2. Kitap
Yaratılışı İnkar Etme Yanılgısı
Evrim teorisi, canlıların varlığını ve kökenini tesadüflerle açıklayabilmek amacıyla çeşitli gerçek dışı tahminler, varsayımlar ve hayal mahsulü senaryolar üreten bir felsefe ve dünya görüşüdür. Bu felsefenin kökeni eski çağlara, antik Mısır, Sümer ve Yunan'a dek uzanır.
Yaratılışı inkar eden gelmiş geçmiş tüm ateist felsefeler mutlaka, dolaylı veya dolaysız bir biçimde evrim düşüncesini kabul eder ve savunurlar. Aynı durum bugün de bütün din karşıtı ideoloji ve sistemler için geçerlidir.
Evrimci düşünce son bir buçuk asırdır, kendince geçerlilik kazanmak için bilimsel bir kılığa bürünmüştür. 19. yüzyılın ortalarında sözde bilimsel bir teori olarak öne sürülmüş ancak, savunucularının tüm gayretlerine rağmen, bugüne kadar hiçbir bilimsel bulgu veya deney tarafından doğrulanamamıştır. Sonuçta, teorinin kendisine büyük umutlar bağladığı "bilim" her geçen gün teoriyi kaçınılmaz sonuna daha da yaklaştırmıştır.
Başvurulan tüm bilimsel yöntemler her seferinde, böyle bir teorinin hiçbir gerçekçi yönünün olamayacağını kanıtlamıştır: Laboratuvar deneyleri ve olasılık hesapları, canlılığı meydana getiren aminoasitlerin tesadüflerle oluşamayacağını kesin bir biçimde ortaya koymuştur. En küçük canlı birimi olan hücre ise, -evrimcilerin iddia ettiği gibi- ilkel ve kontrolsüz dünya koşullarında rastlantılar sonucu oluşmak şöyle dursun, 21. yüzyılın milyonlarca dolarlık, teknoloji harikası laboratuvarlarında bile sentezlenememiştir. Ayrıca yıllar süren paleontolojik çalışmalarda bulunan fosiller arasında, evrimin öne sürdüğü gibi, canlıların, ilkel türlerden gelişmiş türlere, kademe kademe evrimleştiğini göstermesi gereken ara-geçiş formlarına hiçbir yerde rastlanamamıştır.
Sonuçta evrimciler, büyük bir gayretle evrime delil toplamaya çalışırlarken, bizzat kendi elleriyle evrim diye birşeyin olamayacağını ispatlamışlardır.
Bugünkü savunulduğu şekliyle evrim düşüncesini ilk ortaya atan kişi, amatör bir İngiliz biyolog olan Charles Darwin'dir. Darwin evrimci tezlerini 1859'da yayınladığı, "Türlerin Kökeni" (The Origin of Species) isimli kitabında ortaya attı. Darwin'in bu kitabında hiçbir bilimsel bulguya dayanmadan iddia ettiğine göre, yaşayan tüm canlılar ortak bir kökene sahipti ve doğal seleksiyon yoluyla birbirlerinden türemişlerdi. İddiaya göre, ortama en iyi şekilde uyum sağlayanlar özelliklerini gelecek nesillere aktarıyor, böylece bu yararlı değişimler zamanla birikerek bireyi atalarından tamamen farklı bir canlıya dönüştürüyordu. Darwin’e göre insan ise, sözde doğal seleksiyon mekanizmasının en gelişmiş ürünüydü. Kısaca Darwin, bir türün kökeninin başka bir tür olduğuna inanmıştı.
Darwin'in ileri sürdüğü fanteziler özellikle belli siyasi ve ideolojik görüşlere sahip çevrelerde büyük rağbet gördü. Teori oldukça popüler olmuştu. Çünkü o devirdeki mevcut bilgi düzeyi Darwin'in hayali senaryolarının gerçek dışı olduğunu göstermek için henüz yeterli değildi. Öyle ki Darwin'in, varsayımlarını öne sürdüğü dönemde genetik, mikrobiyoloji, biyokimya gibi bilim dallarının daha hiçbiri ortada yoktu. Sözünü ettiğimiz bu bilimler Darwin'in tezlerinden daha önce keşfedilmiş olsaydı, Darwin, teorisinin tamamen bilim dışı olduğunu görecek ve böyle anlamsız bir iddia ortaya atamayacaktı. Zira türleri belirleyen bilgiler genlerde mevcuttu ve doğal seleksiyonun genlerde değişiklikler meydana getirerek yeni türler türetmesi mümkün değildi.
Avusturyalı botanikçi Mendel 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetti. Mendel'in yüzyılın sonuna kadar pek duyulmayan keşifleri 1900'lü yılların başında genetik biliminin ortaya çıkmasıyla önem kazandı. Yine aynı yıllarda genler ve kromozomların yapısı keşfedildi. 1950'li yıllarda genetik bilgiyi saklayan DNA molekülünün keşfi ise teoriyi büyük bir krize soktu. Çünkü DNA'daki dev bilginin kaynağı, rastgele oluşumlarla açıklanamazdı.
Bu tür bilimsel gelişmelerin yanı sıra, yıllarca süren kazılarda, ilkel türlerin kademe kademe gelişerek evrimleştiklerini göstermesi gereken ara-geçiş formları da bir türlü bulunamamıştı.
Bütün bu gelişmelerin, bilim dışı olduğu ortaya çıkan Darwin'in teorisini tarihin tozlu raflarına kaldırması gerekirdi. Ancak belli çevreler ısrarla teoriyi revizyona sokmaya, yenilemeye ve her ne şekilde olursa olsun bilimsel platforma oturtmaya çalıştılar. Bütün bu çabalar, teorinin ardında bilimsel kaygılardan ziyade ideolojik bir takım hedeflerin olduğunu göstermesi açısından oldukça anlamlıydı.
Bu gelişmeler üzerine, gittikçe açmaza giren teorinin her ne pahasına olursa olsun ayakta tutulması gerektiğine inanan bazı çevreler vakit kaybetmeden yeni bir model uydurdular. Bu yeni modelin adı neo-Darwinizm idi. Buna göre, canlıların genlerindeki mutasyon denilen ufak değişikliklerle türler evrimleşiyor ve doğal seleksiyon yöntemi ile güçlü olanlar hayatta kalıyordu. Ancak, canlıların meydana gelmesi için, ufak değişimlerin yetmediği, ayrıca neo-Darwinizmin ileri sürdüğü mekanizmaların geçersizliği anlaşılınca evrimciler yeni model arayışlarını sürdürdüler. Ve 'sıçramalı evrim' adını verdikleri yeni bir iddia ortaya atarak hiçbir bilimsel ve mantıksal dayanağı olmayan bir model ileri sürdüler. Buna göre canlılar birdenbire, hiçbir ara geçiş formu olmadan bir başka türe dönüşüyorlardı. Başka bir deyişle o güne kadar hiçbir evrimsel "ata"ları olmayan türler bir anda meydana geliyordu. Aslında bu yaratılışın tarifiydi, ancak evrimcilerin bunu kabul etmeye yanaşmaları mümkün değildi. Bu gerçeği, akılalmaz senaryolarla gizlemeye çalışıyorlardı. Örneğin tarihteki ilk kuşun -nasıl olduğu açıklanamaz bir biçimde- bir sürüngen yumurtasından ortaya çıkmış olabileceği söyleniyordu. Aynı teoriye göre, etobur kara hayvanları, geçirdikleri ani ve kapsamlı bir değişiklikle birdenbire dev balinalara dönüşmüş olabilirlerdi.
Bilinen tüm genetik, biyofizik ve biyokimya kurallarına aykırı olan bu iddialar, ancak kurbağaların prenslere dönüştüğünü anlatan çocuk masalları kadar bilimseldi. Ama neo-Darwinist teorinin içine girdiği kriz karşısında sıkıntıya düşen bazı evrimci paleontologlar, bundan kaçmak için neo-Darwinizm'den daha da saçma olan bu teoriye sarıldılar.
Bu modelin tek hedefi, neo-Darwinist modelin açıklamayadığı fosil boşluklarını açıklamaktı. Ancak fosil boşluklarını "kuşların sürüngen yumurtalarından aniden çıktıklarını" öne sürerek ya da benzeri iddialarla açıklamaya kalkmak başlı başına akıl dışıdır. Çünkü bir türün bir başka türe evrimleşmesi için, genetik bilgisinde çok büyük oranda ve faydalı bir değişiklik gerekir. Oysa hiçbir mutasyon genetik bilgiyi geliştirmez, ona yeni bir bilgi eklemez. Mutasyonlar sadece genetik bilginin eksilmesine ve bozulmasına yol açarlar. Sıçramalı evrim savunucularının hayal ettikleri "grosmutasyonlar" ise, genetik bilgide "gros" yani dev azalma ve bozukluklar oluştururlar.
Sıçramalı evrim teorisi, ilk bakışta da anlaşıldığı gibi, geniş bir hayal gücünün ürünüydü. Ama bu açık gerçeğe rağmen, evrim savunucuları bu teoriye itibar etmekten çekinmediler. Çünkü Darwin'in öngördüğü evrim modelinin, fosil bulguları ile bir türlü ispatlanamaması onları buna zorluyordu. Darwin, türlerin yavaş yavaş değiştiklerini öne sürmüştü. Bu ise, tarihte yarı kuş-yarı sürüngen, yarı balık-yarı sürüngen gibi garip varlıkların yaşamış olmasını gerektiriyordu. Ancak evrimcilerin tüm araştırmalarına ve bulunan yüzbinlerce fosile rağmen, bu tür "ara-geçiş formları"nın tek bir tanesine bile rastlanamadı.
Evrimciler, sıçramalı evrim modeline, bu büyük fosil fiyaskosunu örtbas edebilmek umuduyla el attılar. Ancak başta da vurguladığımız gibi bunun bir fantezi olduğu son derece açıktı ve çok kısa sürede kendisini tüketti. Sıçramalı evrim modeli, hiçbir zaman tutarlı bir model olarak öne sürülmedi, ama kademeli evrim modeline uymadığı açıkça belli olan durumlarda bir kaçış yolu olarak kullanıldı. Günümüzde evrimciler, canlılardaki hemen hepsi kompleks yapılara sahip olan -göz, kanat, akciğer, beyin, vs. gibi- organların kademeli evrim modelini çok açık biçimde yalanladığını gördüklerinden, bu noktalarda sıçramalı evrim modelinin fantastik izahlarına sığınmak zorunda kalırlar.
HAYALİ ÇİZİM |
Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin milyonlarca yıllık bir zaman dilimi içerisinde yavaş ve aşamalı olarak gerçekleştiğini söyler. Bu iddianın mantıksal sonucu ise, bu geçiş dönemi sırasında "ara-geçiş formu" adı verilen garip canlıların yaşamış olmasını gerektirir. Evrimciler, tüm canlıların kademeli olarak birbirlerinden türediklerini iddia ettikleri için de, bu ara-geçiş formlarının türlerinin ve sayılarının milyonlarca olması gerekir.
Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, fosil kayıtlarında bunların kalıntılarına da rastlanması gerekir. Çünkü bu teze göre, ara geçiş formlarının sayısının, bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanında fosilleşmiş olarak bulunması gerekmektedir.
Nitekim Darwin'den bu yana yoğun bir şekilde hep bu fosiller arandı, fakat evrimciler için sonuç acı verici bir hayal kırıklığıydı. Bu dünyada hiçbir yerde -ne bir kıtada ne de bir okyanusun derinliklerinde- tek hücreli organizmalarla kompleks omurgasızlar arasındaki herhangi bir ara geçiş formuna rastlanamadı.
100 Milyon Yıllık Timsah FosiliTimsahlar yaşayan fosil örneklerinden biridir. Bütün vücut yapıları eksiksiz bir biçimde aniden ortaya çıkmış ve yüz milyon yılı aşkın bir süredir (timsahların 140 milyon yıllık fosilleri bulunmaktadır) hiçbir değişim geçirmeden günümüze ulaşmışlardır. Resimdeki 100 milyon yıllık timsahla, günümüzdekiler arasında bir fark olmaması, bu gerçeği bir kez daha vurgulamaktadır. |
Aslında Darwin de bu ara geçiş formlarının yokluğunun farkındaydı. Yine de en büyük beklentisi bu sözde ara geçiş formlarının gelecekte bulunmasıydı. Ancak bu bekleyişine rağmen, teorisinin en büyük açmazının bu konu olduğunu görüyordu. Bu yüzden, şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji (evrim adına) iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.55
Evrimin Sözde Delilleri Geçersiz Çıktı...410 milyon yıllık Coelacanth balığı fosili (aşağıda). Evrimciler bu balığın sudan karaya geçişini ispatlayan bir ara form olduğunu öne sürdüler. Ancak son 50 yıl içinde, çeşitli denizlerde 40'tan fazla örneği ele geçirilen bu canlının halen yaşayan kusursuz bir balık olduğu ortaya çıktı. Dinozorlardan evrimleştiği ve kuşların atası olduğu öne sürülen 135 milyon yıllık Archaeopteryx fosili (aşağıda). Fosil üzerinde yapılan araştırmalar, bunun soyu tükenmiş uçucu bir kuş olduğunu ortaya çıkardı. |
1938 yılından sonra da Coelacanth'ın defalarca canlı örneği yakalandı. Coelacanth'ın okyanusun derin sularında yaşayan 180 m derinliğin üzerine çıkmayan bir balık olduğu anlaşıldı. Coleacanth'ın,Darwinistlerin iddia ettiği gibi bir ara canlı değil, 400 milyon yıl boyunca yapısı hiç değişmeden varlığını devam ettirmiş yaşayan bir fosil olduğu ortaya çıktı. |
410 milyon yıllık Coelacanth balığı fosili. |
Darwin endişelenmekte haklıydı. Çünkü evrimcilerin tüm ümitlerine ve çabalarına rağmen, ne Darwin zamanında ne de Darwin'den bu yana dünyanın hiçbir yerinde —ne bir kıtada ne de bir okyanusun derinliklerinde— bu ara geçiş formlarına rastlanamadı. Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek V. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.56
Fosil kayıtlarındaki bu boşluklar, yeterince fosil bulunamadığı ve birgün aranan fosillerin ele geçeceği gibi bir avuntuyla da açıklanamaz. Bir başka evrimci paleontolog T. N. George, bunun nedenini şöyle açıklamaktadır:
Fosil kayıtlarının (evrimsel) zayıflığını ortadan kaldıracak bir açıklama yapmak artık mümkün değildir. Çünkü elimizdeki fosil kayıtları son derecede zengindir ve yeni keşiflerle yeni türlerin bulunması imkansız gözükmektedir... Her türlü keşfe rağmen fosil kayıtları hala (türler arası) boşluklardan oluşmaya devam etmektedir.57
Bugüne kadar yapılan kazılarda 500 milyondan fazla fosil elde edilmiştir. Bu fosillerin hepsi, tam ve kusursuz canlılara aittir. 500 milyon fosil içerisinde, canlı türlerinin aşama aşama birbirlerinden türeyerek meydana geldiklerini, yani evrimleştiklerini gösteren bir tane bile fosil bulunmamaktadır. 500 milyondan fazla fosil yaratılışın tartışmasız bir gerçek olduğunu gözler önüne sererken, evrimin bilim dışı bir masal olduğunu da bir kez daha ispatlamaktadır.
Bu 50 milyon yıllık çınar yaprağı fosili ABD çıkarılmıştır. 50 milyon yıldır çınar yaprakları hiç değişmemiş, evrim geçirmemiştir. |
İtalya'da çıkarılmış bu mene balığı fosili 54 - 37 milyon yıllıktır. |
Danimarka'da elde edilen bu yengeç fosillerinin özelliği, yılın belli dönemlerinde yeryüzüne çıkan yuvarlak taşlar içinde bulunmalarıdır. Bu özellikleri nedeniyle, "yengeç topları" olarak da adlandırılan söz konusu fosiller, çoğunlukla Oligosen dönemine (37-23 milyon yıl) aittir. |
110 milyon yıllık akrep ve 108 - 92 milyon yıllık çekirge fosilleri bu canlıların on milyonlarca yıl boyunca aynı yapı ve özelliklere sahip olduklarını, hiç değişmediklerini, yani evrim geçirmediklerini göstermektedir. |
95 milyon yıl önce yaşamış olan kedi balıklarının günümüzdeki örneklerinden hiçbir farkı olmadığını gösteren bu fosil karşısındaDarwinistlerin, teorilerinin hayal ürünü bir hikaye olduğunu kabul etmekten başka yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. |
110 milyon yıllık akrep fosilli |
Fosil kayıtlarında kusursuz yapılarıyla bir anda ortaya çıkan böceklerin önemli bir özellikleri de olağanüstü uçuş teknikleridir. Bu uçan harika böcekler, ilk yaratıldıklarında nasıl bir kanat yapısına sahiplerse, 125 milyon sonra yani günümüzde de aynı mükemmel kanat yapısına sahiptirler. Hiçbir evrim geçirmemişlerdir. 125 milyon önce yaşayan bu kınkanatlı böcek, kaya üzerinde her detayıyla birlikte taşlaşmıştır. |
Yeryüzü tabakaları ve fosil kayıtları incelendiğinde, canlı hayatının birdenbire ortaya çıktığı görülür. Canlı yaratıkların fosillerine rastlanılan en derin yeryüzü tabakası, 530-520 milyon yıl yaşında olduğu hesaplanan "Kambriyen" tabakadır.
Kambriyen Devri’ne ait tabakalarda bulunan canlılar, hiçbir evrimsel ataları olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Kompleks canlılardan meydana gelen geniş bir canlı mozaiği şaşırtıcı bir biçimde aniden ortaya çıkmıştır. Bu yüzden jeolojik literatürde bu mucizevi olay, "Kambriyen Patlaması" olarak anılır.
Bu tabakadaki canlıların çoğunda, göz gibi son derece gelişmiş organlar ya da solungaç sistemi, kan dolaşımı gibi yüksek organizasyona sahip organizmalarda görülen sistemler bulunur. Fosil kayıtlarında bu canlıların atalarının olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanılmaz. Earth Sciences dergisinin editörü Richard Monastersky, canlı yaratıkların birdenbire ortaya çıkışlarını şöyle anlatır:
Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan hayvan filumları (takımları) erken Kambriyen Devir'de zaten vardır ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar.58
Dünyanın nasıl olup da böyle birdenbire binlerce hayvan çeşidiyle dolup taştığı sorusuna cevap bulamayan evrimci kaynaklar, Kambriyen Devri'nin öncesine, içinde hayatın başlangıcının oluştuğu ve "bilinmeyenin gerçekleştiği" 20 milyon yıllık hayali bir dönem koyarlar. Bu dönem "evrimsel boşluk" olarak adlandırılır. Ancak bugüne kadar hiç kimse, bu evrimsel boşluğun ne olduğunu açıklayamamıştır.
1984 yılında, Çin'in Yunnan bölgesinin güney bölümündeki Cheng jiang'da, büyük miktarlarda kompleks omurgasız keşfedildi. Bunların arasında bulunan ve şu an soylarının tükendiği bilinen trilobitler en azından bugün var olan omurgasızlar kadar kompleks yapılıydılar.
İsveçli evrimci paleontolojist Stefan Bengtson, bu durumu şöyle açıklıyor:
Eğer canlılık tarihinde herhangi bir olay, insanın yaratılışı hikayesine benzetilecekse, o da çok hücreli organizmaların ekolojide ve evrimde baş aktör haline geldikleri okyanus yaşamındaki ani farklılaşma dönemidir. Darwin'i şaşırtan -ve utandıran- bu olay bizi de hala şaşırtmaktadır.59
Evet, gerçekten de bu kompleks canlıların hiçbir ataya veya geçiş formuna sahip olmadan aniden ortaya çıkışları bugün de evrimciler için oldukça şaşırtıcı ve can sıkıcıdır, tıpkı 160 yıl önce Darwin için olduğu gibi. Çünkü evrimciler 160 yıl sonra bile bu esrara bir çözüm bulabilmek konusunda Darwin'den daha öteye gidebilmiş değillerdir.
Görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlıların, iddia edildiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç ile geliştiklerini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Ara formların yokluğu, sadece Kambriyen dönemine ait bir durum değildir. Evrimcilerin iddia ettikleri omurgasızlar-balıklar-amfibiler-sürüngenler-kuşlar-memeliler şeklinde ilerleyen hayali evrim şemasını doğrulayacak tek bir ara form bile şimdiye kadar bulunamamıştır. Her canlı türü, fosil kayıtlarında aniden ve bugünkü eksiksiz şekliyle belirmektedir.
Bir başka deyişle canlılar, evrimle oluşmamış, yaratılmışlardır.
Kambriyen döneminde, tam ve mükemmel halleri ile olağanüstü bir canlı çeşitliliği aniden ortaya çıkmıştır. |
Evrim teorisine delil arayanların en çok başvurdukları kaynak fosil kayıtlarıdır. Dikkatli ve tarafsız olarak incelendiğinde bu fosil kayıtlarının, evrimcilerin iddialarının aksine evrim teorisini destekledikleri değil, çürüttükleri görülür. Ancak fosillerin genel olarak evrimciler tarafından çarpıtılarak yorumlanmaları ve kamuoyuna da taraflı bir şekilde yansıtılmaları sebebiyle birçok kişi fosil kayıtlarının gerçekten evrim teorisini desteklediğini düşünmektedir.
Fosil kayıtlarındaki bazı bulguların her türlü yoruma açık olması evrimcilerin en çok işlerine gelen noktadır. Bulunan fosiller çoğu zaman eksik ve dağılmış kemik parçalarından oluşur. Bu sebeple, eldeki verileri çarpıtmak ve bunları istenilen doğrultuda malzeme yapmak bir kısım evrimciler için çok kolaydır. Nitekim evrimciler tarafından fosil kalıntılarına dayanılarak yapılan rekonstrüksiyonlar (çizim ya da maketler) tamamen spekülatif olarak evrimsel tezleri doğrulayacak biçimde yapılır. İnsanlar görsel yoldan daha kolay etkilendikleri için amaç onları, hayalgücüyle rekonstrüksiyonu yapılmış yaratıkların geçmişte gerçekten yaşadığına inandırabilmektir.
Evrimci araştırmacılar, çoğu kez yalnızca bir diş veya bir çene kemiği parçası ya da ufak bir kol kemiğinden yola çıkarak insan benzeri hayali yaratıklar çizer ve bunu sansasyonel bir biçimde insan evriminin bir halkası olarak kamuoyuna sunarlar. Bu çizimler çoğu insanın zihninde var olan hayali "ilkel insanlar" imajının oluşmasında büyük rol oynamıştır.
Kemik kalıntılarına dayanılarak yapılan bu çalışmalarla sadece eldeki objenin çok genel özellikleri ortaya çıkarılabilir. Oysa asıl belirleyici ayrıntılar zaman içinde kolayca yok olabilen yumuşak dokulardır. Bu sebeple yumuşak dokuların spekülatif olarak yorumlanmasıyla, rekonstrüksiyonu yapan kişinin hayal gücünün sınırları içinde her şey mümkündür. Harvard Üniversitesi'nden Earnest A. Hooton bu durumu şöyle açıklar:
Yumuşak kısımların tekrar inşası çok riskli bir girişimdir. Dudaklar, gözler, kulaklar ve burun gibi organların altlarındaki kemikle hiçbir bağlantıları yoktur. Örneğin, bir Neanderthal kafatasını aynı yorumla bir maymuna veya bir filozofa benzetebilirsiniz. Eski insanların kalıntılarına dayanarak yapılan canlandırmalar hemen hemen hiçbir bilimsel değere sahip değillerdir ve toplumu yönlendirmek amacıyla kullanılırlar... Bu sebeple rekonstrüksiyonlara fazla güvenilmemelidir.60
SAHTE Darwinistler ara fosil getiremediklerinden hayali çizimlerle insanları aldatmaya çalışırlar. Oysa bu çizimlerin tamamı sahtedir. |
Evrim teorisine fosil kayıtlarında hiçbir geçerli delil bulamayan bazı evrimciler, sonunda kendi delillerini kendileri üretme yoluna gittiler. Evrim sahtekarlıkları adı altında ansiklopedilere bile geçen bu çalışmalar, evrim teorisinin zorla ayakta tutulmaya çalışılan bir ideoloji ve hayat felsefesi olduğunun en güzel kanıtıdır. Bu sahtekarlıkların en ünlüleri şunlardır:
Amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere'de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu örneklere "Piltdown Adamı" adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makaleler yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı, insanın evrimine önemli bir delil olarak sunuldu.
Ancak 1949 yılında fosili bir kez daha inceleyen uzmanlar, bunun yapay bir fosil olduğunu, insan kafatasına bir orangutan çenesi monte edilmesiyle üretildiğini buldular.
Flor metoduna dayanılarak yapılan araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Orangutana ait çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların, çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı. Oakley, Clark ve Weiner'in yaptıkları detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir maymuna aitti. Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için potasyum dikromat ile lekelendirilmişti. Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Wilfrid Le Gros Clark bu durum karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu:
Dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış olabilir?61
Piltdown Adamı fosili, yeni ölmüş bir orangutan çenesine insan kafatası monte edilmesiye üretilmiş bir sahte fosildir. Bu sahte fosil, British Museum'da yaklaşık 40 yıl boyunca insanın hayali evrimine kanıt olarak sergilenmiştir. Sahtekarlığın ortaya çıkmasının ardından ise, 1949 yılında fosil, alelacele müzeden kaldırılmış, literatürden çıkarılmıştır. Ancak kuşkusuz bu fosil, Darwinistler açısından bir utanç vesilesi olarak tarih kitaplarındaki yerini almıştır. Sahte fosil: Piltdown Adamı |
1922'de, Amerikan Doğa Tarih Müzesi müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska'daki Yılan Deresi yakınlarında, Plieocen Dönemi'ne ait bir azı dişi fosili bulduğunu açıkladı. Bu diş, iddiaya göre, insan ve maymunların ortak özelliklerini taşımaktaydı. Çok derin bilimsel tartışmalar başlatılmıştı, bazıları bu dişi Pithecanthropus erectus olarak yorumluyorlar, bazıları ise bunun insana daha yakın olduğunu söylüyorlardı. Büyük tartışmalar yaratan bu fosile "Nebraska Adamı" adı verildi. "Bilimsel" latince ismi de hemen takıldı: "Hesperopithecus Haroldcooki".
Birçok otorite Osborn'u destekledi. Bu tek dişe dayanılarak Nebraska Adamı’nın kafatası ve vücudunun rekonstrüksiyon resimleri çizildi. Hatta daha da ileri gidilerek ailece resimleri yayınlandı.
Ancak 1927'de iskeletin öbür parçaları da bulundu. Bulunan yeni parçalara göre bu diş ne maymuna ne de insana aitti. Dişin, Prosthennops isimli yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş bir cinsine ait olduğu anlaşıldı.
NEBRASKA MAN = Nebraska AdamıDarwinistler sadece tek bir domuz dişine dayanarak Nebraska Adamı'nın ailesi ile birlikte sahte çizimlerini yapmış ve bunları ders kitaplarında yayınlamışlardır. Yıllarca insanları ve özellikle öğrencileri aldatmaktan çekinmemişlerdir. |
Evrim teorisinin bilim dışı iddiasına göre insanlar ve günümüz maymunları ortak atalara sahiptirler. Evrimciler, bu sözde ilkel canlıların zamanla evrimleştiklerini; bir kısmının günümüz maymunlarını, bir kısmının da günümüz insanlarını oluşturduğunu iddia ederler.
Maymunlarla insanların sözde ilk ortak atalarına evrimciler, "Güney Afrika maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Gerçekte soyu tükenmiş eski bir maymun türünden başka birşey olmayan Australopithecusların çeşitli türleri bulunur. Bunların bazıları iri yapılı, bazıları daha küçük, daha narin yapılı canlılardır.
İnsanın sözde evriminin bir sonraki safhasını da evrimciler, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslardan daha gelişmiş, günümüz insanından çok fazla farkı olmayan canlılardır. Bu sözde evriminin en son aşamasında ise, homo sapiens sapiens, yani günümüz modern insanının oluştuğu öne sürülür.
İşin aslı ise şöyledir: Evrimcilerin ortaya attıkları bu hayali senaryoda Australopithecus ismini verdikleri canlılar soyları tükenmiş gerçek maymunlar, homo serisindeki canlılar ise eski tarihlerde yaşamış bugün ise nesli tükenmiş ırklara mensup insanlardır. Evrimciler bir "insan evrimi" şeması oluşturabilmek için çeşitli maymun ve insan fosillerini büyüklüklerine göre ard arda dizmişlerdir. Oysa bilimsel gerçekler, bu fosillerin kesinlikle bir evrim sürecini göstermediğini ve insanın ataları olarak gösterilen bu canlıların bir kısmının gerçek maymun, bir kısmının da gerçek insan olduklarını göstermiştir.
Şimdi hayali insan evrimi şemasının ilk basamağını oluşturan Australopithecusları inceleyelim.
Evrimcilerin iddiası, Australopithecusların günümüz insanlarının en ilkel atası olduklarıdır. Bunlar yüz ve kafa yapıları bugünkü maymunlara benzeyen, beyin hacimleri ise günümüz maymunlarınkinden daha küçük olan eski bir türdür. Ancak evrimcilerin iddialarına göre bu yaratıkların insanların atası olmasını sağlayan çok önemli bir özellikleri bulunur; iki ayaklı olmaları.
Maymunlarla insanların hareket şekli tamamen farklıdır. İnsanlar, gerçek anlamda iki ayaklarıyla dik hareket eden yegane canlılardır. Diğer bazı hayvanlar ise iki ayaklı olarak sınırlı bir hareket kabiliyetine sahiptirler ve sonuçta eğik bir iskelete sahiptirler.
Evrimcilere göre, Australopithecus isimli bu canlılar, iki ayakları üzerinde insanlar gibi dik olarak yürüyemeseler de eğik yürüme yeteneğine sahiptiler. İşte bu sınırlı iki ayaklı yürüyüş hareketi bile evrimcileri bu canlıların insanın atası oldukları yönünde cesaretlendirmeye yetmiştir.
Oysa evrimcilerin, Australopithecusların iki ayaklı olduklarına dair iddialarını çürüten ilk delil, yine evrim araştırmacılarının kendilerinden geldi. Australopithecusların fosilleri üzerinde yapılan detaylı inceleme, evrimciler tarafından bile, bunların "fazla" maymuna benzediğinin kabulüne yol açmıştı. 1970'li yılların ortalarında Australopithecus fosilleri üzerinde detaylı anatomik araştırmalar yapan evrimci Charles E. Oxnard, Australopithecusların iskelet yapılarını günümüz orangutanlarınkine benzetiyordu:
Australopithecineslerin omuz, pelvis, bilek, ayak, dirsek ve eller gibi anatomik bölgeleri üzerinde yapılmış birçok karşılaştırmalı anatomik araştırma mevcuttur. Bütün bunlar şunu söylüyor: Bu fosillerin modern insana olan yakınlığı gerçek olmayabilir. Bütün fosil parçaları hem insandan hem de şempanze ve gorillerden farklıdır. Australopithecinesler grup olarak incelendiğinde kendilerine has bir tür orangutana benzerlik gösterirler.62
Ancak evrimciler için esas utanç kaynağı, Australopithecusların iddia edildiği gibi iki ayaklı ve eğik olarak yürüyemeyeceklerinin anlaşılmış olması oldu. İki ayaklı ancak eğik olarak yürüdüğü iddia edilen Australopithecus'un böyle bir yapıya sahip olması fiziksel olarak son derece verimsiz olacaktı ve orantısız olarak yüksek bir enerji gerektirmekteydi. Nitekim, 1996 yılında bilgisayar uzmanı Robin Huw Crompton, yaptığı araştırmalarda bu çeşit bir "karma" yürüyüşün imkansız olduğunu gösterdi. Crompton'un vardığı sonuç şuydu: Bir canlı ya tam dik ya da tam dört ayağı üzerinde yürüyebilir. Bu ikisinin arası bir yürüyüş biçimi, enerji kullanımının aşırı derecede artması nedeniyle mümkün olamaz. Böylece Australopithecusların iddia edildiği gibi hem eğik hem de iki ayağı üzerinde yürüyemeyeceği ortaya çıkmış oldu.
Australopithecusların iki ayaklı olmadıklarına dair belki de en önemli çalışmayı ise 1994 yılında fosilleşmiş canlılar üzerinde iki ayaklılık araştırmaları yapan İngiltere Liverpool Üniversitesi, İnsan Anatomisi ve Hücre Biyolojisi Bölümü'nde görevli araştırmacı anatomist Fred Spoor ve ekibi yaptılar. Kulak salyangozundaki bilinçsiz denge mekanizmasından yola çıkarak araştırmalar yapan bilim adamları Australopithecusların kesinlikle iki ayaklı olmadıklarını buldular. Böylece Australopithecusların insan benzeri olduklarına dair iddianın sonu gelmiş oldu.
1. Şempanze Australopithecus ve şempanze kafatasları arasınadaki benzerlik, Australopithecus'un insanın atası değil, gerçek bir maymun türü olduğunun açık bir göstergesidir. |
Hayali insan evriminin bir sonraki basamağı ise "homo" yani insan serisidir. Bu serideki canlılar günümüz insanından çok farklı olmayan sadece ırksal bazı farklılıkları bulunan insanlardır. Evrimciler bu farklılıkları abartmaya çalışarak söz konusu insanları günümüz insanının bir "ırkı" olarak değil, ayrı bir "tür"ü olarak yorumlamışlardır. Oysa birazdan da göreceğimiz gibi homo serisindeki insanların tümü aslında normal birer insan ırkından başka birşey değildir.
Evrimcilerin hayali şemasına göre homo türünün kendi içindeki hayali evrimi şöyledir: Önce homo erectus, sonra arkaik homo sapiens ve neandertal insanı, sonra da cro-magnon adamı ve günümüz insanı oluşur.
Homo serisindeki yukarıda saymış olduğumuz "tür"lerin hepsi, her ne kadar evrimciler aksini iddia etseler de gerçek insanlardan başka birşey değildirler. Öncelikle evrimcilerin en ilkel tür saydıkları homo erectus'u inceleyelim.
Homo erectus'un "ilkel" bir tür olmadığını gösteren en etkileyici delil, en eski homo erectus kalıntılarından olan "Turkana Çocuğu" fosilidir. Turkana çocuğu fosilinin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve büyüdüğü zaman 1.83 boyunda olacağı tahmin edilmektedir. Bu fosilin sahibinin dik iskelet yapısı günümüz insanından farksızdır! Uzun ve ince olan iskelet yapısı, günümüzde tropik bölgelerde yaşamakta olan insanların iskelet yapısıyla tamamen uyuşmaktadır. Bu fosil, homo erectus'un günümüz insanının bir ırkı olduğunun en önemli delillerindendir. Evrimci paleantropolog Richard Leakey homo erectus ve günümüz insanını şöyle karışılaştırır:
Herhangi bir kişi farklılıkları farkedebilir: Kafatasının biçimi, yüzün açısı, kaş çıkıntısının kabalığı vs. Ancak bu farklılıklar bugün değişik coğrafyalarda yaşamakta olan insan ırklarının birbirleri arasındaki farklılıklardan daha fazla değildir. Böyle bir varyasyon topluluklar birbirlerinden uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman ortaya çıkar.63
Yani Leakey şunu söylemektedir ki homo erectus ve bizim aramızdaki fark, örneğin zencilerle eskimolar arasındaki farklılıklardan fazla değildir. Homo erectus'un bu kafatası özellikleri, beslenme biçimi, genetik göç, diğer insan ırklarıyla belli bir süre kaynaşmama gibi olayların sonucunda ortaya çıkmıştır.
Homo erectus'un "ilkel" bir tür olmadığının bir başka güçlü kanıtı bunların 27 bin yıllık ve hatta 13 bin yıllık fosillerinin bulunmuş olmasıdır. Bilim dünyasında büyük yankılar uyandıran ve Time'da yayınlanan bir makaleye göre Java Adası'nda yaşının 27 bin yıllık olduğu belirlenen homo erectus fosilleri bulunmuştur. Avusturalya'da Kow Bataklığı'nda ise 13 bin yıllık homo sapiens-homo erectus özellikleri taşıyan bazı fosiller bulunmuştur. Bütün bu fosiller, homo erectus'un günümüze oldukça yakın tarihlere kadar yaşamını sürdürmüş olduğunu ve bunların bildiğimiz insanın tarihe gömülmüş bir ırkından başka birşey olmadıklarını göstermektedir.
Arkaik homo sapiens, hayali evrim şemasının günümüz insanından bir önceki basamağını oluşturur. Aslında bu insanlar hakkında evrimciler açısından söylenecek birşey yoktur, zira bunlar günümüz insanından ancak çok küçük farklılıklarla ayrılırlar. Hatta bazı araştırmacılar, bu türün temsilcilerinin günümüzde hala yaşamakta olduklarını söyleyerek Avusturalyalı Aborijin yerlilerini örnek gösterirler. Aborijin yerlileri de aynı bu tür gibi kalın kaş çıkıntılarına, içeri doğru eğik bir çene yapısına ve biraz daha küçük bir beyin hacmine sahiptirler. Ayrıca çok yakın bir geçmişte Macaristan'da ve İtalya'nın bazı köylerinde bu insanların yaşamış olduklarına dair ciddi bulgular ele geçirilmiştir.
Evrimciler arkaik homo sapiens türüne en önemli örnek olarak Hollanda'nın Neander vadisinde bulunan ve Neandertal adamı adı verilen insan fosillerini gösterirler. Zaten günümüzde birçok araştırmacı, Neandertal insanını günümüz insanının bir alt türü olarak tanımlayarak "homo sapiens neandertalensis" demektedir. Bu ırkın günümüz insanıyla beraber, aynı anda ve aynı coğrafyada yaşadığı kesindir. Bulgular, Neandertallerin ölülerini gömdüklerini, çeşitli müzik aletleri yaptıklarını ve aynı dönemde yaşamış homo sapiens sapienslerle beraber gelişmiş bir kültürü paylaştıklarını açıkça göstermektedir. Neanderthal fosillerinin tamamen modern olan kafatasları ve iskelet yapıları da herhangi bir spekülasyona açık değildir. Bu konuda ciddi bir otorite sayılan New Mexico Üniversitesi'nden Erik Trinkaus şöyle yazar:
Neanderthal kalıntıları ve modern insan kemikleri arasında yapılan ayrıntılı karşılaştırmalar, şunu göstermektedir ki Neanderthallerin anatomisinde, ya da hareket, alet kullanımı, zeka seviyesi veya konuşma kabiliyeti gibi özelliklerinde modern insanlardan aşağı sayılabilecek hiçbir şey yoktur.64
Bunlara ek olarak Neandertallerin günümüz insanına göre bazı üstünlükleri bulunmaktadır. Neandertallerin beyin hacimleri günümüz insanınkinden daha büyüktür ve bunlar vücut olarak daha sağlam yapılı ve kas gücü olarak bizlerden çok daha güçlüdürler. Yine Trinkaus şöyle der:
Neanderthallerin kendine özgü yapısı, gövde ve uzuv kemiklerinin genel olarak abartılı biçimde yapılı olmasıdır. Bütün iyi korunmuş kemikler, modern insanlar tarafından ender olarak sahip olunabilecek bir güce işaret ediyor. Dahası bu özellik sadece yetişkin erkeklerde değil, yetişkin kadınlarda, yaşlılarda ve hatta çocuklarda bile görülebiliyor.
Kısacası Neandertaller, sadece zamanla asimile olmuş özgün bir insan ırkıdır.
Tüm bunlar, evrimcilerin çizdikleri "insanın evrimi"senaryosunun da tamamen bir hayal ürünü olduğunu, insanların her zaman insan, maymunların da her zaman maymun olduklarını göstermekte, arada herhangi bir hayali "insansı"nın bulunmadığını kanıtlamaktadır.
Neandertaller İri Yapılı İnsanlardı1. İsrail'de bulunan Homo sapiens neanderthalensis, Amud 1 kafatası yer alıyor. Bu fosilin sahibinin 1.80 m. boyunda olduğu tahmin edilmektedir. Beyin hacmi ise bugüne kadar rastlanılanların en büyüğüdür: 1740 cc. Bu nedenlerle bu fosil, Neandertallerin ilkel bir tür olduğu yönüandeki iddiaları çok kesin bir biçimde yıkan bir delil niteliğindedir. 2. Görülen Kebara 2 (Moşe) fosili bugüne kadar bulunmuş en iyi durumdaki Neandertal kalıntısıdır. 1.70 m. boyundaki bu fosilin iskelet yapısı günümüz insanından ayırt edilememektedir. Fosille beraber bulunan alet kalıntılarından, bu kişinin ait olduğu topluluğun, aynı dönemde, aynı bölgede yaşayan Homo sapiens topluluklarıyla aynı kültürü paylaştığı anlaşılmaktadır. |
Evrim teorisi canlılığın, ilkel dünya koşullarında rastlantılar sonucu meydana gelen bir hücreyle başladığını ileri sürer. Oysa hücre, 21. yüzyılda bile pek çok özelliği yeni yeni anlaşılmaya başlanan olağanüstü kompleks bir yapıdır. Evrimcilerin iddia ettiği şekilde hücrenin varlığını doğa şartlarına ve tesadüflere bağlamanın nasıl bir akılsızlık olduğunu göstermek için hücrenin yapısını basit benzetmelerle tarif etmeye çalışalım:
Bir canlı hücresi, bütün çalışma ve haberleşme sistemleri, ulaşımı ve yönetimiyle büyük bir şehirle benzer bir komplekslik derecesine sahiptir: Hücrenin sarf ettiği enerjiyi üreten santraller; yaşam için zorunlu olan enzim ve hormonları üreten fabrikalar; üretilecek bütün ürünlerle ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu bir bilgi bankası; bir bölgeden diğerine hammaddeleri ve ürünleri nakleden kompleks taşıma sistemleri, boru hatları; dışardan gelen hammaddeleri işe yarayacak parçalara ayrıştıran gelişmiş laboratuvar ve rafineriler; hücrenin içine alınacak veya dışına gönderilecek malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yapan uzmanlaşmış hücre zarı proteinleri bu kompleks yapının yalnızca bir bölümünü oluştururlar.
İşte yapısı ve içerdiği mekanizmalarla bu derece kompleks bir varlık olan hücrenin değil ilkel dünya şartlarında oluşması, günümüzün en ileri teknolojiye sahip laboratuvarlarında bile yapay olarak sentezlenmesi mümkün olmamıştır. Hücrenin yapıtaşı olan aminoasitlerden ve bunların oluşturduğu proteinlerden yola çıkarak değil hücre, mitokondri, ribozom, vs. gibi hücrenin tek bir organeli bile oluşturulamaz. Dolayısıyla evrimin tesadüfen oluştuğunu iddia ettiği hayali ilk hücre yalnızca bir hayalgücü ve fantezi ürünü olarak kalmıştır.
Bazı Müslümanlar, 1940-50'lerin bilgisiyle evrimin bilim tarafından desteklenen bir teori olduğunu zannederek, "Müslümanlar Darwin'den çok önce evrimi biliyorlardı" gibi garip bir mantık örgüsüyle kendilerince İslamla evrimi bağdaştırmaya çalışmaktadırlar. Bu mantık, ciddi bir bilgisizliğin ürünüdür. Bilim evrimin geçersiz olduğunu ispatlamıştır. Bilimin gösterdiği gerçek Yaratılış’tır.
Müslümanın iman ettiği ve Kuran’da haber verilen, her şeyi Allah'ın yarattığı gerçeğidir. Dolayısıyla bir Müslümanın, Eski Mısır ve Sümerler devrinden kalan putperest bir hurafe olan ve her şeyi tesadüflerle açıklayan evrim teoris ile aynı şeyi savunuyor olması mümkün değildir.
Elbette Allah dileseydi canlıları evrimle de yaratabilirdi. Ancak Kuran'da bu yönde bir bilgi yer almamakta, evrimcilerin öne sürdüğü gibi türlerin aşama aşama oluşumunu destekleyecek hiçbir ayet bulunmamaktadır. Eğer böyle bir yaratılış şekli olsaydı, bunu, Kuran ayetlerinde detaylı açıklamaları ile görmemiz mümkün olurdu. Ancak tam tersine Kuran'da canlılığın ve evrenin Allah'ın "Ol" emriyle mucizevi şekilde var edildiği bildirilmektedir:
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol" der, o da hemen olur. (Bakara Suresi, 117)
Kuran’da bildirilen gerçek insanın yoktan, en güzel biçimde yaratıldığıdır:
Doğrusu, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. (Tin Suresi, 4)
Gökleri ve yeri hak olmak üzere yarattı ve size düzenli bir biçim (suret) verdi; suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş O'nadır. (Tegabün Suresi, 3)
Allah Kuran’da kainat yaratılmadan önce insanları zer aleminde var ettiğini ve hepsinden söz aldığını bildirmiştir:
Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar: "Evet (Rabbimizsin), şahid olduk" demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir. (Araf Suresi, 172)
Görüldüğü gibi ayette, kainat henüz var edilmeden önce insanların yaratıldığı, kusursuz ve tam olarak var oldukları ve Allah’a söz verdikleri bildirilmiştir. Ayetteki bilgiye göre, kainat henüz yoktur ama konuşan, duyan, söz veren, tüm uzuvları ve fiziksel özellikleriyle tam insanlar vardır.
Ayetin Arapçası ise şöyledir:
“Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).”
ve iz ehaze: ve çıkardığı, aldığı zaman
(iz: Hani, hatırla, o halde, öyleyse, o vakit, zaman, …dığında, …dığı vakit, çünkü, zira, …dığı için, sebebiyle)
rabbu-ke: senin Rabbin
min benî âdeme: Âdemoğullarından
min zuhûri-him: onların sırtlarından
zurriyyete-hum: onların zürriyetlerini, onların soyları, onların nesilleri
ve eşhede-hum: ve onları şahit tuttu
alâ enfusi-him: nefslerinin (kendilerinin) üzerine
e lestu: ben değil miyim?
bi rabbi-kum: sizin Rabbiniz
kâlû: dediler
belâ: evet
şehid-nâ: biz şahit olduk
en tekûlû: demeniz, demenize karşı (dememeniz için)
yevme el kıyâmeti: kıyâmet günü
innâ: muhakkak ki biz, gerçekten biz
kun-nâ: biz olduk, ... idik
an hâzâ: bundan
gâfilîne: gâfiller, habersiz olanlar
Ayette geçen ‘zürriyyet’ kelimesi bu ayetin dışında Kuran-ı Kerim’de 18 yerde daha geçmektedir. Bu kelimenin kullanıldığı tüm ayetlerde ise anlamı, İslam alimlerinin ittifakıyla, “insan nesli”dir. Bu ayette de, Adem’in zürriyetinden yani Hz. Adem (as)’ın soyundan, yani dünyada yaşamış ve yaşayacak tüm insanlardan bahsedilmektedir. Zira, sadece Hz. Adem (as)’ın kendisinden alınan bir ahid söz konusu olsaydı, “hani Rabbin Adem’den ahid almıştı” ifadesi kullanılırdı. Ayette geçen ‘hani Rabbin Adem oğullarından ahid almıştı’ ifadesiyle, Hz. Adem (as)’ın zürriyeti, yani tüm insanlar kast edilmektedir.
Ayetin başında yer alan ‘iz / hatırla o zamanı, hani’ ifadesi ise, Hz. Adem (as)’ın zürriyetine yani tüm insanlığa olan bu hitabın olduğu zamanını gösterir. ‘İz’ kelimesi geçmişte olan bir olay hakkında kullanılan zaman edatıdır. Anlamı da ‘geçmişte olan bu olayı hatırla’dır. Söz konusu olan tüm insanların geçmişte, henüz kainat yaratılmadan önce, verdikleri sözdür.
Kuran’ın bir başka ayetinde ise insanların iki defa ölüp dirildikleri haber verilir:
Dediler ki: "Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin; biz de günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkış için bir yol var mı?" (Mümin Suresi, 11)
İşte bu ayette bildirilen ilk ölüm ve dirilme, zer aleminde insanlar söz verdikten sonra bir nevi ölmeleri, sonra Allah’ın anne ve babayı vesile edip can vermesi ve dünyaya gelmeleri, yani dirilmeleridir. İkinci ölüm ise dünyadaki bildiğimiz fiziksel vefat olacak, ahirette de ikinci kez dirilme gerçekleşecektir.
Kuran’da evrimle yaratılış olduğunu iddia edenlerin, “aşama aşama insan oluştu” iddiaları bu durumda tamamen geçersizdir. İnsan dünyada aşama aşama oluşmamıştır. Zer aleminde tüm insanlar Hz. Adem (as) ve diğer peygamberler vardır. Hz. Adem (as)’ın ve diğer insanların bir takım evrimsel süreçlerden geçerek bugünkü insan olduğu iddiası doğru değildir.
Hz. Adem (as) önce tüm insanlar gibi zer aleminde vardır, sonra cennette yaratılmış, sonra da dünyaya gönderilmiştir:
Hani Rabbin meleklere: “Gerçekten Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım” demişti. “Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın. (Sad Suresi, 71-72)
Fakat Şeytan, oradan ikisinin ayağını kaydırdı ve böylece onları içinde bulundukları durumdan çıkardı. Biz de: ‘Kiminiz kiminize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde belli bir vakte kadar bir yerleşim ve meta vardır’ dedik. (Bakara Suresi, 36)
Bir başka Kuran ayetinde ise tüm insanların zer aleminde Allah’a verdikleri söz şöyle bildirilir:
Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve: "İşittik ve itaat ettik" dediğinizde sizi, kendisiyle bağladığı sözünü (misakını) anın. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, sinelerin özünde olanı bilendir. (Maide Suresi 7)
Zer aleminde Allah’a söz verenler evrcimlerin iddia ettiği gibi yarım, uzuvları tam gelişmemiş, yarı insan yarı başka varlıklar değildir. Tam ve şuur sahibi insanlardır. Bu gerçek, Kuran’da evrimle yaratılış olmadığının açık bir ispatıdır.
İnsanın evrimle gelişim gösterdiğini iddia eden kişilere, meleklerin ve cinlerin nasıl yaratıldığı sorulduğunda ise cevapları "Allah yoktan yarattı" olacaktır. Cinleri ve melekleri Allah'ın yarattığını bilip kabul eden bu kişilerin, Allah'ın, insanı da aynı şekilde yaratmış olduğunu düşünememeleri, bunu akledememeleri oldukça vahimdir. Meleği "Ol" emri ile bir anda yaratan Yüce Rabbimiz'in, insanı da aynı şekilde yaratmış olduğunu görememeleri çok şaşırtıcı bir durumdur. Allah aynı şekilde Melekleri insan görünümünde de bir anda yaratmaktadır. Hz İbrahim’e gelen ziyaretçi melekler tam ve kusursuz birer insan görünümündedirler ve bir anda yaratılmışlardır.
Allah Kuran'da cinlerin, insanlardan farklı olarak, ateşten yaratıldıklarını haber vermiştir:
İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı. Cann'ı (cinni) da 'yalın-dumansız bir ateşten' yarattı. (Rahman Suresi, 14-15)
Kuran'da haber verildiği gibi, meleklerin yaratılışı da insanın yaratılışından çok farklıdır. Ayette meleklerin yaratılışı şöyle bildirilmektedir:
Hamd, gökleri ve yeri yaratan, ikişer, üçer ve dörder kanatlı melekleri elçiler kılan Allah'ındır; O, yaratmada dilediğini arttırır. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Fatır Suresi, 1)
Ayette yer alan ifadeden açıkça anlaşıldığı üzere melekler görünüm olarak da insanlardan çok farklıdırlar. Ayrıca Kuran'da hem meleklerin hem de cinlerin insanlardan önce yaratıldığı haber verilmektedir. Allah için yaratmak çok kolaydır. Rabbimiz hiçbir sebep olmadan yoktan var edendir. Cinleri ve melekleri nasıl farklı şekillerde ve yoktan var ettiyse, insanı da evrime gerek olmadan, ayrı bir varlık olarak yoktan var etmiştir. Aynı durum hayvanlar ve bitkiler gibi diğer canlılar için de geçerlidir. Kuran'da bildirilen açık gerçek şudur: Allah canlıların hiçbirini evrimleştirmeden, yani türleri başka türlere dönüştürmeden bir anda yoktan var etmiştir.
Kuran'da Hz. Musa (as)'ın elindeki asayı yere attığında, Allah'ın dilemesiyle bu asanın canlı bir yılana dönüştüğü bildirilmektedir. Hz. Musa (as) asasını yere attığında asa, yani cansız bir ağaç dalı canlı bir yılana dönüşmekte, eline aldığında yılan tekrar cansız bir ağaca dönüşmektedir, sonra tekrar yere attığında yine can bulmaktadır. Yani cansız bir madde, canlanmakta, sonra ölmekte, sonra yine canlanmaktadır. Böylece Allah bu mucizesiyle insanlara, sürekli Yaratılış'ı göstermektedir. Ayetlerde şöyle buyrulur:
Böylece, onu attı; (bir de ne görsün) o hemen hızla koşan (kocaman) bir yılan (oldu). Dedi ki: "Onu al ve korkma, Biz onu ilk durumuna çevireceğiz." (Taha Suresi, 20-21)
"Sağ elindekini at, onların yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz." (Taha Suresi, 69)
"Asanı bırak;" (Bıraktı ve) onun çevik bir yılan gibi hareket etttiğini görünce, geriye doğru kaçtı ve arkasına bakmadı. “Ey Musa, korkma; şüphesiz Ben(im); Benim yanımda gönderilen (elçiler) korkmaz." (Neml Suresi, 10)
Hz. Musa (as) elindeki asasını yere attığı anda, Allah'ın lütfuyla, cansız bir odun parçası halindeki asa, hızla hareket eden, diğer şahısların ortaya koyduklarını yutan, yani sindirim sistemi de olan tamamen canlı bir varlığa dönüşmektedir. Bu değişim, aniden gerçekleşmektedir. Böylece Allah insanlara canlılığın nasıl yoktan var edildiğinin bir örneğini göstermektedir. Cansız bir madde, sadece Allah'ın dilemesiyle, yani "Ol" emriyle can bulmaktadır. Allah'ın Hz. Musa (as)'a lütfettiği bu mucize, eski Mısırlıların batıl evrim inanışlarını bir hamlede yerle bir etmiştir., Hz. Musa (as)'a muhalif olan insanlar dahi hemen o an gerçeği kavrayıp, batıl inanışlarını bırakıp, Allah'a iman etmişlerdir.
Kuran'da Hz. İsa (as)'ın da çamurdan kuş biçiminde birşey yaptığı, sonra bunun içine üflediğinde, Allah'ın dilemesiyle, bu kuşun hayat bulup canlandığı haber verilmiştir:
Allah şöyle diyecek: "Ey Meryemoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bır kuş oluyordu... (Maide Suresi, 110)
Bu kuş, hiçbir sebebe bağlı olmadan, Allah'ın dilemesi ve mucizesiyle, can bulmaktadır Cansız bir maddeden can sahibi olan kuş, Yüce Allah'ın örneksiz, sebepsiz, üstün yaratışının örneklerinden biridir. Hz. İsa (as) da, Allah'ın lütfettiği bu mucizeyle, evrimci düşüncenin mantıksızlığını ve geçersizliğini gözler önüne sermektedir. Kendilerince İslamla evrimi bağdaştırmaya çalışanların ise Rabbimiz'in bu mucizelerini açıklayabilmeleri mümkün değildir.
Allah cinleri, melekleri, hurileri, gılmanları, cennet vildanlarını, cennet köşklerini, cennet bahçelerini, cehennemi, cehennem bekçilerini nasıl evrimle yaratmadıysa insanı da evrimle yaratmamıştır. Allah cennetteki tüm detayları; yüksek köşkleri, süsleri, bahçeleri, kuşları, yiyecekleri ve sonsuz nimetleri herhangi bir evrim süreci olmadan, bir anda, yoktan yaratmıştır. Cennetteki köşkler, sütten ırmaklar, kıyafetler, tahtlar, takılar Allah'ın "Ol" demesiyle olmuştur. Bunların gerçekleşmesi için sebeplere, inşaat ustalarına, terzilere, zanaatkarlara vs. ihtiyaç yoktur. Hurma, incir gibi cennet meyveleri; inci, sedef gibi cennet takıları nasıl ki cennette evrimle var olmadıysa, bu dünyada da evrimle var olmamıştır. Bu dünyada da cennette de hiçbir yaratma "evrimle" değildir. (Detaylı bilgi için bkz.; Kuran Darwinizm’i Yalanlıyor, Harun Yahya (Adnan Oktar))
Bazı insanlar olaylara genel bir bakış açısıyla bakamayıp yüzeysel bir şekilde ele aldıkları ve bu nedenle protein oluşumunu da basit bir kimyasal reaksiyon olarak değerlendirdikleri için, "amino asitler reaksiyon yoluyla bir araya gelerek proteinleri oluştururlar" gibi gerçek dışı bir çıkarım yapabilmektedirler. Ne var ki, cansız bir yapı içerisinde meydana gelen kimyasal reaksiyonlar sadece basit değişikliklere sebep olabilirler. Bu reaksiyonların sayısı önceden belirli ve kısıtlıdır. Kompleks kimyasal bir maddenin meydana gelmesi için çok büyük fabrikalar, kimyasal tesisler ve labratuvarlar gerekir. Günlük hayatımızda ilaç ve pek çok diğer kimyasal madde tam olarak bu şekilde üretilmektedir. Proteinler ise endüstriyel olarak üretilen bu kimyasallardan çok daha kompleks yapılara sahiptirler ve her şeyden önce canlılığın yapı taşıdırlar. Bu nedenle, her bir parçası belli bir düzen içerisinde yer alan ve her biri birer yaratılış harikası olan proteinlerin gelişigüzel kimyasal reaksiyonlarla meydana gelmesi mümkün değildir.
Proteinler konusunu özetlemek gerekirse;
◉ Tek bir proteinin oluşması için yaklaşık 60 özel proteine ihtiyaç vardır.
◉ Protein sentezi için gerekli olan bu enzimlerin (proteinlerin) tek bir tanesinin bile eksik olması durumunda protein oluşmayacaktır.
◉ Bu 60 enzimin aynı anda, aynı yerde bulunması yeterli değildir; aynı zamanda enzimlerin hepsinin hücre içerisinde belli bir bölgede ( çekirdek içerisinde belli bir bölgede) bulunması gerekir.
◉ Proteinin oluşması için gereken enzimleri DNA üretir. DNA kopyalanması için de proteinler gerekir. Bir tanesinin diğerinden önce oluşma olasılığı yoktur. Her ikisinin de aynı anda var olması gerekir.
◉ Protein oluşumunu gerçekleştirmek üzere bir fabrika görevi görecek bir ribozomun da var olması gereklidir. Bu nedenle ribozomların var olması için proteinlere, proteinlerin var olması için de ribozomlara gereksinim vardır.
◉ Bu parçalardan birinin diğerinden önce oluşması mümkün değildir. Proteinler, DNA, ribozom, hücre çekirdeği, enerji üreten mitokondri ve hücredeki tüm diğer organellerin aynı anda var olması gerekir.
◉ Hücrenin, proteinin oluşması için gereken enzimleri, protein üretiminin gerçekleşeceği bölgeye göndermesi gerekir. Enzimler mevcut olsa bile, hücre tarafından kendilerine belli görevler verilmedikçe, protein için hiç bir şey yapmazlar.
◉ Enzimlerin reaksiyonları gerçekleştirebilmeleri için belirli ısı ve pH değerlerine sahip olmaları gerekir. Enzimler doğru ısı ve pH seviyesinde olmadıkları sürece reaksiyonlara başlamazlar.
◉ Bu nedenle hücrenin tüm organelleri bir arada var olmadığı sürece proteinin ortaya çıkması imkansızdır.
◉ Protein için gereken tüm bileşenleri çamurlu bir suya koysak bile, bu bileşenler hiç bir şekilde bir araya gelerek proteini oluşturamazlar. Bunun oluşması için hücrenin var olması önkoşuldur.
◉ Amino asitler normalde birbirleriyle reaksiyona girmezler. Bir reaksiyonun gerçekleşmesi için hücre içerisinde yardımcı enzimlerin hazır durumda olmaları gerekir. Fakat amino asitler serbest bırakıldıklarında, şeker gibi çeşitli maddelerle doğal olarak reaksiyona girerler. Bu nedenle gerekli tüm amino asitler çamurlu suya konsa bile, hiç bir şekilde diğer amino asitlerle kendiliğinden birleşemezler. Bunun oluşması için yine hücrenin varlığı esastır.
◉ Normal koşullarda bir protein çamurlu suya bırakılsa bile o protein çevresel koşullar altında hemen parçalara ayrılacak ya da diğer asit, amino asit veya kimyasal maddelerle birleşecek ve tüm özelliklerini kaybederek hiç bir amaca hizmet etmeyen başka bir maddeye dönüşecektir.
◉ Tüm bunlara ek olarak bir proteinin oluşması için gereken esas koşulları tekrarlamakda yarar var:
a. Amino asitler arasında peptit bağlar olmalıdır.
b. Tüm amino asitler sol-elli olmalıdır.
c. Sadece hücreye özgü 20 amino asit kullanılmalıdır.
d. Amino asitlerin belli bir dizilimde olması gerekir.
e. Oluşan protein belli bir üç boyutlu şekle sahip olmalıdır.
Bir dakika için şimdiye kadar saydığımız tüm bu imkansızlıkları bir yana koyarak yararlı bir potein molekülünün yine de kendiliğinden “tesadüfen” oluştuğunu varsayalım. Bu durum gerçekleşse bile, evrimin yine cevabı yoktur, çünkü bu proteinin yaşaması için doğal ortamından izole edilmesi ve çok özel koşullar altında korunması gerekir. Aksi takdirde dünyadaki doğal koşullara maruz kaldığından parçalara bölünecek ya da diğer asit, amino asit veya kimyasal bileşiklerle birleşerek kendine has özellikleri kaybederek tamamen farklı ve faydasız bir maddeye dönüşecektir.
Tüm bu gerçekler karşısında taraflı ve kasıtlı bir kayıtsızlık gösteren evrimciler olaya mantıklı bir açıklama getiremeyeceklerini bildiklerinden, her zaman olduğu gibi göz boyama yöntemlerini sürdürmeye ve geliştirmeye koyuldular.
Canlılığın nasıl olup da cansız maddelerden oluşabildiği sorununa sözde evrimci bir açıklama getirmiş olabilmek amacıyla bir takım laboratuvar deneyleri yaptılar. Bunların arasında evrimcilerin en çok itibar ettikleri deney, 1953 yılında Amerikalı araştırmacı Stanley Miller tarafından yapılan ve Miller Deneyi ya da Urey-Miller Deneyi olarak adlandırılan deneydir.
Stanley Miller aminoasitlerin tesadüfen oluşabileceklerini ispatlamak amacıyla, ilkel dünyanın oluşumunda varolduğunu tahmin ettiği, -ancak daha sonraları gerçekçi olmadığı anlaşılacak olan- bir atmosfer ortamını laboratuarında oluşturdu ve çalışmalarına başladı. Deneyinde ilkel atmosfer olarak kullandığı karışım amonyak, metan, hidrojen ve su buharından oluşuyordu.
Miller, metan, amonyak, su buharı ve hidrojenin doğal şartlar altında birbirleriyle reaksiyona giremeyeceklerini biliyordu. Bunları birbirleriyle reaksiyona sokmak için dışardan enerji takviyesi yapmak gerektiğinin de farkındaydı. Bu nedenle bu enerjinin ilkel atmosfer ortamında yıldırımlardan kaynaklanmış olabileceğini öne sürdü. Bu varsayıma dayanarak da, yaptığı deneylerinde yapay bir elektrik deşarj kaynağı kullandı.
Miller bu gaz karışımını bir hafta boyunca 100°C ısıda kaynattı, öte yandan da bu sıcak ortama elektrik akımı verdi. Haftanın sonunda Miller, kavanozun dibinde bulunan karışımdaki kimyasalları ölçtü ve proteinlerin yapıtaşlarını oluşturan 20 çeşit aminoasitten üçünün sentezlendiğini gözledi.
Deney, evrimciler arasında büyük bir sevinç yarattı ve çok büyük bir başarıymış gibi lanse edildi. Bu deneyin kendi teorilerini kesinlikle doğruladığına inanan evrimciler, bundan aldıkları cesaretle hemen senaryo üretme işine giriştiler. Miller sözde, aminoasitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini ispatlamıştı. Buna dayanarak, sonraki aşamalar da hemen kurgulandı. Çizilen senaryoya göre, ilkel atmosferde meydana gelen aminoasitler, daha sonra rastlantılar sonucu uygun dizilimlerde birleşmiş ve proteinleri oluşturmuşlardı. Tesadüf eseri meydana gelen bu proteinlerin bazıları da, kendilerini "her nasılsa" bir şekilde oluşmuş hücre zarı benzeri yapıların içine yerleştirerek ilk hücreyi meydana getirmişlerdi. Hücreler de zamanla yanyana gelip birleşerek canlı organizmaları oluşturmuşlardı. Bu asılsız senaryonun en büyük dayanağı ise Miller'ın deneyiydi.
Oysa Miller deneyi geçersizliği pek çok noktada kanıtlanmış bir göz boyamadan başka birşey değildi.
1953 yılında gerçekleştirilmiş olan bu deney, birçok yönden geçersizliği kanıtlandığı halde, bugün hala canlılığın sözde kendiliğinden oluşumu hakkındaki en büyük kanıt olarak evrimci literatürdeki yerini korur. Oysa Miller deneyi önyargılı ve tek taraflı evrimci mantığıyla değil de gerçekçi bir gözle değerlendirildiğinde, durumun evrimciler açısından bir fiyasko olduğu görülecektir. Çünkü hedefini, ilkel dünya koşullarında aminoasitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini kanıtlamak olarak gösteren deney, birçok yönden bu hedefle tutarsızlık göstermektedir. Bunlar şunlardır:
◉ Miller, deneyinde, "soğuk tuzak" (cold trap) isimli bir mekanizma kullanarak aminoasitleri oluştukları anda ortamdan izole etmişti. Çünkü aksi takdirde, aminoasitleri oluşturan ortamın koşulları, bu molekülleri oluşmalarından hemen sonra imha ederdi.
Halbuki ultraviyole, yıldırımlar, çeşitli kimyasallar, yüksek oksijen miktarı vs. gibi unsurları içeren ilkel dünya koşullarında, bu çeşit bilinçli düzeneklerin var olduğunu düşünmek bile anlamsızdır. Bu mekanizma olmadan, herhangi bir çeşit aminoasit elde edilse bile bu moleküller aynı ortamda hemen parçalanacaklardır.
◉ Miller'in deneyinde canlandırmaya çalıştığı ilkel atmosfer ortamı gerçekçi değildi. Miller, yapay ortamında olması gereken azot ve karbondioksidi göz ardı ediyor, bunların yerine metan ve amonyak kullanmayı tercih ediyordu.
Peki evrimciler neden ilkel atmosferde ağırlıklı olarak metan (CH4), amonyak (NH3) ve su buharının (H2O) bulunduğu konusunda ısrar etmişlerdi? Cevap basitti: Amonyak olmadan, bir amino asidin sentezlenmesi imkansızdı. Kevin Mc Kean, Discover dergisinde yayınlanan makalede bu durumu şöyle anlatıyor:
Miller ve Urey dünyanın eski atmosferini metan ve amonyak karıştırarak kopya ettiler. Onlara göre dünya, metal, kaya ve buzun homojen bir karışımıydı. Oysa son çalışmalarda o zamanlar dünyanın çok sıcak olduğu ve ergimiş nikel ile demirin karışımından meydana geldiği anlaşılmıştır. Böylece o dönemdeki kimyevi atmosferin daha çok azot (N2), karbondioksit (CO2) ve su buharından (H2O) oluşması gerekir. Oysa bunlar organik moleküllerin oluşması için amonyak ve metan kadar uygun değildirler.65
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'ın kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.
◉ Miller'in deneyini geçersiz kılan bir diğer önemli nokta da, aminoasitlerin oluştuğu öne sürülen dönemde, atmosferde aminoasitlerin tümünü parçalayacak yoğunlukta oksijen bulunmasıydı. Bu miktardaki oksijen ise aminoasitlerin oluşmasına kesin olarak engel olacaktı. Bu durum, oksijen dikkate alınmadan yapılmış olan Miller deneyini tamamen geçersiz kılmaktaydı. Eğer deneyde oksijen kullanılsaydı metan, karbondioksit ve suya, amonyak ise azot ve suya dönüşecekti.
Diğer taraftan, -henüz ozon tabakası var olmadığından- çok yoğun miktarlardaki ultraviyole ışınlarına karşı korumasız olan dünya üzerinde herhangi bir organik molekülün yaşaması da imkansızdır.
◉ Miller deneyinin sonucunda sadece canlılık için gerekli olan aminoasitler elde edilmemiş, bunlardan çok daha fazla miktarda canlıların yapı ve fonksiyonlarını bozucu özelliklere sahip organik asitler de oluşmuştu. Aminoasitlerin, izole edilmeyip de bu kimyasal maddelerle aynı ortamda bırakılmaları halinde ise, bunlarla kimyasal reaksiyona girip parçalanmaları ve farklı bileşiklere dönüşmeleri kaçınılmazdı. Ayrıca deney sonucunda ortaya sağ-elli aminoasitler de çıkmıştı. Sadece bu aminoasitlerin varlığı, evrimi kendi mantığı içinde bile çürütüyordu. Çünkü sağ-elli aminoasitler canlı yapısında kullanılamayan ve proteinlerin yapısına karıştıklarında onları kullanılmaz hale getiren aminoasitlerdi.
Sonuç olarak Miller'in deneyindeki aminoasitlerin oluştuğu ortam canlılık için elverişli değil, aksine ortaya çıkacak işe yarar molekülleri parçalayıcı, yakıcı bir asit karışımı niteliğindeydi.
Aslında bu deneyle evrimciler, bir anlamda evrimi kendi elleriyle çürütmüşlerdir. Çünkü deney, aminoasitlerin tesadüfen değil, ancak bütün koşulları özel olarak ayarlanmış kontrollü bir laboratuvar ortamında, bilinçli müdahaleler sonucunda elde edilebileceğini gözler önüne sermiştir.
Yani canlılığı ortaya çıkaran güç, bilinçsiz tesadüfler değil, ancak yaratılıştır. Bu nedenle de canlılığın her aşaması, bizlere Allah'ın varlığını ve gücünü kanıtlayan bir delil niteliğindedir.
Canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama gayretindeki evrim teorisi, hücrenin yapısının en temelindeki proteinlerin varlığına bile bir izah getirememişken, genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik asitlerin, yani DNA ve RNA'nın keşfi, teori için yepyeni çıkmazlar oluşturdu.
1955 yılında James Watson ve Francis Crick'in DNA hakkında yaptıkları çalışmalar, biyolojide yepyeni bir çığır açtı. Birçok bilim adamı, genetik konusuna yöneldi. Yıllar süren araştırmalar sonucunda bugün, DNA'nın yapısı büyük ölçüde aydınlandı.
Burada DNA'nın yapısı ve işlevi hakkında çok temel birkaç bilgi vermek yerinde olur:
Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümden iç organlarının yapılarına kadar DNA'nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bir DNA molekülünde yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotid, yani 3.5 milyar harf bulunur.
Bir organa ya da bir proteine ait olan DNA üzerindeki bilgiler, gen adı verilen özel bölümlerde yer alır. Örneğin göze ait bilgiler bir dizi özel gende, kalbe ait bilgiler bir dizi başka gende bulunur. Hücredeki protein üretimi de bu genlerdeki bilgiler kullanılarak yapılır. Proteinlerin yapısını oluşturan aminoasitler, DNA'da yer alan üç nükleotidin arka arkaya sıralanmasıyla ifade edilmiştir.
Dahası, geni oluşturan nükleotidlerde oluşacak bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirir. İnsan vücudunda 200 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin imkansızlığı daha iyi anlaşılır. Evrimci biyolog Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
Bir çorba denizinde DNA moleküllerinin çoğaldığını konuşmak güzel ama modern hücrelerde bu çoğalma için uygun enzimlerin bulunması gerekir. DNA ile enzim arasındaki bağ, çok komplekstir; RNA’yı ve DNA modeli üzerinde sentezi için bir enzimi – ribozom-, amino asitleri aktive edecek enzimleri ve transfer-RNA moleküllerini içerir… Son enzimin bulunmaması halinde, nasıl DNA üzerinde seçilim ve çoğaltmak için gerekli tüm mekanizmalar harekete geçebilir? Sanki, her şeyin bir defada meydana gelmesi zorunlu gibidir; tüm sistem tek bir birim olarak ortaya çıkmalıdır; aksi takdirde işe yaramaz. Bu açmazdan çıkış yolları olabilir; ancak şu an bir çıkış görmüyorum.66
Harvard’lı evrimci kimyager George Whitesides ise, 2007 yılında, kendisine Amerikan Kimya Topluluğu tarafından verilen en üst düzey ödül olan Priestley Madalya’sı verilirken; şu konuşmayı yapmıştır:
Yaşamın kökeni. Bilimdeki en büyük problemlerden biridir… Çoğu kimyager, benim gibi, hayatın prebiyotik Dünya’daki moleküllerin karışımlarından spontane olarak ortaya çıktığına inanır. Nasıl? Hiçbir fikrim yok.67
Bütün bu imkansızlıkların yanı sıra, DNA çok zor reaksiyona giren bir yapıya sahiptir. Çünkü DNA, çift zincirden oluşmuş sıkı bir helezon şeklindedir. Bu bakımdan da canlılığın temeli olması düşünülemez.
Dahası DNA, yalnız bir takım enzimlerin yardımı ile eşlenebilirken, bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Her ikisi de birbirine bağımlı olduğundan, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda mevcut olmaları gerekir. Ya da ikisinden birinin daha önce "yaratılmış" olması zorunludur. Amerikalı mikrobiyolog Homer Jacobson, bu konuda şöyle der:
İlk canlının ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının ve bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda bir arada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu ise tesadüfen gerçekleşemez.68
Hücrelerimizde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümünden iç organlarının yapılarına kadar DNA'nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. |
Yukarıdaki ifadeler 1955 yılında, yani James Watson ve Francis Crick tarafından DNA'nın yapısının aydınlatılmasından iki yıl sonra yazılmıştı. Ancak bilimdeki tüm gelişmelere rağmen, bu sorun evrimciler için çözümsüz kalmaya devam etmektedir. Özetle, üremede DNA'ya duyulan ihtiyaç, bu üreme için bazı proteinlerin mevcut olma zorunluluğu ve bu proteinlerin de DNA'daki bilgilere göre yapılma mecburiyeti, evrimci tezleri çok somut bir biçimde çürütmektedir.
Örneğin Alman bilim adamları Junker ve Scherer de kimyasal evrim için gerekli olan moleküllerin hepsinin sentezinin ayrı ayrı koşullar gerektirdiğini ve kuramsal olarak bile elde edilme yöntemi birbirinden farklı birçok maddenin bir araya gelme ihtimalinin hiç olmadığını şöyle açıklar:
Şimdiye değin kimyasal evrim için gerekli tüm moleküllerin elde edileceği bir deney bilinmiyor. Dolayısıyla çeşitli moleküllerin değişik yerlerde çok uygun koşullarda üretilip, hidroliz ve fotoliz gibi zararlı etmenlere karşı korunup, yeni bir reaksiyon bölgesine taşınması gerekmektedir. Burada tesadüften bahsedilemez çünkü böyle bir olayın kendi kendine gerçekleşme ihtimali yoktur.69
Kısacası evrim teorisi moleküler düzeyde gerçekleştiği iddia edilen evrimsel oluşumlardan hiçbirini ispatlayabilmiş değildir. RNA molekülünün nasıl olup da kendine bir hücre zarı bulduğu, daha sonra hücre organellerini nasıl ortaya çıkardığı gibi birçok soru cevapsız beklemektedir.
Buraya kadar anlattıklarımızı kısaca özetlersek, ne aminoasitler ne de bunlardan meydana gelen ve canlıların hücrelerini oluşturan proteinler, "ilkel atmosfer" ismi verilen suni ortamlarda hiçbir şekilde üretilememişlerdir. Dahası, proteinlerin olağanüstü karmaşıklıktaki kimyasal yapıları, sağ-el, sol-el özellikleri, peptid bağlarının oluşmasındaki zorluklar gibi faktörler, proteinlerin gelecekte de bu çeşit deneylerde üretilmelerinin imkansız olduğunu göstermektedir.
Kaldı ki proteinlerin tesadüfi bir şekilde oluştukları bir an için farzedilse bile bu hiçbir şey ifade etmez, zira proteinler tek başlarına hiçbir anlam ifade etmezler. Çünkü proteinler kendilerini çoğaltamazlar. Ancak DNA ve RNA moleküllerinde şifrelenmiş bilgi sayesinde protein sentezi yapılabilir. DNA ve RNA olmadan bir proteinin çoğaltılması imkansızdır. DNA'da şifreli olarak kaydedilmiş 20 ayrı çeşit amino asidin belli bir şekilde sıralanması, vücuttaki her bir proteinin yapısını belirler. Oysa, önceki bölümlerde de açıkladığımız gibi, DNA ve RNA'nın rastlantılarla meydana gelmesi ihtimal dışıdır.
Evrim teorisinin tüm alanlarda çöküşünün ardından günümüzde, mikrobiyolojinin önemli isimleri, Yaratılış Gerçeğini kabul etmiş ve herşeyin Allah tarafından üstün bir yaratılışla yaratıldığını savunmaya başlamışlardır. Nitekim bu, göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Söz konusu bilim adamlarının önde gelenlerinden Michael J. Behe, Allah'ın mutlak varlığını kabul ettiğini ve bu gerçeği reddedenlerin içine düştükleri çıkmazı şöyle dile getirmektedir:
Hücreyi araştırmak için gerçekleştirilen tüm çabalar, çok açık bir biçimde, bağıra bağıra tek bir sonuç veriyordu: "Dizayn!" Bu sonuç o denli belirgindi ki, bilim tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak görülmeliydi... Bu zafer, onbinlerce insanın "Eureka" çığlıklarıyla bu büyük buluşu kutlamalarına yol açmalıydı...
Ama hiçbir kutlama yapılmadı, hiçbir sevinç ifade edilmedi. Aksine, hücrede keşfedilen kompleksliğin karşısında, utangaç bir sessizlik hakim oldu. Konu halka açık bir ortamda gündeme getirildiğinde, çoğu bilim adamı bundan rahatsız oluyorlar. Kişisel diyaloglarda ise biraz daha rahatlar; çoğu keşfettikleri açık gerçeği kabul ediyor ama sonra yere bakıp başlarını sallıyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyorlar. Peki neden? Neden bilim dünyası keşfettiği büyük gerçeğe sahip çıkmıyor? Neden ortaya çıkan açık dizayn, entellektüel eldivenlerle kenarından tutuluyor. Çünkü bu, ister istemez Allah'ın varlığını kabul etmeyi çağrıştırıyor onlara.70
Behe'nin de dile getirdiği gibi canlılığı oluşturan dengeler, bu kitabın diğer bölümlerinde de ele alındığı şekilde, o denli hassas ve sayı olarak da o kadar çoktur ki, bunların "tesadüfen" oluştuklarını ileri sürmek, tümüyle akıl dışıdır. Bu mantıksızlığın içinden bir türlü çıkıp kurtulamayanlar ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, göklerde ve yerde Allah'ın varlığının delilleri apaçıktır ve asla inkar edilemez. Allah, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Yaratıcısı'dır. O'nun varlığının delilleri tüm kainatı sarıp kuşatmıştır.
55. Charles Darwin, The Origin of Species: By Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life, London: Senate Press, 1995, s. 134.
56. Derek A. Ager. "The Nature of the Fossil Record". Proceedings of the British Geological Association, vol. 87, no. 2, (1976), s. 133
57. T. N. George. "Fossils in Evolutionary Perspective", Science Progress. vol. 48, (January 1960), s. 1, 3
58. Richard Monestarsky, Mysteries of the Orient, Discover, Nisan 1993, s.40.
59. Stefan Bengston, Nature 345:765 (1990).
60. Earnest A. Hooton, Up From The Ape, New York: McMillan, 1931s. 332.
61. Stephen Jay Gould, Smith Woodward's Folly, New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44.
62. Charles E. Oxnard, The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt, Natura, Sayı 258, s 389.
63. Richard Leakey, The Making of Mankind, London: Sphere Books 1981, s. 116.
64. Eric Trinkaus, Hard Times Among the Neanderthals, Natural History, Sayı 87, Aralık 1978, s.10; R. L. Holoway, "The Neanderthal Brain: What Was Primitive?", American Journal of Physical Anthrophology Supplement, Sayı 12, 1991, s. 94.
65. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 61.
66.Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 61.
67. Fabbri Britannica Bilim Ansiklopedisi, Cilt:2, sayı 22, s. 519.
68. Kevin McKean, Bilim ve Teknik, (Discover'dan tercüme) Sayı 189, s. 7.
69. Frank B. Salisbury, Doubts About the Modern Synthetic Theory of Evolution, s. 336.
70. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 39.
71. Homer Jacobson, Information, Reproduction and the Origin of Life, American Scientist, Ocak 1955, s. 121.
72. Reinhard Junker, Siegfried Scherer. "Entstehung Gesiche Der Lebewesen". Wegel, 1986. s. 89
73. Mıchael J.Behe, Darwin's Black Box, New York: Free Press, 1996, s. 232-233.