Evrim teorisinin iddiasına göre, fosfor, karbon gibi bilinçsiz, akılsız, yeteneksiz, bilgisiz ve cansız atomlar tesadüfler sonucunda biraraya gelmişler, yıldırımlar, volkanlar, ultraviyole ışınları, radyasyon gibi doğal olaylar sonucunda kendilerini kusursuzca organize ederek proteinleri, hücreleri, balıkları, kedileri, tavşanları, aslanları, kuşları, insanları ve tüm canlılığı meydana getirmişlerdir.
Tesadüfleri yaratıcı bir ilah kabul eden evrim teorisinin temel iddiası budur. Böyle bir iddiaya inanmak ise akla, mantığa ve bilime karşıdır.
Evrimcilerin en büyük yanılgılarından biri ilkel dünya olarak adlandırdıkları ortamda canlılığın kendiliğinden oluşabileceğini düşünmeleridir. |
Nasıl Meydana Geldiğini Açıklayamaz
Evrim teorisi, yaşadıkları ortama en iyi uyum sağlayan canlıların daha çok yaşama ve çoğalma imkanı bulduklarını ve bu şekilde faydalı özelliklerini sonraki nesillere aktarabildiklerini, türlerin bu "mekanizma"yla evrimleştiğini iddia etmektedir.
Oysa doğal seleksiyon olarak bilinen söz konusu mekanizma, canlıları evrimleştirmez, onlara yeni özellikler kazandıramaz. Sadece bir canlı türüne ait özellikleri güçlendirebilir.
Örneğin bir bölgede yaşayan tavşanlardan hızlı koşanlar hayatta kalır, diğerleri ise ölürler. Birkaç nesil sonra bu bölgedeki tavşanlar daha hızlı koşan bireylerden oluşur. Ancak, hiçbir zaman bu tavşanlar başka bir canlı türüne (örneğin tazılara veya tilkilere) evrimleşmezler.
Çitanın saldırdığı bu yavru büyük bir ihtimalle kaçmayı başaramayacaktır. Çünkü çita bu yavruya göre çok daha atik, güçlü ve tecrübelidir. Bu herkesin bildiği olayı evrimciler, "evrimleştirici bir mekanizma" olarak topluma kabul ettirmeye çalışırlar. Oysa açıktır ki bu yavru -ne kadar zaman geçerse geçsin- başka bir canlıya dönüşmeyecektir. |
Evrim teorisinin tüm dünya çapında en çok tekrar edilen sözde 'delil'lerinin başında, 19. yüzyıl İngilteresi'nde gerçekleşen sanayi devrimi sırasındaki güve popülasyonu gelir. İddiaya göre sanayi devrimindeki hava kirliliği ağaç kabuklarının rengini koyulaştırmış, bu nedenle koyu renkli güveler daha kolay kamufle olarak avcı kuşlardan korunmuş ve sonuçta koyu renkli güvelerin nüfusu artmıştır. Ama bu bir evrim değildir, çünkü yeni bir güve türü ortaya çıkmamış, sadece zaten var olan türlerin nüfus oranı değişmiştir. Bunun dışında, güvelerle ilgili bu iddianın dayandırıldığı hikayenin de doğru olmadığı ortaya çıkmıştır: Güveleri ağaçlar üzerine konmuş olarak gösteren ünlü fotoğrafların sahte olduğu ve iddia edildiği gibi bir "endüstriyel melanizm"in (endüstriyel kirlilik nedeniyle rengin koyulaşması) hiçbir zaman yaşanmadığı anlaşılmıştır.
Mutasyonlar, insan vücuduna dair tüm bilgilerin şifreli olduğu DNA üzerindeki rastlantısal değişikliklerdir. Mutasyonlara radyasyon, kimyasallar gibi etkenler neden olur. Evrimciler, mutasyonların canlıları evrimleştirdiğini öne sürerler. Oysa mutasyonlar canlılara daima zarar verirler, onları geliştirmezler, onlara yeni özellikler (örneğin kanat, akciğer gibi organlar) kazandıramazlar. Onları ya öldürür ya da sakat bırakırlar. Mutasyonların bir canlıyı geliştirdiğini, ona yeni özellikler kazandırdığını iddia etmek, bir depremin bir şehri daha gelişmiş ve modern bir hale getirdiğini, veya bir bilgisayara çekiçle vurulduğunda bir üst modelinin ortaya çıkacağını iddia etmeye benzer. Nitekim gözlemlenmiş hiçbir mutasyonun genetik bilgiyi artırdığı görülmemiştir.
Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı yanlış bir teori, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerini öngörüyordu. 18. yüzyıla dek, böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı 19. yüzyılda ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür."
Bu gerçek, yeryüzünde yaşamın kendiliğinden oluşmadığını, ancak mucizevi bir yaratılışla başladığını da bir kez daha göstermiş oluyordu.
Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin ilkelden (basitten) karmaşığa doğru, yavaş ve aşamalı olduğunu iddia eder. Bu iddiaya göre, bu dönüşüm sırasında "ara geçiş formu" adı verilen ucube canlıların yaşamış olması gerekir. Örneğin, balık özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık yarı sürüngenler, yarı maymun yarı insanlar, yarı sürüngen yarı kuş canlılar yaşamış olmalıdır geçmişte. Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, bunların kalıntılarına da fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Oysa, yıllardır büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur.
Bugün bilinen temel canlı kategorilerinin tamamına yakını, 530-520 milyon yıl önce, "Kambriyen Devri" adı verilen jeolojik devirde aynı anda ve aniden ortaya çıkmıştır. Süngerler, yumuşakçalar, solucanlar, derisidikenliler, eklembacaklılar, omurgalılar gibi birbirinden tamamen farklı vücut planlarına sahip canlı kategorileri, daha önceki jeolojik devirlerde hiçbir benzerleri yokken, bir anda belirmişlerdir. Bu gerçek, evrimcilerin, canlıların tek bir ortak atadan uzun zaman içinde ve aşama aşama türedikleri iddiasını çürüten önemli bir delildir.
Yeryüzünün bir anda, son derece farklı vücut yapılarına, son derece karmaşık organlara sahip birçok canlı ile dolması, elbette ki bu canlıların yaratıldıklarını gösterir. Evrimciler, Allah'ın varlığını ve yaratışını inkar ettikleri için bu mucizevi olayı kesinlikle açıklayamazlar.
Camın hammaddesi olan silis nasıl kendi kendine, aşama aşama bir kadehe dönüşemezse veya bir fotoğraf makinesinin parçaları yavaş yavaş biraraya gelip fotoğraf makinesini oluşturamazsa, canlılar da cansız maddelerden zaman içinde kendi kendilerine ortaya çıkamazlar. |
Eğer gerçekten bir evrim yaşanmış olsaydı, canlıların yeryüzünde küçük kademeli değişimlerle ortaya çıkmaları ve zaman içinde de değişmeye devam etmeleri gerekirdi. Oysa fosil kayıtları bunun tam aksini gösterir. Farklı canlı sınıflamaları, kendilerine benzeyen ataları olmadan aniden ortaya çıkmışlar ve yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişim geçirmeden durağan bir biçimde kalmışlardır.
Evrimciler 400 miyon yıllık fosilleri bulunan Cœlacanth sınıfına dahil olan balıkları, balıklar ve amfibiyenler arasında çok güçlü bir ara form delili olarak gösteriyorlardı. Bu canlının yetmiş milyon yıl önce soyu tükenmiş bir tür olduğu zannedildiği için, evrimciler fosili üzerinde her türlü spekülasyonu yapmışlardı. Ancak 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu açıklarında bir Cœlacanth canlı olarak bulundu. İlerleyen yıllarda başka bölgelerde de 200'den fazla Cœlacanth yakalandı.
Bu balıkların yakalanmasıyla beraber, bu canlılar üzerinde yapılan spekülasyonların temelsizliği de anlaşılmış oldu. Cœlacanth, evrimcilerin iddialarının aksine karaya çıkmak üzere olan yarı balık yarı amfibiyen özellikleri gösteren bir canlı değildi. Hatta 180 m. derinliğin üzerine hemen hiç çıkmayan bir dip balığı idi. Dahası, yaşayan Cœlacanthlar ile 400 milyon yıllık fosil örnekleri arasında hiçbir fark yoktu. Canlı, hiçbir "evrim" geçirmemişti.
Evrimciler kuşların sürüngenlerden evrimleştiğini ileri sürerler, ancak bu imkansızdır. Sadece kuş kanatları bile bunu kanıtlamaya yeter. İddia edildiği gibi bir evrim olması için, bir sürüngenin ön ayaklarının, genlerinde meydana gelen mutasyonlar sonucunda kusursuz kanatlara dönüşmüş olması gereklidir ki, bu mümkün değildir. Herşeyden önce bu teorik canlı yarım kanatla uçamayacaktır. Bir yandan da ön ayaklarından mahrum kalmış olacaktır. Bu ise canlının sakat olmasına ve evrim teorisine göre elenmesine neden olacaktır. Ayrıca, uçuş için kanatların tüm detaylarının kusursuzca oluşması gerekir. Kanatların; kuşun göğüs çıkıntısına sağlam bir biçimde tutturulmuş olması gerekmektedir. Kuşu havaya kaldırmaya, havadaki dengesini ve her yöne hareketini sağlamaya elverişli bir yapıda olması, kanat ve kuyruk tüylerinin hafif, esnek ve birbiriyle orantılı olması, kısaca uçuşa imkan veren mükemmel bir aerodinamik düzende işlemesi şarttır. Kanatların bu kusursuz yapısının nasıl olup da birbirini izleyen rastlantısal mutasyonlar sonucu meydana gelmiş olabileceği sorusu tümüyle cevapsızdır.