler veya değiller, ancak bana göre ekolojik açıdan hala maymun olarak kabul edilmelidirler. 97
Profesör Charles E. Oxnard, Australopithecinelerin ara geçiş formu veya insanımsı olamayacaklarını, bunların özgün bir grup olduklarını şöyle kabul etmektedir:
Her durumda, ilk incelemeler Australopithecus fosillerinin insanlara benzer olduğunu veya en kötü ihtimalle insanlarla Afrika maymunları arasında geçiş formu olduklarını öne sürse de, kanıtlarının tamamının incelenmesi gerçeğin farklı olduğunu göstermektedir. Bu fosiller açıkça hem insanlardan hem de Afrika maymunlarından farklıdırlar... Australopithecus özgündür...98
Australopithecus'un insanın atası sayılamayacağı, ünlü Fransız bilim dergisi Science et Vie gibi bilim dergileri tarafından da kabul edilmektedir. Derginin Mayıs 1999 sayısında bu konu kapak yapılmıştır. Australopithecus afarensis türünün en önemli fosil örneği sayılan Lucy'i konu alan dergi, "Adieu Lucy" (Elveda Lucy) başlığını kullanarak Australopithecus türü maymunların insan soyunun kökeni olmadığı ve bunların soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır.99
Australopithecus'un zaman içinde iki ayaklı hale geldiği tezinin tutarsızlığını gösteren son bir bulgu, Afrika ülkelerinden Uganda'nın Bwindi ormanlarında rastlanan şempanzelerdir. Liverpool Üniversitesi araştırmacılarından Robin Crompton'un keşfettiği şempanzelerin özelliği zaten iki ayak üzerinde yürüyor olmalarıdır. İskoçya'nın The Scotsman gazetesinde "İki Ayaklı Maymunlar Darwin'i Çiğnedi" başlığıyla verilen haberde Crompton şu yorumu yapmaktadır: "Bu durum, genelde kabul edilen, dört ayağı üzerinde yürüyen şempanzelerden evrimleştiğimiz iddiasına aykırı."100
Görüldüğü gibi Australopithecus'un insanın atası sayılması için hiçbir neden yoktur. Bu cinse ait canlılar soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir.
Australopithecus'un iskelet ve kafatası yapılarının şempanzelerden neredeyse farksız oluşu ve canlıların dik yürüdükleri iddiasının da sağlam kanıtlarla çürütülmesi, evrimci paleoantropologları oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü hayali evrim şemasında Australopithecus'dan sonra Homo erectus gelir. Homo erectus, isminin başındaki "Homo" yani "insan" teriminden de anlaşıldığı gibi bir insan grubudur ve iskeleti de tamamen diktir. Kafatası hacmi Australopithecus'un iki katı kadardır. Şempanze benzeri bir maymun türü Australopithecus'dan, günümüz insanından farksız bir iskelete sahip olan Homo erectus'a geçmek ise, evrimci teoriye göre bile mümkün değildir. Dolayısıyla "bağlantı"lar, yani "ara form"lar gerekir. İşte Homo habilis kavramı, bu zorunluluktan doğmuştur.
Homo habilis sınıflandırması 1960'lı yıllarda ailece "fosil avcısı" olan Leakeyler tarafından ortaya atıldı. Leakeylere göre, Homo habilis olarak sınıflandırdıkları bu yeni tür canlı, dik yürüme yeteneğine, göreceli olarak büyük bir beyin hacmine, taştan ve tahtadan alet kullanma yeteneğine sahipti. Bu sebeple insanın atası olabilirdi.
İki ayak üzerinde yürüyebilen Bwindi şempanzeleri evrimicilerin iddialarını yalanlıyor. |
Oysa 80'li yılların ortalarından sonra bulunan aynı türe ait yeni fosiller, bu görüşü tamamen değiştirecekti. Yeni bulunan fosillere dayanan Bernard Wood ve Loring Brace gibi araştırmacılar, bunların, "alet kullanabilen insan" anlamına gelen Homo habilis yerine, "alet kullanabilen Güney Afrika maymunu" anlamına gelen Australopithecus habilis olarak sınıflandırılması gerektiğini söylediler. Çünkü Homo habilis, Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özellik taşıyordu. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz maymunlarınınkine benziyordu. 630 cc.'lik beyin hacimleri de bunların birer maymun olduklarının bir göstergesiydi. Kısacası bazı evrimciler tarafından bir ara form olarak gösterilen Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecineler gibi soyu tükenmiş bir maymundu.
İlerleyen yıllarda yapılan araştırmalar, Homo habilis'in gerçekten de Australopithecus'tan farklı bir canlı olmadığını ortaya koydu. 1984 yılında Tim White tarafından bulunan ve OH62 ismi verilen iskelet ve kafatası fosili, bu türün günümüz maymunlarınınki gibi küçük beyin hacmine, dallara tırmanmaya yarayan uzun kollara ve kısa bacaklara sahip olduğunu gösterdi.
Amerikalı antropolog Holly Smith'in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis'in aslında Homo yani insan değil, maymun olduğunu gösterdi. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle diyordu:
Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir. 101
Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld, çok farklı bir yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu yöntem, başta belirttiğimiz gibi insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Spoor, Wood ve Zonneveld insan morfolojisi gösteren ilk fosillerin Homo erectus grubuna ait olduğunu, Australopithecus'un -ve Australopithecus robustus olarak bilinen Paranthropus'un- ise klasik maymun karakteri sergilediğini şöyle özetlediler:
Fosil hominidler arasında, modern insan morfolojisini gösteren ilk tür Homo erectus'tur. Tersine, Güney Afrika'dan gelen ve Australopithecus ve Paranthropus olarak yorumlanan kafatasındaki yarı dairesel kanal boyutları, günümüze kadar yaşayan büyük maymunlara benzemektedir.102
Stw 53 adındaki Homo habilis örneği üzerinde de incelemeler yapan Spoor, Wood ve Zonneveld, şaşırtıcı bir biçimde, "Stw 53'ün, Australopithecinelerden daha az iki ayaklı davranışları gösterdiğini" buldular. Bu H. habilis örneğinin Australopithecus türünden çok daha fazla maymuna benzediği anlamına geliyordu. Dolayısıyla söz konusu bilim adamları, Stw 53'ün "Australopithecineler ve H. erectus'da görülen morfolojiler arasında ara geçiş olmasının mümkün olmadığı" sonucuna vardılar.103
Wood ve Collard 1999 yılında Science dergisinde yayınlanan yazılarında ise vardıkları sonucu şöyle tekrarladılar:
Homo için doğrulanabilir kriterler üzerine kurularak düzeltilmiş bir tanım sunuyoruz; ve buna göre Homo habilis ve Homo rudolfensis'in Homo cinsine dahil olmadığı sonucuna varıyoruz. 104
Hatta S. Scherer-Hartwig ve R. D. Martin gibi bazı bilim adamları da yaptıkları incelemeler sonucunda, Homo habilis'in Australopithecus'dan daha çok maymun özellikleri gösterdiklerini belirttiler:
Australopithecus afarensis'e (AL 288-1, "Lucy") ve Homo habilis'e (OH 62, "Lucy'nin çocuğu") isnat edilen yetişkin iskeletlerinin her ikisi de alt ve üst uzuvların kalıntılarını içeriyor. Bu iskeletlerin farklı uzuv kemiği ölçüleri arasındaki ilişki Afrika maymunlarının ve insanlarınki ile kıyaslandı. Şaşırtıcı olarak, OH 62'nin Afrika maymunlarına AL 288-1'den daha çok benzerlik gösterdiği ortaya çıktı. Ancak iskeleti 1 milyon yıl daha yaşlı olan A. afarensis, Homo habilis'in atası olarak kabul edilmektedir.105
Ian Tattersall ise "The Many Faces of Homo habilis" (Homo habilis'in Farklı Yüzleri) adlı makalesinde şu yorumu yapmaktadır:
Giderek daha da açık hale geliyor ki, Homo habilis diğer hiçbir sınıflandırmaya dahil edilemeyen fosillerin bir araya toplandığı bir artık sepeti haline geldi, ve bu haliyle bir çok yönüyle birbirine hiç benzeşmeyen bir çok insansı fosilin toplandığı bir kategori olmaktan öteye gitmiyor. 106
Baştan beri incelediğimiz tüm bu bulguların sonucunu özetlemek gerekirse, şu iki önemli sonuca varılabilir:
(1) Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte Homo yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildir.
(2) Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla ilgileri yoktur, insanın sözde soy ağacındaki ara geçiş formları değillerdir.
EVRİMCİ SAHTEKARLIKLARA BİR ÖRNEK: PEKİN ADAMI |
Homo erectus "dik yürüyen insan" anlamına gelir. Evrimciler bu insanları, "erect" yani "dik" sıfatı ile öncekilerden ayırmak zorunda kalmışlardır. Çünkü eldeki tüm Homo erectus fosilleri, Australopithecus ya da Homo habilis örneklerinin aksine diktir. Günümüz insanının iskeleti ile Homo erectus iskeleti arasında hiçbir fark yoktur.
Evrimcilerin Homo erectus'u "ilkel" saymaktaki en önemli dayanakları ise, kafatası hacminin (900-1100 cc) günümüz insanının ortalamasından küçüklüğü, dar alnı ve kalın kaş çıkıntılarıdır. Oysa bugün de dünyada Homo erectus'la aynı kafatası ortalamasında pek çok insan yaşamaktadır (örneğin pigmeler) ve bugün de çeşitli ırklarda dar alın ve kaş çıkıntıları vardır (örneğin Avustralya yerlileri Aborijinlerde).
Kafatası hacmi farklılığının zeka ve beceri yönünden hiçbir fark oluşturmadığı ise, bilinen bir gerçektir. Zeka, beynin hacmine göre değil, beynin kendi içindeki organizasyonuna göre değişir.107
Homo erectus'u dünyaya tanıtan fosiller, her ikisi de Asya'da bulunan Pekin Adamı ve Java Adamı fosilleriydi. Ancak zamanla bu iki kalıntının da güvenilir olmadıkları anlaşıldı. Pekin Adamı, sadece alçıdan yapılmış ve aslı kaybolmuş modellerden ibaretti, Java Adamı ise bir kafatası parçası ile ondan metrelerce uzakta bulunmuş bir leğen kemiğinden oluşuyordu ve bunların aynı canlıya ait olduğuna dair hiçbir gösterge yoktu. Bu nedenle Afrika'da bulunan Homo erectus fosilleri giderek daha fazla önem kazandı.
Homo erectus bir ara geçiş formu değil, bir insan ırkıdır.Günümüzde homo erectus ile aynı kafatası ortalamasında pek çok insan yaşamaktadır. bu, homo erectus'un bir insan ırkı olduğunu, ara geçiş formu olmadığını göstermektedir. |
Afrika'da bulunan Homo erectus fosillerinin en ünlüsü olan Turkana Çocuğu'nun da incelenmesiyle, Homo erectus'un günümüz insanından bir farklılığının olmadığı kesinlik kazandı.
Evrimci paleoantropolog Richard Leakey bile Homo erectus'un günümüz insanı ile olan farklılığının ırksal farklılıktan öte bir anlam taşımadığını şöyle ifade eder:
Herhangi bir kişi farklılıkları fark edebilir: Kafatasının biçimi, yüzün açısı, kaş çıkıntısının kabalığı vs. Ancak bu farklılıklar bugün değişik coğrafyalarda yaşamakta olan insan ırklarının birbirleri arasındaki farklılıklardan daha fazla değildir. Böyle bir varyasyon, topluluklar birbirlerinden uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman ortaya çıkar.108
ARA GEÇİŞ FOSİLİ OLARAK SUNULAN TURKANA ÇOCUĞU, GÜNÜMÜZ İNSANINDAN FARKSIZDIR... |
Afrika'da bulunan Homo erectus örneklerinin en ünlüsü, Turkana Çocuğu adlı fosildir. Bu fosilin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu saptanmıştır. Fosilin dik iskelet yapısı günümüz insanından farksızdır. |
Connecticut Üniversitesi'nden profesör William Laughlin, Eskimolar ve Aleut Adaları insanları üzerinde uzun yıllar anatomik incelemeler yapmış ve bu insanlar ile Homo erectus'un şaşırtıcı derecede birbirlerine benzediklerini görmüştür. Laughlin'in vardığı sonuç, tüm bu ırkların gerçekte Homo sapiens türüne (günümüz insanına) ait farklı ırklar olduğudur:
Hepsi Homo sapiens türüne ait olan Eskimolar ve Avustralya yerlileri gibi uzak gruplar arasındaki büyük farklılıkları dikkate aldığımızda, Homo erectus'un da kendi içinde farklılıklar taşıyan bu türe (Homo sapiens'e) ait olduğu sonucuna varmak çok mantıklı gözükmektedir.109
Homo erectus'un yapay bir sınıflama olduğu, Homo erectus kategorisine dahil edilen fosillerin gerçekte Homo sapiens'ten ayrı bir tür sayılacak kadar farklılık taşımadığı, bilim dergilerinde de giderek daha fazla dile getirilmektedir. American Scientist dergisinde, bu konudaki tartışmalar ve 2000 yılında bu konuda yapılan bir konferansın sonucu şöyle özetlenmektedir:
Senckenberg konferansına katılanların çoğu, Michigan Üniversitesi'nden Milford Wolpoff, Canberra Üniversitesi'nden Alan Thorne ve meslektaşları tarafından başlatılan ve Homo erectus'un taksonomik statüsünü ele alan ateşli tartışmaya dahil oldular. Bunlar (Wolpoff ve Thorn) güçlü bir şekilde, Homo erectus'un bir tür olarak geçerliliği bulunmadığını, tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini savundular. Homo cinsinin tüm üyeleri, 2 milyon yıl öncesinden günümüze kadar, varyasyona oldukça açık ve geniş alanlara yayılmış tek bir tür, yani Homo sapiens türüydü onlara göre, ve bu tür içinde doğal kırılmalar ve alt bölünmeler bulunmuyordu. Konferansın konusu, Homo erectus'un var olmadığıydı.110
Üstteki tezi savunan bilim adamlarının vardığı sonuç, "Homo erectus, Homo sapiens'ten farklı bir tür değil, Homo sapiens içindeki bir ırktır" şeklinde de özetlenebilir. Bir insan ırkı olan Homo erectus ile "insanın evrimi" senaryosunda kendisinden önce gelen maymunlar (Australopithecus, Homo habilis ve Homo rudolfensis) arasında ise büyük bir uçurum vardır. Yani fosil kayıtlarında beliren ilk insanlar, evrim süreci olmadan, aynı anda ve aniden ortaya çıkmışlardır.
Homo sapiens archaic, hayali evrim şemasının günümüz insanından bir önceki basamağını oluşturur. Aslında bu insanlar hakkında evrimciler açısından söylenecek bir şey yoktur, zira bunlar günümüz insanından ancak çok küçük farklılıklarla ayrılırlar. Hatta bazı araştırmacılar, bu ırkın temsilcilerinin günümüzde hala yaşamakta olduklarını söyleyerek Avustralyalı Aborijin yerlilerini örnek gösterirler. Aborijin yerlileri de aynı bu ırk gibi kalın kaş çıkıntılarına, içeri doğru eğik bir çene yapısına ve biraz daha küçük bir beyin hacmine sahiptirler. Ayrıca çok yakın bir geçmişte Macaristan'da ve İtalya'nın bazı köylerinde bu insanların yaşamış olduklarına dair çok ciddi bulgular ele geçirilmiştir.
Evrimci literatürde Homo heilderbergensis olarak tanımlanan sınıflandırma ise, aslında Homo sapiens archaic'le aynı şeydir. Aynı insan ırkını tanımlamak için bu iki ayrı kavramın kullanılmasının nedeni, evrimciler arasındaki görüş farklılıklarıdır. Homo heilderbergensis sınıflamasına dahil edilen tüm fosiller, anatomik olarak günümüz Avrupalılarına çok benzeyen insanların günümüzden 500 bin, hatta 780 bin yıl önce İngiltere'de ve İspanya'da yaşadıklarını göstermektedir.
İspanya'nın kuzeyinde Gran Dolina Mağarası'nda bulunan 780.000 yıllık insan fosilleri Homo heilderbergensis olarak sınıflandırıldı. |
Cro-magnon sınıflaması ise, 30.000 yıl önceye kadar yaşadığı tahmin edilen bir ırktır. Kubbe şeklinde bir kafatasına, geniş bir alına sahiptir. 1600 cc'lik kafatası hacmi, günümüz insanının ortalamasından fazladır. Kafatasında kalın kaş çıkıntıları vardır ve arka kısımda, Neandertal Adamı'nın ve Homo erectus'un karakteristik özelliği olan kemiksi çıkıntı bulunmaktadır.
Avrupalı bir ırk olarak kabul edilmesine karşın, Cro-magnon kafatasının yapısı ve hacmi, günümüzde Afrika ve tropik iklimlerde yaşayan bazı ırklara fazlasıyla benzemektedir. Bu benzerliğe dayanarak, Cro-magnon'un Afrika kökenli eski bir ırk olduğu tahmin edilir. Diğer bazı paleoantropolojik bulgular, Cro-magnon ve Neandertal ırklarının birbirleri ile kaynaşarak, günümüzdeki bazı ırklara temel oluşturduklarını göstermektedir.
Sonuç itibariyle, bu insanların hiçbiri "ilkel tür"ler veya ara geçiş formları değildir. Tarih içinde yaşamış veya diğer ırklara karışıp asimile olarak ya da soyları tükenip yok olarak tarih sahnesinden çekilmiş farklı insan ırklarıdır.
FARKLI İNSAN IRKLARINA AİT FOSİLLER, EVRİMCİLER TARAFINDAN YARI MAYMUN-YARI İNSAN CANLILAR OLARAK YANSITILMAKTADIR. |
Fosil kayıtlarında farklı insan ırklarına veya farklı maymun türlerine ait fosiller bulunmaktadır. 1. Cro-magnon kafatası |
Buraya kadar incelendiği gibi, fosil kayıtlarından elde edilen bilgiler, insanın evrimi senaryosunun hiçbir bilimsel dayanağı olmadığını göstermektedir. Fosil kayıtlarında ya insanlara ya da maymun ve maymun benzeri canlılara ait kalıntılar bulunmaktadır; evrimcilerin bulmayı umdukları ara geçiş formlarından ise eser yoktur. Nitekim böyle bir evrimi sağlayabilecek bir doğa mekanizması da yoktur. Daha tek bir protein molekülünün tesadüfen nasıl ortaya çıkmış olabileceğini açıklayamayan evrim teorisinin, insan gibi son derece kompleks bir bedene, düşünmek, sevinmek, karar vermek, idrak etmek, estetikten ve sanattan zevk almak, beste yapmak, resim çizmek, kitap yazmak gibi yetenek ve özelliklere sahip bir varlığın rastlantısal mutasyonlar sonucunda maymun benzeri hayvanlardan nasıl evrimleştiğini açıklayabilmesi, kesinlikle imkansızdır.
Kısacası insanın evrimle ortaya çıktığına dair hiçbir kanıt yoktur ve zaten böyle bir değişimin olması da mümkün değildir. Evrimcilerin bunu kabullenmek istemeyişleri, gerçeği değiştirmez. İnsanın Yaratıcısı tesadüfler değil, alemlerin Rabbi olan, Üstün ve Güçlü, Yüce Allah'tır.
26 The Wall Street Journal, 9 Aralık 1986.
27 Richard Monestarsky, "Waking Up to the Dawn of Vertebrates", Science News, vol. 156, no. 19, 6 Kasım 1999, s. 292.
28 Robert Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, Mass., 1991, s. 50.
29 Keith Stewart Thomson "The Origin of Tetrapods," American Journal of Science, vol. 293-A:58, 1993, s. 39.
30 Lewis L. Carroll, "Problems of the Origin of Reptiles", Biological Reviews of the Cambridge Philosophical Society, vol. 44, s. 393.
31 Robert L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, W. H. Freeman and Co., New York, 1988, s. 198.
32 Stephen Jay Gould, "Eight (or Fewer) Little Piggies", Natural History, no. 1., Ocak 1991, vol. 100, s. 25.
33 Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, Dover, 1985, s. 238-39.
34 A. S Romer, Vertebrate Paleontology, 3rd ed., Chicago University Press, Chicago, 1966, s. 120.
35 Ryosuke Motani, "Rulers of the Jurassic Seas", Scientific American, Nisan 1993 Özel Sayı, s. 18.
36 Ryosuke Motani, "Rulers of the Jurassic Seas", Scientific American, Nisan 2003 Özel Sayı, s. 18.
37 Ryosuke Motani, "Rulers of the Jurassic Seas", Scientific American, Nisan 2003 Özel Sayı, s. 18.
38 E. H. Colbert, M. Morales, Evolution of the Vertebrates, New York, John Wiley and Sons, 1991, s. 193.
39 Chris McGowan, In The Beginning... A Scientist Shows Why The Creationists Are Wrong, Prometheus Books, 1984, s. 158-159.
40 Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books, London, 1985, s. 181-182.
41 Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, 1985, s. 180-181.
42 Chris E. Gow, An Ictidosaur Fossil From North America, Şubat 1983; W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, New York, 1991, s. 221.
43 Kermack, Kermack & Mussett, The Welsh Pantothere Kuehneotherium Praecursoris, 47 J. Linnean Society 418, 418 1968.
44 Tom Kemp, "The Reptiles That Became Mammals", New Scientist, vol. 92, 4 Mart 1982, s. 583.
45 Roger Lewin, "Bones of Mammals, Ancestors Fleshed Out", Science, vol. 212, 26 Haziran 1981, s. 1492.
46 Eric Lombard, "Review of Evolutionary Principles of the Mammalian Middle Ear, Gerald Fleischer", Evolution, vol. 33, Aralık 1979, s. 1230.
47 Robert L. Carroll, Patterns and Process of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1998, s. 329.
48 Ashby L. Camp, "The Overselling of Whale Evolution", Creation Matters, a newsletter published by the Creation Research Society, Mayıs/Haziran 1998.
49 National Geographic, "Balinaların Evrimi", Kasım 2001, s. 163.
50 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1998, s. 329.
51 G. A. Mchedlidze, General Features of the Paleobiological Evolution of Cetacea, Rusça'dan tercüme (Rotterdam: A. A. Balkema), 1986, s. 91.
52 B. J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, Dover Publications, Inc., 1985, s. 489.
53 Michel C. Milinkovitch, "Molecular phylogeny of cetaceans prompts revision of morphological transformations", Trends in Ecology and Evolution, vol. 10, Ağustos 1995, s. 328-334.
54 Getting the Facts Straight, A Viewer's Guide to PBS's Evolution, Seattle Discovery Institute Press, 2001.
55 S. L. Olson, Open Letter to: Dr. Peter Raven, Secretary, Committee for Research and Exploration, National Geographic Society, 1 Kasım 1999.
56 Michael J. Denton, Nature's Destiny, Free Press, New York, 1998, s. 361.
57 David Williamson, "Scientist Says Ostrich Study Confirms Bird 'Hands' Unlike Those Of Dinosaurs", EurekAlert, 14-Aug-2002, http://www.eurekalert.org/pub_releases/2002-08/uonc-sso081402.php
58 A. Elzanowski, "A comparison of the jaw skeleton in theropods and birds, with a description of the palate in the Oviraptoridae", Smithsonian Contributions to Paleobiology, 1999, vol. 89, s. 311–323.
59 Alan Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
60 V. Morell, "A Cold, Hard Look at Dinosaurs", Discover, 1996, vol. 17, no. 12, s. 98–108.
61 Robert L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, Cambridge University Press, 1998, s. 336.
62 Peter Dodson, "Mesozoic feathers and fluff", American Paleontologist, 2001, vol. 9, no. 1, s. 7.
63 Alan Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
64 Alan Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
65 Alan Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201
66 Alan Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
67 A. H. Brush, "On the Origin of Feathers", Journal of Evolutionary Biology, vol. 9, 1996. s. 132.
68 Xing Xu, Zhi-Lu Tang, Xiao-Lin Wang, "A therizinosauroid dinosaur with integumentary structures from China", Nature, 1999, vol. 399, s. 350-354.
69 Alan Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
70 Alan Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
71 http://www.geocities.com/CapeCanaveral/Hall/2099/DinoKabin.html
72 Peter Dodson, "Response by Peter Dodson", American Paleontologist, 2001, vol. 9, no. 4, s. 13-14.
73 B. J. Stahl, Vertebrate History: Patterns in Evolution, Dover, New York, 1985, s. 350.
74 Larry Martin, S. A. Czerkas, "The Fossil Record of Feather Evolution in the Mesozoic", American Zoology, 2000, vol. 40, s. 687-694.
75 R.O. Prum, "Development and Evolutionary Origin of Feathers", J. Experimental Zoology, 1999, vol. 285, s. 291-306.
76 K. Parkes, Speculations on the Origin of Feathers, Living Bird, 1966, vol. 5, s. 77-86.
77 W. P. Pycraft, Animal Life: an Evolutionary Natural History, vol. II – A History of Birds, Methuen, London, 1910, s. 39.
78 Larry Martin, S. A. Czerkas, The Fossil Record of Feather Evolution in the Mesozoic, American Zoology, 2000, vol. 40, s. 687-694.
79 K. Parkes," Speculations on the Origin of Feathers", Living Bird, 1966, vol. 5, s. 77-86.
80 W. P. Pycraft, Animal Life: an Evolutionary Natural History, vol. II – A History of Birds, Methuen, London, 1910, s. 39.
81 W. J. Bock, "Explanatory history of the origin of feathers", American Zoology, 2000, vol. 40, s. 478-485.
82 W. J. Bock, "Explanatory history of the origin of feathers", American Zoology, 2000, vol. 40, s. 478-485.
83 C. E. A. Turner, "Archæopteryx, a bird: No link", Evolution Protest Movement, Eylül 1973.
84 M-P. Schutzenberger, in "The Miracles of Darwinism: Interview with Marcel-Paul Schutzenberger," Origins & Design, vol. 17, no. 2, Spring 1996, s.10-15.
85 Nature, 12 Temmuz 2001.
86 Henry Gee, In Search of Deep Time, Cornell University Press, Ithaca, 1999, s. 211.
87 Henry Gee, "Return to the planet of the apes," Nature, 12 Temmuz 2001, vol. 412, s. 131-132.
88 Bernard Wood, " Origin and evolution of the genus Homo", Nature, 1992, vol. 355, no. 6363, s. 783-90.
89 Richard C. Lewontin, "Human Diversity," Scientific American, Library: New York NY, 1995, s. 163.
90 Michael D. Lemonick, "How Man Began", Time Magazine, Mayıs 1994.
91 Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, Toplinger Publications, New York, 1970, s. 75-94.
92 Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Ground for Doubt", Nature, vol. 258, s. 389.
93 Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, vol. 369, 23 Haziran 1994, s. 645-648.
94 B.G. Richmon, D.S. Strait, "Evidence that humans evolved from a knuckle-walking ancestor", Nature, 2000, vol. 404, no. 6776, s. 382.
95 R. E. F. Leakey, "Further Evidence of Lower Pleistocene Hominids from East Rudolf, North Kenya", Nature, vol. 231, 28 Mayıs 1971, s. 245.
96 Christine Berg, "How Did the Australopithecines Walk? A Biomechanical Study of the Hip and Thigh of Australopithecus afarensis," Journal of Human Evolution, vol. 26, Nisan 1994, s. 259-273.
97 Peter Andrews, "Ecological Apes and Ancestors," Nature, 17 Ağustos 1995, vol. 376, s. 555-556.
98 Dr. Charles E. Oxnard, in Fossils, Teeth and Sex—New Perspectives on Human Evolution, University of Washington Press, Seattle and London, 1987, s. 227.
99 Isabelle Bourdial, "Adieu Lucy", Science et Vie, Mayıs 1999, no. 980, s. 52-62.
100 The Scotsman.com: "Chimps on two legs run through Darwin's theory"http://news.scotsman.com/index.cfm?id=1016102002
101 Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, vol. 94, 1994, s. 307-325.
102 Fred Spoor, Bernard Wood & Frans Zonneveld, "Implications of Early Hominid Labyrinthine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, vol. 369, 23 Haziran 1994, s. 645.
103 Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implications of Early Hominid Labyrinthine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, vol. 369, 23 Haziran 1994, s. 648.
104 Bernard Wood ve M. Collard, "The Human Genus," Science, 2 Nisan 1999, vol. 284, s. 65-71.
105 S. Scherer-Hartwig, R. D. Martin, "Was "Lucy" more human than her "child"? Observations on early hominid postcranial skeletons", Journal of Human Evolution, 1991, vol. 21, s. 439-49.
106 Ian Tattersall, "The Many Faces of Homo habilis" Evolutionary Anthropology, 1992, s. 33-37.
107 Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992, s. 136.
108 Boyce Rensberger, The Washington Post, 19 Kasım 1984.
109 Richard Leakey, The Making of Mankind, Sphere Books, London, 1981, s. 62.
110 Pat Shipman, "Doubting Dmanisi", American Scientist, Kasım-Aralık 2000, s. 491.