Önceki sayfalarda, müminlerle diğer insanlar arasındaki en önemli farkın, müminlerin Allah'ın sonsuz kudretinin farkında olmaları olduğunu belirtmiştik. Ayrıca Allah'ın varlığına gönülden iman eden bir müminin tüm hayatını nasıl düzenlediğini ve düzenlemesi gerektiğini incelemiştik.
Allah'ın gücünü takdir edebilen ve dolayısıyla hayatını Allah rızası üzerine kuran bir insanın sahip olduğu en önemli özelliklerden biri de, hayatının her saniyesinde yalnızca Allah'ın rızasını ve rahmetini düşünerek hareket etmesidir. O, hayatını Allah'ın hoşnutluğunu kazanma, O'na "kul" olma hedefi üzerine kurduğuna göre, Allah'ın yarattığını ve kontrol ettiğini kavradığı tüm evrene artık değişik bir gözle bakacaktır. Yalnızca Allah'ı İlah olarak tanıdığı için, sahte ilahlar artık mümin için bir şey ifade etmeyecektir. Allah Kuran'da bu konuyu, Hz. İbrahim (as)'ın söylediğini bildirdiği şu sözlerle vurgulamıştır:
Kitap'ta İbrahim'i de zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir peygamberdi. Hani babasına demişti: 'Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?' (Meryem Suresi, 41-42)
Mümin, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu aradığı, yalnızca O'na yalvardığı, yalnızca O'ndan istediği için sadece Allah'a yönelir. Allah dışında hiç kimseyi hoşnut etme ihtiyacı duymaz, Allah'tan başkasından medet ummaz. İnsanın gerçek özgürlüğü, zaten ancak, bu gerçeği kavrayarak Allah'a yönelmesiyle olur.
Gerçek imana sahip olmayanların hayatları ise, müminin tam tersine, sayısız sahte ilahın boyunduruğu altındadır. Böyle insanlar, hayatlarını sayısız insanı hoşnut etmeye adarlar. İnsanlardan yardım isteyip medet umarlar. Oysa kendi cahil mantıklarınca zihinlerinde ilahlaştırdıkları bu varlıklar da aynen kendileri gibi aciz birer "kul"dur. Elbette ki bu varlıklar onların isteklerine cevap veremezler, onları kurtaramazlar. Ölüm, bu sahte ilahların insana gerçekte hiçbir yararı olmadığını ortaya koyan en kesin gerçektir. Ama, bu hayali ilahların hayali olduklarını anlamak için ölümü beklemek, çok geç kalmak anlamına gelir. Allah Kuran'da, bu insanların içinde bulunduğu çıkmazı şöyle tarif eder:
Yardım görürler umuduyla, Allah'tan başka ilahlar edindiler. Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin Suresi, 74-75)
İşte mümin olmayanların hayatları bu çarpık temel üzerine kurulmuştur. Bu temelden dolayı müminlerle diğer insanlar arasındaki bir başka önemli fark daha ortaya çıkar: Müminler kendilerine rehber olarak, Allah'ın onlara verdiği kıstasları kabul eder, Hak kitap olan Kuran'a ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetine uyarlar. Onların dini, Allah'ın Kuran'da tarif ettiği ve Peygamberimiz (sav)'in örnek hayatıyla tanıttığı İslam'dır.
Hayatlarını Allah'ın farkında olmadan sürdüren insanlar ise, elbette kendilerine rehber olarak, Allah'ın değil, zihinlerindeki sahte ilahların kıstaslarını kabul edeceklerdir. Hak din olan İslam'a değil, batıl anlayışlara ve inanışlara sahip olan sahte bir dine uyacaklardır. Onların dini, çok ilahlı sapkın bir dindir. Bunlar, kendilerine kıstas olarak, içinde bulundukları toplumun batıl değerlerini aldıkları için, birbirinden farklı kural ve amaçlara sahip olurlar. Bu nedenle içinde bulundukları çok-ilahlı dinin farklı farklı türleri vardır. Ancak şunu da belirtmekte yarar vardır: Bir insanın içinde yaşadığı toplumun düzenine uyması, kanunlara ve kurallara tabi olması son derece önemli ve gereklidir. Burada kast edilen doğruyu, güzeli, sevgiyi ve saygıyı telkin eden ve yaşatan toplumsal kurallar değil, çıkarcılığı, bencilliği, sevgisizliği ve acımasızlığı telkin eden batıl değerlerdir.
Kiminin hayattaki amacı, para ve güç elde etmek, kimininki saygı gören ve sözü kabul edilen bir insan olmaktır. Kimisi hayatının amacını "iyi bir eş" bulup, "mutlu bir yuva kurmak" olarak belirler. Bunların hepsi bir müminin de hayatında olan unsurlardır. Ama salih bir mümin hiçbirine olması gerekenden fazla değer vermez. Daha da önemlisi bu konular hakkında Allah'ın Kuran'da bildirdiği ve Peygamber Efendimiz (sav)'in öğütlediği dışında bir anlayışa de yargıya sahip olmaz. Din ahlakını yaşamayan insanların ise, kendilerine belirledikleri her bir hedef için din ahlakına uygun olmayan yöntemleri ve yolları vardır. “Hayat tarzı” olarak adlandırdıkları bu batıl anlayışların her biri aslında batıl birer dindir ve Allah'ın varlığını ve sınırlarını kavrayamama temeli üzerine kurulmuştur.
Oysa insanların yaratılışı, Allah'a kul olma ve Allah'a güvenme üzerine kuruludur. İnsan, sonsuz istek ve ihtiyaçlarını kendi kendine karşılamak imkanına sahip olmadığı için, yaratılıştan Allah'a bağlanmaya muhtaçtır. Dolayısıyla insan fıtratı, Allah'ı "Rab" (eğitici, yol gösterici, kural koyucu) olarak kabul etmeye yatkındır:
Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. (Rum Suresi, 30)
Nefsin kötü arzularına kapılmayıp, Allah'a iman eden halis bir mümin, tüm hayatı boyunca "ne yapması gerektiğini" O'nun kitabından ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetinden öğrenir, peygamberleri kendine örnek edinir. Müminin hayatı, inkar edenlerden tümüyle farklıdır. Dahası mümin, inkarcıların hiç bilmedikleri bazı gerçekleri yine Kuran'dan öğrenir. Örneğin Allah Kuran'da Kendisi'nden korkup sakınanlara her türlü durumda mutlaka bir çıkış yolu göstereceğini müjdelemiştir:
... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 2-3)
Allah'ın kudretinin farkına varan ve O'nu hakkıyla tanıyan mümin hayatını Allah'a teslim edecektir. Çünkü bilir ki, "kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter". Bir ayette Hz. Yakub (as)'ın oğullarına bu konuda verdiği bir öğüt şöyle haber verilmektedir:
... Ben size Allah'tan hiçbir şeyi sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca Allah'ındır. Ben O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül etmelidirler." (Yusuf Suresi, 67)
Bu gerçeği kavrayan mümin, hayattaki görevinin Allah'ın hükümlerini uygulamaktan başka birşey olmadığını görecektir. Onun görevi de, "mesleği" de budur. Ancak Allah yolunda çabalamakla sorumludur. Herşeyi Allah'tan istemektedir çünkü kendisine herşeyi veren Allah'tır. Müminlerin bu güzel ahlaklarını Allah Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben, onlardan bir rızık istemiyorum ve onların beni doyurup-beslemelerini de istemiyorum. Hiç şüphesiz, rızık veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır. (Zariyat Suresi, 56-58)
Dolayısıyla Kuran'da tarif edilen ahlaka sahip bir mümin için "gelecek korkusu" diye bir şey söz konusu olamaz. Bu korku ancak, hayatı, birbirinden bağımsız milyonlarca sahte ilahın arasındaki bir çekişme olarak görenlere özgüdür. Olayların Allah'ın kontrolünde ve takdir ettiği kader içinde işlediğini bilmeyen bu insan, "kendi hayatını kurtarma" mücadelesi vermesi gerektiğini sanmaktadır. "Rızkı"nı "taştan çıkarması" gerektiği düşüncesindedir. Böyle düşündüğü için de, böyle karşılık görür. Bediüzzaman Said Nursi, Allah'ı tanımayanların, insanın asıl görevinin kulluk olduğunu anlayamadıklarını anlattıktan sonra şöyle der:
"...'Hayat bir cidaldir (çatışmadır)' diye eblehane (akılsızca) hükmetmişler." (Lem'alar, On Yedinci Lem'a)
İşte bu, "hayat bir çatışmadır" mantığından doğan ruh hali, Kuran ahlakını yaşamayanların sahip olduğu dinin temel özelliklerinden biridir. Söz konusu çarpık mantık nedeniyle bu insanlar, sürekli sıkıntı ve huzursuzlukla dolu bir ruh hali içinde yaşarlar. Şöyle ki;
-Bu kimselerin büyük bölümü, müminlerin tam aksine, bencil, çıkarcı, küçük hesaplar peşinde koşan, tek derdi "çıkarını kollamak" olan insanlardır.
-Fedakarlıktan, fedakarlığın getirdiği incelikten haberleri yoktur. Sevgileri çıkara dayalıdır: Bir insanı, o insanda olan güzel özelliklerden dolayı değil, sadece "çıkar için" severler.
-Tabi kendilerini sevdiklerini söyleyen başka insanların da aynı şekilde sevdiğini bilmektedirler. Bu nedenle hiçbir zaman sadakat ve vefa ortamında yaşayamazlar. Hep "ya benden daha zenginini, daha güzelini, daha yakışıklısını bulup da beni terk ederse" endişesi içindedirler.
-Kıskançtırlar. Bu nedenle güzellikten ve iyilikten zevk almayı bilmezler. Örneğin bir insanın güzelliğine bakıp, ondan zevk alacak ve "Allah ne güzel yaratmış" demenin huzurunu yaşayacak yerde, "neden bu güzellik bende yok da onda var" kuruntusuyla kendilerini yerler.
-Allah'ın nimetine şükretmeyi ve kendilerine verilenle yetinmeyi bilmezler. Bu nedenle hep "daha fazlası"nı isterler. Bu istek hiçbir zaman tatmin edilemez ve sürekli bir rahatsızlık kaynağı olur.
-Aciz ve zayıf olduklarını kabul edip Allah'tan yardım dilemezler. Allah'a büyüklenerek, O'ndan yardım istemeyerek acizlik ve zayıflıklarının yok olacağını zannederler. Oysa böyle yapmakla acizlikleri ve zayıflıkları yok olacak değildir. Bu kez insanlardan medet umarlar. Ama karşılarındaki de kendileri gibi yalnızca çıkarlarını düşünen, aciz biridir ve gerçek anlamda şefkat ve merhamet göstermekten yoksundur. Dolayısıyla beklentilerine ulaşamadıkları için sık sık "bunalım" geçirir, karakter çöküntüleri yaşarlar.
-Affedicilik ve anlayışlı olmaktan yoksundurlar. Bu nedenle aralarındaki en ufak bir anlaşmazlık, çatışma ve kavgaya dönüşebilir. Her iki taraf da çoğu zaman alttan almayı kendi gururuna yediremez. Bu nedenle sık sık büyük kavgalar ederler.
-Allah'ın koruması ve kontrolü altındaki bir dünyada değil, tek kuralın "galip gelmek" olduğu vahşi bir ormanda yaşadıklarını düşünürler. Kendi sapkın düşüncelerine göre, bu "orman"da yaşayabilmek için sert, saldırgan ve egoist olmaları gerekmektedir. Böyle düşündükleri için de böyle "karşılık" görürler: Ya cahiliye deyimiyle "küçük balık" olup yutulurlar, ya da "büyük -ve zalim- balık" olup diğerlerini yutarlar.
Gerçek imanı yaşamayan, tarif edilen çarpık ahlak anlayışına göre hareket eden insanların bulunduğu hemen her toplumun kuralları yukarıda sayılan gibidir. Rabbimiz Kuran'da, bu toplumları Kendisi'nin ve ahiretin farkında olmadıkları için- "cahiliye" toplumları olarak tanıtmıştır. Rabbimiz'in Kuran'da bildirdiği gibi bir türlü akıllanıp Allah'a teslim olmayan İsrailoğulları içinden bazı kimseler de, Hz. Musa (as) tarafından cahil olarak tanımlanmıştır. Konuyla ilgili ayetler şöyledir:
İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi.
"Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir. O sizi alemlere üstün kılmışken, ben size Allah'tan başka bir ilah mı arayacağım?" (Araf Suresi, 138-140)
Ama biraz önce de belirttiğimiz gibi, "cahiliye" tek bir bütün değildir. Böyle bir toplumun içinde, hepsi aynı "cahillik" özelliğiyle damgalanmış olmasına karşın, birbirinden farklı kesimler olabilir. Bu kesimler genelde, "cahiliye"nin değer verdiği geçersiz kıstasları -ki en başta ekonomik güç gelir- elde edip etmemiş olmalarına göre ayrılır.
Salih müminler için, insanları değerlendirmenin ölçüsü "takva"dır (Allah'tan korkup-sakınma ölçüsü, Allah'a yakınlık). İman sahibi olmayanların oluşturduğu cahiliye toplumunda ise, insanlar hem kendilerini hem de diğer insanları büyük ölçüde "para" kıstasına göre değerlendirirler.
Durum böyle olunca, cahiliye toplumunda pek çok çarpık mantık ortaya çıkar;
-Bol parası olan biri, son derece basit ve ahlaksız da olsa, "cahiliye" toplumunda saygı görecektir.
-Toplumda oluşan bu kural nedeniyle, söz konusu "paralı ama ahlaksız" kişi de kendisinin çok "saygıdeğer" bir kişi olduğunu sanacaktır.
-"Para" böylesine önemli bir kıstas olunca, "parasız" olanlar da otomatik olarak, "paralı"ların tam tersine belirli bir eziklik ve güvensizlik duygusu yaşayacaklardır. Özellikle "paralı"ların yanında, "parasız" olanların bu tavrı hemen belli olur. Maddi durumu kötü olan kişi, belki karşısındaki zenginin son derece ahlaksız ve basit bir kişi olduğunu, kendisinin ondan ahlaken daha üstün olduğunu fark edecek, ama o da hala "cahiliye"nin değer yargılarının etkisinde olacaktır: "Parasız" olmanın getirdiği ezikliği kolay kolay yenemeyecektir.
-Paranın bu kadar önemli kıstas olduğu cahiliye toplumunda, doğal olarak büyük bir ahlaki dejenerasyon yaşanacaktır. Rüşvet, yolsuzluk, sahtekarlık gibi kavramlar günlük hayatın bir parçası haline gelecektir. Bu cahil insanlara göre en büyük değer para olduğu için, parayı elde etmeye yarayan her yöntem, ne kadar ahlaksız ve adaletsiz de olsa, meşruiyet kazanacaktır.
Kuran'daki Karun kıssası ile, Allah, cahiliye toplumunun söz konusu "para merkezli" olma özelliğini en güzel biçimde şöyle anlatır:
Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: "Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez. Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." Dedi ki: "Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: "Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir" dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: "Yazıklar olsun size, Allah'ın sevabı, iman eden ve salih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz" dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: "Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkar edenler felah bulamaz" demeye başladılar. İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 76-83)
Ayetlerden anlaşıldığı gibi, Karun ve ona özenenler klasik bir cahiliye toplumudur. Tüm mülkün Allah'ın olduğunu ve Allah'ın, mülkü dilediğine verdiğini kavrayamamışlardır. Karun, kendisine verilen mülkün "onda olan bir üstünlük nedeniyle" verildiğini sanmaktadır. Oysa;
-Herşeyin Yaratıcısı Allah olduğuna göre, herşeyin gerçek sahibi de O'dur. İnsanlar, tümü Allah'a ait olan bu mülke yalnızca geçici bir süre için "emanetçi" derecesinde sahip olabilirler.
-İnsanlara verilmiş olan nimetler, onlarda olan bir üstünlük ya da özellikten dolayı değil yalnızca bir nimet ve imtihan olarak verilmiştir. "Gururlanmak" için değil, "şükür" etmek için verilmiştir. Eğer bu anlaşılamazsa, sahip olunan mülk, hem dünyada ve hem de ahirette insana mutluluk ve kurtuluş getirmeyecektir.
-Mülk, cimrilik ederek "biriktirip-yığmak" için değil, Allah rızası için kullanılmak üzere verilir. Böyle yapmayanların sonunu Allah Kuran'da şöyle bildirir:
Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyamet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. (Al-i İmran Suresi, 180)
-Mümin Allah'ın verdiği mülkü, akılcı bir biçimde, Allah rızası için harcarken, bunun bitip-tükeneceğinden de korkmamalıdır. Rabbimiz Kuran'da bu tehlikeye dikkat çekip, şeytanın insanı "fakirlikle korkuttuğu" (Bakara Suresi, 268) hatırlatmıştır, ve Kendi yolunda harcanan (infak edilen) malın yerine, bir başkasını vereceğini de bildirmiştir. Konuyla ilgili ayet şöyledir:
De ki: "Şüphesiz benim Rabbim, kullarından rızkı dilediğine genişletip-yayar ve ona kısar da. Her neyi infak ederseniz, O (Allah), yerine bir başkasını verir; O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe Suresi, 39)
Yukarıda bahsettiğimiz Karun kıssası aslında cahiliye toplumlarının genel bir karakterini ortaya koymaktadır. Ayetlerde haber verildiği gibi, Karun aslında "cahiliye" toplumunda bulunan bir karakteri temsil etmektedir. Bu karakter, cahiliye toplumu içinde zenginliği ve itibarıyla dikkati çeken bazı kimselerdir.
Ayetlerde ayrıca Karun'a özenenler anlatılmaktadır. Bunlar da Karun'la aynı cahil anlayışı paylaşmakta, mülkün sahibinin Allah olduğunu anlayamamaktadırlar. Dolayısıyla Karun'u ve sahip olduklarını gözlerinde büyütmektedirler.
Cahiliyenin telkininden kurtulmuş olanlarsa yalnızca müminlerdir. Onlar;
-Kıstaslarının para değil, iman olduğunu ve mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu kavramış oldukları için, Karun'un özenilecek değil, acınacak durumda olduğunu görebilmişlerdir.
-Cahiliye toplumunun üyeleri gibi, ancak Karun'un mülkü yok olduktan sonra "Demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır" dememişler, aynı gerçeği baştan görüp-bilmişlerdir.
Benzer bir durum, Allah'ın Kehf Suresi'nde anlattığı "bahçe sahipleri"nde de görülür. Kendisine bol nimet ve mülk verilip de aynı Karun gibi kendini bunların gerçek sahibi sanan insanla, Allah'a iman eden O'ndan korkup-sakınan mümin arasındaki farkı Rabbimiz ayetlerde şöyle anlatır:
Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin? Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. Bağına girdiğin zaman, 'MaşaAllah, Allah'tan başka kuvvet yoktur' demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan. Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesilir. Veya onun suyu dibe göçer de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin."
(Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) ovuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: "Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım."
Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi. İşte burada (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah'a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır. (Kehf Suresi, 32-44)
Kuran-ı Kerim'in birçok kıssasında, Müslümanların karşılaştığı, kendilerine din ahlakını tebliğ ettikleri ve çoğunlukla olumsuzluklarına karşı fikri mücadele içinde oldukları bir kesim anlatılmıştır. Neredeyse bütün peygamber kıssalarında bildirilen bu insanların özellikleri de ayetlerde çok açık bir biçimde haber verilmiştir.
Rabbimiz Kuran'da, bu topluluğu, "kavmin önde gelen büyüklenenleri", "refah içinde şımaranlar", "günah üzerinde ısrarlı davrananlar", "haksız yere böbürlenenler" gibi ifadelerle tanıtmıştır. Bu kimselerin ortak özellikleri, kendilerine verilen güç ve imkanları, Allah'a isyan ve yeryüzünde bozgunculuk yönünde kullanmalarıdır. Ayetlerde şöyle bildirilmiştir:
Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın 'refah içinde şımaran önde gelenleri: 'Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz' demişlerdir. Ve: 'Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azaba uğratılacak da değiliz' de demişlerdir. (Sebe Suresi, 34-35)
Ayetlerde haber verilen bilgiler doğrultusunda söz konusu bu kesimin özelliklerini şöyle sayabiliriz;
- Kendilerine verilen refah, "mallar ve oğullar", söz konusu kesimin iyice böbürlenmesine, Allah'ı tanımayıp, O'na başkaldırmalarına (Allah'ı tenzih ederiz) neden olur:
Ad (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: "Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?" Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, Bizim ayetlerimizi (bilerek) inkar ediyorlardı. (Fussilet Suresi, 15)
Ancak burada şunu da belirtmekte fayda vardır: Geniş maddi olanaklara sahip olmak olumsuz bir özellik değildir. Ancak kişinin bu olanakları kendisine verenin Yüce Allah olduğunun farkında olması ve sahip olduğu herşey için Allah'a şükretmesi gerekir. Yanlış olan, insanların dünya hayatında kendilerine sunulan imkanlar nedeniyle kibirlenmeleri ve bunun inkarlarına vesile olmasıdır. Nitekim Kuran'da kötü özellikleri ibret olarak bildirilen kişiler de böyle bir yanlışa yönelen insanlardır.
- Müminlerin Kuran ahlakını tebliğ ederken en çok tepki aldıkları topluluğu da çoğu zaman yine bu "refah içinde şımaran önde gelenler" oluşturur. Söz konusu kesim, Allah'a teslim olmayı ve ellerindeki imkanları O'nun istediği biçimde kullanmayı kabul etmediklerinden, müminlere öfke duyarlar. Örneğin Mekkeli müşrikler arasında bu öfkeleri nedeniyle sevgili Peygamber Efendimiz (sav)'i tutuklamaya, yaşadığı yerden zorla çıkarmaya ve öldürmeye kalkışanlar bile olmuştur:
Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)
Kuran ayetlerinde detaylı olarak özellikleri bildirilen bu ahlaktaki toplulukların benzer örneklerine günümüzde de bazı toplumlarda rastlamak mümkündür. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, dejenere bir hayat yaşayan, her türlü ahlaki sapkınlığı sözde meşru gören ve maddi olanakları fazla olduğu için toplumun önde gelen sınıfını oluşturan bu insanlar, toplumsal ahlaki çöküntüyü meydana getiren temel unsurlardandır. Her türlü cinsel sapıklığın yaşandığı, uyuşturucu ve alkol tüketiminin çok yüksek seviyelerde olduğu sapkın eğlence anlayışına sahip bu toplulukların neden olduğu manevi çöküntü, bazı Güney Amerika, Güney Asya ve Batı ülkelerinde açıkça görülebilir.
Ancak unutulmamalıdır ki, ahlaksızlık, sahtekarlık, dolandırıcılık, haksızlık ve adaletsizlik üzerine bina edilmiş hiçbir sistem kalıcı olmaz. Her türlü batıl ve dejenere sistem yok olmaya mahkumdur. Bu gerçek bir Kuran ayetinde şu şekilde haber verilmiştir:
(Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 43)
Görüldüğü gibi, yeryüzünde büyüklük taslayan, sahip olduğu imkanlar nedeniyle şımarıklığa kapılan, bu imkanları ahlaksız bir hayat yaşamak ve yaşatmak için kullanan her grubun, yenilgiye uğrayacak olması Allah'ın bir kanunudur. Ama tüm bu insanlar dünyadayken tevbe edip, kötülükten vazgeçme imkanına sahiptirler. Böyle bir sisteme dahil olan kişiler, Allah'ın her zaman için bağışlayan olduğunu, bu yoldan dönüp iman eden, vatanının ve milletinin hayrı için çalışmaya başlayan, iyiden ve haktan yana tavır koyan kişileri affeden olduğunu unutmamalıdırlar.
Kim doğru yola uyarsa, öncelikle kendi iyiliği için doğru yola uymuş olur. Buna rağmen kim tekrar kötülüğe ve sapkınlığa dönerse, kuşkusuz Rabbimiz azabı pek şiddetli olandır. Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir elçi gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azab edecek değiliz. (İsra Suresi, 15)
Kuran'da Allah'ın tarif ettiği müminlerin ahlakı Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuruludur. "Cahiliye" toplumunda ise, değer yargısı "takva" üzerine kurulu olmadığı için, ahlak anlayışı da çarpıktır;
- "Cahiliye" toplumu, Allah'ın sonsuz kudretinin farkında olmadığı için, ahlak anlayışını "insanlar ne der" kıstası üzerine dayandırmıştır. Bu durumda ahlak dışı bir davranış, toplumun diğer üyelerinin görmediği ve bilmediği bir ortamda rahatça yapılabilir. Ya da bu ahlak dışı anlayışa, toplumun diğer üyelerinin bu davranışı meşru görmesini sağlayacak yeni isim ve şekiller bulunur.
Örneğin, fuhuşun ahlak dışı bir davranış olduğunu "cahiliye" toplumunda da çoğu kişi kabul eder. Bu nedenle bu toplumun üyelerinin bir kısmı fuhuş yapsa da "ben fuhuş yapıyorum" diye açıkça söylemez. Ama kimsenin görmediği ve bilmediği bir biçimde bu eylemi rahatlıkla yapabilir.
Bunu, cahiliye insanlarının birçoğunun yaşamlarının hemen her anında izlemek, günün her saatinde çeşitli örnekleriyle görmek mümkündür.
De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)
Allah'ın ve ahiretin varlığına kesin olarak iman etmeyen "cahiliye" toplumu mensuplarının en belirgin özelliklerinden biri, "hiç ölmeyecekmiş gibi" yaşamalarıdır. Bu toplumda ölüm, herkesin bildiği ama kesinlikle söz etmediği, adını ağzına almadığı bir konudur. Tüm hesaplar ölüm yok sayılarak yapılır. Sanki "bu dünya"da sonsuza dek yaşayacakmış gibi servet biriktirilir. Tüm hesaplar, ölüm göz önünde bulundurulmadan yapıldığı için, bu kaçınılmaz sondan bahsetmek "şom ağızlılık, patavatsızlık" olarak kabul edilir.
İşte cahiliye insanlarının çarpık bir mantık üzere yaşadıklarının en açık göstergelerinden biri de budur. Her insan, "her nefis ölümü tadıcıdır" (Al-i İmran Suresi, 185) hükmü gereği mutlaka öleceğine göre, ölüm gerçeği hesaba katılmadan kurulan bir hayat elbette çürük bir temel üzerine kurulmuş olur. Oysa insan mutlaka aklını ve vicdanını kullanmalıdır;
- Kendisine sonsuz yaşama isteği verildiğine göre, neden ortalama 60-70 yıl gibi kısa bir süre yaşatılıp sonra da hayatına son verildiğini oturup düşünmelidir.
- Ölümü düşünmeyerek hiçbir şekilde ölümden kaçamadığını, ancak avcıdan kaçmak için kafasını kuma sokan devekuşu gibi akılsızlık yaptığını fark etmelidir.
- Kendini en mükemmel bir biçimde, bir spermden yaratan Allah'ın, onu yeniden diriltip yaşatma gücüne sahip olduğunu kavramalıdır.
- Ve onu öldükten sonra yeniden diriltip yaşatacağını yüzlerce ayette vaat eden ve haber veren Allah'ın, bu sözünü elbette tutacağını bilmelidir.
O zaman ölümün yok oluş değil, ahirete geçiş kapısı olduğunu kavramaya başlayabilir.
- Bu durumda ölümden korkmanın bir anlamı olmadığını anlayabilir. Zaten ölümden korkmanın bir faydası yoktur; çünkü ölümden kaçılamaz. Herkes kaderinde belirlenmiş zamanda ölecektir. Ölüm korkusuna kapılanları, Allah Kuran'da şöyle uyarmıştır:
... Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar, "Bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti..." (Al-i İmran Suresi, 154)
Ama ahirete geçiş kapısı olan ölüm, ancak hayatını Allah rızasına uygun olarak değerlendirenler için mutluluk ve kurtuluşa açılır. Allah'tan yüz çevirmiş olanlar içinse, ölüm kesin bir yıkım ve felaketin başlangıcıdır. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayarak Allah'ı unutanların, ölüm geldiğinde duyacakları pişmanlığın bir şey ifade etmeyeceğini Rabbimiz Kuran'da haber vermiştir:
Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 18)
Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: "Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım." Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır. (Müminun Suresi, 99-100)
Kendini Allah'a adamayan herkes -Allah'ın dilemesi dışında- bu pişmanlığı yaşayacaktır.
Öyleyse, madem hayat çok kısadır, bu hayattan sonra sonsuz bir gerçek hayat vardır ve madem o sonsuz hayat, bu dünyada Allah'ın rızasını arayarak kazanılacaktır; bu durumda;
- İnsanın buradaki kısa ve değersiz hayatından çok, ölümden sonra başlayacak gerçek hayatını düşünmesi gerekir. Bu yüzdendir ki, bu gerçeği kavramış olan müminler "katıksızca (ahireti asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri"dirler. (Sad Suresi, 46)
- Dünyada elde edilecek servet ve imkanlara tutkuyla bağlanmanın bir anlamı yoktur. Kimse ne malını, ne güzelliğini, ne kuvvetini ne ailesini, ne de şöhretini ahirete götüremez. Bunların hiçbiri mezardaki insana eşlik edemez. Mezara giren yalnızca kefene sarılı bir bedendir; o da kısa bir süre içinde kurtlanıp çürümeye başlayacaktır.
- Bu dünyadan ahirete götürülecek tek şey Allah rızası için yapılmış olan salih amel ve ibadetlerdir. O zaman bu dünyada kısa bir süre için insana verilmiş olan nimetler (sağlık, güzellik, servet vb.), ahirette ebedi olarak ve çok daha güzeliyle yeniden insana verilecektir.
- Bu gerçeği kavramayıp da malını ve bedenini Allah rızası için harcamaktan kaçınıp "cimrilik" eden, kendi ahiretini mahvetmekte ve asıl kendine cimrilik etmektedir. Konuyla ilgili bir ayet şöyledir:
İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz; buna rağmen bazılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik eder. Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar. (Muhammed Suresi, 38)
Bunları kavrayamayan ve dünyaya büyük bir sevgiyle bağlanmış olanlar, kendilerini sözde "ölümsüz"leştirmeye çalışırlar. "Geride adını sürdürecek bir şey bırakmak" isteği bundandır. Bunun çeşitli şekilleri vardır:
- Bazıları arkalarında "adlarını sürdürecek" eserler bırakmayı dener. Allah Kuran'da bu tavrı şöyle haber verir:
"Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?" (Şuara Suresi, 128-129)
- Bu psikolojinin en belirgin örneklerinden biri de "çocuk yetiştirmeye" karşı olan aşırı istektir. Ahireti ummayanlar, geride adlarını anıp-sürdürecek çocuklar bırakma hevesinde olurlar genelde. Özellikle erkek çocuk istenmesinin de nedeni budur. "Çocuk sahibi olma" tutkusunun dünya hayatının geçici süsü olduğunu Rabbimiz bir ayette şöyle haber verir:
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Elbette insanın güzel ahlaklı, hayırlı insanlar yetiştirmek istemesi makbuldür. Ancak cahiliyenin çarpık sisteminde insanların bu isteğinin nedeni Allah'ın razı olması değil, kendi enaniyetlerini tatmin etmek, kendilerince dünyada kalıcı bir isim bırakmaktır.
Oysa Kuran'a baktığımızda müminlerin çocuk sahibi olmayı, ancak Allah'ın rızası için istediklerini ve çocuklarını da Allah rızasına uygun olarak yetiştirdiklerini görürüz. Çoğu peygamber, yaşadıkları dönem ve ortamda böyle bir imkanları olmadığı için uzun süre çocuk sahibi olmamış, ancak yaşlandıklarında kendilerinden sonra din ahlakını anlatıp-savunmaya devam etmesi için Allah'tan çocuk istemişlerdir.
Şimdiye dek özelliklerini saydığımız, Allah'ı gerektiği gibi takdir edemeyen, bu nedenle de "cahil" olma özelliğini taşıyan toplum yapısı, dini de kendi çarpık mantık ve inanışları doğrultusunda yorumlamıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkmış olan din anlayışı, Kuran'da Allah'ın emrettiği gerçek dinden çok farklıdır. Rabbimiz Kuran'da Hz. Muhammed (sav)'e vahyedilen dini, "... insanların "ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiren..." (Araf Suresi, 157), "içinde hiçbir zorluk bulunmayan" bir din olarak tanıtmaktadır:
... O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dininde olduğu gibi. O, bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi "Müslümanlar" olarak isimlendirdi... (Hac Suresi, 78)
Kuran'da insanlar, düşünmeye, tabi oldukları yanlış inanç ve yolları fark ederek Allah'ın istediği şekilde bir yaşam tarzına çağrılmaktadırlar.
Cahiliye toplumu ise Kuran'ın çok net ve anlaşılır mesajını görmezlikten gelerek, İslam adına koyu taassuplu bir dini türetmiştir. Cahiliyenin oluşturduğu bu çarpık din anlayışının bazı özelliklerini şöyle sayabiliriz:
- Kuran'da Allah'ın bildirdiği din, yalnızca Allah'a kul olmayı ve O'ndan başka varlıkları ilah edinmemeyi emreder. Buna göre insan yalnızca Allah'ın rızasını aramakla sorumludur, başkalarının hoşnutluğunu aramak gibi bir zorunluluğu yoktur. Cahiliye ise, dini Allah'ın rızasını aramak için bir yol olarak görmemektedir. Cahiliyenin bu hatalı anlayışına göre ortaya çıkan din, "insanlar ne der?" korkusuna dayalı ve gerçek din ahlakından tümüyle ayrı bir yapıdır.
- Kuran ahlakını bilmeyen ve anlamayan cahiliyenin din anlayışı, bir takım batıl inanışlara dayalıdır. Çeşitli yerel adet ve inanışlar dine eklenmiş, dindar olmak, atalardan gelen batıl birtakım inanışlara bağlı olmakla aynı şey haline getirilmiştir. Halbuki, Kuran'da Allah'ın tarif ettiği ve Peygamberimiz (sav)'in yaşamında en güzel örneklerini gördüğümüz dinin bunlarla hiçbir ilgisi yoktur. Kuran'da Rabbimiz, yalnızca Kendi sınırlarını ve Peygamber (sav)'in sünnetini ölçü almayı emreder. Tarih boyunca peygamberler hakkın karşısına atalarından öğrendikleri batıl inançlarla çıkmaya kalkışanlarla mücadele etmişlerdir. Onların bu ahlaklarını Allah ayetlerde şöyle haber vermiştir:
Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)
Aynı konu, Maide Suresi, 104; Enam Suresi, 91; Araf Suresi, 28 ve daha pek çok ayette tekrarlanır.
- Dini bu yanlış anlayışla değerlendiren bazı cahiliye insanları, bu tavırlarının doğal bir sonucu olarak dinin akılcılıktan ayrı olduğu yanılgısına kapılmışlardır. Oysa Allah'ın Kuran'da bildirdiğine göre akıl, mümin olmanın gereğidir. Müminler sürekli düşünmeye, araştırmaya ve Allah'ın ayetlerini bu yolla görüp tanımaya davet edilirler. İman ve akıl birbiri ile bağlantılıdır; aklı kullanmanın bir sonucu olarak iman edilir, akıl kullanıldıkça iman daha da güçlenir.
- Cahiliye düşüncesi dinde olmayan bazı kuralları varmış gibi göstermekte, helalleri haram yapmakta bir sakınca görmemektedir. Kuran'da, birçok insanın sıkıntısını duyduğu bu mantığın yanlışlığı şu şekilde bildirilmiştir:
De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?" De ki: "Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır." Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız. De ki: "Rabbim yalnızca çirkin-hayasızlıkları -onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını,- günah işlemeyi, haklı nedeni olmayan 'isyan ve saldırıyı' kendisi hakkında ispatlayıcı bir delil indirmediği şeyi Allah'a şirk koşmanızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (Araf Suresi, 32-33)
Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, O, size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah'ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir. (Enam Suresi, 119)
Ey iman edenler, Allah'ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez. (Maide Suresi, 87)
- Cahiliyenin oluşturduğu batıl anlayış nedeniyle İslam, bazı kimseler tarafından olduğundan çok farklı tanıtılmak istenmiştir. Oysa İslam akılcılığın, güzelliğin, sevginin, anlayışın, sevecenliğin, merhametin, temizliğin, estetiğin, kalitenin, asaletin hakim olduğu hak dindir. Peygamberler, yaşadıkları dönemlerin en medeni insanlarıdır. Son derece kültürlü ve estetik değerlere sahip kişilerdir. Peygamber Efendimiz (sav) nezaketiyle, estetik zevkinin kalitesiyle, güzelliğiyle, temizliğiyle ve üstün aklıyla tüm müminlere en güzel örnektir. Hz. Süleyman (as) da bu gerçeğin en açık örneklerinden biridir. Sarayı mimari harikalarla, estetik mekanlarla doludur.
Müslüman olmak Allah'a kul olmak ve O'nun verdiği nimetleri O'na şükrederek kullanmaktır. Allah'ı tanımanın ve gerçekten üstün ahlaklı bir insan olabilmenin çabasıdır.
Gerçek Müslüman, kendisini yaratan sonsuz kudret sahibi Allah'ın rızasını arayan, O'nun rızasından başka hiçbir maddi veya manevi karşılık beklentisi içinde olmayan kişidir.
İşte Müslümanlığın tanımlarından biri budur.