Milyonlarca küçük tuğlayı bir araya getirerek çok gelişmiş bir şehir maketi inşa ettiğinizi düşünün. Bu şehrin içinde gökdelenler, birbirinin içine geçmiş yollar, tren istasyonları, havaalanları, alışveriş merkezleri, yer altına kurulmuş metrolar, bunların yanında akarsular, göller, ormanlar ve bir sahil olsun. Aynı zamanda sokaklarında dolaşan, evlerinde oturan, işyerlerinde çalışan yüzlerce insan da olsun. En ufak bir detayı bile atlamayın. Yollardaki trafik lambalarını, bilet kesen gişeleri, bir otobüs durağının tabelasını bile...
Sonra birisi size gelip her bir taşını özenle seçtiğiniz, en ince ayrıntısına kadar planlayarak kurduğunuz bu şehrin tüm parçalarının tesadüfen biraraya geldiğini ve bu şehri oluşturduğunu söylese, karşınızdaki kişinin akıl sağlığı hakkında ne düşünürsünüz?
Şimdi tekrar inşa ettiğiniz şehre dönün, tek bir parçayı yerleştirmeyi unuttuğunuzda ya da yerini değiştirdiğinizde bütün şehrin birdenbire yıkılabileceğini düşünün. Ne kadar büyük bir denge kurmanız ve düzen oluşturmanız gerektiğini tahmin edebiliyor musunuz?
İşte içinde bulunduğumuz dünyadaki yaşam da insan aklının alamayacağı kadar çok detayın biraraya gelmesi ile mümkün olmaktadır. Bu detaylardan sadece birinin veya birkaçının olmaması, dünyada yaşamın olmaması anlamına gelebilir.
Maddenin en küçük parçası olan atomdan içinde milyarlarca yıldızı barındıran galaksilere, dünyanın ayrılmaz bir parçası olan Ay'dan içinde bulunduğu Güneş Sistemi'ne kadar herşey, her detay, müthiş bir uyum içinde çalışmaktadır. Özenle kurulmuş olan bu sistem adeta bir saat gibi hiç aksamadan işlemektedir. Öyle ki insanların tümü, milyarlarca yıldır süregelen bu sistemin hiçbir detay unutulmaksızın işlemeye devam edeceğinden öylesine emindirler ki, 10 yıl sonra gerçekleştirmeyi düşündükleri bir olayın planını bile rahatlıkla yapabilirler. Hiç kimse ertesi gün Güneş'in doğup doğmayacağının endişesini taşımaz. İnsanların büyük çoğunluğu, "Dünya Güneş'in çekim alanından aniden çıkar da kapkara uzay boşluğunda bilinmeyene doğru yol alır mı?", "Böyle bir şeyin olmasını ne engelliyor?" diye düşünmez.
Yine insanların çoğu, uykuya dalarken beyinlerinin dinlendiği gibi kalplerinin ya da solunum sistemlerinin de dinlenmeyeceğinden son derece emindirler. Oysa bu iki hayati sistemden sadece birinin bile birkaç saniyeliğine durması kolaylıkla hayatımıza mal olacak sonuçlar doğurabilir.
İşte tüm hayatı kuşatmış olan ve her olayı "normal seyrinde akıyor" şeklinde değerlendirmeye sebep veren "alışkanlık gözlüğü" çıkarıldığında, aslında herşeyin pamuk ipliğine bağlı denilebilecek şekilde ince düzenlenmiş, birbirine bağlı sistemlerden oluştuğu rahatlıkla görülebilir. Gözünüzü çevirdiğiniz her noktada kusursuz bir düzenin hakim olduğunu fark edersiniz. Elbette ki böyle bir düzeni ve uyumu oluşturan büyük bir güç vardır. Bu gücün sahibi, herşeyi yoktan var eden Allah'tır. Ayetlerde şöyle bildirilmiştir:
O biri diğeriyle 'tam bir uyum (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman' (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir "çelişki ve uygunsuzluk (tefavüt)" göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip gezdir; herhangi bir çatlaklık görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana geri dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
Gerek gökyüzü, gerek yeryüzü, gerekse bu ikisi arasında yaşayan canlılara baktığımızda her birinin tek tek kendilerini var eden Yüce Allah'ın varlığını ispatladığını görürüz.
Aşağıdaki bölümde her insanın görüp de üzerinde nasıl var olduğunu veya varlığını nasıl devam ettirdiğini düşünmeden geçip gittiği canlılardan ve doğa olaylarından bahsedeceğiz. Eğer Allah'ın yeryüzündeki tüm delillerini yazmaya kalkışacak olsak, bunu binlerce ansiklopedi cildine dahi sığdıramayız. O yüzden bu bölümde üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken olayları yalnızca kısa hatırlatmalarla geçeceğiz.
Ancak yalnızca bu kısa hatırlatmalar dahi Kuran'da bildirildiği gibi "düşünüp öğüt alabilen" vicdanlı kişilerin hayatlarındaki en önemli gerçeği görmelerini veya en azından bir kez daha hatırlamalarını sağlayacaktır.
Çünkü, Allah vardır...
O, örneksiz yaratandır ve O, akılla bilinir.
Biz hiç farkında değilken vücudumuz içerisinde milyonlarca iş yerine getirilir. Bunların birçoğu, birkaç dakikalığına bile aksaklık gösterdiği takdirde insanda tamiri imkansız hastalıklara hatta ölüme yol açabilir.
Ancak insan, tek bir hücreden nasıl olup da yetişkin bir insan haline geldiğini düşünmediği gibi, her an gözünün önünde olan bedeninin de nasıl böyle kusursuz şekilde işlediğini araştırmaz. Bu yüzden de yaşamını ne derece "pamuk ipliğine bağlı" olaylar sayesinde sürdürebildiğini bilmez. Yalnızca bir hastalık veya fiziki bir sıkıntı ile karşılaştığında kendi kontrolü dışında işleyen vücut sisteminin önemini düşünmeye başlar. Fakat bu da pek uzun sürmez; sağlığı yerine geldiğinde herşeyi unutur gider.
Oysa Allah, bedeninin hem içinde hem de dış görünümünde sayısız iman delilini insan için sergilemektedir. İnsan bedeninin yalnızca dış görünümüne bakıldığında dahi Allah'ın mükemmel sanatı hemen görülebilir. Her insanda mevcut olan vücut simetrisi; iki kolun, iki bacağın olması, gövdenin kollara, bacaklara ve başa olan orantısı ilk bakışta dikkat çekecek derecede muntazamdır. Bu orantıların her biri Allah tarafından tam bir uyum üzerine kurulmuştur. Örneğin;
◉ Her insanın beden uzunluğu baş uzunluğunun sekiz mislidir,
◉ Yüzü burun uzunluğunun üç katından oluşur,
◉ İki göz arasında bir göz boyu mesafe vardır,
◉ Kol ve bacak orantıları ve uzunlukları hem estetiğe hem de tam anlamıyla ihtiyaca yöneliktir.
Yukarıda verilen simetri ile ilgili detayları görebilmek için etrafınızdaki insanlara göz gezdirmeniz yeterlidir; bu özellikleri her birinde ayrı ayrı görebilirsiniz. Ve hatta tüm bu özellikler şu ana kadar yaşamış milyarlarca insan üzerinde de görülmüştür ve (Allah'ın dilemesi ile) bundan sonra yaşayacak olan insanlarda da görülecektir.
Dış görünümüyle mükemmel bir yaratılışa sahip olan insanın içinde de apayrı olaylar gerçekleşir, kendisinin hiç farkında olmadığı binlerce mucize peşpeşe meydana gelir. Beyinden karaciğere, safra kesesinden böbreklere kadar her organ bu kusursuz işleyişe sahiptir. Organlarda ve vücut içi sistemlerin işleyişinde görülen tüm olaylar şaşırtıcı bir düzen ve ahenk içinde oluşur.
Vücudumuz içinde her an yaşanan bu düzen, ahenk ve inceliği anlatmak için belki yüzlerce örnek verilebilir. Nitekim bedeni yaratan Yüce Allah'ın ilmi sonsuzdur ve insanın kavrayışının çok ötesindedir. Ama insan bedenindeki sayısız örnek içinden birkaç tanesini seçip burada anlatmak, insanı kusursuzca var eden Allah'ın varlığını, büyüklüğünü, gücünü, ilmini ve sanatını gereği gibi takdir edebilmemize yardımcı olacaktır.
Göz, canlıların yaratılmış olduğunun en açık delillerinden biridir. Gerek insan gözü, gerekse hayvan gözleri, olağanüstü yapılara sahiptirler. Bu etkileyici organ, dünyanın en kompleks aygıtları ile dahi karşılaştırılamayacak üstünlüktedir.
Gözün yaklaşık 40 ayrı hassas parçanın birleşmesinden oluşan çok kompleks bir sistemi vardır. Bu parçalardan sadece birinin üzerinde düşünelim. Örneğin göz merceği... Biz çoğu zaman farkında olmayız, ama cisimleri net görmemizi sağlayan şey, göz merceğinin her saniye hiç durmadan "otomatik odaklama" yapmasıdır. İsterseniz bu konuda küçük bir deney yapabilirsiniz: İşaret parmağınızı havada tutun. Sonra bir parmağınızın ucuna, bir de arkasındaki duvara bakın. Bakışınızı parmağınızdan duvara doğru her çevirdiğinizde bir "ayarlama" olduğunu hissedeceksiniz.
1. KORNEA | 2. GÖZ AKI |
Kornea, gözün dış dünyaya açılan penceresidir. Işık geçirgenliği, pencere camıyla aynıdır. Aradaki fark pencerede cam, korneada "et" kullanılmasıdır. Bir "et"i camdan şeffaf yapacak tek güç ise herşeyi benzersiz yaratan Allah'tır. |
Bu ayar, göz merceğinin etrafındaki küçük kaslar tarafından yapılmaktadır. Her bakış değişiminde bu kaslar devreye girer ve merceğin şişkinliğini değiştirerek ışığın doğru açıda kırılmasını ve istediğiniz cismi net olarak görmenizi sağlar. Mercek bu ayarı hayatınız boyunca hiç hata yapmadan her saniye gerçekleştirmektedir. Fotoğrafçılar aynı ayarlamayı fotoğraf makinelerinde çoğunlukla elle yaparlar ve doğru odaklamayı elde etmek için bazen uzun uzun uğraşırlar. Modern teknoloji sonucunda son 10-15 yılda otomatik odaklama yapan kameralar üretilmiştir, ama hiçbir kamera göz kadar hızlı ve kusursuz odaklama yapamamaktadır.
Bir gözün görebilmesi için ise, bu organı oluşturan yaklaşık 40 temel parçanın hepsinin aynı anda birden var olması ve uyum içinde çalışması gerekir. Mercek bunlardan sadece biridir. Kornea, konjonktiva, iris, göz bebeği, retina, koroid, göz kasları, göz yaşı bezleri gibi diğer tüm parçalar olsa ve çalışsa, ama bir tek göz kapağı olmasa göz kısa sürede büyük bir tahribata uğrar ve görme işlevini yitirir. Yine aynı şekilde tüm organeller var olsa, ama gözyaşı üretimi dursa, göz birkaç saat içinde kurur, yapışır ve kör olur.
Gözün bu kompleks yapısı karşısında evrimcilerin "tesadüfler zinciri" iddiası tüm anlamını yitirmektedir. Çünkü gözün işe yarayabilmesi için aynı anda tüm bölümleriyle birlikte var olması gerekir. Evrimci bir bilim adamı, bu gerçeği şöyle itiraf eder:
1. Arka Segment | 11. Lens Çekirdeği | 21. Santral Retinal Ven |
Gözün çalışabilmesi için bütün parçaların ve sinir ve damar bağlantılarının aynı anda var olması gerekir. Yukarıda görülen şekilde numaralarla gösterilmiş her yapının farklı bir görevi vardır. Bu kadar özel bir organın, şuursuz tesadüfler sonucunda, zamanla, kendi kendine ortaya çıktığını öne sürmek akıldışı bir mantıktır. |
Gözlerin ve kanatların ortak özelliği ancak bütünüyle gelişmiş olduklarında vazifelerini yerine getirebilmeleridir. Bir başka deyişle eksik gözle görülmez, yarım kanatla uçulmaz.13
Bu ise, gözün, bütün parçalarıyla birlikte bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıktığını göstermektedir. Yani gözü de, tüm diğer organlarımız gibi, Allah kusursuz bir biçimde yaratmıştır.
Hiç aklınıza gelmiş miydi?... Siz bir müzik parçasını ya da bir konuşmayı dinlerken, büyük bir mucize gerçekleşiyor. Havada yayılan ses titreşimleri saniyede 350 kilometrelik bir hızla kulağınıza ulaşıyor. Ve o ana kadar sadece birer fiziksel hareket olan titreşimler, kulağınızda gerçekleşen inanılmaz derecedeki karmaşık işlemler sayesinde "ses"e dönüşüyor. Ayrıca bu olaylar, saniyenin binde birinden daha hızlı bir şekilde yaşanıyor....
Duyma işlemi, az önce de belirttiğimiz gibi havada yayılan titreşimlerle başlar. Titreşimler kulak kepçesine ulaştığında, "duyma" dediğimiz işlem de başlamış olur.
19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde düşünen Charles Darwin, evrim teorisini ortaya atarken kulak kepçesini işe yaramayan ve bu nedenle de evrim süreci içinde körelmiş bir organ olarak tanımlamıştı. Oysa çağımızdaki bilimsel araştırmalar, kulak kepçesinin sesleri toplamaya ve yönlendirmeye yaradığını, kulak kepçesinin içindeki kıvrımların da sesi yönlendirmek için gerekli en uygun akustik düzene sahip olduğunu göstermiştir. Kulak kepçesinin "konka" adı verilen kısmı bir tür megafon görevini yapar ve ses dalgalarını dış kulak yolunda yoğunlaştırır. Bu şekilde ses dalgalarının şiddeti yaklaşık 17 desibel artırılmaktadır.14
Böylece güçlendirilen ses, dış kulak yoluna girer. Dış kulak yolunda bilindiği gibi düzenli olarak salgılanan bir kulak sıvısı vardır. Bu sıvının önemli bir özelliği, bakterileri ve böcekleri kulaktan uzak tutan bir tür zehire sahip olmasıdır. Yani kulağı koruyan özel bir sıvıdır bu. Ayrıca bu sıvının kulağın içine doğru değil, dışına doğru akması için dış kulağın yüzeyindeki hücreler, dış yöne doğru bir spiral oluşturacak şekilde dizilmişlerdir. Aksi halde, bu sıvı kulağımızı doldurur ve bizi sağır edebilirdi.
Dış kulak yolundan geçen ses titreşimleri, kulak zarına varırlar. Kulak zarı öylesine hassastır ki, molekül boyutundaki titreşimleri bile algılar. Bu sayede, gürültüsüz bir ortamda, sizden metrelerce uzakta fısıldayan bir insanı kolaylıkla duyabilirsiniz. Ya da iki parmağınızı birbirine yavaşça sürterek elde ettiğiniz titreşimi işitebilirsiniz.15
Ancak burada önemli bir sorun vardır. Bu denli küçük titreşimlere hassas olan kulak zarı, bir yandan da kendisini besleyen damarlardaki kan basıncının verdiği büyük titreşimlerle karşı karşıyadır. Kulak zarını besleyen kılcal damarlarda ilerleyen kan hücreleri, bir tünelin içinde yuvarlanan kayalara benzetilebilecek ölçüde ses titreşimleri meydana getirirler. Ama biz bu sesi hiç duymayız. Peki bu nasıl olur?
Bu, vücutta yaratılan olağanüstü bir sistem sayesinde olur. Kulak zarına kan damarlarından ulaşan parazit ses, sinir sistemi tarafından dışarıdan gelen diğer seslerden ayrıştırılır. Aynen bir müzik kaydındaki parazit ve hışırtıları temizleyen gelişmiş bilgisayarlar gibi, sinir sistemi de kan damarlarının kulak zarına yaptığı titreşimleri temizler. Bu sayede, tüm hayatımız boyunca kan damarlarımızın basıncından doğan sesleri dinlemekten kurtuluruz.
Kulak zarı, kendisine ulaşan titreşimleri güçlendirerek orta kulak bölgesine ulaştırır. Burada örs, çekiç ve üzengi olarak bilinen ve birbiri ile çok hassas bir dengede temas eden üç küçük kemik vardır. Bu kemikler de zardan kendilerine ulaşan titreşimleri yükseltirler.
Ancak bu sistem bazen de aşırı yüksek sesleri düşürmeye yarar. Bu özellik, örs, çekiç ve üzengi kemiklerini kontrol eden, vücudun en küçük boyuttaki iki kası tarafından sağlanır. Bu kaslar, aşırı derecede yüksek seslerin iç kulağa geçirilmeden önce hafifletilmesini sağlarlar. Bu sayede bizim için şok yaratacak derecede yüksek sesleri daha alçak düzeylerde duyarız.
Bu kaslar bizim kontrolümüz dışında, otomatik olarak devreye girerler. Öyle ki, biz uyurken yanıbaşımızda yüksek sesli bir gürültü meydana geldiğinde bile, bu kaslar hemen kasılır ve iç kulağa giden titreşimin şiddetini düşürürler. Eğer böyle bir mekanizma olmasaydı, şiddetli sesler kolaylıkla iç kulağı zedeleyebilir ve sağırlığa neden olabilirdi. Ancak herşey çok mükemmel bir dengeyle takdir edilmiş ve kulak, hem en düşük sesleri duyabilecek hem de aşırı yüksek seslerden korunabilecek bir mekanizma ile yaratılmıştır.
Bu denli kusursuz bir yaratılışa sahip olan orta kulağın önemli bir dengeyi korumaya ihtiyacı vardır. Bu denge, orta kulaktaki hava basıncı ile, kulak zarının öteki tarafındaki, yani atmosferdeki hava basıncının eşit olması zorunluluğudur. Bu denge için de orta kulak ile dış dünya arasında hava alışverişi sağlayan bir "havalandırma kanalı" var edilmiştir. Bu kanal, orta kulaktan ağzımıza kadar uzanan ve içi boş bir boru olan östaki borusudur.
1. Yarım Daire Şeklindeki Kanallar | 3. Salyangoz | 5. Kulak Zarı |
Bir noktaya dikkat edelim: Buraya kadar anlattıklarımızın tümü, dış ve orta kulakta meydana gelen titreşimlerden ibarettir. Titreşimler sürekli iletilmektedir, ama hala ortada mekanik bir hareketten başka birşey yoktur. Yani ses yoktur.
Bu mekanik hareketlerin sese dönüştürülmeye başlaması, iç kulak adı verilen bölgede olur. İç kulaktaki en önemli organ, içi sıvıyla kaplı olan spiral bir bölmedir. Sahip olduğu şekil nedeniyle "salyangoz" olarak adlandırılır.
Salyangozun içindeki sıvıya ulaşan titretişimler, bu sıvının içinde dalgalanmalar oluştururlar. Salyangozun iç duvarlarında ise, bu sıvının dalgalanmalarından etkilenen küçük tüycükler vardır. Bu tüycükler, sıvıdaki dalgalanmalara göre belli belirsiz şekilde hareketlenirler. Eğer güçlü bir ses gelirse, daha fazla sayıdaki tüycük, daha güçlü bir biçimde eğilir. Dış dünyadaki her ayrı ses frekansı, bu tüycükler üzerinde ayrı etkileşimler oluşturmaktadır.
Peki ama bu tüycüklerin hareketinin anlamı nedir?
Cevap çok ilginçtir: Bu tüycükler, aslında salyangozun iç duvarını çevreleyen yaklaşık 20 bin ayrı hücrenin tepesinde yer alan birer maniveladırlar. Tüycükler bir titreşim algıladıklarında hareket ederler ve bu hareket, tüycüklerin altındaki hücrelerin kapılarını açar. Bu sayede hücrelere iyon girişi olur. Tüycükler ters yöne yattıklarında ise hücre kapıları bu kez kapanırlar. Bu sürekli hareket, hücrelerin kimyasal dengelerini de sürekli değiştirir ve onların elektrik uyarıları üretmelerini sağlar. Bu elektrik uyarıları, sinirler aracılığıyla beyne iletilir ve beyin de bunları yorumlayarak ses haline getirir. Beynin bu yorumu nasıl yaptığı, bir et parçasından başka bir şey olmayan bu organın, kendisine ulaşan elektrik sinyallerini nasıl insan sesine, gökgürültüsüne ya da bir müzik eserine dönüştürdüğü, asla açıklanamayan bir sırdır.
Yapılan araştırmalar, tüycüğün bir atomun yarıçapı kadar bile hareket etmesinin hücredeki reaksiyonun başlaması için yeterli olabildiğini göstermiştir. Bu konuyu inceleyen uzmanlar tüycüğün bu hassaslığını tarif etmek için ilginç bir örnek verirler. Buna göre, tüycüğün ünlü Eyfel Kulesi boyutlarında olduğunu düşünürsek, ona bağlı hücredeki etki, bu kulenin tepesinin sadece üç santimetre oynaması durumunda bile başlayabilmektedir.16
Tüycüklerin bir saniyede ne kadar salındıkları sorusunun cevabı da çok ilginçtir. Bu, sesin frekansına göre değişir. Frekanks yükseldikçe, tüycüklerin salınım sayısı inanılmaz rakamlara ulaşır. Örneğin 20 bin frekansta bir ses duyduğumuzda, tüycükler de saniyede 20 bin kez salınmış olurlar.
Kısacası, dinlediğimiz bir piyano sesi, gerçekte iç kulak salyangozumuzdaki tüycüklerin her notaya göre farklı hareket etmelerinden, bu farklı hareketlerin her seferinde tüycüklere bağlı hücrelerde farklı iyot dengeleri oluşturmalarından ve bu kimyasal işlemlerin elektrik sinyalleri üretmesinden ibarettir. Hücreler, bu inanılmaz işlemleri yaşamımız boyunca her saniye hiç yorulmadan, bozulmadan ve deforme olmadan yaparlar...
Buraya dek incelediğimiz tüm bilgiler, bizlere işitme organımız olan kulakların olağanüstü bir yaratılışa sahip olduğunu göstermektedir. Kulağın, içiçe geçmiş onlarca kompleks mekanizmanın uyum içinde çalışmasıyla işlev gören, kusursuz bir sistemi vardır. Modern bilim ve teknoloji ise, bu sistemi taklit etmek bir yana, çalışma prensiplerini tüm ayrıntılarıyla çözmeyi dahi başaramamıştır.
Elbette böylesine kompleks bir düzenin evrim teorisinin iddia ettiği gibi rastlantılarla ortaya çıkması imkansızdır. Her düzen, kendisini var eden bir kudretin varlığını gösterir. Kulaktaki üstün düzen ise, bu organı kusursuzca yaratmış olan Allah'ın varlığını ve doğaya olan hakimiyetini bir kez daha ispat etmektedir.
Bu gerçek karşısında insana düşen ise, kendisine böyle bir organı ve dolayısıyla işitme duyusunu vermiş olan Allah'a şükredici olmaktan başka bir şey değildir. Nitekim, Kuran'da insanlara şöyle seslenilir:
De ki: "Sizi inşa eden yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren Allah'tır. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk Suresi, 23)
Vücudunuzun derinliklerinde, her gün sizin hiç farkında olmadığınız bir savaş yaşanır. Savaşın bir tarafı, vücudunuza girip onu ele geçirmeyi hedefleyen bakteri ve virüsler, diğer tarafı ise vücudu bu düşmanlara karşı koruyan savunma hücreleridir.
Düşmanlar, hedefledikleri bölgeye girmek için saldırı vaziyetinde beklerler ve ilk fırsat bulduklarında hedef bölgeye doğru yönelirler. Ancak hedef bölgenin güçlü, düzenli ve disiplinli askerleri, düşmanlara kolay kolay geçit vermezler. Savaş alanına ilk önce düşmanları yutarak etkisiz kılan askerler (fagositler) gelir. Fakat kimi zaman savaşın boyutları bu askerlerin kabiliyetlerinin üstündedir. O zaman devreye başka askerler girer (makrofajlar). Onların devreye girmesi, hedef bölgede bir alarm durumunun oluşmasına sebep olur ve başka askerleri savaş meydanına çağırırlar (Yardımcı T hücreleri).
Bunlar bölge halkını çok iyi tanıyan askerlerdir. Hemen kendi ordularıyla düşmanı birbirinden ayırt ederler. Ve hiç vakit kaybetmeden silah yapımında görevli olan askerlere haber gönderirler (B hücreleri). Bu askerler de olağanüstü yeteneklere sahiptirler. Düşmanı hiç görmedikleri halde, onları etkisiz hale getirebilecek yapıdaki silahları üretebilmektedirler. Ayrıca ürettikleri silahları, kendi üzerlerinde taşıyarak gitmesi gereken yere kadar götürürler. Ancak bu yolculuk sırasında, hem kendilerine hem de kendi taraftarlarına zarar vermemek gibi zor bir görevi başarırlar. Daha sonra vurucu timler devreye girer (Öldürücü T hücreleri). Bunlar da üzerlerinde taşıdıkları zehirli maddeyi düşmanın en can alıcı yerine vererek, onlardan kurtulmayı başarırlar. Zaferin kazanılması durumunda savaş meydanına başka bir asker grubu gelir (Baskılayıcı T hücreleri) ve tüm savaşçılar karargahlarına gönderilir. Son olarak savaş meydanına gelen askerler (Bellek hücreleri) düşmana ait tüm bilgileri, aynı durumla tekrar karşılaşılması halinde kullanmak üzere hafızalarına alırlar.
Burada sözü edilen mükemmel ordu, insan bedenindeki savunma sistemidir. Anlatılanların hepsi, gözle görülmeyecek kadar küçük hücreler tarafından gerçekleştirilmektedir. (Daha detaylı bilgi için bakınız: Harun Yahya, Savunma Sistemi Mucizesi)
Savunma hücreleri (sarı renkli), kanser hücreleriyle savaş halinde |
Acaba kaç kişi bedeninde böylesine düzenli, disiplinli ve mükemmel bir ordu taşıdığının farkındadır? Dört bir yanının, ciddi şekilde rahatsızlanmasına, hatta ölmesine sebep olabilecek mikroplarla çevrili olduğunun kaçı bilincindedir? Gerçekten de solunan havada, içilen suda, yenilen yemekte, dokunulan her yerde insan için oldukça tehlikeli olabilecek mikroplar vardır. İnsanın kendisi tüm bunlardan habersizken, vücudundaki hücreler, onu belki de ölüme götürebilecek bir hastalığın pençesinden kurtarmak için var güçleriyle savaşırlar.
Savunma hücrelerinin hepsinin, vücut hücresi ile düşman hücresini birbirinden ayırt edebilecek kapasitede olmaları, B hücrelerinin görmedikleri düşmanı etkisiz kılabilecek bir silah hazırlayabilmeleri, onları kendi bünyelerine zarar vermeden, hiçbir vücut hücresine değdirmeden gereken yere kadar taşıyabilmeleri, sinyal alan hücrelerin hiç itiraz etmeden görevlerini tam olarak yapmaları, her birinin ne yapmaları gerektiğini bilebilmeleri, işleri bittiğinde tekrar sorun çıkarmadan yerlerine dönmeleri, bellek hücrelerinin hafızalarının bu denli güçlü olması, bu sisteme olağanüstü sıfatını kazandıran özelliklerden sadece birkaçıdır.
İşte bu sebeplerden dolayı savunma sisteminin, oluşum hikayesi şimdiye kadar hiçbir evrimci yazar tarafından yazılamamıştır.
Savunma sistemi olmayan ya da tam olarak faaliyetini yapamayan bir insanın hayatta kalması da oldukça güçtür. Çünkü bu durumda dış dünyadaki tüm mikrop ve virüslere karşı savunmasız hale gelir. Günümüzde böyle kimseler ancak özel bir çadırda, dışarıdaki hiçbir madde ile doğrudan temas etmeden belli bir süre yaşamlarını devam ettirebilmektedirler. Dolayısıyla ilkel ortamdaki bir insanın, savunma sistemi olmadan türünü sürdürmesi söz konusu bile olamaz. Bu durum da bizleri, savunma sistemi gibi son derece karmaşık bir sistemin ancak tek bir seferde, tüm elemanları ile birlikte yaratılmış olduğu gerçeğine götürmektedir.
1. Bir B hücresi bölünürken görülüyor. A. Savunma hücrelerinin son derece disiplinli bir emir komuta zinciri vardır. Hiçbiri, bir an bile bu emirlerin dışına çıkmaz. |
1. Ağız Boşluğu | 6. Yemek Borusu |
Nefes almak, yemek yemek, yürümek vs. insanlar için çok doğal olaylardır. Ama insanların büyük bir kısmı bu hayati olayların nasıl meydana geldiğini düşünmez. Örneğin bir meyve yediğinizde, o meyvenin nasıl vücudunuza yararlı hale geleceğini düşünmezsiniz. Siz iyi bir besin alıyorum düşüncesindeyken vücudunuz, bu besini "iyi" hale çevirebilmek için hiç düşünemeyeceğiniz kadar detaylı işlemler yapar.
Bu detaylı işlemlerin yapıldığı sindirim sistemi bir yiyeceğin ağıza alınmasıyla çalışmaya başlar. Sistemin hemen başında devreye giren tükürük, besinleri ıslatarak dişler tarafından öğütülmelerini ve yemek borusundan aşağı kaymalarını kolaylaştırır.
Yemek borusu, yiyeceklerin mideye ulaştırılmasında görev alır. Mideye gelindiğinde ise mükemmel bir denge ile karşılaşılır. Besinlerin midedeki sindirimi, bu organın içindeki hidroklorik asit tarafından gerçekleştirilir. Ancak bu asit o denli güçlüdür ki, yalnız besinleri değil, mide duvarlarını bile eritebilecek kapasiteye sahiptir. Fakat elbette, kusursuz sistem içinde böyle bir hataya müsaade edilmemiştir. Sindirim sırasında salgılanan "mukus" adlı bir salgı midenin tüm duvarlarını kaplar ve hidroklorik asidin parçalayıcı etkisine karşı mükemmel bir koruma sağlar. Böylece midenin kendi kendini yok etmesi engellenmiş olur.
Sindirim işleminin devamı da aynı derecede planlıdır. Besinlerin sindirim sistemi tarafından parçalanmış, işe yarayan kısımları, ince bağırsak çeperleri tarafından emilerek kana karışır. İnce bağırsağın iç yüzeyi "villus" adı verilen küçük kıvrımlarla kaplıdır. Villusların üzerindeki hücrelerin üst kısımlarında da "mikrovillus" denilen mikroskobik uzantılar bulunur. Bu uzantılar birer pompa gibi çalışarak besinleri emerler. Böylece bu pompaların emdikleri besinler, dolaşım sistemiyle vücudun her yanına ulaştırılırlar.
Burada dikkat edilmesi gereken, yukarıda çok basitçe özetlediğimiz sistemi evrimin hiçbir şekilde açıklayamadığıdır. Çünkü evrim, küçük yapısal değişikliklerin, basamak basamak üst üste eklenmesiyle, ilkel canlılardan bugünkü karmaşık organizmaların oluştuğunu savunur. Oysa açıkça görüldüğü gibi, midedeki sistemin basamak basamak oluşmasına imkan yoktur. Tek bir faktörün dahi eksik olması canlının sonunu getirir.
Midedeki sıvının besin geldiğinde parçalayıcı özellik kazanması, bir dizi kimyasal işlem sonucunda gerçekleşir. Sözde evrim süreci içinde, midesinde böylesine planlı kimyasal dönüşüm yapılamayan bir canlı düşünün. Midesindeki sıvı bir türlü parçalayıcı özellik kazanmayan canlı, yediklerini sindiremeyecek, midesinde sindirilmemiş bir yiyecek kütlesi olduğu halde, besinsizlikten ölecekti.
Ayrıca bu parçalayıcı asit salgılanırken, aynı anda mide duvarlarının mukus denen salgıyı üretmesi gerekir. Aksi takdirde midedeki asit mideyi parçalardı. Dolayısıyla hayatın devamı için midenin her iki sıvıyı da (asit ve mukus) aynı anda salgılaması gerekir. Bu da bize evrimcilerin dediği gibi aşama aşama tesadüfi bir oluşum değil, bir anda bütün sistemleriyle var olması gerektiğini göstermektedir.
Tüm bunlar, insan vücudunun birbiriyle mükemmel biçimde uyumlu küçük makinelerden oluşan dev bir fabrikaya benzediğini göstermektedir. Ve nasıl her fabrikanın bir tasarımcısı, mühendisi, planlayıcısı varsa, insan bedeninin de kusursuzca var eden, üstün güç sahibi bir Yaratıcısı vardır. Bu Yaratıcı herşeye hakim olan Allah'tır.
1. Kafatası | 8. Omuz Küreği | 15. Uyluk Kemiği |
İskelet başlı başına bir mühendislik harikasıdır. Vücudun yapısal destek sistemidir. Aynı zamanda beyin, kalp, akciğer gibi hayati organların korumasını yapar, iç organlara destek olur. İnsan vücuduna, hiçbir yapay makina tarafından taklit edilemeyen üstün bir hareket kabiliyeti verir. Dahası kemik dokusu çoğu kimsenin zannettiği gibi cansız değildir. Kemik dokusu vücudun kalsiyum, fosfat ve bir çok önemli mineralinin bankasıdır. Vücudun ihtiyacına göre bu mineralleri depo eder veya daha önceden depo ettiklerini vücuda verir. Bütün bunların yanı sıra kırmızı kan hücrelerinin üretimi kemikler tarafından yapılır.
İskelet bütün olarak mükemmel bir işleve sahip olmasının yanında, iskeleti oluşturan kemikler de üstün bir yapıya sahiptirler. Vücudun taşınması ve korunması gibi önemli bir görevi üstlenen kemikler, bu işi rahatlıkla yerine getirebilecek kapasitede ve sağlamlıkta yaratılmışlardır. Vücudun karşılaşacağı zor durumlar da hesaba katılmıştır. Örneğin; uyluk kemiği, dikey durumda bir ton ağırlığı kaldırabilecek kapasitededir. Nitekim atılan her adımda bu kemiğimize, vücut ağırlığımızın üç katı kadar bir yük binmektedir. Hatta sırıkla yüksek atlama yapan bir atlet yere inerken kalça kemiğinin her santimetrekaresi 1400 kiloluk bir basınca maruz kalır. Peki kemik denen ve bir tek hücrenin bölünmesi sonucunda ortaya çıkan bu yapıyı, bu kadar kuvvetli kılan nedir? Sorunun cevabı kemiklerin eşsiz yaratılışında gizlidir.
Konuyu daha iyi anlamak için günümüz teknolojisinden bir örnek vermek yerinde olacaktır. Büyük ve yüksek yapıların inşasında kafes sistemleri kullanılır. Bu inşaat tekniğinde yapının taşıyıcı elemanları, yekpare yapıda değil, birbiri içine geçmiş, kafes şeklinde çubuklardan oluşur. Ancak bilgisayarların yapabileceği karmaşık hesaplar sayesinde, büyük köprüler ve endüstriyel yapılar çok daha dayanıklı ve daha ucuza inşa edilmektedirler.
İşte kemiklerin iç yapısı da, insanların binalarda ve köprülerde kullandığı bu kafes yapı sistemiyle benzer bir yapıdadır. Önemli bir farkla; kemik içindeki sistem, insanların geliştirdiğinden çok daha üstün ve karmaşıktır. Bu sayede kemikler, hem son derece sağlam, hem de rahatlıkla kullanılabilecek hafifliktedirler. Eğer aksi olsaydı, yani kemiklerin içi, dışı gibi sert ve tamamen dolu olsaydı, hem kemik ağırlığı insanın taşıyabileceğinin çok üzerinde olurdu, hem de kemiğin yapısı gevrek ve sert olup en küçük bir darbede çatlama ve kırılma yapardı.
Kemiklerimizin bu mükemmel yapısı, bizim son derece rahat bir hayat sürmemizi, çok zor hareketleri kolaylıkla ve hiç acı duymadan yapabilmemizi sağlamaktadır. Kemiğin yapısının bir başka özelliği de vücudun gerekli bölgelerinde esnek bir yapıya sahip olmasıdır. Örneğin göğüs kafesi; kalp ve akciğer gibi hayati organları korurken, bir yandan da akciğerlere havanın dolmasını ve boşalmasını sağlayacak şekilde genişler ve büzülür.
Kemiklerin esneklikleri zamanla değişebilir. Örneğin kadınlarda leğen kuşağı kemikleri, hamileliğin son aylarına doğru gevşer ve birbirlerinden biraz ayrılırlar. Bu son derece önemli bir ayrıntıdır, çünkü bu gevşeme sayesinde bebeğin başı doğum sırasında ezilmeden dışarı çıkabilir.
Kemikteki mucizeler bunlarla da sınırlı kalmaz. Kemikler esneklikleri, dayanıklılıkları ve hafifliklerinin yanı sıra, kendilerini tamir etme özelliğine de sahiptirler. Bu da vücuttaki pek çok işlem gibi, milyonlarca hücrenin beraber çalışmasıyla gerçekleşir.
İskeletin hareket kabiliyeti de üzerinde durulması gereken önemli bir ayrıntıdır. Her adım atışımızda omurgamızı oluşturan omurlar birbiri üstünde hareket ederler. Bu sürekli hareket ve sürtünme, omurların aşınmasına sebebiyet verecekken bu tehlikeyi önlemek için her bir omur arasına disk denen dayanıklı kıkırdaklar yerleştirilmiştir. Bu diskler amortisör görevi yaparlar. Dahası her adım atışta, vücut ağırlığından kaynaklanan bir tepki kuvveti yerden vücuda gelir. Bu kuvvet, omurganın sahip olduğu amortisörler ve "kuvvet dağıtıcı" kıvrımlı şekli sayesinde, vücuda zarar vermez. Eğer tepkiyi azaltan esneklik ve özel yapı olmasa, ortaya çıkan kuvvet direkt olarak kafatasına iletilirdi ve omurganın üst ucu, kafatası kemiklerini parçalayarak beynin içine girerdi.
Kemiklerin birbirlerine eklendikleri yerlerde de yaratılışın delilleri görülür. Eklemler bir ömür boyunca hareket ettikleri halde yağlanmaya ihtiyaç duymazlar. Biyologlar bunun nedenini araştırdılar: Eklemlerdeki sürtünme nasıl ortadan kalkıyordu?
Bilim adamları, olayın "tam bir yaratılış mucizesi" olarak nitelendirilebilecek bir sistemle çözüldüğünü gördüler: Eklemlerin sürtünme yüzeyleri, ince ve gözenekli bir kıkırdak tabakasıyla kaplanmıştır ve bu tabakaların altında ağdalı ve kaygan bir sıvı bulunur. Kemik, eklemin bir yerine baskıda bulunursa bu sıvı gözeneklerden dışarı fışkırır ve eklem yüzeyinin "yağ gibi" kaymasını sağlar.
Tüm bunlar insan bedeninin üstün bir yaratışın ürünü olduğunu göstermektedir. İnsan bu mükemmel yaratılış sayesinde birbirinden çok farklı hareketleri büyük bir hız ve rahatlık içinde yerine getirir.
Herşeyin bu kadar mükemmel olmadığını mesela tüm bacağımızın tek bir uzun kemikten meydana geldiğini düşünün. Yürümek büyük bir sorun haline gelecek, son derece hantal ve hareketsiz bir bedenimiz olacaktı. Bir yere oturmak bile güçleşecek, bu tür hareketler sırasındaki zorlamalar nedeniyle bacak kemiği kolaylıkla kırılabilecekti. Oysa insanın iskeleti, vücudunun her hareketine kolaylıkla izin verecek bir yapıdadır.
İskeletin sahip olduğu tüm özellikleri Allah yaratmıştır ve halen de yaratmaktadır. Allah, yarattığı insanı bu gerçek üzerinde düşünmeye ise şöyle davet eder:
... Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?... (Bakara Suresi, 259)
İnsana düşen, bu gerçeği düşünmek ve kendisini yaratmış olan Allah'ın gücünü takdir edip, O'na şükretmektir. Bunu yapmadığı takdirde ise büyük bir kayba uğrayacaktır. Kemikleri ilk kez yaratıp sonra da onlara et giydiren Allah, bunu bir kez daha yapmaya kadirdir. Bu gerçek Kuran'da şöyle ifade edilir:
İnsan, Bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 77-79)
İnsan vücudunda, vücudun canlılığının devamlılığı için, bütün sistemler birarada, bağlantılı bir şekilde ve tam bir uyum içinde çalışır. Hergün yaptığımız çok küçük hareketler, mesela nefes almak, gülmek bile insan vücudundaki kusursuz koordinasyonun bir sonucudur.
İçimizde her an işleyen, akıl almaz komplekslikte ve büyüklükte bir koordinasyon ağı vardır. Amaç canlılığı devam ettirmektir. Bu koordinasyon özellikle vücudun hareket sisteminde görülür. Çünkü en küçük hareket için bile iskelet sistemi, kaslar ve sinir sistemi mükemmel bir işbirliği içinde çalışmak zorundadır.
Vücuttaki koordinasyonun ilk şartı doğru bilgi teminidir. Ancak doğru bilgilerin elde edilmesiyle yeni değerlendirilmeler yapılabilir. Bunun için de son derece gelişmiş bir haber alma ağı mevcuttur.
Koordine edilmiş bir hareketi yapabilmek için, herşeyden önce o hareketle ilgili vücut organlarının konumlarının ve birbirleriyle ilişkilerinin bilinmesi gereklidir. Beyne bu bilgi gözlerden, iç kulaktaki denge mekanizmasından, kaslardan, eklemlerden ve deriden gelir. Her saniye milyarlarca bilgi işlenir, değerlendirilir ve bunlara göre yeni kararlar verilir. İnsanın ise kendi vücudunda gerçekleşen bu başdöndürücü hızdaki işlemlerden haberi bile yoktur. O yalnızca hareket eder, güler, konuşur, koşar, yemek yer, düşünür. Bu işlemlerin yapılması için hiçbir çabası olmaz. Örneğin basit bir gülümseme için bile on yedi kasın aynı anda çalışması gereklidir. Bu kaslardan birinin çalışmaması veya yanlış çalışması yüz ifadesini tamamen değiştirir. Yürüyebilmek için ise ayaklarda, bacaklarda, kalçada, kasıklarda ve sırtta elli dört ayrı kas uyum içinde çalışmalıdır. Kaslar ve eklemlerin içinde, vücudun o anki konumuna ait bilgileri veren milyarlarca küçük, mikroskobik algılayıcı vardır. Bu algılayıcılardan gelen mesajlar merkezi sinir sistemine ulaşır ve burada yapılan değerlendirmeye göre kaslara yeni emirler gönderilir.
Vücuttaki koordinasyonun mükemmelliği şu örnekle daha iyi anlaşılacaktır: Yalnızca elinizi havaya kaldırmanız için omuzunuzun bükülmesi, "biceps" ve "triceps" denilen ön ve arka kol kaslarınızın sırayla kasılıp gevşemeleri, dirseğiniz ve bileğiniz arasında bulunan kasların bileği döndürmeleri gerekir. Hareketin her aşamasında, bu kasların içindeki milyarlarca algılayıcı, her an kasların konumlarını merkeze bildirir. Merkezden de kaslara bir an sonra ne yapmaları gerektiği iletilir. Tabii ki insan bütün bunların farkına varmaz, yalnızca elini kaldırmak ister ve kaldırır.
Mesela vücudun dik durması için, bacak kaslarında, ayaklarda, sırtta, karında, göğüste, boyunda bulunan milyarlarca algılayıcıdan gelen bilgi değerlendirilir ve bu emirlerin hepsi her saniye kaslara iletilir.
Konuşmak için de özel bir çaba harcamayız. İstediğimiz sözcüklerin ağzımızdan dökülmeleri için, ses tellerinin hangi açıklıkta, ne kadar titreşmesi gerektiğini, ağzımızdaki, dilimizdeki, boğazımızdaki yüzlerce kastan hangilerini, hangi sıra ile kaç defa, ne oranda kasıp gevşeteceğimizi, ciğerlerimize kaç santimetreküp hava alıp, bu havayı hangi hız ve aralıklarla boşaltmamız gerektiğini oturup da hesaplamayız. İstesek de bunu yapamayız! Çünkü ağzımızdan çıkan tek bir kelimenin oluşumu, insanın solunum sisteminden sinir sistemine, kaslarından kemiklerine kadar uzanan pek çok yapının uyumlu çalışmasının bir sonucudur.
Bu koordinasyonda bir aksaklık olması durumunda neler olur? Gülümsemek isterken yüzümüzde başka bir ifade oluşabilir ya da konuşmak istediğimizde başaramayabiliriz, yürüyemeyebiliriz. Oysa ne zaman istersek güleriz, konuşuruz, yürüyebiliriz, hiçbir aksaklık olmaz. Çünkü burada anlatılan herşey "sonsuz kudret" gerektiren bir Yaratılış sonucunda gerçekleşir.
Bu nedenle insan, tüm hayatını ve varlığını, kendisini yaratan Allah'a borçlu olduğunu her zaman bilmelidir. İnsanın övünecek, böbürlenecek hiçbir şeyi yoktur. Sahip olduğu güç, sağlık ya da güzellik, kendisinin eseri değildir ve kendisine ebediyen verilmiş de değildir. Mutlaka yaşlanacak, mutlaka sağlığını ve güzelliğini yitirecektir. Kuran'da bu gerçeğe şöyle dikkat çekilmiştir:
Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız? (Kasas Suresi, 60)
Eğer bunların çok daha üstününü, ebediyen, ahirette elde etmek istiyorsa; Allah'ın kendine verdiği nimete şükretmeli ve O'nun istediği biçimde hayatına yön vermelidir.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi insan vücudundaki organların ve sistemlerin hepsi "mucizevi" özelliklere sahiptir. Bu özellikler incelendiğinde insan, varlığının ne denli ince hesaplara dayandığını ve yaratılışındaki mucizeleri görecektir ve Allah'ın sonsuz ilmini ve insan üzerindeki kusursuz sanatını bir kez daha kavrayacaktır.
Yukardaki resimde görülen sistemlerin tekinin bile tesadüfen oluşması imkansızdır. Kaldı ki bu sistemlerin teker teker oluşmalarının bir anlamı yoktur. Birbirleriyle mutlak bir uyum içinde, aynı anda var olmaları gerekir. |
Beyin, her santimetreküpünde 10 milyon (10.000.000), tamamında ise 10 ila 15 milyar arası sinir hücresi içerir. Aynı zamanda sayısı sinir hücrelerinin bin katı kadar olan, yani ortalama 15 trilyon (15.000.000.000.000) sinir hücresi bağlantısına sahiptir. Sinir hücreleriyle bağlantılı olarak onları besleyen ve destekleyen hücrelerin (beyin bağ dokusu) sayısı ise 90 milyar (90.000.000.000) dolayındadır.
Sinirler yoluyla beyne taşınan mesajlar saatte 200 mil (320 km.) hızla yol alırlar. Yani beyin hücrelerinden vücuda ulaşan sinirlerimiz, beyinle vücut arasında giden bilgiler için adeta bir otoban görevi görür. Vücudunuzda an an meydana gelen bütün olaylar, mesela;
◉ Şu an siz bu kitabı okurken gözlerinizi kullanmanız,
◉ Sayfaları elinizin yardımıyla çevirmeniz,
◉ Otururken arkanıza yaslanmanız,
◉ Okuduğunuz şeyleri anlamanız,
◉ Kalbinizin atması,
◉ Nefes almanız,
◉ Gözlerinizi kırpmanız,
◉ Saçlarınızın uzaması,
◉ Kokuları algılamanız,
◉ Kulağınızın etrafınızdaki sesleri duyması,
1. Talamus | 6. Birinci Motorkorteks |
Yukardaki resimde beynin merkezinden kaslardaki yapıya kadar hareket impulsunun katettiği komplike yol görülüyor. |
Kısacası kitap boyunca saysak bitiremeyeceğimiz her türlü işleviniz, her an beyne giden sinyaller ve beynin vücudun her yerine ayrı ayrı gönderdiği emirler yoluyla devam eder. (Sadece 1 dakika içinde beyinde 100.000 ile 1.000.000 arası kimyasal reaksiyon oluşabileceği bilinmektedir.)
Böylesine kompleks ve mükemmel bir sistemin tesadüfen oluştuğunu öne sürmek akıl dışıdır. Beyni olmayan bir canlının, günün birinde bir tesadüf sonucu yarı işleyen bir beyne sahip olması, ardından da bu yarı işleyen beynin yukarıda saydığımız mucizevi işlemleri başarabilecek bir gelişime ulaşması elbette mümkün değildir.
Beynin sahip olduğu tüm olağanüstü yetenekleri yaratıp kontrol altında tutan yegane güç Allah'ın gücüdür. Allah, insan denen varlığı mükemmel mekanizmalarla donatmıştır ve her an kontrolü altında yaşamını sürdürmesine olanak sağlamaktadır.
Beyin işlevlerini, yanda resmini gördüğünüz nöron ismi verilen hücrelerin çeşitli uzantıları sayesinde yapar. Bu uzantılar vücudunuzun her bölgesine ulaşmakta ve bunlardan gelen elektriksel mesajlar hiç gecikmeye uğramadan beyne geri iletilmektedir. |
Dünyada var olan milyonlarca bitki ve hayvan çeşidi, Yaratan'ın varlığını ve gücünü ispatlayan birer delil olarak karşımıza çıkar.
Burada sadece kısıtlı birkaç örneğini vereceğimiz bu canlıların aslında her biri ayrı ayrı incelenmeye değecek niteliktedir. Hepsinin farklı bir vücut sistemi, değişik savunma taktikleri, apayrı beslenme şekilleri, ilgi çekici üreme metodları vardır. Kuşkusuz tüm canlıları bu özellikleriyle, tek bir kitapta anlatmak mümkün değildir. Böyle bir şey yapabilmek için ciltler dolusu ansiklopedi yazmak gerekir.
Ancak burada vereceğimiz sayılı birkaç örnek dahi dünya üzerindeki yaşamı tesadüfle, rastlantıyla açıklamanın mümkün olmadığını kanıtlayacaktır.
Sizin 450-500 kadar yumurtanız olsa ve bunları dışarıda muhafaza etmeniz gerekse ne yapardınız? Onların rüzgar gibi doğa şartlarının etkisiyle saçılıp dağılmalarını önleyecek bir tedbir almanız kuşkusuz ki en akılcı olandır. İşte dünyanın tek seferde en fazla yumurta yumurtlayan canlılarından biri olan ipek böcekleri (450-500), yumurtalarını muhafaza etmek için çok akılcı bir yönteme başvururlar: Yumurtaları salgıladıkları yapışkan bir maddeyle (iplikle) birbirlerine bağlayarak, etrafa saçılıp, dağılmalarını engellerler.
Yumurtadan çıkan tırtıllar, ilk iş olarak kendilerine uygun bir dal bulur ve daha sonra da aynı iplikle oraya bağlanırlar. Ardından gelişebilmeleri için salgıladıkları bu iplikle kendilerine koza örmeye başlarlar. Hayata gözlerini yeni açmış bir tırtılın bu işlemi yapması, durup dinlenmeksizin 3-4 gün sürer. Bu süre içerisinde tırtıl, binlerce kez dönerek, ortalama 900-1500 m. uzunluğunda bir iplik çıkarır.17 Bu işlem bitince de hiç dinlenmeden yeni bir işe başlar ve güzel bir kelebek olmak üzere değişim geçirir.
Ne anne ipek böceğinin yavrusunu muhafaza edebilmek için aldığı tedbir, ne de herşeyden habersiz, henüz hiçbir eğitime, bilgiye sahip olmayan küçücük bir tırtılın gösterdiği davranışlar evrimle izah edebilecek olaylar değildir. Herşeyden önce annenin, yumurtaları yapıştırmak için kullandığı ipliği üretebilmesi mucizevidir. Yumurtadan yeni çıkan bir tırtılın kendisi için gerekli ortamı tanıyıp ona uygun koza örmesi, ardından değişim geçirmeye başlaması ve bu değişimi problemsiz olarak geçirebilmesi ise insan aklının anlayış sınırlarını zorlamaktadır. Bu durumda her tırtılın dünyaya ne yapması gerektiğini bilir bir şekilde geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu da, tüm bunların henüz dünyaya gelmeden "öğretilmiş" olduğu anlamına gelecektir.
Bunu bir örnekle açıklayalım. Eğer yeni doğmuş bir bebeğin, doğumundan sadece birkaç saat sonra ayağa kalktığını, dahası kendisine bir yatak yapmak için malzeme (yorgan, yastık, minder vs.) topladığını ve bunları düzgün bir biçimde birleştirip bir yatak yapıp içine yattığını görürseniz, ne düşünürsünüz? Olayın şaşkınlığını üzerinizden attığınızda, varacağınız en mantıklı sonuç, bu bebeğin böyle bir işlemi yapması için henüz anne karnında olağanüstü bir yolla bir şekilde "eğitilmiş" olduğunu düşünmektir. Tırtılların durumu, bu örnekteki bebeklerden farksızdır.
Bu da bizi yine aynı sonuca ulaştırır: Bu canlılar, kendilerini yaratan Allah'ın belirlediği biçimde doğmakta, davranmakta ve yaşamaktadırlar. Kuran'da, Allah'ın balarısına vahyettiğini ve ona bal yapmayı emrettiğini haber verilerek, aslında canlılar dünyasındaki büyük sırrın bir örneğini bildirilmiştir. (Nahl Suresi, 68-69) Bu sır, tüm canlıların Allah'ın iradesine boyun eğmiş olarak, O'nun belirlediği kaderi izledikleri sırrıdır. Arı bu nedenle bal yapar, ipek böceği bu nedenle ipek üretir.
"Yaratan hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp düşünmez misiniz?" | |
Tırtılın kendini kozaya sarışı ve ardından bu kozayı yırtarak, mükemmel desen ve renklere |
Resimlerde görülen kelebeklerin kanatlarına dikkatle baktığımızda kusursuz bir simetrinin hakim olduğunu görürüz. Bu tül görünümlü kanatlar, şekillerle, beneklerle ve renklerle süslenmiş olarak yaratılmış ve sonuçta her biri birer sanat harikası olan görüntüler meydana gelmiştir.
Bu kelebeklerin kanatlarına baktığınızda ne kadar karmaşık olursa olsun, her iki taraftaki desenin ve renklerin tıpatıp birbirleriyle aynı olduğunu fark edebilirsiniz. En ufak bir nokta dahi her iki kanatta birden yer alır, dolayısıyla ortaya kusursuz bir düzen ve simetri çıkar.
Aynı zamanda o incecik kanatlardaki bir renk, diğerine hiçbir şekilde karışmaz ve var olan renkler keskin çizgilerle birbirlerinden ayrılır. Oysa bu renkler üst üste dizilen pulcukların biraraya gelmesiyle oluşur. Elinizi dokunduğunuz an dağılıveren bu pulcuklar nasıl oluyor da sıralarını hiç şaşırmadan aynı deseni tutturacak şekilde iki kanatta da dizilebiliyorlar? Tek bir pulun bile yer değiştirmesi kanatlardaki simetrinin bozulmasına ve estetiğin kaybolmasına neden olabilir.
Oysa yeryüzündeki hiçbir kelebeğin kanadında bir düzensizlik göremezsiniz. Sanki her biri bir ressamın elinden çıkmış gibi düzgün ve estetik görünümlüdür. Çünkü gerçekten de üstün bir Yaratıcı'nın -Allah'ın- eseridir.
Kelebeklerin üzerindeki bu estetik ve düzenli şekiller, bu canlıların bilinçsiz tesadüflerin değil, üstün ve eşsiz bir yaratılışın sonucunda var olduklarının göstergesidir. |
Zürafaların, oldukça hayret uyandıran özellikleri vardır. Bunlardan biri, o kadar uzun olan boyunlarının diğer tüm memeliler gibi sadece 7 omurga tarafından taşınabilmesidir. Hayret uyandıran bir diğer özellikleri de, vücutlarının uzun boyunlarının üzerinde yer alan beyinlerine kan ulaştırmada zorluk çekmemeleridir. Biraz düşünüldüğünde, o denli uzağa kanın pompalanmasının ne derece güç olduğu fark edilebilir. Ancak zürafalar bu konuda pek zorlanmazlar, çünkü kalpleri, kanı gerektiği kadar uzağa pompalayabilecek özelliklere sahiptir. Bu da, onların rahatça yaşamlarını devam ettirebilmelerine olanak sağlar.
Fakat bu sefer de bir başka güç durumla karşı karşıya kalırlar ki, o da su içtikleri andır. Zürafalar her su içmek için eğildiklerinde aslında kan basıncına dayanamayarak, beyin kanamasından ölmeleri gerekirdi. Fakat boyunlarındaki mükemmel sistem sayesinde bu risk tamamen ortadan kaldırılmıştır: Yere eğildiklerinde boyun damarlarında bulunan kapakçıklar kapanarak, beyne aşırı kan gitmesini engeller.
Kuşkusuz, zürafalar bu özellikleri kendi ihtiyaçlarına göre planlayarak kazanmış olamazlar. Bu önemli özelliklerin zaman içinde yavaş yavaş işleyen bir evrim süreci ile oluştuğunu söylememiz de mümkün değildir.
Zira bir zürafanın yaşamını sürdürebilmesi için, mutlaka beynine kanı ulaştıracak bir pompalama sistemine ve eğildiğinde ani kan basıncını engelleyecek kapak sistemine sahip olması zaruridir. Bunlardan biri olmasa veya tam çalışmasa, zürafanın yaşamını sürdürmesi imkansız hale gelecektir.
Tüm bunlardan anladığımız, zürafa türünün yaşaması için gereken tüm özelliklerle birarada dünyaya geldiğidir. Henüz var olmayan bir canlının kendi bedenine hakim olup, gereken özelliklere bilinçli bir şekilde sahip olması ise kuşkusuz imkansızdır. Bütün bunlar hiç tartışmasız zürafaları üstün güç sahibi olan Allah'ın yarattığını açıkça ispatlamaktadırlar.
Tüm canlılar gibi zürafalar da mükemmel bir yapıda yaratılmışlardır. |
Okyanuslarda yaşayan su kaplumbağaları üreme vakitleri geldiğinde, sahile akın ederler. Ancak bu, herhangi bir sahil değildir. Doğum yapmak üzere geldikleri sahilin, kendi doğdukları sahil olması gerekmektedir.18 Bunun için zaman zaman, 800 kilometrelik bir yol katetmek zorunda kalırlar. Ama bu uzun ve zorlu yolculuk durumu değiştirmez, her ne olursa olsun doğum yapmak için kendi doğdukları sahile ulaşırlar.
Doğar doğmaz, o mekandan uzaklaşmış bir canlının 20-25 yıl sonra aynı yeri tekrar bulabilmesi hiç kuşkusuz evrimle veya tesadüfle izah edilebilir bir konu değildir.19 Üstelik her yerin birbirine benzediği okyanus dibinde, yine birbirine benzeyen sahiller arasından, doğdukları yerin yönünü bulabilmeleri olağan dışıdır.
Sonuçta binlerce pusulasız yolcu, aynı vakitte aynı sahilde toplanırlar. Önceleri nedeninin tam olarak anlaşılmadığı bu ısrarlı buluşmanın ardında yatan sebepler insanları şaşırtmıştır. Kaplumbağalar, yavrularının deniz şartları içinde hayatta kalmalarının zor olacağını bildiklerinden yumurtalarını, sahilde kumların altına gömerler. Peki neden hepsi aynı vakitte, aynı sahile toplanırlar? Acaba aynı işlemi, ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı sahillerde yapsalar, yavrular hayatta kalmayı başaramazlar mıydı? Bu konuyu araştıranlar son derece ilginç bir durumla karşılaşmışlardır. Kumların altındaki binlerce yavru, başlarındaki sert yumru sayesinde yumurtayı kırdıktan sonra, zorlu birkaç engeli daha aşmak zorundadırlar. Ortalama 31 gr.'lık yavrular, üzerlerindeki toprak tabakasını tek başlarına kazamazlar, bunun için yumurtadan çıkan yavrular birbirlerine yardımcı olurlar. Sahildeki binlerce yavru aynı anda toprağı kazmaya başladıklarında birkaç gün içinde kumun yüzeyine çıkmayı başarırlar. Ancak yüzeye çıkmadan önce bir müddet durup, hep birlikte gece olmasını beklerler. Çünkü gündüz, yırtıcı kuşlara yem olma ihtimalleri vardır. Ayrıca gündüz gün ışığından ısınan kumlarda sürünerek ilerlemek onlar için oldukça güç olacaktır. Gece olduğu vakit kazma işlemini tamamlayarak yüzeye çıkarlar. Karanlık olmasına rağmen denizin yönünü bulup, hızla oraya doğru yönelirler ve 20-25 yıl sonra tekrar dönmek üzere sahili terk ederler.
Yeni dünyaya gelmiş bu yavruların, yumurtadan çıktıklarında toprağı kazarak yukarı doğru ilerlemeleri ve belli bir müddet durmaları gerektiğini bilmeleri mümkün değildir. Henüz toprağın altındayken, gece mi, gündüz mü olduğunu, yırtıcı kuşların varlığını ve bunlara yem olabileceklerini, Güneş’ten dolayı toprağın sıcak olduğunu ve bunun kendilerine zarar verebileceğini, hızla denize yönelmek zorunda olduklarını bilmeleri de elbette mümkün değildir. Peki acaba bu bilinçli tavır nasıl ortaya çıkar?
Kuşkusuz tek cevap, bu yavruların bu tavrı göstermek üzere yaratıldıklarıdır. Yani onları var eden Yüce Allah, hayatlarını korumalarını sağlayacak bir içgüdüyü onlara ilham etmiştir.
Yavru deniz kaplumbağaları, Güneş doğmadan denize ulaşmayı başarmak üzere. |
Böcekler arasında üzerinde en çok araştırma yapılanlardan birisi bombardıman böceğidir. Böceği bu denli popüler yapan özelliği ise, kendini düşmanlarına karşı kimyasal yöntemler kullanarak savunmasıdır.
Böcek tehlike anında kendisini savunmak için bünyesinde barındırdığı hidrojen peroksit ile hidrokinonu düşmanın üzerine doğru fışkırtır. Bu iki madde, böceğin vücudundaki iki ayrı salgı bezi tarafından salgılanır. Salgılanan maddeler, saklama odacıkları denilen iki ayrı özel bölmede biriktirilir. Bu iki bölme de, patlama odacığı denilen ikinci bir bölüme bağlanır. İki bölüm birbirinden bir çeşit kas ile ayrılır. Böcek tehdit edildiğini anladığında bu kası sıkar ve saklama odacıklarındaki iki madde, patlama odacığına geçer. Orada bulunan enzimlerin de vasıtasıyla yüksek miktarda ısı açığa çıkar ve bu bölümde bir buharlaşma olur. Açığa çıkan buhar ve oksijen gazı, bulunduğu bölümün duvarlarına baskı yapar ve aradaki kas ile bu kimyasal madde düşmana fırlatılır.20
Bir böceğin böylesine kuvvetli ve kendisine zararı olabilecek kimyasal reaksiyon oluşturabilen bir sistemi içinde barındırabilmesi, kendisini ise bu sistemin zararından izole edebilmesi hala araştırmacılar açısından esrarını korumaktadır. Hiç kuşku yoktur ki bu sistemin varlığı ve işleyişi böceğe mal edilemeyecek kadar güçtür. Böylesi bir sistem ancak uzmanlar tarafından laboratuvarlarda gerçekleştirilebilirken, bombardıman böceğinin bunu 2 cm.lik bedeninde nasıl yapabildiği halen tartışılmaktadır.
Açık olan tek gerçek ise, bu böceğin evrim teorisini kesinlikle çürüten somut bir delil olduğudur. Çünkü bu kompleks kimyasal sistemin birbirini izleyen tesadüfi değişimler sonucunda oluşması ve gelecek nesillere aktarılması mümkün değildir. Eğer sistemin tek bir parçasında bir eksiklik, hatta bir "arıza" olsa bu, böceğin savunmasız kalarak ölmesi ya da kendi kendini havaya uçurması ile sonuçlanacaktır. O halde tek açıklama, böceğin vücudundaki söz konusu kimyasal silahın, tüm parçalarıyla bir anda ve eksiksiz biçimde var olduğudur.
1. Hidrojen Peroksit | 3. Patlama Odası |
Hiç kimse bir termit kolonisinin toprak üzerine inşa ettiği yuvasını görünce şaşırmadan geçemez. Çünkü bir termit yuvası, boyu yaklaşık 5-6 metreye kadar varabilen bir mimari harikasıdır.
Bir termitin boyu ile inşa ettiği yuvanın boyunu birbiriyle kıyasladığınızda kendisinin yaklaşık 300 katı büyüklüğünde bir mimari projeyi başarıyla gerçekleştirdiğini görürsünüz. Fakat olayın daha da şaşırtıcı bir yönü vardır ki, o da termitlerin kör olmalarıdır.21
Kör termitlerin oluşturduğu bu devasa boyutlardaki yuvaları daha önce hiç görmemiş biri, bunların muhtemelen kum yığınlarının üst üste yığılması ile oluştuğunu düşünür. Ne var ki bir termit yuvası insan aklının almakta zorlanacağı kadar mükemmel bir tasarım olarak karşımıza çıkar. Öyle ki, termit yuvasının içinde içiçe geçmiş tüneller, geçitler, havalandırma sistemleri, özel mantar üretme bahçeleri ve güvenlik çıkışları vardır.
Görmeyen binlerce insanı bir araya getirseniz, her türlü teknik aleti de ellerine verseniz asla, bir termit kolonisinin yaptığı gibi yuvaya benzer bir yapıyı inşa etmelerini sağlayamazsınız. O halde düşünün;
◉ 1-2 cm boyundaki bir termit, bu kadar ince bir dizayn yapabilecek mimarlık ve mühendislik bilgilerini nasıl öğrenmiş olabilir?
◉ Göremeyen binlerce termit, bu sanat harikası yapıyı oluşturabilmek için uyum içinde çalışmayı nasıl başarmışlardır?
◉ İnşasına başlanan bir termit yuvasını başlangıç aşamasında ortadan ikiye ayırırsanız ve daha sonra birleştirirseniz, tüm geçitlerin, kanalların ve yolların birbirini tuttuğunu görürsünüz. Bu mucizevi olay nasıl açıklanabilir?
Buradan çıkan sonuç şudur; Allah, yarattığı canlıları benzersiz ve örneksiz yaratmıştır ve tek bir termit yuvası dahi insanın Allah'ı kavraması ve herşeyi yaratanın Allah olduğuna inanması için yeterlidir.
Boyları birkaç santimi geçmeyen termitler hiçbir araç-gereç kullanmadan, yüksekliği 4-5 metreye ulaşan gökdelenler yapabiliyorlar. Bu görkemli yuva, içinde yaşayan ve sayıları milyonu aşan termit kolonisini düşmanlarından ve dışarıdaki elverişsiz yaşam koşullarından mükemmel bir biçimde koruyor. |
Bilindiği gibi ağaçkakanlar, yuvalarını gagalarıyla vurarak oluşturdukları ağaç kovuklarında yaparlar. Bu, pek çok insan için alışılagelmiş bir bilgi olabilir. Ancak çoğu kimsenin düşünmediği nokta, bu hayvanların kafalarıyla bu denli sert vuruşlar yapmalarına rağmen nasıl beyin kanaması geçirmedikleridir. Çünkü ağaçkakanın yaptığı iş, bir insanın bir duvara çivi çakmak için kafasını kullanmasına benzer. İnsan böyle bir şeyi yapmaya kalksa kuşkusuz önce beyin sarsıntısı sonra da beyin kanaması geçirecektir. Oysa bir ağaçkakan sert bir ağacı 2.10 saniyeden 2.69 saniyeye kadar 38-43 darbe ile gagalayabilir ve hayvana hiçbir şey olmaz.22
Hiçbir şey olmaz, çünkü ağaçkakanların kafa yapıları bu işe elverişli şekilde yaratılmıştır. Ağaçkakanın kafatası, darbe şiddetini azaltıcı ve emici bir "süspansiyon" sistemine sahiptir. Gagaya ve çene eklemine eklenmiş bazı kafatası kasları ve alnı o kadar güçlü bir yapıdadır ki, bu özellikler gagalama esnasında çekim gücü ve basınç sayesinde şiddetli vuruşları zamanında hafifletebilirler.23
Hesap ve düzen bununla da bitmez. Barınmak için özellikle çamları tercih eden ağaçkakanlar, bir ağacı delmeye başlamadan önce ilk iş olarak, o ağacın yaşına bakar ve 100 yaşını geçmiş olanları tercih ederler. Çünkü 100 yaşını geçmiş olan çam ağaçları, gövdelerini saran sert ve kalın kabuklarının yumuşamasını sağlayan bir hastalığa yakalanırlar. Sizin belki de ilk defa duyduğunuz, bilimin son yıllarda keşfettiği bu bilgiyi ağaçkakanlar yüzyıllardır bilmektedirler.
Ağaçkakanların çam ağaçlarını tercih etmelerindeki sebep yalnızca bu değildir. Ağaçkakanlar yuvalarının kenarlarına çukurlar kazarlar. Başlangıçta fonksiyonu anlaşılmayan bu çukurların, daha sonra çok büyük bir tehlikeden onları koruduğu ortaya çıkarılmıştır. Zamanla çam ağaçlarından akan yapışkan reçine bu çukurları doldurur ve böylece ağaçkakanların yuvalarının çevresi, en büyük düşmanları olan yılanlardan korunabilecekleri şekilde bir göletle çevrilmiş olur.
Ağaçkakanların diğer bir özellikleri de, dillerinin ağaçlardaki karınca deliklerine girebilecek kadar ince, orada yaşayan karıncaları toplayabilecek gibi yapışkanlı olmasıdır. Ayrıca dillerinin, karıncaların vücutlarındaki asitin, kendilerine zarar vermesini önleyebilecek yapıda olması da yaratılışlarındaki mükemmelliğin bir diğer göstergesidir.24
Her paragrafta farklı bir özelliğine değindiğimiz ağaçkakanlar, tüm ayrıntılı özellikleriyle "yaratılmış" olduklarını kanıtlamaktadırlar. Zira ağaçkakanlar evrim teorisinin iddia ettiği gibi tesadüflerle gelişmiş olsalardı, bu denli olağanüstü uygunluktaki özelliklere kavuşamadan ölürlerdi ve soyları tükenmiş olurdu. Oysa Allah tarafından, yaşayacakları hayata uygun özel bir düzenle yaratıldıkları için, ihtiyaç duyacakları tüm özelliklere sahip olarak hayata başlamışlardır.
Hayvanlar aleminde bir insanın hiç aklına gelmeyecek kadar ilginç savunma yöntemleri vardır. Bu yöntemlerden bir tanesi sahte gözlerdir. Çeşitli kelebek, tırtıl ve balık cinsleri bu sahte gözler sayesinde düşmanlarını "tehlikeli" olduklarına ikna ederler.
Resimlerde görülen kelebekler, tehlikede olduklarını hissettikleri an kanatlarını açar ve her iki kanatlarında da düşmanlarını oldukça ürkütecek bir çift göz ortaya çıkar. Bu kelebeklerden birini yemek için gelen kuş ise, aniden karşılaştığı bu gözlerden dolayı çok şaşırarak geri kaçar.
Düşünelim: Son derece inandırıcı olan bu göz şekilleri, birer tesadüfün eseri olabilir mi? Dahası bu kelebek kanatlarını açınca ortaya bir çift ürkütücü gözün çıkacağını ve bu görüntünün düşmanını korkutacağını nereden bilmektedir? Kelebek, kanatlarındaki bu deseni görmüş, sonra bu desenin ürkütücü olduğuna ve bir tehlike anında kullanabileceğine karar vermiş olabilir mi? Elbette bu kadar inandırıcı bir görüntü tesadüflerin değil, üstün bir yaratılışın ürünü olabilir. Ayrıca, elbette kelebeğin kendi kanatlarındaki desenlerden haberi olduğu ve bunu bir savunma taktiği olarak kendi kendine bulduğu düşünülemez. Açıktır ki kelebeği yaratan Allah, hem onun vücudunda böyle bir şekil var etmiş, hem de hayvana tehlike anında bu şekli kullanacak içgüdüyü ilham etmiştir.
Yukarıdaki böcek türü yaprak görünümüyle tüm düşmanlarından korunabilmektedir. | Yukarıdaki resimde görülen ağaç bitleri, bu görünümleriyle tüm düşmanlarını ağacın dikeni olduklarına inandırabilirler. |
Orkidenin üzerindeki Mantis, çiçeğin taç yapraklarına benzeyen kanatları sayesinde, orkideye konan çekirgeyi kandırmayı başarmış. | Sık rastlanan yaprak böceğinin, gövdesinde yaprakta olması gereken tüm detayları bulmak mümkündür. |
Tırtıl, gövdesini yaprağın tam ortasına yerleştirdiği için, düşmanları tarafından fark edilmemeyi başarır. | Yılan tıpkı diğer yapraklar gibi durarak, kendini kamufle ediyor. |
Yukardaki resimde kumların arasına saklanmış bir yılan görülüyor. | yukardaki resimde çalılıkların arasına saklanmış bir yılan görülüyor. |
Zırhlı bukalemunlar, renklerini bulundukları ortama göre değiştirmezler. Çünkü onların renkleri, yaşadıkları ortama uygun olarak yaratılmıştır. | Geko adlı bu bukalemun, 20 dakika içinde bulunduğu ortamın rengini alabilmektedir. |
Geko adlı bu bukalemun, 20 dakika içinde bulunduğu ortamın rengini alabilmektedir. | Bazı böcekler ölü yaprakların kılığına girerler. Panama güvesini solmuş yaprakların arasında fark etmek oldukça güçtür. |
Yaprakların arasında saklanmış bir de karınca yiyen var! Fark edebiliyor musunuz? | Western sandpiper adlı kuşun yumurtaları düşmanlardan korunabilmek için bulunduğu ortamın rengindedir. |
Panamanian yağmur ormanlarında yaşayan tırtıl, yılan gözleri gibi beneklere sahip. Bu haliyle rahatlıkla gizlenebiliyor. |
Hayvanlar aleminde bir insanın hiç aklına gelmeyecek kadar ilginç savunma yöntemleri vardır. Bu yöntemlerden bir tanesi sahte gözlerdir. Çeşitli kelebek, tırtıl ve balık cinsleri bu sahte gözler sayesinde düşmanlarını "tehlikeli" olduklarına ikna ederler.
Resimlerde görülen kelebekler, tehlikede olduklarını hissettikleri an kanatlarını açar ve her iki kanatlarında da düşmanlarını oldukça ürkütecek bir çift göz ortaya çıkar. Bu kelebeklerden birini yemek için gelen kuş ise, aniden karşılaştığı bu gözlerden dolayı çok şaşırarak geri kaçar.
Düşünelim: Son derece inandırıcı olan bu göz şekilleri, birer tesadüfün eseri olabilir mi? Dahası bu kelebek kanatlarını açınca ortaya bir çift ürkütücü gözün çıkacağını ve bu görüntünün düşmanını korkutacağını nereden bilmektedir? Kelebek, kanatlarındaki bu deseni görmüş, sonra bu desenin ürkütücü olduğuna ve bir tehlike anında kullanabileceğine karar vermiş olabilir mi? Elbette bu kadar inandırıcı bir görüntü tesadüflerin değil, üstün bir yaratılışın ürünü olabilir. Ayrıca, elbette kelebeğin kendi kanatlarındaki desenlerden haberi olduğu ve bunu bir savunma taktiği olarak kendi kendine bulduğu düşünülemez. Açıktır ki kelebeği yaratan Allah, hem onun vücudunda böyle bir şekil var etmiş, hem de hayvana tehlike anında bu şekli kullanacak içgüdüyü ilham etmiştir.
Soldaki resimde müren balığının gerçek kafası ve gözleri görünüyor. Sağdaki resimde ise, müren balığı yuvasının içine giriyor ve sahte bir çift göz bulunan kuyruğunu dışarıda bırakıyor. Kuyruğundaki sahte gözler nedeniyle müreni uyanık sanan balıklar da yaklaşmaya cesaret edemiyorlar. |
Sahte Gözler Saşırtıyor!Bazı kelebekler ve güveler kanatlarını açtıkları anda karşımıza bir çift göz çıkar. Bu gözler, düşmanlarını karşılarındakinin bir kelebek olmadığı konusunda ikna eder. Özellikle üstteki resimde görüldüğü gibi, sahte yüzleri; ortasındaki pırıltılarıyla gözleri, yüz hatları, çatık kaşları, ağzı ve burnuyla öylesine mükemmeldir ki, ortaya çıkan görüntü birçok düşman için oldukça caydırıcıdır. Allah'ı inkar etmekte ısrarlı olan biri, bu olağanüstü görüntüyü, evrimci bir açıklama yaparak "ilginç bir rastlantı" diye kabullenmeye çalışabilir. Ya da "kelebek faydalı olacağını düşündüğü için vücudunda böyle bir şekil oluşmasını sağlamış" diye bir iddiada bulunabilir. Eğer böyle bir iddiada bulunup, ressamlara taş çıkartacak bu çizimlerin sadece birer tesadüf eseri oluştuğunu öne sürüyorsa, akıl sahibi insanlara da söyleyecek bir söz kalmaz. Çünkü böyle bir iddia, akla ve sağduyuya aykırıdır. | |
Binlerce farklı tür bitki arasından, herhangi bir portakal ağacını ele alalım. Ağaç, bilindiği gibi toprağa atılan bir tohumdan ortaya çıkar. Tohum küçücük (bir santimetre küp bile etmeyen) bir cisimdir; ama nasıl olur bilinmez, o tohumun içinden kısa süre içinde 4-5 metre uzunluğunda ve yüzlerce kilo ağırlığında dev bir ağaç oluşur. Tohumun kendisine oranla bu dev boyuttaki ağacı yaparken kullanabileceği tek malzeme ise içine gömülü olduğu topraktır.
Peki ama tohum ağaç üretmeyi nereden bilir? Nasıl olur da toprağın içindeki malzemeleri ayrıştırıp ihtiyaç duyduklarını alır ve bir ağaç oluşturmak için bunları kullanmayı "akledebilir"? Ürettiği ağacın nasıl bir şekle ve yapıya sahip olması gerektiğini nasıl tahmin edebilir? Bu son soru özellikle önemlidir. Tohumdan herhangi bir tahta parçası çıkmamaktadır çünkü. Tohum, içinde damarlar bulunan, topraktaki maddeleri özümsemek için gereken köklere sahip ve üst kısmı da dallara ayrılan son derece iyi tasarlanmış bir canlı madde üretmektedir. İnsan bile iyi bir ağaç resmi çizmek gerektiğinde zorlanır; ağacın köklerindeki ve dallarındaki ayrıntıları çizmek zor bir iştir çünkü. Oysa tohum, çizmek şöyle dursun, son derece kompleks bir cisim olan ağacı topraktaki malzemeleri kullanarak sıfırdan üretmektedir.
Bu durumda tohumun son derece akıllı, hatta bizden de akıllı bir varlık olduğu sonucuna varırız. Daha doğrusu, tohumun içinde son derece etkileyici bir aklın gizli olduğunu anlarız. Peki bu akıl ve ağacın oluşması için gerekli bilgi tohuma nereden, nasıl gelmiştir? Nasıl olur da küçücük bir tohum, bir bilgisayar diski gibi bir bilgiyi depolayabilir? Bilgisayar diskleri akıl ve bilgi sahibi insanlar tarafından üretilirler, sahip oldukları bilgiler de yine insanlar tarafından hazırlanıp içlerine yerleştirilir. Tohum da böyledir; Allah tarafından, ağaç yapabilecek yeteneğe sahip olarak yaratılmıştır. Toprağa atılan her tohum, Allah'ın ilmi ile kuşatılmıştır; O'nun ilmi ile büyür. Bir ayette bu gerçek şöyle haber verilir:
Gaybın anahtarları O'nun Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir kitaptadır. (Enam Suresi, 59)
Tohumu yaratan da, toprağın içine düştüğünde onu yarıp içinden yeni bir bitkiyi çıkaran da Allah'tır. Bir diğer ayette bu konu ile ilgili şöyle denir:
Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? (Enam Suresi, 95)
İlkokullarda hemen her öğrenciye yaptırılan ünlü bir "deney" vardır: Çocuk, bir tabağın içine pamuk doldurur, bu pamukları ıslatır ve aralarına da birkaç tane kuru fasulye ya da nohut tanesi atar. Birkaç gün geçer ve pamuğun içindeki tohumların filizlenmeye başladıklarını görür. Bu aslında son derece şaşırtıcı bir şeydir ve çoğu çocuk da bu olayı gördüklerinde şaşırır. Çünkü pamuğun içine konulan nohutlar ya da fasuslyeler, aylardır ya da yıllardır bir çuvalın içinde kuru kuru duran, hiçbir canlılık özelliği göstermeyen cisimlerdir. Ama uzun bir zamandır beklemekte olan bu sert cisimleri sulu pamuğun içine koyunca birden bire canlanmakta, ortaya taze, yemyeşil filizler çıkmaktadır. Çok açıktır ki, bu tohumlar, uygun ortam bulduklarında filizlenmeleri için yaratılmışlardır ve ilk fırsatta kendilerine verilen bu görevi yerine getirirler. "Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır" ayeti, bu harika olayın sırrını açıklamaktadır. Bir diğer ayette ise şöyle bildirilmiştir:
O, gökten su indirendir. Bununla herşeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan da birbiri üstüne bindirilmiş taneler türetiyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen- üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz.) Meyvesine, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Hiç şüphesiz inanacak bir topluluk için bunda gerçekten ayetler vardır. (Enam Suresi, 99)
Ayette bizlere, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde Allah'ın topraktan çıkardığı tohumların meyvelerine bakmamız emredilmektedir. Gerçekten de tohumun topraktan çıkması kadar, meyvenin oluşması da harika bir olaydır.
Tohumun içindeki bilginin, oluşturacağı ağacın şekil ve yapısını içerdiğini söylemiştik. Bundan daha da ilginç olan, tohumun ağacın üreteceği meyvenin bilgilerine de sahip oluşudur. Meyve ise başlı başına bir mucizedir.
Meyvenin en can alıcı özelliği, insanın damağı ve sağlığına tam tamına uyuyor oluşudur. Her meyve kendine has bir lezzete ve kokuya sahiptir. Ayrıca hepsinin renkleri de son derece estetik ve çekicidir. Bunun yanısıra her meyve mükemmel bir "ambalaj"la kaplanmıştır; mandalina, portakal, ya da muz, hepsi son derece güzel ve soyulması kolay ambalajlara sahiptirler.
Oysa hiçbir meyve böyle olmak zorunda değildir. Örneğin portakal son derece acı olabilirdi. Ya da bildiğimiz güzel tada sahip olurdu, ama çok kötü bir kokusu olabilirdi. Rengi de çamur rengi olabilirdi. Oysa her meyve olabilecek en güzel tad ve kokuya sahiptir. İşin daha da ilginci, sahip oldukları bu tad ve kokuları topraktan elde ettikleri maddelerle üretiyor olmalarıdır. Oysa toprak pek iyi kokmaz, tadı ise kötüdür. Ancak ağaç, bu çamur yığını içinden kendisine gerekli olan maddeleri özümsemekte, bunları kimyasal işlemlerden geçirerek mükemmel tad ve kokular üretmektedir.
Burada ikinci bir nokta daha vardır: Ağacın iyi koku ve tad ürettiğini söylüyoruz, ama aslında olay daha da komplekstir. Çünkü "iyi koku" veya "iyi tad" gibi kavramlar insana ait kavramlardır ve ağaç kendi başına bir tad ya da kokunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilemez. Bunu bilmesi için, insanın sahip olduğu estetik kavramlara sahip olması gerekmektedir. İnsanın neden lezzet aldığını, hangi tadı beğendiğini, nasıl bir dil yapısına sahip olduğunu öğrenmesi gerekir. Bunları öğrendikten sonra ise az önce söylediğimiz işi yapacak, yani çamurların içinden topladığı maddelerle mükemmel bir kimya olayı gerçekleştirecektir.
Ağacın inanılmaz yeteneği yalnızca koku, tad ya da renkle de sınırlı değildir. Bu tahta parçası, bir de insan vücudunun hangi vitaminlere ihtiyaç duyduğunu bilir ve onları ürettiği meyvenin içine koyar. Hatta bu vitamin takviyesinin mevsimlere göre ayarlandığını görürüz: Kış aylarında ürün veren; portakal, mandalina, greyfurt gibi meyve türleri, yaz meyvelerine göre çok daha fazla C vitamini içerirler. Amaç, kışın soğuğuna karşı insanın ihtiyacı olan C vitamini açığını kapatmaktır.
Ölü toprak kendileri için bir ayettir; Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle ondan yemektedirler. Biz, orada hurmalıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Onun ürünlerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için. Yine de şükretmiyorlar mı? |
Şimdi tüm bunların üzerine düşünelim. Tüm bunlar nasıl ve neden olur? Nasıl olur da bir nevi tahta parçası olan ağaç, iyi tad ve koku üretir? Nasıl olur da insanın zevklerini, estetik kavramını, vitamin ihtiyaçlarını bilir ve buna göre bir ürün ortaya koyar?
Ağacın yaptıklarını yapay bir şekilde elde etmeye çalışırsak, oldukça uzun bir çaba içine girmemiz gerekir. Bir kere, ağacın ürettiği tadı üretmek mümkün değildir; dünyada topraktan meyve çıkaran bir makina henüz icad edilemedi. Elde edebileceğimiz tek şey kokudur. Gelişmiş bir laboratuvarda uzun işlemler sonucunda bir meyvenin kokusuna ulaşabiliriz. Nitekim parfümler bu şekilde elde edilir. Ancak parfümler de aslında tümüyle yapay değildirler; tüm parfümler çeşitli güzel kokulu bitkilerin özlerinden yararlanılarak yapılır. Kısacası, insanoğlu, elindeki tüm akıl ve teknolojiye karşın, bitkilerin ya da ağaçların sahip olduğu güzel koku üretme yeteneğine sahip değildir.
Dolayısıyla, bir meyve ağacında ya da herhangi bir bitkide, insanoğlunun ulaşamayacağı kadar yüksek bir akıl, bilgi ve teknoloji vardır. Bu şaşırtıcı durumun ise tek bir açıklaması vardır: Ağaç, mükemmel ve üstün bir akıl, sonsuz bilgi ve yeteneğe sahip bir Yaratıcı tarafından özel olarak tasarlanmıştır. Amacı insanlara meyve sunmaktır ve bu zor işi tarihin başından bu yana büyük bir başarı ile yerine getirmektedir. Kötü bir tadı olan, kahverengi toprağın içinden dünyanın en lezzetli ve güzel kokulu yiyeceklerini çıkarır. Çünkü Allah, onu o iş için yaratmıştır. Kuran'da bu konuda şöyle buyrulmaktadır:
Ölü toprak kendileri için bir ayettir; Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle ondan yemektedirler. Biz, orada hurmalıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Onun ürünlerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için. Yine de şükretmiyorlar mı? (Yasin Suresi, 33-35)
Bir başka ayette ise şöyle bildirilir:
Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da. Kullara rızık olmak üzere. Ve onunla (o suyla) ölü bir şehri dirilttik. İşte (ölümden sonra) diriliş de böyledir. (Kaf Suresi, 9-11)
Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da. Kullara rızık olmak üzere. Ve onunla (o suyla) ölü bir şehri dirilttik. İşte (ölümden sonra) diriliş de böyledir. |
Bilindiği gibi, inkarcılar doğadaki tüm canlıları evrim teorisi ile açıklamaya çalışırlar. Bir evrimciye nasıl olup da ağaçların böylesine bir akla ve yeteneğe sahip olduklarını, neden insanlar için besin ürettiklerini sorarsanız, size yalnızca "tesadüfen böyle olmuş" cevabını verecektir. Oysa tesadüf bir safsatadan başka bir şey değildir. Hiçbir tesadüf insanın lezzet kavramını bilemez, hiçbir tesadüf insanın hoşuna giden kokuları üretemez. Hiçbir tesadüf insan vücuduna mevsimlere uygun vitamin vermeyi ayarlayamaz.
Tesadüfler her zaman hata ve karmaşa doğurur. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Tesadüfen güzel koku elde etmek için bir deney yaptığımızı düşünelim. Büyük bir kabın içine toprak dolduralım. Bu toprağa doğadaki çeşitli "malzeme"lerden eklemeler yapalım; hayvan dışkısı, bitki parçacıkları gibi. Bunun üzerine de çeşitli kimyasal karışımlar dökelim. Kabı kapatıp bekleyelim. Birkaç gün sonra kabı açtığınızda kesinlikle hayatınızda duyduğunuz en kötü kokulardan birisiyle karşılaşırsınız. Bu deneyin ne kadar farklı versiyonlarını denerseniz deneyin, hep birbirinden kötü kokular elde edersiniz.
Güzellik, estetik ve temizlik kendiliğinden oluşmazlar. Ancak bir akıl sayesinde oluşurlar, özel olarak var edilmeleri gerekir.
Bu olayın şu yönünü de düşünebiliriz; eğer tüm besinler bizim tam istediğimiz gibi olsa, ancak sindirim sistemimiz "tesadüfen" oluşmuş olsaydı, yine büyük bir sıkıntı içinde yaşayacaktık. "Tesadüfen" oluşan bir dilin tad alma özelliği olmayacaktı ve biz, en lezzetli yiyeceği yemekle tahta kemirmek arasında hiçbir fark hissedemeyecektik.
Tüm yediklerimiz ve onlardan lezzet almamazı sağlayan bedenimiz Allah tarafından özel bir yaratılışla yaratılmıştır. Allah'ın isimlerinden biri "Rezzak", yani rızık verendir ve hepsi ayrı birer mükemmellikte yaratılmış olan tüm rızıkları bize veren de O'dur. Buna karşı insanın ne yapması gerektiği Kuran'da şöyle belirtilir:
... Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin ... (Sebe Suresi, 15)
Toprağın üzerindeki küçük çiçekler tüm mükemmeliklerine rağmen insanlar tarafından çoğunlukla olağan karşılanmaktadırlar. İnsanların bu çiçeklerdeki yaratılış mucizelerini kavramalarını engelleyen ise, onları her gün, her yerde görebilmelerinin getirdiği bir alışkanlıktan başka birşey değildir. Dolayısıyla bambaşka bir yerde, bambaşka şartlarda yetişen ve bambaşka boyutlarda olan çiçekler, "alışkanlık gözlüğü" olmaksızın değerlendirileceklerinden, Allah'ın varlığının kavranabilmesine daha yardımcı olacaklardır.
Amazon nehrinin dibini kaplayan balçıkta yetişen Amazon nilüferleri, insanlardaki bu 'alışkanlık gözlüğü'nü kaldırabilecek niteliktedirler. Çünkü insanların alıştıkları, her gün şahit oldukları şekilde değil, çok farklı bir yaşam mücadelesi ile hayatlarını devam ettirirler.
Bu çiçekler, Amazon nehrinin dibindeki bataklığın içinde büyümeye başlarlar ve daha sonra nehrin yüzeyine doğru uzanırlar. Amaçları, yaşayabilmeleri için gerekli olan ışığa ulaşmaktır. Suyun yüzeyine çıktıklarında ise büyümeyi durdurur ve burada üstü dikenli yuvarlak tomurcuklar oluştururlar. Tomurcuklar birkaç saat gibi kısa bir sürede, boyu neredeyse iki metreye varan dev yapraklara dönüşürler. Ne kadar bol yaprakla nehrin üzerini kaplarlarsa o kadar çok güneş ışığından yararlanabileceklerini "bilen" bu nilüferler, sonuçta güneş ışığından bol bol faydalanarak, fotosentez yapabilme imkanı bulurlar. Aksi takdirde ise nehrin dibindeki ışık yetersizliği sebebiyle yaşamlarını devam ettiremeyeceklerini "bilirler". Bir bitkinin böylesine 'akılcı' bir taktik izleyebilmesi ise elbette düşündürücüdür.
Ancak güneş ışığı, Amazon nilüferleri için herşey demek değildir. Aynı oranda oksijene de ihtiyaçları vardır ki, köklerinin bulunduğu çamurlu bölgede istedikleri oksijenin bulunmadığı açıktır. İşte bu sebeple nilüferler, köklerinden çıkan sapları yukarıya, yapraklarının bulunduğu su yüzeyine doğru uzatırlar. Kimi zaman boyu 11 metreye varabilen bu saplar, yapraklara bağlanırlar ve yaprakla kök arasında oksijen taşıyan bir kanal görevini görürler.25
Acaba bir nehrin derinliklerinde yaşama yeni başlayan tomurcuk, ışığa ve oksijene ihtiyaç duyduğunu, noksanlığı durumunda yaşayamayacağını, ihtiyacı olan şeylerin suyun üzerinde mevcut olduğunu nereden bilmektedir? Yaşamaya yeni başlayan bir varlık, ne o suyun bir bitiş noktasının olduğundan, ne güneşin, ne de oksijenin varlığından haberdar olur.
Dolayısıyla evrimcilerin mantığıyla bakarsak, bu bitkilerin çoktan ortam şartlarına yenik düşüp, soylarının tükenmesi gerekirdi. Oysa nilüferler tüm mükemmellikleriyle bugün karşımızdalar.
Çamurlu bataklıkların diplerinden 2 metreye kadar uzayarak su yüzüne çıkan nilüfer yaprakları, böylece güneş ışığından faydalanabilirler. Fakat bu çiçeklerin köklerinin oksijene de ihtiyacı vardır. |
Amazon nilüferlerinin inanılmaz yaşam mücadeleleri, suyun üzerindeki ışığa ve oksijene ulaştıktan sonra da devam eder. Dev yapraklarının sularla dolup batmaması için kenarlarını yukarıya doğru kıvırırlar.
Aldıkları tüm bu tedbirlerle yaşamlarını devam ettirebilirler, ancak soylarının devamlılığı için daha fazlasına ihtiyaç duyduklarının da farkındadırlar. Polenlerini başka bir nilüfere taşıyacak bir canlıya ihtiyaç duyarlar; onlar da kınkanatlı böceklerdir. Çünkü kınkanatlılar beyaz renge karşı özel bir zaafla yaratılmışlardır. Dolayısıyla da konmak için Amazon nehrinin onca cazip çiçeğinin yanında bembeyaz olan bu nilüferleri seçerler. Amazon nilüferleri de soylarının devamlılığını sağlayacak olan bu konukları geldiğinde, tüm yapraklarını kapatarak, kaçmamaları için onları hapseder ve onlara bol bol polen ikramında bulunurlar. Onları ertesi geceye kadar alıkoyduktan sonra serbest bırakırlar ve tekrar aynı polenleri kendi üzerlerine getirmemeleri için renklerini değiştirirler. Bembeyaz olan bu görkemli nilüferler artık pespembe olarak Amazon nehrini süslemeye başlarlar.
Hiç kuşku yoktur ki, arka arkaya gelen tüm bu kusursuz ve ince hesaplanmış planlar herşeyden habersiz bir tomurcuğun eseri değil, onu yaratan Allah'ın aklının eseridir. Burada özetle anlatılmaya çalışılan tüm bu detaylar, kainattaki her varlık gibi bitkilerin de ancak ve ancak üstün akıl ve kudret sahibi Yüce Allah tarafından yaratıldığını göstermektedir.
Yukardaki resimde bitkinin köklerinden su yüzüne uzanarak oradan aldığı oksijeni köklere taşıyan saplar görülmektedir. |
Ünlü fizikçi Sir Fred Hoyle'un hayatın başlangıcıyla ilgili çok çarpıcı bir benzetmesi vardır. Hoyle, "Akıllı Evren" (The Intelligent Universe) isimli kitabında canlılığın tesadüflerle doğduğunu iddia eden evrim teorisi hakkında şöyle bir yorum yapar:
Hayatın başlangıcına ait senaryoyu şöyle düşünebiliriz: Bir kasırganın, Boeing uçak fabrikasının yanında bulunan yedek parça deposundaki malzemeleri savurarak, kaza sonucu bir Boeing -747 uçağı oluşturması gibidir.26
Fred Hoyle'un bu benzetmesi kuşkusuz son derece isabetlidir. Şu ana kadar gördüğümüz tüm örneklerden de anlaşıldığı gibi gerek hayatın varoluşu, gerekse şu an içinde barındırdığı sistemlerin kusursuzluğu tüm bunları meydana getiren büyük bir kuvveti aramamıza sebep olmaktadır. Zira nasıl ki bir kasırga tesadüfler sonucu bir uçağı meydana getiremiyorsa, evrenin -daha farklı isimler de takılsa- plansız olaylarla meydana gelmesi ve üstelik de son derece kompleks yapıları içinde barındırması mümkün olamaz. Dahası, evren bir uçakla karşılaştırma dahi yapılamayacak kadar sayısız detayla donatılmıştır.
Bu bölümde bahsedilen tüm bilgiler de karşımıza gerek yakın çevremizdeki gerekse uzayın derinliklerindeki kusursuz planlamanın delillerini çıkarmıştır. Asla reddedilemeyecek kadar açık olan bu delilleri aklı ve vicdanıyla değerlendiren bir insanın varacağı tek sonuç ise şudur:
Evrende tesadüfe yer yoktur, tüm kainat içindeki detaylarla beraber YARATILMIŞTIR.
Ve bu kusursuz düzeni yaratan ALLAH sonsuz kudret ve ilim sahibidir.
13. Bilim ve Teknik Dergisi, sayı.203, s. 25.
14. Color Atlas of Human Anatomy, Harmony Books, New York, 1994, s. 70
15. Color Atlas of Human Anatomy, Harmony Books, New York, 1994, s. 71
16. Color Atlas of Human Anatomy, Harmony Books, New York, 1994, s. 71
17. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, II. Cilt, s. 5734.
18. Maurice Burton, C.B.P.C.Publishing Limited/Phoebus Publishing Company 1969/77 Phoebus, s. 120.
19. Maurice Burton, C.B.P.C.Publishing Limited/Phoebus Publishing Company 1969/77 Phoebus, s. 120.
20. Micheal J.Behe, Darwin's Black Box, New York: Free Press, 1996, s. 32.
21. Bilim ve Teknik Dergisi , Temmuz 1989, Cilt 22, sayı.260, s.59
22. Grzimeks Tierleben Vögel 3, Deutscher Taschen Buch Verlag, Oktober 1993, s. 92.
23. Grzimeks Tierleben Vögel 3, Deutscher Taschen Buch Verlag, Oktober 1993, s. 89.
24. Grzimeks Tierleben Vögel 3, Deutscher Taschen Buch Verlag, Oktober 1993, s. 87-88.
25. David Attenborough, The Private Life Of Plants, Princeton University Press, Princeton-New Jersey, 1995, s. 291.
26. Nature Dergisi, 12 Kasım 1981.