Mümin, şirkten, Allah'tan başka hayali ilahlardan medet ummaktan, onların rızasını aramaktan ve onların boyunduruğu altına girmekten arınmıştır. O, yalnızca Allah'a kulluk eder. Allah'ın rızasını arar. Bunu, daha önce de belirttiğimiz gibi "Allah yolunda ciddi bir çaba" göstererek yapacaktır.
Allah yolunda "ciddi bir çaba" göstermenin yolu ise, Allah rızasının en çoğunu aramaktadır. Mümin, önünde hepsi de meşru olan bir kaç seçenek birden bulduğunda, kendisine Allah'ın rızasını en çok kazandıracağını umduğunu seçmelidir.
Allah rızasının en çoğunu aramayı kısaca şöyle tanımlayabiliriz:
-Müminin hayatının tümü "helal dairesi" içinde geçmelidir. Haramlar açıkça belirtilmiştir ve oldukça az sayıdadır. Bu belli haramların dışında, bütün fiil ve tavırlar söz konusu helal dairesi içindedir.
-Bunun yanı sıra mümine düşen, Allah'ın helal kıldığı ölçüler içinde kendi akıl ve "basiret"ini kullanarak, Allah'ın rızasının en çoğunu aramaya yönelmektir.
Bununla ilgili olarak "infak" (Allah yolunda harcama yapma) konusu iyi bir örnek olabilir. Mümin, "malını ve canını" Allah'a satmıştır. Elindeki imkanları O'nun rızasına uygun bir biçimde değerlendirmelidir. Ama bunu yaparken karşısına değişik alternatifler çıkabilir. Örneğin elinde yüklü miktarda bir para olduğunu düşünelim. Bununla kendine yeni bir giysi alabilir. Bu helal ve gayet meşru bir harekettir; üstüne başına bakması, temiz ve güzel bir görünüm içinde olması Allah'ın rızasına uygundur. Ama bu parayı kullanabileceği ve Allah'ın rızasını daha da çok kazanmaya vesile olabilecek başka bir yer olabilir. Örneğin, bu parayı kendisinden daha acil bir ihtiyaç içinde olan bir fakire vermekte Allah'ın rızası çok daha fazla olabilir. Bu, içinde bulunduğu ortama ve şartlara göre insanın kendi vicdanıyla, öncelikli olanı belirleyebileceği bir durumdur.
Bir başka örnek daha verebiliriz: Mümin "iyiliği emredip, kötülükten men etmekle", Allah'ın dinini anlatmakla, yeryüzündeki zorbalıklara karşı fikri bir mücadele içine girmekle sorumludur. Allah'ın rızasını, bu büyük sorumluluğu üstlenmekle kazanabilir. Bu sorumluluk her zaman için bazı öncelikli hizmetler ortaya çıkarır. Böylesine büyük bir sorumluluğun gerektirdiği pek çok iş varken, Allah'ın meşru saydığı bir başka işi daha öncelikli konumda değerlendirmek yanlış olacaktır. Örneğin erkek ailesine bakmakla yükümlüdür. Onların güvenliğini, geçimini sağlama görevi ona verilmiştir. Ama bunu bahane ederek diğer insanlara iyiliği emredip onları kötülükten men etme sorumluluğunu üzerine almaması elbette ki mümine yakışır bir tavır olmayacaktır.
Aslında biraz düşündüğümüzde değeri az olan şeyi tercih etmede "nefis"in etkili olduğunu görürüz. Allah Katında değeri az olan şeyi çok olana tercih etmek, insanın nefsine de bir "pay" ayırmasından kaynaklanır. Oysa bir konuda yapılması gereken, nefsine en ufak pay ayırmadan yüzde yüz Allah'ın rızasını gözetmektir. Bir işte yüzde doksan dokuz Allah'ın rızası, yüzde bir de nefsinin istekleri varsa, o yüzde doksan dokuz da Allah Katında kabul edilmeyebilir. Çünkü bu, insanın, nefsini Allah'a şirk koşması demektir. Şirkin ise yüzde biri bile geri kalan ameli geçersiz kılmak için yeterli olabilir. Bir işte, Allah'ın yanı sıra başka bir varlığa, bir kimseye pay ayıranların durumunu, Rabbimiz şöyle bir örnekle haber vermiştir:
O'nun üretip-türettiği ekin ve hayvanlardan Allah için de bir pay ayırdılar, sonra kendi zanlarınca: "Bu Allah'ındır, bu da ortaklarımızındır" dediler. Kendi ortakları için olan (pay), Allah tarafına geçmez, ama Allah'a ait olan kendi ortaklarının tarafına (payına) geçer. Ne kötü hüküm veriyorlar? (Enam Suresi, 136)
Kendi evi, ailesi tehlikedeyken canı pahasına bunları savunan bir insan konu diğer müminlere zulüm, baskı ve iftira olduğunda yerinde oturup umursuzca başka işlere dalıyorsa, burada Allah rızasının olduğundan söz etmek çok zordur. Böyle bir tavır, insanın, nefsinin öngördüğü şekilde davrandığını, nefsine tabi olduğunu gösterir ki, bu İslam'ın temeli olan "yalnızca Allah'a kulluk etmek" amacına tümüyle aykırıdır. Dahası Allah Kuran'da nefsin arzularına göre hareket etmeyi, Kendisi'ne şirk koşmak olarak tanımlamaktadır:
Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? (Furkan Suresi, 43)
Mümin ise, tüm varlığını, malını, canını, hayatını ve ölümünü kısacası herşeyini Allah'a adamıştır. Allah, iman eden insanların bu üstün özelliğini Kuran'da şöyle haber verir:
De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162)
Kuran'da Allah'ın rızasının en çoğunun aranması ile ilgili olarak anlatılan olaylardan biri, müminlerin Peygamberimiz (sav) dönemindeki bir savaşta gösterdikleri tutumdur. O dönemde müminlerden bazıları karşı karşıya oldukları iki ayrı düşman topluluğundan daha güçsüz olanla çarpışmak istemişlerdi. Oysa Allah'ın rızası, en zora talip olup, düşmanın güçlüsüyle savaşmayı gerektiriyordu. Allah geçmişte yaşanmış bu olayları ayetlerde şöyle haber vermektedir:
Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vaadetmişti; siz de güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın ve inkar edenlerin arkasını kesmek (kökünü kurutmak) istiyordu. O, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve batılı geçersiz kılmak için (böyle istiyordu.) (Enfal Suresi, 7-8)
Sonunda Allah, müminleri güçlü olan toplulukla karşılaştırdı. Müminleri Kendi rızasının en çoğuna yöneltmiş oldu. Ve Allah'ın yardımıyla müminler galip geldiler.
Yukarıda söz ettiğimiz örnek geçmişte, Peygamberimiz (sav) döneminde yaşamış müminlerin, o dönemin şartları içinde karşılaştıkları bir olaydır. Ama her dönemde Müslümanlar farklı olaylarla denenebilirler. Örneğin günümüzde Müslümanların, Kuran'ı ve yaratılışı inkar edenlere, toplum içinde ahlaksızlıkların yaygınlaşması için çalışanlara karşı fikri bir mücadele yürütmeleri gerekmektedir. Müminler her zaman için sorumluluğunu taşıdıkları bu fikri mücadele için neyin "en hayırlı" olduğunu tespit edip, onu uygulamalıdırlar. Çünkü böyle bir emaneti taşıyacak güce sahip olup da, sırf nefsi için, acil olmayan işlerle uğraşmak Allah'ın rızasından yüz çevirmek anlamına gelir ki her müminin böyle bir konuma düşmekten şiddetle kaçınması şarttır.
Müminin vicdanı zaten böyle bir şeyi kabul etmez. O, Allah'ın seçip iman verdiği bir kişidir, yeryüzünde barış ve huzur ortamının olması, Allah'ın dininin yaşanması ona emanet edilmiştir. Zalimlerin ezip-zulmettiği ve "... Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla..." (Nisa Suresi, 75) diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar için çaba harcamakla yükümlüdür.
Allah'ın rızasının en çoğu yalnızca fikri mücadele konusunda geçerli değildir. Mümin, yaşamı boyunca yaptığı tüm ibadetlerde, günlük yaşamında karşısına çıkan küçük büyük tüm olaylarda bu bakış açısını göz önünde bulundurmak zorundadır.
Bu arada şunu hatırlatmak gerekir: Aslında "Allah rızasının en çoğu" ifadesini, konuyu açıklamak için kullanıyoruz. Allah rızasının en çoğundan yüz çevirip, ikinci dereceden bir işle ilgilenmek, aslında Allah'ın rızasına aykırıdır. Dolayısıyla zaten Allah'ın rızasının ancak en çoğu, Allah'ın razı olduğudur. Allah'ın daha az razı olması gibi bir şey yoktur.
Allah'ın rızasının en çoğunu aramayıp, azıyla yetinmekse, aslında insanın ahirete yönelik yanlış bir bakış açısı taşımasından kaynaklanır. Kendisini kesin olarak "cennete layık" saymasından doğar. Oysa, hiçbir insan kendisini kayıtsız şartsız "cennete layık" olarak görecek durumda değildir. Kuran'da Allah Peygamberimiz (sav)'e "... eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler..." (Şura Suresi, 24) uyarısında bulunmuştur. Durum böyleyken kimsenin kendisini temize çıkaracak bir hali olmadığı ortadadır.
Zaten Allah'ın Kuran'da tarif ettiği samimi bir mümin, kendisini asla cennete gitmeyi kesin olarak hak etmiş olarak görmez, böyle yanlış bir düşünceye kapılmaz. Müminin özelliklerinden biri, Allah'a "korku ve umut" (Araf Suresi, 56) taşıyarak dua etmektir.
Gerçek iman sahibi olmayan kimseler ise, Allah'tan gereği gibi korkmadıkları ve iyi işler yaptıklarını sandıkları için, kendilerinin kesin olarak cennete gideceklerini düşünürler. Allah'ın bağışlayıcılığını, "nasıl olsa bağışlanacağız" gibi yanlış bir mantık çıkarmak için kullanırlar. Bu, Allah'tan gereği gibi korkup sakınmayan kimselerin tutumudur. Allah bu kimselerin durumunu bir ayetinde şöyle bildirmiştir:
Onların (müminlerin) ardından yerlerine kitaba mirasçı olan birtakım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl erdirmeyecek misiniz? (Araf Suresi, 169)
Bir de dünyada kendilerine geniş imkanlar verilmesine aldanarak, Allah'a gönülden iman edip salih amellerde bulunmadıkları halde, Allah'ın kendilerini sevdiği sonucunu çıkaranlar ve buradan hareketle -varlığını kesin şekilde kabul etmeseler de- cennette ağırlanacaklarını sananlar vardır. Bu kişilerle ilgili Allah'ın Kuran'da verdiği örneklerden biri şöyledir:
Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." (Kehf Suresi, 32-36)
Mümin ise, yukarıdaki zihniyetteki insanların aksine "iman ettikten sonra doğru yoldan çıkmak"tan korkar. Kuran'da müminlerin bununla ilgili duasını Rabbimiz şöyle bildirmiştir:
"Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve Katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen." (Al-i İmran Suresi, 8)
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu korku mümin için tedirginlik ya da huzursuzluk meydana getirecek bir korku değildir. Aksine Allah korkusu mümini harekete geçiren, cennete layık bir kul olma konusunda büyük bir şevk kazandıran, dünya hayatını en güzel şekilde değerlendirmesini sağlayan bir duygudur.
Mümin geçici ve kısa bir yurt olan dünyada Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak hedefindedir. Tek düşüncesi karşı karşıya olduğu büyük olaydır: Kesin olarak bir gün ölecek ve Allah'ın huzurunda hesap verecektir. Bu hesap onu ebedi yıkıma ya da kurtuluşa taşıyacaktır. Böylesine büyük bir olayla karşı karşıyayken başka hesaplar peşinde koşmak ya da umursuz davranmak elbette akıl karı değildir.
Mümin, kurtuluşu için "Allah'ın rızasının en çoğu"nu aramakla yükümlüdür. Allah'ın rızasının en çoğunu aramamak, karşı karşıya olunan tehlikenin de farkında olmamak demektir. Cehennem ve Allah Katında aşağılanma tehlikesinden kurtulmak için elbette insanın elinden gelenin en fazlasını yapmak için çaba harcaması gerekmektedir.
Dünyada karşılaşılabilecek tehlikelerde göstereceğimiz tavır ve çabayla ilgili birkaç örnek, Allah rızasının en çoğunu aramanın nasıl olacağının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır:
-Metrelerce yükseklikteki dev bir su baskınına sebep olan selle karşı karşıya kaldığımızda ve suların büyük bir hızla yükseldiğini gördüğümüzde, kurtulmak için, kaçtığımız on katlı apartmanın en üst katına mı çıkarız, yoksa beşinci katta durup "herhalde bu kadarı yeterli olur" mu deriz?
-Apartmanın en üst katına paralı bir asansörle çıkıldığını ve asansörün bir daha sefer yapmayacağını varsayalım. Cebimizde de tam en üst kata çıkacak kadar para var. Bu durumda en üst kata çıkmak için cebimizdeki bütün parayı vermez miyiz? Yoksa selin ulaşma tehlikesi olan bir başka ara kata çıkmakla mı yetiniriz?
-Selden kurtulmak için sığındığımız apartmanın altıncı katında bir eğlence düzenlenmiş olduğunu düşünelim. Böyle bir durumda eğlenceye katılıp, altıncı katın yüksekliğiyle mi yetiniriz, yoksa gözümüz hiçbir şeyi görmeden en üst kata mı çıkarız?
-Bir başka örnek olarak; bir yakınımızın kalp krizi geçirdiğini veya başka bir sebeple hastaneye yetiştirilmesi gerektiğini düşünelim. Bu durumda hastaneye yetişmek için arabayı makul olabilecek en yüksek hızla mı süreriz, yoksa "bu kadarı yeterli, biraz daha dayansın" mı deriz?
Verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı gibi insan bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığında hemen harekete geçmekte, elindeki tüm imkanları tehlikeden kurtulmak için seferber edebilmektedir. Cehennem ise insan için en büyük tehlikedir. Elbette ki Allah rızasının en çoğunu arayan insanın en önemli amaçlarından biri bu tehlikeden uzak kalma isteğidir. Şimdi mahşer günü herkesin mutlaka çevresinde toplanacağı bildirilen cehennemin kenarında bulunduğunuzu, cehennemi tüm dehşetiyle gördüğünüzü düşünün... Böyle bir durumda bazı alternatiflerle karşılaşsanız, hiç tereddüt etmeden Allah'ın rızasının en çoğunu seçmez misiniz? Cehennemin yanına vardıktan sonra böyle bir seçim imkanı kalmayacağına, yalnızca yapılanların hesabı verileceğine göre, şimdiden aynı mantıkla hareket etmek gerekir. Nitekim mümin her an ahiret hayatına geçecekmiş gibi, cehennemin yakınlığını düşünerek hareket eder. Çünkü Allah, ahiretteki pişmanlığın fayda getirmeyeceğini Kuran'da pek çok ayetiyle belirtmiştir. Bu konudaki ayetlerden biri şöyledir:
(Cehennemin) İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım." Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37)
Diğer taraftan insan, tehlikeden uzaklaşmak için bu kadar çabaladığı gibi, nimeti elde etmek için de çaba harcamalıdır. Cennetin azına razı olmak da akılcı bir davranış değildir. Altın dolu bir adadan gemiyle ayrılırken, imkanınız olsa alabileceğinizin hepsini almaz mısınız? Mümin de, ahirete gittiğinde "keşke şunu da yapsaydım", "şu sevabı da kazansaydım" diyecek durumda olmamalıdır. Bunun için dünyadayken tüm imkanlarını kullanarak, Allah rızasının en çoğunu seçmelidir.
İnkar edenler, "az bir yararlanma"dan (Al-i İmran Suresi, 197) başka bir şey olmayan dünyayı elde etmek için ellerinden gelenin "en çoğunu" yaparlar. Sonu hüsranla bitecek olan bu "az bir yararlanma"nın yanında, müminler için Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti vardır. Bunlara talip olan müminin yapması gereken de elinden gelenin "en çoğunu" yapmaktır.
Mümin, hayatının her aşamasında, karşısındaki alternatifler arasından Allah rızasının en çoğunu seçmek durumundadır. Allah rızasının en çok hangi alternatifte olduğunu tespit etmek için elinde olan en büyük kıstas vicdanıdır.
Müminleri diğer insanlardan ayıran farkların en önemlilerinden biri, müminlerin vicdanlarına, inkarcıların ise nefislerinin emrettiği kötülüklere tabi olmalarıdır. Dolayısıyla müminin doğal hali, vicdanı ile düşündüğü halidir.
Ama bu, nefsin müminin üzerinde etkisi olmadığı anlamına gelmez. Ayette Hz. Yusuf (as)'ın söylediğinin haber verildiği sözde olduğu gibi, "... gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53) Ve mümine de Allah'ın rızasına uygun olmayan alternatifleri emredecektir.
İşte mümin, nefsin bu oyunlarından vicdanı ile kurtulur. Müminin bir seçim durumunda genellikle ilk düşünüp-yöneldiği alternatif, Allah'ın rızasının en çoğudur. Bunun ardından nefis devreye girerek diğer alternatifleri süslü göstermeye, bazı "tevil"lerle (bahane tarzı açıklamalarla) bu alternatifleri kendince meşrulaştırmaya çalışacaktır. Mümin, bu tevillere aldırış etmeden, vicdanının ona gösterdiği ilk ve kesin doğruyu uygulamalıdır.
İşte Allah, iman edip salih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki: "Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum." Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği artırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir. (Şura Suresi, 23)
Müminin hayatının tümü Allah'a adanmıştır. Allah için yaşar, Allah için çalışır ve Allah için sever.
"Allah için sevme"nin ne olduğu, İslam'ı gerçek anlamıyla tanımayan biri için ilk başta pek anlaşılamayabilir. Hayatı boyunca Allah'a yabancı olmuş, O'nu tanımamış bir insan, sevgisini Allah'a yöneltmeyi de bilmeyecektir.
Ama Allah'ı tanıyan ve O'nun, kendisi üzerindeki büyük rahmetini gören, O'nun sayesinde var olduğunu, Allah'ın rahmeti sayesinde yaşadığını ve sevip-hoşlandığı herşeyin Allah'tan geldiğini fark eden mümin, elbette Allah sevgisinin ve Allah için sevmenin üstünlüğüne ulaşır. Kuran'da, müminler ile diğer insanlar arasında sevgi yönünde oluşan büyük farkı Allah şöyle bildirmiştir:
İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)
Ayette görüldüğü üzere, Allah'a ortak koşup, tümü O'na ait olan özellikleri kendi zihinlerinde başka varlıklara verenler, bu varlıkları Allah'ı severcesine sevmektedirler. Bu sevgi, Allah'a ortak koşma (şirk) üzerine kurulu bir sevgidir.
Var olan herşeyin Allah'a ait olduğunu ve O'ndan geldiğini bilen müminler ise en çok Allah'ı severler. Müminlerin, Allah'ı bir ve tek olarak tanımalarından doğan bu büyük fark, onların sevgi anlayışını diğer insanlardan tümüyle farklı kılar. Kuran'da ortak koşanların, Allah'ın "bir ve tek" olarak anılmasına dayanamadıklarını Rabbimiz şöyle bildirir:
... Sen Kuran'da sadece Rabbini "bir ve tek" (ilah olarak) andığın zaman, 'nefretle kaçar vaziyette' gerisin geriye giderler. (İsra Suresi, 46)
Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, ortak koşanlar, Allah'ın, yanında kendi putları varken anılmasından rahatsız olmayabilirler. Örneğin "Hem Müslümanız, hem de hayatımızı yaşarız" mantığını severek kabul ederler. Müminin farkına vardığı gerçek ise şudur:
- Hiçbir şey (insan, madde, olay vs.) kendine ait bir güzelliğe sahip değildir. Bütün herşeyi yaratan Allah'tır ve onlara sahip oldukları özellikleri veren de O'dur. Bir insan, örneğin kendi yüzünü kendisi tasarlayıp meydana getirmediğine göre, o yüzdeki güzellik Allah'a ait bir güzelliktir.
- Allah bu güzelliği, yoktan var ettiği insana geçici bir süre için (çünkü o insan kısa sürede yaşlanacak ve ölecektir) vermiştir. Ahirette bu güzelliği yeniden ve daha da mükemmel bir biçimde yaratma gücüne de yalnızca Allah sahiptir.
- Aynı insan gibi, sevilecek tüm varlıklar da Allah'ın yarattığı ve "sevimli" kıldığı canlılardır. Rabbimiz, güzelliğin gerçek sahibinin Kendisi olduğunu hatırlatmak için de, bu varlıkları, ölüm ve kıyametle yok edecektir. Yeniden yaratılış ise ahirettedir.
Durum böyleyken mümin, karşılaştığı tüm güzellikleri, bunların Allah'a ait olduğunu ve "aslı"nın ahirette bulunduğunu bilerek sever. Dolayısıyla asıl sevgisi, sevdiği herşeyi ona veren ve onların gerçek sahibi olan Allah'a yöneliktir.
Müminin sahip olduğu ve Allah'a iman üzerine kurulu olan bu sevginin tam tersine, mümin olmayanlar sahiptir. Onların sevgisi, Allah'a ortak koşma (şirk) temeli üzerine kuruludur. Allah Kuran'da Hz. İbrahim (as)'ın söylediğini haber verdiği şu sözlerle bu tür sevgiyi anlatır:
(İbrahim) Dedi ki: "Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkar edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur." (Ankebut Suresi, 25)
Bediüzzaman Said Nursi de bu tür bir sevgiye sahip olanları güzel bir örnekle anlatır. Buna göre bu kişiler, elindeki aynalar yardımıyla Güneş'e bakan bir adama benzer. Elindeki ayna kırılıp da, Güneş'ten yansıttığı ışık kesilince, adam ışığı kaybetmenin korkusuyla kendini "yer bitirir". Ama akılsızlık yapmaktadır: Aynadaki ışık, aynaya ait değildir ki o kırılınca ışık da yok olsun. Işık Güneş'e aittir, aynalar onu yalnızca yansıtır.
Mümin de bütün sevgisini Allah'a yöneltecektir. Allah'ı sevmek ise -nasıl Güneş'e aynalarla bakılıyorsa-, Allah'ın sıfatlarının yansıdığı varlıkları, bu isimlerin O'na ait olduğunu bilerek sevmektir.
Dolayısıyla mümin, Allah'a olan sevgisini, Allah'ın sıfatlarını üzerlerinde "tecelli" ettiren ve Allah'ın beğendiği ahlak ile ahlaklanmış müminleri severek gösterecektir. Bu sevgi, soy, ırk gibi yakınlıklara ya da herhangi bir çıkara dayalı değildir. Yalnızca Allah'ı sevmenin sonucunda, Allah'ı sevenleri sevmekten kaynaklanır. Kuran'da, tüm müminler arasında yaşandığı gibi, Peygamberimiz (sav) döneminde de sahabeler arasında yaşanan bu sevgiyi Rabbimiz şöyle tarif eder:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret eden (mümin)leri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
Allah, müminlerin arasındaki bu sevgiyi, onlara özel olarak verdiğini de ayetlerde şöyle haber vermiştir:
İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır. (Meryem Suresi, 96)
(Çocuğun doğup büyümesinden sonra ona dedik ki:) "Ey Yahya, Kitabı kuvvetle tut." Daha çocuk iken ona hikmet verdik. Katımız'dan ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takva sahibi biriydi. (Meryem Suresi, 12-13)
Müminler, ancak Allah'ı ve Allah'a iman edenleri samimi ve candan severler. Bu nedenle Allah'a karşı başkaldıranlara karşı hiçbir sevgi duymazlar. Allah Kuran ayetlerinde bu konuyu şöyle hatırlatır:
Ey iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler (dostlar) edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkar etmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cehd etmek (çaba harcamak) ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hala sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur...
... İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: "Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir." (Mümtehine Suresi, 1-4)
Ey iman edenler, eğer imana karşı inkarı sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar zulmeden kimselerdir. (Tevbe Suresi, 23)
Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun... (Mücadele Suresi, 22)
Ayetlerden de anlaşıldığı gibi müminin sevgisi "Allah için sevmek" dışında hiçbir kıstasa bağlı değildir. Sevgisi, soy yakınlığı, maddi zenginlik gibi kıstaslara değil, imana, ahlak güzelliğine bağlıdır. Para, makam, şöhret gibi sözde değerlerin sahiplerini değil, katıksız iman sahiplerini, yani müminleri sever.
Sevgisini Allah sevgisi dışındaki kıstaslardan arındırdığına göre, en çok seveceği kişi de Allah'ın rızasını en çok arayan, en "takva" (Allah'tan korkup-sakınma) sahibi olan insandır. Kim mümin özelliklerini üzerinde daha çok taşıyorsa, en çok onu sevecektir. Kuran'a baktığımızda, müminlerin en çok, Allah'a en yakın ve en "takva" sahibi olan peygamberi sevdiklerini, onu herşeyden üstün tuttuklarını görürüz:
Peygamber, mü'minler için kendi nefislerinden daha evladır… (Ahzab Suresi, 6)
Müminin sevgi anlayışı iman temeline dayalı olduğuna göre, evliliğini de aynı temel üzerine kuracaktır. Bu konuda da müminler ile Allah'ı inkar edenler arasında önemli bir farklılık ortaya çıkar.
Mümin olmayanlar, evliliklerini genelde maddi çıkarlar üzerine kurarlar;
Özellikle kadınların evlilikten beklediği, çoğu zaman kendisini rahat ettirecek "zengin bir koca" bulmaktır. Çoğu genç kız, karakterinden hiç hoşlanmadığı halde sırf parası ve şöhreti için bir adamla evlenebilir. Bu, aslında para için yapılan bir nevi ticaret anlaşması gibidir. Tek fark bu "anlaşma"nın ömür boyu sürecek şekilde yapılmasıdır. Ki çoğu zaman bu da gerçekleşmez ve evlilikler kısa süre içinde sona erer.
Bu tür evlilik örneklerine sıklıkla rastlanmaktadır. Sadece mal, mülk ve şöhret sahibi olduğu için yaşlı bir zenginle veya kötü ahlaklı bir insanla evlenen çok sayıda genç insan bulunmaktadır.
Mümin olmayanların evliliği her zaman para üzerine kurulu değildir. Sadece fiziksel özellikler ve cinselliği kıstas alan çok sayıda genç kız da vardır. Bunlar, "beyaz atlı prens" sandıkları ve fiziki çekiciliğinin dışında hiçbir özellik taşımayan erkeklerle evlenirler.
Oysa bu fiziki özelliklerin tamamı kısa sürede yok olacaktır. Evlendiği insan bir süre sonra yaşlanacak, sağlığını, gücünü ve güzelliğini yitirecektir. Mutlaka yaşlanmasına da gerek yoktur: Herhangi bir zamanda kaza geçirebilir, sakat kalabilir, felç olabilir, ölümcül bir hastalığa yakalanabilir. Bu durumda evlilik ne olacaktır?
Evlendiği erkekle bu tür kıstaslar uğruna, sözgelimi "gözünün güzelliği" için, evlenmiş olan bir kadın, kocası bunları kaybederse, örneğin kör olursa ne yapacaktır? Hayatının en önemli kararlarından birini bir göz için vermiş olmasının çarpıklığını belki ancak o zaman anlayacaktır.
Mümin ahiretteki sonsuz cennet hayatını hedefler. Tüm hayatı Allah'ın rızasını ve bu büyük "kurtuluş ve mutluluk"u elde etmek üzerine kuruludur. "Namazı, ibadetleri, hayatı ve ölümü" bunlar üzerine kurulu olduğuna göre, elbette sevgisini ve sevginin en açık göstergesi olan evliliğini de bu temel üzerine kuracaktır.
Allah rızası için evlilik, "şirk" üzerine kurulan evlilikten elbette tümüyle farklıdır. Allah için yapılan evliliğin kıstası ise, elbette mal, şöhret, fizik gibi geçici kıstaslar olamaz. Evliliğini de Allah'ın rızasını arayarak yapacaktır. Evlilik için talip olacağı insan da Allah rızasını en çok kazanmasına vesile olacak olan insandır. Yani mümin özelliklerine en çok sahip olan, iman ve takvaca en üstün olduğuna karar verdiği insan...
Bundan dolayıdır ki, Asr-ı Saadet döneminde Allah'ın rızasını arayan mümin kadınlar, hep Peygamberimiz (sav) ile evlenmeye talip olmuşlardır. Aksini tercih edenleri, Allah ayetlerinde "dünya hayatının süslü-çekiciliğini isteyenler" olarak şöyle tanımlamıştır:
Ey peygamber, eşlerine söyle: "Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü-çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah'ı, Resulü'nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız artık hiç şüphesiz Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır." (Ahzab Suresi, 28-29)
Kuran'a göre yaşayan bir insan, sevgisini de Kuran'a göre yaşayanlara, yani müminlere yöneltecektir. Müminlerin, onları sevilmeye layık kılan ve Allah'a iman etmelerinden doğan bazı özellikleri vardır. Mümin, diğer müminlerde bu özellikleri arayacak, bunları gördüğü için onları sevecektir. Bu özellikler bir kişide ne kadar çok ortaya çıkarsa, ona olan sevgisi de o kadar artacaktır.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği mümin özelliklerinin belli başlılarını şöyle maddeleştirebiliriz:
◉ Müminler ancak Allah'a kulluk ederler. O'ndan başka zihinlerinde ilahlaştırdıkları hiçbir varlık yoktur. (Fatiha Suresi, 1-7; Nisa Suresi, 36)
◉ Allah'tan korkup-sakınırlar. Allah'ın yasakladığı veya rızasına aykırı olan bir şeyi yapmaktan çok çekinirler. (Al-i İmran Suresi, 102; Yasin Suresi, 11; Tegabün Suresi, 15-16; Zümer Suresi, 23)
◉ Yalnızca Allah'a güvenirler. (Bakara Suresi, 249; Tevbe Suresi, 25-26)
◉ Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar. (Ahzab Suresi, 39)
◉ Allah'a şükrederler. Bu nedenle ekonomik yönden darlıkta ya da bollukta olmaları onlara herhangi bir üzüntü ya da böbürlenme vermez. (Bakara Suresi, 172; İsra Suresi, 3; İbrahim Suresi, 7)
◉ Kesin bilgiyle iman etmişlerdir. Allah'ın rızasını kazanmaktan dönmek gibi bir düşünceye asla kapılmazlar. Her gün daha şevkli ve heyecanlı biçimde hizmetlerini sürdürürler. (Hucurat Suresi, 15; Bakara Suresi, 4)
◉ Kuran'a kuvvetle bağlıdırlar. Tüm hareketlerini Kuran'a göre düzenlerler. Kuran'a göre yanlış olduğunu gördükleri bir tavırdan hemen vazgeçerler. (Araf Suresi, 170; Maide Suresi, 49; Bakara Suresi, 121)
◉ Sürekli Allah'ı anarlar. Allah'ın herşeyi gören ve işiten olduğunu bilir, sürekli Allah'ın sonsuz kudretini hatırda tutarlar. (Al-i İmran Suresi, 191; Rad Suresi, 28; Nur Suresi, 37; Araf Suresi, 205; Ankebut Suresi, 45)
◉ Allah karşısında acizliklerini bilirler. Mütevazidirler. (Ancak bu, insanlara karşı aciz görünmek ve ezik tavırlar sergilemek demek değildir.) (Bakara Suresi, 286; Araf Suresi, 188)
◉ Herşeyin Allah'tan olduğunu bilirler. Bu nedenle hiçbir olay karşısında telaşa kapılmaz, her zaman serinkanlı ve tevekküllü davranırlar. (Tevbe Suresi, 51; Teğabün Suresi, 11; Yunus Suresi, 49; Hadid Suresi, 22)
◉ Ahirete yönelmişler, asıl hedef olarak ahireti belirlemişlerdir. Ancak dünya nimetlerinden de faydalanır, dünyada da cennet ortamının bir benzerini oluşturmaya çalışırlar. (Nisa Suresi, 74; Sad Suresi, 46; Araf Suresi, 31-32)
◉ Sadece Allah'ı ve müminleri dost ve sırdaş edinirler. (Maide Suresi, 55-56; Mücadele Suresi, 22)
◉ Akıl sahibidirler. Her an ibadet bilincinde olduklarından sürekli dikkatli ve uyanıktırlar. Devamlı olarak müminlerin ve dinin lehine akılcı hizmetler yaparlar. (Mümin Suresi, 54; Zümer Suresi, 18)
◉ Tüm güçleriyle Allah adına inkarcılara, özellikle inkarcıların önde gelenlerine karşı büyük bir fikri mücadele verirler. Hiç yılmadan ve gevşemeden mücadelelerini sürdürürler. (Enfal Suresi, 39; Hac Suresi, 78; Hucurat Suresi, 15; Tevbe Suresi, 12)
◉ Hakkı söylemekten çekinmezler. İnsanlardan çekindiklerinden dolayı gerçeği açıklamaktan geri kalmazlar. İnkar edenlerin haklarında söylediklerine, alay ve saldırılarına aldırmazlar, kınayıcıların kınamasından korkmazlar. (Maide Suresi, 54, 67; Araf Suresi, 2)
◉ Allah'ın dinini tebliğ etmek için her yolu dener, çeşitli biçimlerde insanları Allah'ın dinine davet ederler. (Nuh Suresi, 5-9)
◉ Baskıcı değillerdir. Merhametli ve yumuşak huyludurlar. (Nahl Suresi, 125; Tevbe Suresi, 128; Hud Suresi, 75)
◉ Öfkelerine kapılmazlar, anlayışlı ve bağışlayıcıdırlar. (Al-i İmran Suresi, 134; Araf Suresi, 199; Şura Suresi, 40-43)
◉ Güvenilir insanlardır. Son derece güçlü bir kişilik sergiler, etraflarına da güven telkin ederler. (Duhan Suresi, 17-18; Tekvir Suresi, 19-21; Maide Suresi, 12; Nahl Suresi, 120)
◉ Büyücülük ve delilikle suçlanırlar. (A'raf Suresi, 132; Yunus Suresi, 2; Sad Suresi, 4; Hicr Suresi, 6; Kamer Suresi, 9)
◉ Baskı ve zulüm görürler. (Şuara Suresi, 49, 167; Ankebut Suresi, 24; Yasin Suresi, 18; İbrahim Suresi, 6; Neml Suresi,49, 56; Hud Suresi, 91)
◉ Zorluklara katlanırlar. (Ankebut Suresi, 2-3; Bakara Suresi, 156, 214; Al-i İmran Suresi, 142, 146, 195; Ahzap Suresi, 48; Muhammed Suresi, 31; Enam Suresi, 34)
◉ Zulümden ve öldürülmekten korkmazlar. (Tevbe Suresi, 111; Al-i İmran Suresi, 156-158, 169-171, 173; Şuara Suresi, 49-50; Saffat Suresi, 97-99; Nisa Suresi, 74)
◉ İnkarcıların saldırı ve tuzaklarıyla karşılaşır, alaya alınırlar. (Bakara Suresi, 14, 212)
◉ Allah'ın koruması altındadırlar. Aleyhlerinde kurulan tüm tuzaklar boşa çıkar. Allah, onları tüm iftira ve tuzaklara karşı koruyarak, onları üstün kılar. (Al-i İmran Suresi, 110-111, 120; İbrahim Suresi, 46; Enfal Suresi, 30; Nahl Suresi, 26; Yusuf Suresi, 34; Hac Suresi, 38; Maide Suresi, 42, 105; Nisa Suresi, 141)
◉ İnkarcılara karşı tedbirlidirler. (Nisa Suresi, 71, 102; Yusuf Suresi, 67)
◉ Şeytanı ve yandaşlarını düşman edinmişlerdir. (Fatır Suresi, 6; Zuhruf Suresi, 62; Mümtehine Suresi, 1; Nisa Suresi, 101; Maide Suresi, 82)
◉ Münafıklara karşı fikren mücadele eder, münafık karakterlilerle birlikte olmazlar. (Tevbe Suresi, 83, 95, 123)
◉ İnkarcıların zorbalıklarına fikren engel olurlar. (Ahzab Suresi, 60-62; Haşr Suresi, 6; Tevbe Suresi, 14-15, 52)
◉ Birbirlerine danışarak (istişare ile) hareket ederler. (Şura Suresi, 38)
◉ İman etmeyenlerin sözde gösterişli yaşantısına özenmezler. (Kehf Suresi, 28; Tevbe Suresi, 55; Taha Suresi, 131)
◉ Zenginlik ve mevkiden etkilenmezler. (Hac Suresi, 41; Kasas Suresi, 79-80; Nahl Suresi, 123)
◉ İbadetlere titizlik gösterir, 5 vakit namazlarını kılar, oruç ve benzeri ibadetleri dikkatle yerine getirirler. (Bakara Suresi, 238; Enfal Suresi, 3; Müminun Suresi, 1-2)
◉ Çoğunluğa değil, Allah'ın verdiği kıstaslara uyarlar. (Enam Suresi, 116)
◉ Allah'a yakınlaşmak, örnek bir mümin olmak için gayret sarfederler. (Maide Suresi, 35; Fatır Suresi, 32; Vakıa Suresi, 10-14; Furkan Suresi, 74)
◉ Şeytanın etkisine girmezler. (A'raf Suresi, 201; Hicr Suresi, 39-42; Nahl Suresi, 98-99)
◉ Atalarına körü körüne uymazlar. Kuran'a ve sünnete göre hareket ederler. (İbrahim Suresi, 10; Hud Suresi, 62, 109)
◉ Kadınların ezilmesine göz yummazlar. (Nur Suresi, 4; Talak Suresi, 6; Bakara Suresi, 231, 241; Nisa Suresi, 19)
◉ İsraftan kaçınırlar. (Enam Suresi, 141; Furkan Suresi, 67)
◉ İffetli davranırlar ve Allah'ın istediği şekilde evlenirler. (Müminun Suresi, 5-6; Nur Suresi, 3, 26, 30; Bakara Suresi, 221; Maide Suresi, 5; Mümtehine Suresi, 10)
◉ Dinde aşırılığa kaçmazlar. (Bakara Suresi, 143; Nisa Suresi, 171)
◉ Fedakardırlar. (İnsan Suresi, 8; Al-i İmran Suresi, 92, 134; Tevbe Suresi, 92)
◉ Temizliğe dikkat ederler. (Bakara Suresi, 125, 168; Müddessir Suresi, 1-5)
◉ Estetik ve sanata önem verirler. (Sebe Suresi, 13; Neml Suresi, 44)
◉ Müminlerin arkasından konuşmaz, kusurlarını araştırmazlar. (Hucurat Suresi, 12)
◉ Haset etmekten kaçınırlar. (Nisa Suresi, 128)
◉ Allah'tan bağışlanma dileyenlerdir. (Bakara Suresi, 286; Al-i İmran Suresi, 16-17, 147, 193; Haşr Suresi, 10; Nuh Suresi, 28)
Üstteki mümin özelliklerinde aslında iki ayrı konu vardır:
Birincisi, Allah'a kulluk etmek, fedakarlık, mütevazilik gibi müminlerin kendilerinin sahip olduğu güzel özellikler.
İkincisi, inkar edenlerin onlarla alay etmesi, onlara tuzak hazırlaması gibi kendi ellerinde olmayan özellikler. Aslında bu ikinci tür özellikler, samimi mümini tanımada son derece önemlidir. Çünkü birinci türün önemli bir bölümü "taklit edilebilir" özelliklerdir. Örneğin bir münafık da, çıkarlarına uygun olduğu için 5 vakit namaz kılabilir, bazı fedakarlıklar yapabilir. Ama ikinci tür özellikler "taklit edilemez" özelliklerdir. İnkar edenler, ancak gerçek bir mümine baskı uygulamaya çalışırlar.
Bu nedenle, müminleri değerlendirirken bu ikinci tür özelliklere de çok önem vermek gerekir. Bir topluluğun gerçekten salih mümin topluluğu olup olmadığını anlamak için Kuran'da Allah'ın değişmez kanunu olarak bildirilen bu kıstaslara bakılmalıdır.
Müslümanlara yapılan sözlü baskı ve iftiraları değerlendirirken, önceki Müslümanların başından geçenler temel başvuru kaynağımız olmalıdır. Çünkü Allah Kuran'da, önceki müminlerin karşılaştıkları zorlukları ve maruz kaldıkları karalama yöntemlerini detaylı olarak anlatmakta ve şöyle bildirmektedir:
Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?... (Bakara Suresi, 214)
Kuran'da "öncekilerin başına gelenler"in detaylarıyla anlatıldığı ayetlerde ise, oldukça dikkat çekici bir hususla karşılaşırız. Görürüz ki, peygamberlere ya da müminlere düşman olanlar, onlara saldırırken genellikle "Bu insanlar Allah'a iman ediyorlar, O'nun hoşnutluğunu arıyorlar" ya da "Bu insanlar bizim gibi ahlaksız değiller, yüksek bir ahlaka sahipler" gibi sözler söylememektedirler. Tam tersine müminleri, kendi akıllarınca "karalama"ya çalışmakta, onları en olmadık suçlamalarla itham etmektedirler.
Elbette "Biz Allah'a başkaldırdık, hiçbir ahlaki sınırı tanımıyoruz ve çıkarlarımıza aykırı düşen bu insanları ezmek istiyoruz" demeyeceklerdir. "Bunlar Allah'ın hükümlerini uygulayan vicdanlı insanlar, bizse sınırı aşmış zalimleriz" gibi bir itirafta da bulunmayacaklardır. Tam tersine kendilerini "iyi ahlaklı ve akıllı" ideal insanlar olarak gösterip, müminleri karalayarak saldırılarına kendilerince meşru zemin hazırlamaya çalışacaklardır. Kuran'da "öncekilerin başına gelenler"in anlatıldığı kıssalarda, inkar edenlerin hep bu yöntemi izlediklerini görürüz.
Sözgelimi Hz. Nuh (as), gönderildiği toplumu -tüm peygamberler gibi- yalnızca Allah'a kulluk etmeye çağırmıştı. Yalnızca Allah'a kulluk üzerine bina edilmiş bir düzen ise, elbette batıl sistem sayesinde güç ve statü elde etmiş olan kavminin "önde gelenleri"nin çıkarlarına ters düşmüştü. Ama bu "önde gelenler" elbette "bu kişinin istedikleri çıkarlarımıza ters düşüyor" dememişlerdir. Tam tersine, Hz. Nuh (as)'ı -büyük bir iftirada bulunarak- çıkar peşinde koşmakla, "makam ve mevki" kazanmaya çalışmakla suçladılar. Rabbimiz bu durumu ayetlerinde şöyle haber vermiştir:
Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: "Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. O'nun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?" Bunun üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: "Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor..." (Müminun Suresi, 23-24)
Aynı akılsızca suçlama Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as)'a da yapılmıştır. Ayette haber verildiği üzere, Firavun ve çevresi onlara; "... Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz." (Yunus Suresi, 78) demişlerdir.
Müminlere atılan iftiralar daha farklı boyutlara da varabilir. Tarih boyunca Allah'ın elçileri, etraflarındaki müminleri "büyüleyip-kandırmakla" suçlanmışlardır:
Dediler ki: "Bunlar (Musa ve Harun) her halde iki sihirbazdır, sizi sihirleriyle yurdunuzdan sürüp-çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi) yok etmek istemektedirler." (Taha Suresi, 63)
... Kafirler dedi ki: 'Bu yalan söyleyen bir büyücüdür'. (Sad Suresi, 4)
Müslümanları karalamaya çalışanlar, kendi özelliklerini müminlere aitmiş gibi göstermeye çalışırlar. Öyle ki, Hz. Nuh (as) gibi mübarek bir insan için "çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık" (Kamer Suresi, 25) bile diyerek, aslında kendilerinin yalancı olduklarını ispatlamışlardır.
Sık sık gündeme getirilen bir başka iftira ise "delilik" suçlamasıdır. Aslında bu suçlamanın ardında yatan önemli bir kavrama eksikliği vardır. İnkar edenler, "Allah'ın rızasını kazanmak" gibi bir kavrama sahip olmadıklarından, müminlerin yalnızca bu amaca yönelmiş olarak hareket ettiklerini kavramakta zorlanırlar. Gerçekte hiçbir çıkar gözetmediklerini bildikleri müminlerin, bütün hayatlarını Allah'ın rızası uğruna yaşamalarına kendi çarpık bakış açıları nedeniyle anlam veremezler. Onların batıl düşünce yapılarına göre, böylesine idealist bir tavır olsa olsa "delilik"tir. Nitekim bu iftirayı geçmişte sık sık kullanmışlardır. Ayetlerde haber verildiği üzere, Firavun, Hz. Musa (as) için, "Şüphesiz ki size gönderilmiş olan elçiniz gerçekten bir delidir" (Şuara Suresi, 27) demiş; kavmi, Hz. Nuh (as)'ı yalanlarken o bir "delidir" (Kamer Suresi, 9) iddiasında bulunmuştur.
Müminler bunların yanında fuhuş iftirasıyla da suçlanmıştır. Hz. Yusuf (as) ve tüm mümin kadınlara örnek olarak gösterilen Hz. Meryem (as), bu iftirayla karşılaşmış mübarek insanlardandır. Çoğu peygamber "şaşırmışlık ve sapmışlık" (Araf Suresi, 60) iftirasına maruz kalmıştır.
Bütün bunların "öncekilerin başına gelmiş" ve bitmiş olaylar olduğunu düşünmek elbette son derece yanlış olur. Allah Kuran'da aynı şeylerin diğer müminlerin başına gelebileceğini de haber vermektedir. Dolayısıyla aynı suçlama ve karalamalarla, hak dini savunan ve böylelikle din ahlakından uzak çevreleri rahatsız eden her mümin karşılaşabilir.
Müslümanlar hakkında söylenenlerin, her zaman bu tür bir karalama kampanyasının parçası olabileceği göz önünde bulundurulmalı ve Rabbimiz'in aşağıdaki ayetinde emrettiği gibi, "fasık" (doğru yoldan sapmış)ların getireceği bu tür haberlere "etraflıca araştırmadan" itibar edilmemelidir. Konuyla ilgili ayet şöyledir:
Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz. (Hucurat Suresi, 6)