Kuşkusuz, hayatın kökenini açıklama iddiasında olan evrim teorisinin cevaplaması gereken ilk soru: cansız bir evrende ilk yaşamın nasıl başladığı, cansız maddelerin, canlı varlıkları nasıl meydana getirdiği sorusudur. Ne var ki, evrim teorisinin 'en önemli delillerini' ortaya koymak için hazırlandığı öne sürülen Ulusal Bilimler Akademisi'nin Bilim ve Yaratılışçılık adlı kitapçığında, bu soruların cevapları bulunmamaktadır. Bunun yerine, UBA yazarlarının, evrim teorisini sorunsuz, şüpheye yer vermeyen, kesinlikle ispatlanmış bir teori gibi gösteren, evrimciler için 'toz pembe' bir tablo çizen varsayımları yer almaktadır. UBA yazarları, sanki evrim teorisinin en büyük çıkmazlarından biri, cansız maddelerin nasıl olup da tesadüfi kimyasal süreçler sonucunda canlı maddelere dönüştüğü konusu değilmiş gibi şöyle demektedirler:
Yaşamın başlangıcını araştıranlar için soru artık yaşamın biyolojik olmayan bileşimlerden kimyasal bir süreç sonucunda ortaya çıkıp çıkmadığı değil, bu sürecin olası pek çok yoldan hangisi ile ilk hücreleri oluşturduğudur. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 6)
UBA yazarları söz konusu 'kimyasal süreç olasılıkları'ndan ise şöyle söz etmektedirler:
Dünyanın yeni oluştuğu zamanki koşullara benzer ortamlarda yapılan deneylerde proteinlerin, DNA'nın ve RNA'nın yapıtaşı bazı kimyasal bileşikler oluşmuştur. Ayrıca, bu moleküllerden bazıları, uzaydan dünyaya düşen meteorlarda bulunmuş, ve radyoteleskoplarla uzayı inceleyen astronomlar tarafından da keşfedilmiştir. Bilimciler, yaşamın temel yapıtaşları olan bu moleküllerin Dünyanın ilk oluştuğu zamanlarda mevcut olduğu sonucuna varmışlardır. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 5)
UBA yazarlarının ve evrimcilerin iddiaları özetle şöyledir: Cansız dünyada var olan ve ilkel çorba olarak adlandırılan ortamda, canlılığın oluşması için gereken tüm maddeler vardı ve bu maddeler kimyasal süreçlerle tesadüfen biraraya gelerek hücreyi oluşturdular.
Dünyanın ilk dönemlerindeki koşullar, hücrenin ve yapıtaşlarının kendiliğinden oluşmalarını imkansız kılan önemli faktörler arasındadır. Bu koşullar taklit edilerek yapılan laboratuvar deneyleri hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Her ne kadar UBA özellikle belirtmemiş olsa da, söz konusu iddiayı destekleyecek hiçbir delil bulunmamaktadır. Hatta deliller evrimcilerin iddialarını çürütecek niteliktedir. Ayrıca, konunun uzmanı olan evrimciler dahi, UBA yazarları kadar kesin ve emin bir üslup kullanmamakta, hayatın kökeni konusunun evrim teorisi için bir bilinmez olduğunu kabul etmektedirler. Sadece ilkel dünya atmosferinin organik bileşikleri parçalayacak olan oksijen gazına bol miktarda sahip olduğunun anlaşılması (yani kimya diliyle indirgeyici olmadığının belirlenmesi) bile, yaşamın kökeni ile ilgili kimyasal evrim teorilerini çıkmaza sokmuştur. Örneğin Biogenesis: Theories of Life's Origin adlı kitabın (1999) yazarı olan evrimci Noam Lahav şöyle der:
İndirgeyici (oksijen içermeyen) bir atmosfere ilişkin varsayıma karşı gelmekle, biyolojik açıdan önemli organik bileşenler açısından zengin pre-biyotik çorbanın varlığına da karşı çıkmış oluyoruz. Dahası şimdiye kadar pre-biyotik çorbanın varlığına ilişkin hiçbir jeokimyasal delil yayınlanmamıştır. Gerçekten de çok sayıda bilim adamı, var olsa bile, organik yapıtaşları toplamının, prebiyotik evrim için anlamlı olabilmesi için çok küçük olduğunu kaydederek, pre-biyotik çorba kavramına karşı çıkmaktadırlar.1
Yani:
1) Hem ilkel atmosferdeki yüksek oksijen, yaşamın temel yapıtaşlarının oluşmasına engeldir.
2) Hem de bunların oluştuğu varsayılsa bile, bu yapıtaşlarının kimyasal reaksiyonlarla ya da tesadüfle proteinleri, RNA veya DNA'yı oluşturması mümkün değildir. Çünkü proteinler, RNA veya DNA, son derece yoğun bir bilgi içermektedir ve bu bilginin rastgele oluşması istatistiksel olarak imkansızdır.
Dikkat edilirse UBA yazarları, her iki gerçeği göz ardı etmişler, özellikle de ikinci gerçeği, çok kendini ele veren bir üslupla savuşturmaya çalışmışlardır: Yaşamın yapıtaşları ifadesini duyan pek çok insan, bu yapıtaşları olduğu durumda, demek ki yaşam da kendiliğinden doğabiliyor diye düşünebilir. (UBA yazarları da bunu düşündürtmek istemişlerdir.) Oysa bu bir aldanış ve (UBA açısından) aldatmacadır; çünkü sözü edilen yapıtaşları amino asitler veya nükleik asitler gibi basit organik bileşiklerdir ve bunların proteinler, RNA ve DNA gibi kompleks yapılara dönüşmesi imkansızdır. Bir evin yapıtaşları olan tuğlaların varlığının, bunların rastgele biraraya gelip bir ev yapacakları anlamına gelmediği gibi.
UBA ilk hücreleri üretmek için izlenmiş olabilecek bilinen birçok yol vardır iddiasındadır. Bu iddia kesinlikle yanlıştır. Hiçbir bilim adamı ilk hücreyi cansız maddelerden üretebilecek herhangi bir yol bulmuş değildir. Hayatın kökeni hakkındaki araştırmaları olan Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose bu sorunu şöyle ifade etmiştir:
Bir evin inşaası için gereken malzemelerin eksiksiz olarak bulunması, o evin inşaası için yeterli değildir. Bunun için akıl ve bilinç sahibi mimarlara, inşaat mühendislerine, teknisyenlere, işçilere... gerek vardır. Aynı gerçek hücrenin inşaası için de geçerlidir.
Yaşamın kökeni konusunda kimyasal ve moleküler evrim alanlarında otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyorlar ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyorlar. Yeni düşünce ve deneysel hareket tarzları denenmelidir... Bilim adamları arasında detaylı evrimsel aşamalara ilişkin oldukça büyük anlaşmazlıklar çıkmıştır. Problem prebiyotik (yaşam öncesi) moleküllerden progenotlara (en ilkel hücrelere) geçişi sağlayan temel evrimsel süreçlerin delillerle ispatlanmamış olmaları ve bu süreçlerin oluştuğu çevresel koşulların bilinmemesidir. Dahası, tüm canlı hücrelerin oluşumuna neden olan genetik bilginin nerede olduğunu, ilk kopyalanabilir polinükleotidlerin (çoklu nükleik asitler, ilk DNA) nasıl evrimleştiğini, ya da modern hücreler içerisindeki aşırı derece karmaşıklıktaki yapısal işlev ilişkilerinin nasıl oluştuğunu gerçekte bilmiyoruz... Öyle görünüyor ki bu alan artık bir açmaza, varsayımların deneyler ya da gözlemlerle temellendirilmiş olgular üzerinde baskın oldukları bir konuma ulaşmıştır.2
Evrimci biyolog Andrew Scott da benzer bir itirafta bulunmakta ve şöyle demektedir:
Biraz madde alın, karıştırın, ısıtın ve bekleyin. Bu, hayatın kökeninin modern versiyonudur. Yerçekimi, elekromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler gibi 'temel' güçler gerisini halledecektir... Peki ama bu kolay hikayenin ne kadarı sağlam temellere oturmaktadır ve ne kadarı umuda dayalı spekülasyonlara bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere kadar giden aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen karanlık içindedir. 3
Biyokimya profesörü David A. Kaufman da, evrim teorisinin genetik hayatın kökeni hakkında bir açıklama getiremediğini şu ifadelerle itiraf etmektedir:
Evrim, hücrelerle beraber dikkatlice tasarlanmış genetik kodların kökenine dair kabul edilebilir bir bilimsel açıklama getirmekten uzak. Ki bunlar olmazsa proteinler ve dolayısıyla hayat da olamaz.4
UBA yazarları ise, hayatın kökeni hakkında evrim teorisinin bir açıklaması olmadığını itiraf etmek yerine, evrim teorisi lehinde gerçek dışı bir tablo çizerek okuyucuları aldatma yolunu seçmişlerdir. Evrimin her konuda delili olduğu, hayatın kökenini açıklayan birçok teze sahip oldukları gibi konunun uzmanı olan hiç kimse tarafından onay görmeyecek asılsız bir iddia ortaya atmışlardır. Evrimcilerin çizdikleri bu toz pembe tablo kesinlikle gerçekleri yansıtmamaktadır. Hayatın kökeni hakkında öne sürdükleri tezlerden her biri ayrı bir çıkmaz içindedir ve bu alternatifler hayatın kökeni sorununu çözmemekte, sadece sorunu bir başka sorun haline getirmektedir. Bilim ve Yaratılışçılık kitabında sözü edilen bu sözde alternatiflerden biri RNA Dünyası tezidir. RNA Dünyası tezi günümüzde evrimciler arasında en çok kabul gören iddialardan biri olmasına rağmen, aşağıda da inceleneceği gibi çok fazla sorun içermektedir ve gerçekleşmesi imkansız bir senaryo olduğu açıkça ortadadır.
Bilim ve Yaratılışçılık kitabında, RNA Dünyası olarak anılan hipotezin, hayatın kökeni hakkındaki alternatif (ve makul) açıklamalardan biri olduğu öne sürülmektedir. Oysa RNA Dünyası tezi de, evrimciler tarafından yapılan diğer açıklamalar gibi hayatın kökeni konusuna hiçbir açıklama getirememektedir.
RNA Dünyası tezine göre, ilk önce proteinler değil, proteinlerin bilgisini taşıyan RNA molekülü oluşmuştur. Bu tezin ortaya atılmasının nedeni ise, 70'li yıllarda ilkel dünya atmosferinin içerdiği gazların amino asitlerin oluşumunu ve dolayısıyla protein sentezini imkansız kıldığının anlaşılması olmuştur. Daha önceki yıllarda Miller ve Fox gibi evrimcilerin yaptıkları ve metan-amonyak temelli bir atmosfer modeline dayanan deneylerin tümü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun üzerine yeni evrimci arayışlar başlamış ve RNA Dünyası tezi ortaya çıkmıştır.
RNA Dünyası tezi de, evrimcilerin diğer senaryoları gibi hayatın kökenine evrimsel bir açıklama getirmekten çok uzaktır. DNA'nın kendiliğinden nasıl oluştuğunu açıklayamayan evrimciler, aynı sorunu RNA için de yaşamaktadırlar.
RNA Dünyası senaryosuna göre, bundan milyarlarca yıl önce, her nasılsa kendi kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülü tesadüfen oluşmuştur. Sonra bu RNA molekülü çevre şartlarının etkisiyle birdenbire proteinler üretmeye başlamıştır. Daha sonra bilgileri ikinci bir molekülde saklamak ihtiyacı doğmuş ve her nasılsa DNA molekülü ortaya çıkmıştır.
Her aşaması ayrı bir imkansızlıklar zinciri olan bu hayal etmesi bile güç senaryo, hayatın başlangıcına açıklama getirmek yerine, sorunu daha da büyütmüş, pek çok içinden çıkılmaz soruyu gündeme getirmiştir. Bu sorunlardan bazıları şöyledir:
John Horgan
1- Daha, RNA'yı oluşturan nükleotidlerin tek bir tanesinin bile oluşması kesinlikle rastlantılarla açıklanamazken, acaba hayali nükleotidler nasıl uygun bir dizilimde biraraya gelerek RNA'yı oluşturmuşlardı? Evrimci biyolog John Horgan RNA'nın tesadüfen oluşmasının imkansızlığını şöyle kabullenir:
Araştırmacılar RNA dünyası kavramını detaylı biçimde inceledikçe giderek daha fazla sorun ortaya çıkıyor. RNA ilk olarak nasıl oluştu? RNA ve onun parçalarının laboratuvarda en iyi şartlarda sentezlenmesi bile son derece zor iken, bunun prebiyotik (yaşam öncesi) ortamda gerçekleşmesi nasıl olmuştur?5
2- Tesadüfen oluştuğunu farz etsek bile, yalnızca bir nükleotid zincirinden ibaret olan bu RNA hangi bilinçle kendisini kopyalamaya karar vermiş ve ne tür bir mekanizmayla bu kopyalamayı başarmıştı? Kendisini kopyalarken kullanacağı nükleotidleri nereden bulmuştu? Evrimci mikrobiyologlar Gerald Joyce ve Leslie Orgel, durumun ümitsizliğini şöyle dile getirmektedirler:
Tartışma, içinden çıkılmaz bir noktada odaklaşıyor: Karmakarışık bir polinükleotid çorbasından çıkıp, birdenbire kendini kopyalayabilen o hayali RNA'nın efsanesi... Bu kavram, yalnızca bugünkü prebiotik kimya anlayışımıza göre gerçek dışı olmakla kalmamakta, aynı zamanda RNA'nın kendini kopyalayabilen bir molekül olduğu şeklindeki aşırı iyimser düşünceyi de yıkmaktadır.6
RNA Dünyası tezine göre, ribozomun da RNA ile aynı anda oluşması gerekir. Çünkü RNA'nın protein üretme mekanizması olan ribozoma ihtiyacı vardır. Oysa ribozom kompleks proteinlerden oluşan son derece karmaşık bir organeldir. Kökenini kimyasal reaksiyonlarla açıklamak imkansızdır.
3- Kaldı ki eğer ilkel dünyada kendini kopyalayan bir RNA oluştuğunu ve ortamda RNA'nın kullanacağı her çeşit amino asitten sayısız miktarlarda bulunduğunu farz etsek ve bütün bu imkansızlıkların bir şekilde gerçekleşmiş olduğunu düşünsek bile, bu durum yine de tek bir protein molekülünün oluşabilmesi için yeterli değildir. Çünkü RNA, sadece proteinin yapısıyla ilgili bilgidir. Amino asitler ise ham maddedir. Ancak ortada proteini üretecek mekanizma yoktur. RNA'nın varlığını protein üretimi için yeterli saymak, bir arabanın kağıt üzerine çizilmiş tasarımını o arabayı oluşturacak binlerce parçanın üzerine atıp sonra arabanın kendi kendine montajlanıp ortaya çıkmasını beklemekle aynı derecede anlamsızdır.
Bir protein, hücre içindeki son derece karmaşık işlemler sonucunda pek çok enzimin yardımıyla ribozom adı verilen organelde üretilir. Ribozom ise yine proteinlerden oluşmuş karmaşık bir hücre organelidir. Dolayısıyla bu durum, ribozomun da aynı anda tesadüfen meydana gelmiş olması gibi olanak dışı bir varsayımı daha beraberinde getirecektir. Evrim teorisinin ünlü savunucularından Nobel ödüllü Jacques Monod bile protein sentezinin yalnızca nükleik asitlerdeki bilgiye indirgenmesinin mümkün olmadığını şu şekilde açıklamaktadır:
Şifre (DNA ya da RNA'daki bilgi), aktarılmadıkça anlamsızdır. Günümüz hücresindeki şifre aktarma mekanizması en az 50 makromoleküler parçadan oluşmaktadır ki, bunların kendileri de DNA'da kodludurlar. Şifre bu birimler olmadan aktarılamaz. Bu döngünün kapanması ne zaman ve nasıl gerçekleşti? Bunun hayali bile aşırı derecede zordur.7
İlkel dünyadaki bir RNA zinciri hangi iradeyle böyle bir karar almış ve hangi yöntemleri kullanarak, 50 özel görevli parçacığın işini tek başına yaparak protein üretimini gerçekleştirmiştir? Evrimcilerin bu sorulara getirebildikleri hiçbir açıklama yoktur. Ünlü bilim dergisi Nature'da yer alan bir makalede de 'kendini kopyalayan RNA' kavramının tamamen hayal mahsulü olduğu, gerçekte ise hiçbir deneyde bu tür bir RNA'nın elde edilemediği belirtilmektedir:
Maynard Smith ve Szathmary, 'DNA kopyalanması o kadar hataya açıktır ki, tek bir gen boyundaki bir DNA parçasının doğru kopyalanmasını sağlayacak enzim proteinlerinin önceden varlığına ihtiyaç vardır' demektedirler. Bu durumda, halen bilinen bilgisel ve enzimatik işlev taşıycı özelliğiyle RNA, yazarları şunu söylemeye yöneltiyor: 'Özde, ilk RNA molekülleri kendilerini kopyalamak için polimerleştirici bir protein enzime ihtiyaç duymadılar; kendi kendilerini kopyaladılar.' Bu bir gerçek midir, yoksa bir beklenti mi? Genelde tüm biyologlar için şunu belirtmenin açıklayıcı olduğunu düşünüyorum ki suni olarak sentezlenmiş katrilyonlarca (1024) rastgele RNA dizilimleri arasından tek bir tane bile kendini kopyalayan (self-replicating) bir RNA çıkmamıştır.8
San Diego California Üniversitesi'nden Stanley Miller'ın ve Francis Crick'in çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel, 'hayatın RNA dünyası ile başlayabilmesi' ihtimali için 'senaryo' deyimini kullanmaktadır. Orgel, bu RNA'nın hangi özelliklere sahip olması gerektiğini ve bunun imkansızlığını, American Scientist'in Ekim 1994 sayısındaki The Origin of Life on the Earth başlıklı makalede şöyle ifade eder:
Bu senaryonun oluşabilmesi için, ilkel dünyadaki RNA'nın bugün mevcut olmayan iki özelliğinin olmuş olması gerekmektedir: Proteinlerin yardımı olmaksızın kendini kopyalayabilme özelliği ve protein sentezinin her aşamasını gerçekleştirebilme özelliği.9
Açıkça anlaşılacağı gibi Orgel'in, 'olmazsa olmaz' şartını koyduğu bu iki kompleks işlemi RNA gibi bir molekülden beklemek bilimsel düşünceye aykırıdır. Somut bilimsel gerçekler, hayatın rastlantılarla ortaya çıktığı iddiasının yeni bir versiyonu olan 'RNA Dünyası' tezinin, gerçekleşmesi imkansız bir senaryo olduğunu ortaya koymaktadır.
John Horgan da The End of Science adlı kitabında, sonradan geçersizliği ortaya çıkmış ünlü Miller deneyinin sahibi Stanley Miller'ın, son dönemlerde ortaya sürülen hayatın kökeni hakkındaki teorileri son derece anlamsız ve küçük gören tavrını şöyle aktarmaktadır:
İlk deneyinden yaklaşık 40 yıl sonra Miller bana, hayatın kökeni bilmecesini çözmenin kendisinin ya da başka herhangi birinin düşündüğünden çok daha zorlaştığını söyledi... Miller, 'anlamsız' veya 'kağıt üstü kimyası' adını verdiği, hayatın kökeni ile ilgili yeni tezlerden hiç etkilenmemişe benziyor. Bazı hipotezleri o kadar küçük gören bir tavır takındı ki, onlarla ilgili görüşlerini sorduğumda, kafasını salladı, iç geçirdi ve kıs kıs güldü, adeta insanlığın ahmaklığının farkına varmışcasına... Stuart Kauffman'ın otokataliz teorisi de bu kategoriye girmekte. Miller, 'Bir bilgisayarda denklemler hesaplamak bir deney teşkil etmez' diye burun kıvırdı. Miller, bilim adamlarının nerede ve ne zaman hayatın başladığını hiçbir zaman kesin bir biçimde bilemeyeceklerini de onayladı.10
Miller gibi, hayatın kökenine evrimci açıklama bulabilme çabasının öncülüğünü yapmış en ateşli evrim taraftarlarının bile, evrim açısından bu derece ümitsiz ifadeleri, teorinin içinde bulunduğu çaresizliği açık bir biçimde yansıtmaktadır.
Bilim ve Yaratılışçılık kitapçığında, ilk hücrelerin Mars'ta oluşup Dünya'ya öyle gelmiş olabileceği öne sürülmektedir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s.7)
Mars, iddia ettikleri ilkel dünya koşullarında ilk hücrenin nasıl olup da tesadüfen oluşabildiğine açıklama getiremeyen evrimcilerin sığındıkları yerlerden biridir. Ancak, dünyada ilk hücrenin nasıl oluştuğunu açıklayamayan bir teori, Mars'ta da aynı zorluklarla karşılaşacaktır. Hatta Mars'ta oluştuğu varsayılan hücrenin dünyaya gelişi sırasında karşısına çok daha fazla zorluk ve engel çıkacaktır, ki bu ilk hücrenin Mars'ta oluştuğu iddiasını daha da imkansız hale getirir.
Evrimciler ilkel dünya koşullarında ilk hücrenin nasıl olup da tesadüfen oluşabildiğine açıklama getiremezler. Evrimcilerin sığındıkları yerlerden biri Mars'tır. Oysa Dünya için geçerli olan imkansızlıklar Mars için de geçerlidir.
Öte yandan böyle bir hücre oluşsa bile -ki bu imkansızdır- bunun dünyaya gelmesi de ayrı bir imkansızlıktır. Herhangi bir hücrenin bir uzay yolculuğu sırasında öleceğini ünlü fizik profesörü George Gamow şöyle açıklar:
Uzayda yolculuk yapan sporları bekleyen ve donarak ölmekten daha ciddi olan bir tehlikeyi unutmamak gerekir. Çok iyi bilindiği gibi Güneş'ten önemli oranda mor ötesi ışınlar yayılmaktadır. Yeryüzünü kuşatan atmosfer tabakasının çok azının geçmesine müsade ettiği bu ışınlar; uzay boşluğu içinde kendilerini koruyacak mekanizmaları bulunmayan bu mikroorganizma sporları için en büyük tehlikedir ve onları bir anda öldürebilecek güçtedir. Bu sebeple bakterilerin hayali yolculukları daha en yakın gezegene dahi ulaşmadan onların ölümüyle sonuçlanacaktır. 1966 yılında yapılan bir başka araştırma neticesi 'uzaydan gelme' hipotezinin tamamen terk edilmesine sebep olmuştur. 'Gemini-9' uzay aracının dış yüzeyine özellikle seçilmiş en dayanıklı mikroorganizmalar yerleştirildikten sonra uzaya gönderilmişti. Yapılan incelemelerde bunların tamamının yedi saat dahi geçmeden öldüğü görüldü. Halbuki bu hipoteze göre hayatı başlattığı ileri sürülen bakterilerin yolculuğunun yıllarca sürmesi gerekirdi.11
Prof. Gamow'un sözleri son derece açıktır ve yapılan deney Mars'ta bir hücre oluşmuş olsa bile bunun Dünya'ya ulaşmasının imkansız olduğunu göstermiştir.
Bu konuda, evrimcilerin asıl göz ardı ettikleri konu ise, hücrenin yapısındaki kompleksliktir. Evrimciler ilk hücrenin oluşumu ile ilgili sanki tek sorun dünyadaki koşullarmış gibi bir izlenim oluşturmaya çalışırlar. Bunun sonucunda ise, Dünya koşulları elverişsizse, ilk hücre Mars'ta oluşmuştur iddiasında bulunurlar. Oysa, ilk hücrenin kendi kendine, rastgele koşullarda oluşumunu imkansız kılan asıl nokta, hücrenin sahip olduğu, kompleks yapı ve üstün organizasyondur.
Hücre, kompleks yapılara sahip birçok organelin biraraya gelmesinden oluşur. Örneğin, hücre zarı, belli bileşiklerin hücrenin içine alınmasını veya hücreden dışarı çıkmalarını sağlar, hücre için zararlı olan maddeleri tanır ve içeri almaz. Hücrelerin içinde tüm canlı ile ilgili bilginin saklandığı nükleik asitler (DNA ve RNA) bulunmaktadır. Bu yapılar, çok büyük bir kütüphane ile kıyaslanacak kadar bilgi içermektedirler. Ayrıca hücrede protein üreten ribozomlar bulunur. Ribozomlar protein üretimi için, her biri farklı bir göreve sahip yüzlerce protein kullanırlar. Her bir parça muhteşem bir kompleksliğe sahiptir. Bu parçaların hiçbiri tek başına var olamaz, bunlardan birinin eksikliğinde ise hücre meydana gelemez. Bu nedenle hücrenin en başından itibaren tüm organelleri ve parçaları ile birlikte var olması gerekir. Evrim teorisinin iddia ettiği gibi, küçük parçaların milyonlarca yıl içinde aşama aşama biraraya gelmesi ile oluşması imkansızdır.
Evrim teorisi bir hücrenin nasıl olup da balıklara, kuşlara, çiçeklere ve insanlara dönüştüğünü açıklayamamaktadır.
Matematik ve astronomi profesörleri Prof. Fred Hoyle ve Prof. Chandra Wickramansinghe, hayatın ne Dünya'da ne de başka bir gezegende kendi kendine tesadüfler sonucunda oluşma ihtimalinin olmadığını şöyle açıklamaktadırlar:
... Hayat tesadüfi bir başlangıca sahip olamaz. Evrende var olan bütün maymunları birer daktilonun başına oturtsanız ve bu maymunlar rastgele daktilonun tuşlarına bassalar, bu maymunlardan birinin bile Shakespear'in bir çalışmasını oluşturmaları kesinlikle imkansızdır. Hatta pratikte yanlış denemelerin konması için gereken çöp kutularının yetmemesi sebebinden dolayı da bu imkansızdır. Aynısı canlı maddeler için de doğrudur. Hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı için 1 sayısının yanına 40.000 sıfır koyun. İşte hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı bu sayıda bir ihtimaldir… Eğer insan, sosyal inançlardan dolayı veya 'bilimin evrime inanması gerekir' şeklindeki eğitiminden dolayı ön yargılı hale gelmemişse bu basit hesap Darwin'i ve tüm teoriyi gömmek için yeteri derecede olanaksız bir sayıdır. Ne bu gezegende ne de bir başkasında, hiçbir ilkel çorba var olmamıştır ve eğer hayatın başlangıcı rastgele değilse, o zaman belli bir amaca yönelik bir aklın ürünü olmalıdır.12
Görüldüğü gibi, ilk hücrenin oluşumunu imkansız kılan tek nokta Dünya'nın ilk halindeki koşulların yetersizliği değil, hücrenin son derece kompleks bir yapıya sahip olması ve böyle bir yapının tesadüfler sonucunda oluşmasının imkansız oluşudur. Dolayısıyla, Dünya'da gerçekleşemeyen bir imkansızlığın, Mars'ta gerçekleşmesi için hiçbir neden yoktur. Dünya üzerinde, elimizdeki harfleri rastgele yere atınca nasıl anlamlı bir cümle elde etme ihtimalimiz yok ise, Mars için de aynı imkansızlık söz konusudur. Hiç kimse 'Mars'ta atarsak anlamlı bir cümle oluşur' diyemez.
obel Ödülü sahibi Prof. Dr. Manfred Eigen uzaydan gelen yaşam tezinin evrim teorisinin sorunlarını çözmeyeceğini şöyle belirtmiştir.
İlk hücrenin tesadüfen nasıl oluştuğunu açıklayamayan evrimciler, Allah'ın yaratışını inkar etmek için, ilk hücreyi uzaylıların Dünya'ya bıraktığını öne sürmektedirler. Bu iddianın "o halde uzaylıları kim yarattı" sorusunu getirdiğini ise göz ardı etmektedirler.
Pratikte test edilebilen dizilim sayıları ile teoride hayal edilebilenler arasındaki farklılık öyle büyüktür ki, hayatın kökenini Dünya'dan dış uzaya kaydırarak açıklamalarda bulunma çabaları, ikileme kabul edilebilir bir açıklama getirememektedir. 13
Ayrıca, Dünya'ya uzaydan gelen bir hücre, evrim teorisinin sorunlarını çözmeyecektir. Çünkü evrim teorisi hala bir hücrenin nasıl olup da balıklara, kuşlara, çiçeklere ve insanlara dönüştüğünü açıklayamamaktadır.
Yaşamın uzaydan geldiği (panspermia) düşüncesini ilk olarak gündeme getiren kişiler arasında Fred Hoyle ve Chandra Wickramasinghe bulunmaktadır (1981). Ayrıca Francis Crick (1981) ve Leslie Orgel (1973) de panspermia düşüncesini (uzaydan yeryüzüne düşen meteorlarda bulunan amino asitler ile organik maddelerin reaksiyona girdiği ve böylece canlılığın oluştuğu iddiası) ortaya atmışlardır. Hatta bu düşünceyi daha da ileri götürüp, yaşamın uzaylı canlılar tarafından tasarlanarak Dünya'ya gönderildiğini öne sürmüşlerdir. Bu, amino asitlerin veya ilk hücrenin meteorlarla geldiğini iddia etmek kadar vahim bir iddiadır. Çünkü bu iddiada, hayatı tasarladıkları iddia edilen uzaylıların nasıl ortaya çıktıkları sorusu yine cevapsız kalacaktır.
Evrimcileri hiçbir delili olmayan ve bilim kurgu filmlerine konu olmaktan başka bir değer taşımayan bu iddialara sahip çıkmaya iten sebep, bu kişilerin hayatın kökeninin evrimsel bir yaklaşımla açıklanmasının olanaksız olduğunu görmeleri, ancak her koşulda materyalist bir açıklama arayışı içinde olmalarıdır. Bu bilim adamları, Allah'ın varlığını kabul etmemek için, ellerinde hiçbir delil olmamasına rağmen uzaylıların varlığına dahi inanabilecek -ve bu uzaylıların nasıl var olduğu sorusunun da kendilerini yine yaratılış gerçeği ile yüzyüze bırakacağını göremeyecek- kadar mantık çöküntüsü yaşamaktadırlar.
1. Lahav, Noam, Biogenesis: Theories of Life's Origins, s. 138-139 (Oxford University Press, 1999).
2. Klaus Dose, 'The Origin Of Life: More Questions Than Answers', Interdisciplinary Science Reviews, cilt 13, no.4, 1988, s. 348
3. Andrew Scott, 'Update on Genesis', New Scientist, vol. 106, 2 Mays 1985, s. 30
4. SBS Vital Topics, David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton, Scotland, URL:http://www.rmplc.co.uk/eduweb/sites/sbs777/vital/evolutio.html
5. John Horgan, 'In the Beginning', Scientific American, cilt 264, Şubat 1991, s. 119
6. G.F. Joyce, L. E. Orgel, 'Prospects for Understanding the Origin of the RNA World', In the RNA World, New York: Cold Spring Harbor Laboratory Press, 1993, s. 13
7. Jacques Monod, Chance and Necessity, New York: 1971, s.143
8. Gabby L.Dover, Looping the Evolutionary loop. Review of the origin of life from the birth of life to the origin of language", Nature, 1999, 399: 218
9. Leslie E. Orgel, 'The Origin of Life on the Earth', Scientific American, Ekim 1994, cilt 271, s. 78
10. John Horgan, The End of Science, MA Addison-Wesley, 1996, s. 139
11. Biyoloji 3, Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Sürat Yayınları, Ağustos 1999, s. 254
12. Sir Fred Hoyle-Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, New York: Simon and Schuster, 1984, s. 148
13. Manfred Eigen, Steps Toward Life, Oxford:Oxford University Press, 1992, s. 11