Hatırlatma: Maddenin Ardındaki Sır Konusu
Vahdeti Vücut değildir.
Madde Dışarıda Vardır, Ama Biz Aslına Ulaşamayız.
FİLMLERDEKİ MESAJ
13. KAT
(THE THIRTEENTH FLOOR)
On
üçüncü Kat isimli filmde de Matrix filmine benzer olarak,
gerçek dünya ile sanal dünya arasındaki çarpıcı benzerlik
işlenmektedir. Filmin konusu özetle şöyledir: Filme
adını veren 13. kat, Los Angeles'da bir iş yeri binasının
13. katıdır. Burada filmin iki başrol oyuncusu olan
Hannon Fuller ve iş arkadaşı Douglas Hall, bilgisayar
ile sanal bir dünya meydana getirmişlerdir. Bu sanal
dünyada Los Angeles'ın 1937 yılındaki hali canlandırılmaktadır.
Sistemi kuran bu kişiler ise 1999 yılında yaşamaktadırlar.
Resimlerde göreceğiniz gibi bu bilgisayar programına
bağlanmak isteyen kişi, bir yatağa uzanır ve beynine
programdaki bilgiler aktarılır. Böylece sisteme giren
kişi 1937 yılına ait sanal bir kimlik kazanmış olur.
Örneğin bu kişi 1999 yılında yaşayan Douglas Hall isimli,
zengin ve başarılı bir bilgisayar şirketi yöneticisi
iken, hafızasına 1937 yılında yaşayan John Ferguson
isimli bir banka veznedarı ile ilgili bilgiler yüklenir.
Sisteme bağlanan kişi, yükleme tamamlandıktan sonra
kendini bir anda 1937 yılının ortamında bulur. Binalar,
arabalar, kıyafetler tamamen o yıla özgüdür. Simülasyon
ortamına giren kişileri en çok şaşırtan konu ise, her
iki yaşamlarının da birbiri ile aynı gerçeklikte olmasıdır.
Bu kişiler iki yaşamlarında da suyun serinliğini, dışarıdaki
rüzgarın uğultusunu hissetmekte, karşılaştıkları olaylarda
korku ve heyecan gibi duyguları tüm gerçekliği ile yaşamaktadırlar.
Filmin ilerleyen dakikalarında ise sisteme bağlanan
bu kişiler, gerçek hayatları zannettikleri yaşantılarının
(1999 yılında Los Angeles'taki yaşamlarının) da aslında
özel olarak tasarlanmış bir bilgisayar programı olduğunu,
o güne kadar gerçek sandıkları herşeyin -şirketleri,
makamları, arabaları, bilgisayar sistemleri, aileleri,
dostları...- bir hayal olduğunu anlarlar. Gerçekte tarih
2024 gibi çok daha ileri bir zamana aittir ve filmde
gerçek bir yaşantı olarak yansıtılan tüm olaylar simülasyonun
bir parçasıdır. Filmin en ilginç yönü ise filmdeki karakterlerin
simülatör içinde simülatöre bağlanarak, kademeli bir
hayat yaşamaları ve bu sanal ortamlardaki yaşantılarının
gerçeklerle olan olağanüstü benzerliğidir.
Yan sayfadaki karelerde filmin başrol karakterini canlandıran
Douglas Hall'un simülasyona bağlanması ve 1937 yılında
John Ferguson adında bir bankacının kimliğinin kendisine
aktarımı görülüyor.
Douglas
Hall - John Ferguson bilinç transferi
Kullanıcı: Douglas Hall
Yükleme için kullanıcıyı ayarlıyor.
Program bağlantısı: John Ferguson
Kullanıcıyı
programa sıralıyor
Yükleme için hazır
Sıralama tamamlandı.
Bay Grierson, 117 Batı Winston,
Pasadena
Şuur nakli
Aktarım işlemi başladı.
Yükleme tamamlandı.
Filmin kahramanı Douglas Hall simülatöre bağlandıktan
sonra, bedeni hiç hareket etmemesine rağmen, kendini
1937 yılında, John Ferguson adlı bir banka veznedarının
kimliği ile canlı bir hayatın içinde bulur. Bu kişinin
bedeni 20. yüzyılda simülatör aletine bağlı bir şekilde
yatıyor olmasına rağmen, herşey son derece gerçek görünmektedir.
Ama eski model arabalar, karşılaştığı insanlar, kendi
kıyafeti, fiziksel görünümü kısacası her türlü detay,
bu kişinin beyninde yapay sinyallerle gösterilen görüntülerdir.
Douglas Hall bu sistemi bizzat kendisi tasarladığı
halde, aşağıdaki film karesinde de görüldüğü gibi, görünümünün
ve bulunduğu ortamın gerçekçiliğinden dolayı hayrete
düşmektedir. Hatta aynaya uzun uzun bakarak saçını,
bıyığını, cildinin rengini incelemektedir.
Douglas
Hall'a, (1937'deki kimliğiyle John Ferguson'a) bu şaşkın
tavırlarından dolayı, bankadaki müdürü kötü göründüğünü
ve dinlenmesini tavsiye eder. Ancak Douglas Hall, bilgisayar
ortamında gerçeğe bu kadar uygun bir yaşantının sürmesinden
dolayı çok etkilenmiştir ve bu sistemi kurabilmiş olabilmekten
dolayı sevinmektedir:
Douglas Hall : Bence gayet iyi
görünüyorum.
Simülasyon Ortamı ve Yanıltıcı Gerçeklik
Bizim "dış dünya" olarak algıladıklarımız, önceki bölümlerde
detaylı olarak değindiğimiz gibi, yalnızca elektrik
sinyallerinin beyinde yarattığı etkilerdir. Pencerenizden
gördüğünüz gökyüzünün mavisi, oturduğunuz koltuğun yumuşaklığı,
içtiğiniz kahvenin kokusu, yediğiniz etin lezzeti, duyduğunuz
telefon sesi, tüm yakınlarınız, hatta bedeniniz hepsi
elektrik sinyallerinin beyninizdeki yorumudur.
Eğer bu filmde olduğu gibi, beynimize gelişmiş bir
bilgisayar yardımıyla gerekli elektrik sinyallerini
gönderebilmek mümkün olsaydı, aynı hisleri tüm gerçekliğiyle
algılamamız mümkün olurdu. Görüldüğü gibi yapay olarak
oluşturulan uyarılar sonucunda, dışarıda herhangi bir
maddesel gerçeklik yokken, beynimizde gerçek ve canlı
bir dünya oluşması mümkündür. Nitekim günümüzde simülatörler
aracılığı ile hayatımızdan belli kesitler son derece
gerçekçi hislerle canlandırılabilmektedir. Örneğin ele
takılan özel bir eldiven ile bir insan, ortamda olmadığı
halde bir kediyi sevdiğini, bir insanla tokalaştığını,
suyun altında elini yıkadığını veya sert bir cisme dokunduğunu
hissedebilmektedir. Daha gelişmiş olan sistemlerle ise
golf oynadığını, kayak yaptığını, süratle araba kullandığını
veya bir uçağın pilotu olduğunu hissedebilmektedir.
Gerçekte ise, dokunduğunu hissettiği bu varlıkların
ya da içinde olduğunu zannettiği bu mekanların hiçbiri
gerçek değildir. Tüm bunlar, insanın, yaşamındaki tüm
hisleri ve varlıkları beyninde algıladığının, bunların
hiçbirinin aslı ile muhatap olamadığının kesin bir delilidir.
13. Kat adlı filmde de bilgisayarlar aracılığıyla gerçek
hayattan ayırt edilmesi mümkün olmayan sanal yaşamlar
oluşturulmaktadır. Filmdeki karakterler simülasyon makineleri
aracılığıyla farklı zaman ve ortamlara bağlanmakta,
burada gerçek hayatları gibi yaşamaktadırlar.
Aşağıdaki konuşmalarda sistemin kurucularından Whitney,
Dedektif McBain'e üzerinde çalıştıkları simülasyon sistemini
anlatmaktadır:
Dedektif Mcbain : Bütün dava,
devasa bir bilgisayar oyunu mu?
Whitney : Hayır, fonksiyonlarının
çalışması için kullanıcı gerekmiyor. Bütün birimleri,
açık öğrenme yeteneğine sahip siber oluşumlar.
Dedektif Mcbain : Birimler mi?
Whitney : Elektronik, benzeşimli
karakterler. Sistemi onlar oluşturur. Düşünürler,
çalışırlar, yemek yerler... Kısaca bize benzetildiklerini
söyleyebiliriz. Şu an çalışan bir numunemiz var: Los
Angeles, 1937 dolayları.
Dedektif Mcbain : Neden 37?
Whitney : Fuller, kendi gençlik
dönemini oluşturarak başlamak istemişti. Bak beynim
içine konuşlandırıldığında, ben 1937'yi yaşayarak
dolaşırım. Bedenim burada kalır ve program bağlantı
biriminin bilincini kontrol eder.
 
Yandaki ifadelerden anlaşıldığı gibi simülasyon ortamında
hiçbir gerçeklik yoktur; sadece yapay sinyaller vardır.
Ne görmek için göze, ne duymak için kulağa, ne de hissetmek
için bedene ihtiyaç vardır. Kişinin bedeni bir koltukta
uzanırken, bilgisayar aracılığıyla zihnine yüklenen
bilgiler sayesinde, bu kişi kendini çok farklı bir mekanda,
çok farklı bir zamanda hissedebilmektedir.
Bu konu ile ilgili kitaplarımızda yer verdiğimiz bir
kısım izahlar şöyledir:
- Görme, duyma, koklama, tat alma, dokunma duyularımızın
tamamı birbirlerine benzer bir işleyişe sahiptir.
Dışarıda var olduğunu düşündüğümüz nesnelerden gelen
etkiler (ses, koku, tat, görüntü, sertlik vs.), sinirlerimiz
vasıtasıyla beyindeki duyu merkezlerine aktarılırlar.
Beyne ulaşan söz konusu etkilerin tamamı elektrik
sinyallerinden ibarettir. Örneğin görme işlemi sırasında
dışarıdaki bir kaynaktan gelen ışık demetleri (fotonlar)
gözün arka tarafındaki retinaya ulaşır ve burada bir
dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüştürülürler.
Bu sinyaller, sinirler vasıtasıyla beynin görme merkezine
iletilir. Ve biz de, birkaç santimetreküplük görme
merkezinde rengarenk, pırıl pırıl, eni, boyu, derinliği
olan bir dünya algılarız.
Aynı sistem diğer duyularımız için de geçerlidir.
Tatlar dilimizdeki bazı hücreler tarafından, kokular
burun epitelyumundaki hücreler tarafından, dokunmaya
ait hisler (sertlik, yumuşaklık vs.) deri altına yerleştirilmiş
özel algılayıcılar ve sesler de kulaktaki özel bir
mekanizma tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülerek
beyindeki ilgili merkezlere gönderilir ve o merkezlerde
algılanırlar.
... Şu an bir bardak çay içtiğinizi düşünelim. Elinizde
tuttuğunuz bardağın sertliği ve sıcaklığı deri altındaki
özel algılayıcılar tarafından elektrik sinyallerine
dönüştürülerek beyne iletilir. Aynı zamanda çaya ait
keskin koku, onu yudumladığınız anda hissettiğiniz
şekerli tad ve bardağa baktığınızda gördüğünüz kahverengi
renk de ilgili duyularınız tarafından birer elektrik
akımı olarak beyne ulaştırılır. Hemen arkasından masaya
koyarken bardağın cama çarpmasıyla çıkan ses de kulağınız
tarafından algılanıp beyne elektrik sinyali olarak
gönderilir. Ve bu algıların tümü beyindeki birbirinden
farklı ama birbiriyle ortak çalışan duyu merkezleri
tarafından yorumlanır. Siz de bu yorumun bir sonucu
olarak bir bardak çay içtiğinizi düşünürsünüz. Yani
aslında herşey beyindeki duyu merkezlerinde olup bitmektedir,
ama siz tüm bu algılarınızın somut bir varlığı olduğunu
zannedersiniz. Oysa bu noktada yanılırsınız, çünkü
beyninizde algıladığınız hislerin kafatasınızın dışında
bir varlığı olduğunu düşünmek için hiçbir deliliniz
yoktur. Eğer beyninize giden görme sinirlerini kesseniz,
bir anda görüntü yok olur. Aynı şekilde işitme sinirlerinde
bir problem olsa, dışarıda var olduğunu zannettiğiniz
ses de bir anda kesilir. (Makaleler-II, Maddenin
Ardındaki Muhteşem İlim, s. 112-113)
Dışarıda Işık Yoktur

Gördüğümüz, tattığımız, kokladığımız, duyduğumuz,
hissettiğimiz herşey sadece beynimizdeki algılardan
ibarettir. |
Günümüzde bilim adamlarının son bilimsel bulgular ışığında
vardıkları ilginç bir gerçek vardır: Dünyamız gerçekte
zifiri karanlıktır. Çünkü bugün artık bilinmektedir ki,
ışık tamamen subjektif bir kavramdır; yani insanların
beyninde bir algı olarak oluşur.
Gerçekte dış
dünyada ışık yoktur. Ne lambalarımız, ne araba farları,
ne de en büyük ışık kaynağımız olarak bildiğimiz Güneş
gerçekte ışık saçmaz. "Işık" dediğimiz algıya kaynaklık
eden fotonlar, gözümüzün arkasındaki retina tabakasına
düştüklerinde buradaki hücreler tarafından elektrik
sinyaline çevrilirler. Biz de gerçekte fiziksel birer
parçacık olan fotonları "ışık" olarak algılarız. Eğer
gözümüzdeki hücreler fotonları "ısı parçacıkları" olarak
algılasalardı, o zaman bizim için ışık, renk ve karanlık
olarak adlandırdığımız kavramlar hiçbir zaman olmayacak,
cisimlere baktığımızda onların sadece "sıcak" veya "soğuk"
olduklarını hissedecektik.

Gül bahçesine bakan bir kişi, aslında güllerin
beynindeki algısıyla muhataptır, aslıyla değil.
Eğer beyne giden görme siniri kesilecek olursa
güllerin görüntüsü
de bir anda yok olur. |
13. Kat filminde, Douglas Hall adındaki karakter, simülasyonla
1937 yılına ait yapay ortama bağlanıp döndükten sonra,
ortamın gerçekçiliğini şöyle dile getirmektedir:
Whitney
: Işıklandırma nasıl? Dokular...
Douglas Hall : Renklendirmeyle
biraz daha uğraşmak lazım, ama birimler fark etmiyorlar.
Whitney : Nasıllar?
Douglas Hall : Sen, ben kadar
gerçekler.
 
Filmde dile getirilen gerçek aslında doğrudur. Işık
ve renk gibi özellikler de yapay sinyaller aracılığıyla
son derece gerçekçi olarak algılanabilmektedir. Bu
konuyla ilgili kitaplarımızda yer alan açıklayıcı
örneklerden birkaçı şöyledir:
- ... kafatası ışığı içeri geçirmez, yani beynin
içi kapkaranlıktır. Dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle
muhatap olması asla mümkün değildir... Karşımızda
bir mum olduğunu düşünelim. Bu mumun karşısına geçip
onu uzun süre izleyebiliriz. Ama bu süre boyunca beynimiz,
muma ait ışığın aslı ile hiçbir zaman muhatap olmaz.
Mumun ışığını gördüğümüz anda bile kafamızın ve beynimizin
içi kapkaranlıktır. Kapkaranlık beynimizin
içinde, aydınlık, ışıl ışıl ve renkli bir dünyayı
seyrederiz. (Evrim Aldatmacası,
II. baskı, s. 200)
- Bilindiği gibi beynimiz kafatasımızın içinde korunur
ve kafatası ışığı içeri geçirmez. Yani kafatasımızın
içi zifiri karanlıktır. Ama biz bu zifiri karanlıkta
masmavi denizleri, yemyeşil ağaçları, rengarenk çiçekleri,
güneşin pırıltılarını ve renklerin her tonunu görebiliriz.
Bu, son derece ilginçtir ve üzerinde düşünülmesi gerekir.
Eğer biz varlıkların bizim dışımızdaki hallerini görüyor
olsaydık, bu dışarıdaki görüntünün ışıltısını, renklerini,
pırıltısını asla göremezdik. Çünkü bu pırıltılar ve
ışıklar kafatasımıza takılacak ve beynimizdeki görme
merkezine asla ulaşamayacaktı. Öyle ise biz bu pırıltıları,
Ay'ın ve Güneş'in ışığını, salonumuzdaki avizenin
parlaklığını nasıl görebiliyoruz? Işığın asla ulaşamadığı
beyinde ışıklı görüntüler nasıl oluşuyor? (Makaleler-II,
Maddenin Ardındaki Muhteşem İlim, s. 112-113)
- Gerçekte, beynimizin dışında, bizim tanıdığımız
anlamda ışık da yoktur. Bizim bildiğimiz, tanıdığımız
ışık, yine beynimizde oluşur. Dış dünyada, yani beynimizin
dışında ışık olarak tanımladığımız şey, elektromanyetik
dalgalar ve fotonlardır (fotonlar tanecik şeklindeki
enerjidir). Bu elektromanyetik dalgalar veya fotonlar,
retinayı uyardığında, bizim bildiğimiz "ışık" oluşur.
(Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 25)
- Sonuç olarak, ışık gözümüze gelen bazı elektromanyetik
dalgaların veya parçacıkların bizde oluşturduğu etki
ile meydana gelmektedir. Yani dışarıda, beynimizdeki
görüntüyü oluşturacak bir ışık da yoktur. Sadece bir
enerji vardır. Ve bu enerji, gözümüze ulaştığında
biz rengarenk, ışıl ışıl, parlak, aydınlık bir dünya
görürüz. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 26)
Işık
algısında olduğu gibi renkler de beynimizde oluşur.
Güneşten gelen fotonlar (fotonlar tanecik şeklindeki
enerjidir) bir cisme çarptıklarında, her cisim bu fotonları
farklı dalga boyunda yansıtır. Bu farklı dalga boylarındaki
fotonlar göze ulaştığında, retina bölgesinde elektrik
sinyaline dönüştürülürler. Daha sonra bu elektrik sinyalleri
beynin görüntü merkezine ulaştırılır. Burada bulunan
sinir hücreleri elektrik sinyallerini "renk" olarak
algılarlar. Ancak gerçek dünyada ne ışık, ne de renk
vardır. Bu, beynimizin kişisel, bize özel bir yorumudur.
Gözün yapısındaki bir hata, ya da diğer canlılardaki
gibi gözün yapısındaki bir farklılık, gelen fotonların
farklı elektrik sinyallerine dönüştürülmesine ve aynı
cismin çok farklı şekillerde algılanmasına sebep olacaktır.
Bu konuyla ilgili eserlerimizdeki anlatımlardan bazıları
şunlardır:
- Biz doğduğumuz andan itibaren çevremizde renkli
bir dünya görür, rengarenk bir ortamla muhatap oluruz.
Oysa evrende tek bir renk dahi yoktur. Renkler beynimizin
içinde oluşur. Dışarıda sadece farklı dalga boylarına
sahip elektromanyetik dalgalar vardır. Gözümüze ulaşan,
bu farklı dalga boylarındaki enerjidir. Yukarıda da
belirtildiği gibi biz buna ışık deriz, ancak bu bizim
bildiğimiz anlamda parlak, aydınlık bir ışık değildir,
sadece bir enerjidir. Beynimiz, bu farklı dalga boylarına
sahip enerjiyi yorumladığında biz bunları "renkler"
olarak görürüz. Oysa ne denizler mavi, ne çimenler
yeşil, ne toprak kahverengi, ne de meyveler renklidir.
Onlar, sadece beynimizde öyle algıladığımız için öyledirler.
(Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 26)

- ... Hem renkler hem de ışık sadece bizim beynimizdedir.
Yani biz bir gülü kırmızı olduğu için kırmızı renkte
görmeyiz. Bizim bir gülü kırmızı görmemizin nedeni,
retinamıza çarpan enerjinin, beynimiz tarafından kırmızı
olarak yorumlanmasıdır. (Hayalin Diğer Adı: Madde,
s. 31)
- Renk körlüğü, renklerin beynimizde oluştuklarının
önemli delillerindendir. Bilindiği gibi gözdeki retinada
oluşan küçük bir bozukluk renk körlüğüne sebep olur.
Bu durumda birçok insan yeşil ile kırmızıyı birbirinden
ayırt edemez. Bu durumda dışarıdaki nesnenin "renkli"
olup olmaması önemli değildir. Çünkü biz nesneleri
onlar renkli olduklarından dolayı renkli görüyor değiliz.
Burada varmamız gereken sonuç şudur: Varlıklara yüklediğimiz
tüm nitelikler, "dış dünyada" değil beynimizdedir.
Bizler hiçbir zaman algılarımızı aşıp, dışarıya ulaşamayacağımız
için maddelerin ya da renklerin varlığını da bilemeyiz.
(Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 28-29)
Beyninizde Kokladığınız Çiçekler
Birçok insan koklamak üzere çiçeklere yaklaştığında,
çiçeklerin kokusunu burnuyla alacağını zanneder. Halbuki
diğer tüm algılarımızda olduğu gibi koku da beynimizin
bir yorumudur. Koku algımızın işleyişi de diğer duyu
organlarımızın işleyişine benzer. Örneğin çiçeğe ait
koku molekülleri burun kanalından içeri girdikten sonra,
epitelyum bölgesindeki alıcılar tarafından elektrik
sinyaline çevrilirler. Bir dizi işlemden sonra beyne
ulaşan bu sinyaller, beyindeki koklama merkezlerinde
papatya, gül, karanfil ya da bir başka çiçeğin kokusu
olarak algılanır. Aynı şekilde yapay yollarla beyninize
ilgili sinyaller gönderilmiş olsa, bu çiçekler ortada
yokken de kokularını duymanız mümkün olurdu.
Nitekim 13. Kat filminde de simülasyon ortamındaki
karakterler, kokuları da çok inandırıcı bir şekilde
hissedebilmektedirler. 1937 yılında bir kitapçı olarak
yaşayan Mr. Grierson, filmdeki yaşlı karakter Hannon
Fuller'e benzetilerek yapılmış hayali bir karakterdir.
Hannon Fuller, simülasyon sistemine bağlandığında bu
kişinin sanal ortamdaki bedenini kullanarak, bu yılın
ortamında vakit geçirmektedir. 1937 yılının müziklerini
dinlemekte, o dönemin danslarını izlemekte ve o dönemden
sosyal bir çevre edinmektedir. Ancak, sistemden çıktığında
kullandığı beden, programın gereği olarak yine eski
hayatına devam etmektedir. Dolayısıyla 1937 yılına ait
simülasyon ortamındaki kitapçı Mr. Grierson, o süre
içinde neler yaşadığını tam olarak hatırlayamamakta
ve hatırladıklarının da hayal olduğunu düşünmektedir.
Bir konuşmasında koku ile ilgili şunları söyler:
Mr. Grierson : Uyandığımda bile
üzerimde hala parfüm kokusunu duyuyorum.
Douglas Hall : Gerçek mi hayal
ürünü mü?
Filmin
yukarıdaki sahnesinden de anlaşılacağı gibi gerçekte
parfüm kokusu olmadığı halde, bilgisayar aracılığıyla
yüklenen bilgiler sayesinde oyuncular kokuyu da gerçekçi
olarak algılayabilmektedirler. Bu konuda açıklayıcı
olabilecek kitaplarımızdan birkaç yorum şöyledir:
- Koku alma merkezinizde oluşan etkileri, dışarıdaki
maddelerin kokusu zannedersiniz. Oysa bir gülün görüntüsü
nasıl ki görme merkezinizin içindeyse, o gülün kokusu
da aynı şekilde koku alma merkezinizin içindedir...
(Evrim Aldatmacası, II. baskı, s. 205)
Kokunun
bir algı olduğunu anlamak için rüyaları düşünmek de
faydalı olabilir. İnsanlar rüyalarında nasıl tüm görüntüleri
son derece gerçekçi bir şekilde görebiliyorlarsa, aynı
şekilde rüyalarında bütün kokuları da gerçekte olduğu
gibi hissederler. Örneğin rüyasında restorana giden
bir kişi, yemeğini menüdeki yiyeceklerin kokuları arasında
yemekte, deniz kenarına gezintiye çıkan biri denizin
kendine has kokusunu duymakta, papatya bahçesine giren
birisi o mükemmel kokulardan haz duymaktadır. Ya da
bir başkası parfümeri mağazasına girip kendisine parfüm
seçebilmekte ve hatta tek tek bu parfümlerin kokusunu
ayırt edebilmektedir. Herşey öylesine gerçekçidir ki
kişi, uykusundan uyandığında bu duruma şaşırabilmektedir.
(Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 36)
Yaşadıklarınızın Gerçek Olduğu
Hissini Duymanız İçin 'Dış Dünya'nın Varlığı Şart Değildir
İlk kez bir sinema perdesi gören insanlar, karşılaştıkları
üstün teknoloji sayesinde, gördükleri nesnelerin "gerçek"
olduğunu zannetmişler ve üzerlerine doğru gelen tren
görüntüsü karşısında paniğe kapılmışlardır. Günümüzde
bu etki, hologram (üç boyutlu görüntü) oluşturan özel
gözlükler sayesinde elde edilebilmektedir. Bu gözlüğü
takan insanlar, gördükleri hayali görüntünün gerçek
olduğu hissine kapılmakta ve korku, heyecan gibi tepkiler
vermektedirler. Bu kişiler sanal bir görüntü ile muhatap
olduklarını bildikleri halde, yine de özel olarak oluşturulan
bu gerçekçi ortama kapılmaktan kendilerini alamamaktadırlar.
Bu durum, teknik kalitenin kusursuzluğundan ötürü "gerçek
dünya" olarak kabul ettiğimiz hayatımız için de söz
konusudur. Nitekim 13. Kat adlı filmde de teknik mükemmelliğin
aldatıcılığına dikkat çekilmiştir.
Filmde 1937 yılında Ashton adıyla anılan karakter,
simülasyon sisteminin kurucularından Hannon Fuller'ın
yazdığı ve okumaması gereken bir mektubu okuyarak aslında
sanal bir dünyada yaşadığını öğrenir. O ana kadar yaşadıklarının
hiçbir gerçekliği olmadığını öğrendiğinde önce bunun
bir şaka olduğunu düşünür, ancak daha sonra kendileri
için oluşturulan bu özel mekanın bir sonu olduğunu gördüğünde
öfkeye kapılır. Ancak verdiği tepkilerin hiçbiri sanal
bir dünyada yaşadığı gerçeğini değiştiremez. Bir yandan
sistemin kurucularından Douglas Hall'dan gerçekleri
anlatmasını isterken, bir yandan da saldırgan tepkiler
vermeye devam eder. Aralarında geçen konuşmalar şöyledir:
Ashton
: Ben okuduğumda şaka sanmıştım. Dünya bir yalan.
Zayıf bir olasılık! Ama ben aptal değilim, Bay Hall...
"Dünyanın sonuna gitme" hakkında yazanları okudum.
Douglas Hall : Ne yazıyordu?
Ashton : Mektupta yazanı aynen
yaptım. Hiç gitmeyeceğim bir yer seçtim. Tuscon'a
gitmeyi denedim. Nedense orayı seçtim. Hiç taşraya
gitmemiştim. Arabayı alıp, şehir dışına çıktım. Çölde,
80 km'nin üstünde gidiyordum. Bir süre sonra, yolda
sadece ben kalmıştım. Benim dışımda sıcak ve toz vardı.
Mektupta ne diyorsa yaptım: "Yol işaretlerini izleme
ve hiçbir şekilde durma. Barikatlarda bile." Ama artık
şehre yaklaşıyor olmam gerekirken, bir terslik hissettim.
Hiçbir hareket ve canlı yoktu. Sakinlik ve sükunet
hakimdi. Ve arabadan indim. Ve gördüğüm şey, korkudan,
yüreğimi titretti. Doğruydu. Herşey yalandı. Gerçek
değildi.
Douglas Hall : Fuller bana neden
simülasyonun sınırlarını yazsın? Ben onları biliyorum.
Ashton : Soruları ben soruyorum!
Nedenini bilmek istiyorum... Şimdi bana neyin gerçek
olduğunu göstermeni istiyorum. Bu gerçek mi? (ateş
ediyor) Bu, gerçek kan mı?
Ashton, bulunduğu mekanın aslında sanal bir dünya olduğunu
öğrendiğinde, bu gerçeği kabullenmek istemez. Hatta
bunu ispatlamak için Douglas Hall'a ateş ederek, bacağından
akan kanın gerçek olup olmadığını sorar. Halbuki bir
kimse yaralandığında da değişen bir durum yoktur. Çünkü
bu kişinin bacağından akan kan, duyduğu acı veya korku
hislerinin hepsi birer algıdır. Dolayısıyla bir kimsenin
korku, acı gibi hisleri yaşaması da dışarıda maddi bir
dünyanın varlığına delil olarak sunulamaz.
Bu durum bizim için de geçerlidir. Biz beynimizde seyrettiğimiz
algıların maddesel karşılıkları olduğunu hiçbir zaman
ispatlayamayız. Bu algıların "yapay" bir kaynaktan gelip
gelmediklerini, ya da dış dünyada maddesel bir karşılıkları
olup olmadığını tespit etmemiz mümkün değildir. Çünkü
ne yaşarsak yaşayalım biz beynimizin dışına asla çıkamayız.
Bu konuda düşünmeden itiraz getiren bir kısım kişiler,
"bir kamyonun önüne çıkan bir kimse, kamyon çarpınca
o zaman madde hayal mi değil mi anlar" gibi açıklamalarda
bulunurlar. Halbuki kamyon çarptığında da herşeyi beynimizde
yaşarız. Çünkü kamyonun görüntüsü gibi, çarpma hissi
de, kamyondan kaçmak için yaşanan korku da beyinde yaşanan
algılardır. Aynı şekilde biri size tokat atacak olsa,
elinin kuvvetini, yüzünüzde oluşan acı hissini, kızarıklığı
da hep beyninizde yaşarsınız.

Resimdeki sinekkuşu bu kuşa bakan kişi için yalnızca
algılarının bir toplamıdır. Kuş bu kişinin zihninin
içinde çizilir, renklendirilir, kuşun sesi de
zihninin içinde seslendirilir. |
Bu konuyla paralel olarak kitaplarımızda anlattığımız
örneklerden birkaçı şöyledir:
- İtiraz: "Madde beynimin dışında vardır. Bıçağı
biraz kaydırdığımda elimde hissettiğim acı, sızlama,
elimden akan kan bir görüntü değil. Ayrıca bunu yanımdaki
arkadaşım da gördü."
Cevap: Bu itirazı getirenlerin en önemli yanılgısı,
görüntü dışında ses, koku, dokunma gibi diğer hislerin
de beyinde oluştuğunu göz ardı etmeleridir. Bu nedenle
"bıçağı beynimde görüyor olabilirim, ama bıçağın keskinliği
bakın gerçek, çünkü elimi kesti" demektedirler. Oysa
bu kişinin elindeki acı, akan kanın verdiği sıcaklık
ve ıslaklık hissi ve tüm diğer algıları yine beyninde
oluşur. Yanındaki arkadaşının bu olaya şahit olması
bu gerçeği değiştirmez, çünkü arkadaşı da, bıçakla
aynı yerde yani beynindeki görme merkezinde oluşmaktadır.
Bu kişi aynı hisleri, bıçakla elini kestiğini, elindeki
acıyı, kanın görüntüsünü ve sıcaklığını aynısı ile
rüyasında da yaşayabilir. Elini kestiğini gören arkadaşını
da yine rüyasında görür. Ama arkadaşının varlığı,
bu rüyada gördüklerinin maddesel karşılıkları olduğunun
bir kanıtı olmaz.
Hatta rüyasında elini kestiği sırada biri gelip, "bu
gördüklerin bir algı, bu bıçak gerçek değil, elinden
akan kan, hissettiğin acılar da gerçek değil, bunların
hepsi şu an zihninde izlediğin olaylar" dese, kişi
buna inanmayacak ve yine itiraz edecektir. Hatta belki
"Ben materyalistim. Böyle iddialara inanmam. Şu anda
gördüklerimin hepsinin maddesel gerçekliği var, bak
kanı görmüyor musun?" diyecektir. (Hayalin Diğer
Adı: Madde, s.181-182)
- ... maddesel dünyaya ulaşmamız imkansızdır. Muhatap
olduğumuz tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma
gibi algıların toplamından ibarettir. Algı merkezlerindeki
bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca
maddenin bizim dışımızdaki "aslı" ile değil, beynimizdeki
kopyaları ile muhatap olur. (Zamansızlık ve Kader
Gerçeği, s. 49)
- ... bilgisayardan beyninize, kendi görüntünüze
ait elektrik sinyalleri de gönderebiliriz. Örneğin
bir masada otururken algıladığınız bütün görme, işitme,
dokunma gibi duyuların elektriksel karşılıklarını
beyninize gönderdiğimizde, beyniniz kendisini bürosunda
oturmakta olan bir iş adamı sanacaktır. Bilgisayardan
gelen uyarılar devam ettikçe de bu hayali dünya devam
edecektir. Yalnızca bir beyinden ibaret olduğunu ise
hiçbir şekilde anlayamayacaktır. Çünkü beynin içinde
bir dünya oluşması için beyindeki ilgili merkezlere
gerekli uyarıların ulaşması yeterlidir. Bu uyarılar
yapay bir kaynaktan, örneğin bir kayıt cihazından
ya da daha farklı bir algı kaynağından geliyor olabilir.
(Zamansızlık ve Kader Gerçeği, s. 28)
Aşağıdaki diyalogda ise Douglas Hall'un simülasyondan
bağlantısının kesilmesiyle gerçek yaşantısına dönüşü
aktarılmaktadır. Arkadaşı Whitney, sanal dünyada Ashton
kimliğiyle kendisini öldürmeye çalışmaktadır. Douglas
Hall, bulunduğu sanal dünyada öylesine gerçekçi bir
korku yaşamaktadır ki, gerçek hayatına döndüğünde dahi
hala nefes nefese kendini savunmaya çalıştığı görülmektedir.
Hatta kendini korumak için arkadaşı Whitney'e yumruk
atmaktadır.
Douglas Hall : Beni öldürmeye
çalıştı.
Whitney : Kim?
Douglas Hall : Ashton. Bu dünyanın
gerçek olmadığını öğrendi. Bu proje, bu deney. İnsanların
hayatlarıyla oynuyoruz!
Whitney : Şimdi saçmalıyorsun.
Kötü bir yolculuk yaptığını biliyorum ama...
Douglas Hall : "Kötü bir yolculuk"
mu? Bu insanlar gerçek. Senin, benim kadar
gerçekler.
Whitney : Evet, onları
böyle tasarladığımız için. Sonuçta hepsi bir avuç
elektronik devre.
 
Bu konuşma ve sahnelerde de görüldüğü gibi bir insanın
gerçek olmayan bir ortamı, gerçek hayatı zannederek
yaşaması mümkündür. Douglas Hall, sistemi tasarlayan
kişilerden biri olmasına ve arkadaşı Whitney de gördüğü
insanların elektronik devreden başka birşey olmadığını
hatırlatmasına rağmen, bu duruma inanmakta güçlük çekmektedir.
Söz konusu kişiler yaptıkları sistemin gerçeğe benzerliği
hakkında tartışırken, aslında kendileri de yapay bir
sisteminin içinde yaşamaktadırlar. Ancak o sırada haberleri
olmadığı için, içinde bulundukları dünyayı gerçek zannetmektedirler.
Kitaplarımızda da yapay uyarılarla gerçek bir ortamda
yaşadığını düşünmenin mümkün olduğuna dair pek çok anlatım
vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
- ... günümüz teknolojisi ile, yapay uyarılar ile
yapay görüntüler, diğer bir deyişle yapay bir dünya
oluşturmak mümkündür. Bu yapay görüntülerin gerçeklerinden
hiçbir farkı olmadığı, deneyen kişiler tarafından
ifade edilmektedir. O halde, biz de her an gördüğümüz
"yaşam görüntüsü"nün, dışarıda asıllarının mutlaka
var olduğunu ve muhatap olduklarımızın da bu "asıllar"
olduğunu iddia edemeyiz. Çünkü bu algılarımızın nedeni
çok daha farklı bir kaynak olabilir. (Hayalin
Diğer Adı: Madde, s. 72)
- Beyne giden sinirler kesildiğinde beyinde hiçbir
görüntü oluşmayacaktır. Bu durumda insanın, "dışarıda
gördüğüm görüntülerin asılları var" demesinin hiçbir
anlamı kalmayacaktır, çünkü bu asılları "varsalar
bile" hiçbir zaman göremeyecektir. (Hayalin Diğer
Adı: Madde, s. 180)
Hayal İçinde Hayal Görmek

İş yerinde uyuya kalan bir kişi, rüyasında kendisini
sahilde uyurken, sahilde uyurken de kendisini
çocuğuyla birlikte vakit geçirirken görebilir.
Diğer bir deyişle rüyasının içinde rüya görebilir,
maddesel hiçbir gerçeklik olmamasına rağmen... |
Filmin sonlarına doğru izleyenler şaşırtıcı bir gerçekle
daha karşılaşmaktadır. Sistemi tasarlayan ve simülasyona
bağlanarak sanal dünyalarda yaşam süren oyuncuların asıl
bedenleri 2024 yılındadır. Douglas Hall'un 1999 yılında
Los Angeles'ta geçtiğini düşündüğü yaşamı da aslında bir
hayaldir. Yani hayal içinde hayal yaşanmaktadır.
Bu durumu rüyanın içinde rüya görmeye de benzetebiliriz.
Rüyada da hiçbir maddesel gerçeklik olmamasına rağmen
son derece gerçekçi duygular yaşayabilir, hatta günlük
hayatımızın bir parçası olarak uyuyup uyandığımızı zannedebiliriz.
Hatta rüyamızın içinde gördüğümüz rüyanın ne kadar gerçekçi
olduğunu, rüyamızdaki arkadaşlarımıza anlatabiliriz.
Sonuç olarak yapay sinyallerle hayal gördüğümüz, sonra
da bunun farkına vardığımız hissini yaşayabiliriz. Filmde
bu tür bir gerçekle karşılaşan Douglas Hall, bu durumun
şaşkınlığını üzerinden atamamaktadır.
Douglas Hall : Bunun gibi kaç
tane simülasyon dünyası var?
Jane Fuller : Binlerce. Ama
seninki, simülasyon içindeki simülasyon olan tek dünya.
Hiç ummadığımız bir şey.
Bedeniniz de Beyninizde Oluşan Bir Görüntüdür
Bazı insanların kendi bedenlerine dokunuyor olmaları,
parmaklarını kestiklerinde acı hissetmeleri, sahip oldukları
bedenin bazı ihtiyaçlarını karşılıyor olmaları bu insanlara
kendi bedenlerinin maddi gerçekliği ile muhatap oldukları
hissini verebilir. Oysa, tüm diğer varlıklar gibi insanın
kendi bedeni de bir algıdır ve insanın kendisi, kendi
bedeninin maddi gerçekliğine asla ulaşamaz. Örneğin
insanın parmağını kestiğinde duyduğu acı, yine bir algıdır.
Veya acıkıp da yemek yediğinde duyduğu tokluk hissi
yine bir algıdır. İnsanın beynine dışarıdan verilecek
olan suni uyarılar bu tokluk hissini yemek yemeden de
meydana getirebilecektir. Bu yüzden insan hiçbir zaman
kendi bedeninin maddi bir gerçekliği olduğundan emin
olamaz. Acıları hisseden, dokunan, bu yazıyı okuyarak
anlayan, kişinin ruhudur.
Bu konuyu farklı bir açıdan da düşünebiliriz: Şu an
okuduğunuz kitap sizden yaklaşık 30 cm kadar uzakta
görünür. Etrafınızda duvar, pencere ve kapı bulunması,
yerden belli bir yükseklikte sandalye üzerinde oturuyor
olmanız, önünüzde masa bulunması size bedeninizin odanın
içinde bir yerde olduğu hissini verebilir. Halbuki kendinizi
algıladığınız dünyanın ortasına koymanız, yine size
zihninizin oluşturduğu bir illüzyondur. Bu yanılgının
doğal bir sonucu olarak da dünyanın içinde olduğunuz
hissini yaşarsınız. Halbuki gerçek tam tersidir; herşey
sizin içinizdedir.
Yandaki karelerde simülasyonun içinde bir simülasyon
karakteri olan Ashton, gerçekleri öğrendikten sonra
Douglas Hall'la konuşmaktadır. Ashton senelerce gerçek
zannederek bir hayali yaşamış olmanın şaşkınlığını yaşamaktadır.
Ancak bu sanal ortamı kuran Douglas Hall da aynı hisleri
paylaşmaktadır; çünkü o da başka bir sanal alemin parçasıdır.
Douglas
Hall : Hayır Ashton... Ben de aynı senin gibiyim.
Bir yığın elektrik devresi.
Ashton : Ne demek istiyorsun?
Douglas Hall : Hepsi duman ve
ayna. Tıpkı senin dünyandaki gibi Ashton. Bilgisayar
simülasyonundan başka bir şey değiliz.
Ashton : Ama mektupta- Herşey
sahte miymiş?
Douglas Hall : Mektup bana yazılmıştı.
Fuller benim dünyamdan bahsediyordu.
Ashton : Peki, sen ne diyorsun?
Bu dünyanın üstünde başka bir dünya olduğunu mu söylüyorsun?
Douglas Hall : Evet.
Ashton : Anlamıyorum.
Douglas Hall : Fuller çözmüştü.
Maddesel gerçekliği olmayan bir ortamda, hayali bir
bedenle yaşadıklarını fark eden oyuncular, gördükleri,
yaşadıkları hiçbir şeyin kendilerinden olmadığını anlarlar.
Filmin bir başka sahnesinde bu konu ile ilgili şu ifadeler
geçmektedir:
Douglas Hall : ... Bunların
hiçbiri gerçek değil. Fişi çektiğinde, ben kaybolurum.
Söylediğim hiçbir şeyin, yaptığım hiçbir şeyin anlamı
kalmaz...
Filmde simülasyonun bir parçası olduklarını keşfeden
karakterler, tüm yaşadıklarının kendi etkileri dışında
geliştiğini, herşeyin, içinde bulundukları sanal dünyayı
oluşturan kişinin kontrolünde olduğunu anlarlar.
Bizim içinde bulunduğumuz durum da filmdeki oyuncuların
konumu ile benzerlikler taşımaktadır. İçinde yaşadığımız
dünyada herşey Allah'ın kontrolündedir ve her türlü
detay imtihanın parçası olarak yaratılmıştır. Hayatı
boyunca gördüğü tüm olayları, duyduğu tüm sesleri Allah'ın,
beyninde bir görüntü olarak yarattığını bilen bir insan,
korkmak, boş yere sıkılıp üzülmek, paniğe kapılmak yerine,
hepimizin Yaratıcısı olan sonsuz merhametli ve şefkatli
olan Allah'a tevekkül eder.
Bu
konu ile bağlantılı kitaplarımızdaki şu yorumları hatırlatmak
yerinde olacaktır:
- İnsanların hayatları boyunca yaşadıkları tüm zorluk
ve sıkıntı sebebi olaylar da, gerçekte beyinlerinin
içinde meydana gelmektedir. Bu gerçeği bilen bir insan
karşılaştığı her olaya güzel bir sabırla sabır gösterir.
Allah'ın herşeyi hayırla yarattığını bilir ve tevekküllü
olur. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 117)
- . Allah her insana sanki olayları değiştirmeye,
kendi karar ve seçimine göre hareket etmeye imkanı
varmış gibi bir his verir. Örneğin insan, su içmek
istediğinde bunun için "kaderimde varsa içerim" diyerek
oturup beklemez. Bunun için kalkar, bardağı alır ve
suyunu içer. Gerçekten de kaderinde tespit edilmiş
bardakta, tespit edilmiş miktarda suyu içer. Ancak,
bunları yaparken kendi iradesi ve isteği ile yaptığına
dair bir his duyar. Ve hayatı boyunca bu hissi her
yaptığı işte yaşar. Allah'a ve Allah'ın yarattığı
kaderine teslim olmuş bir insan ile bu gerçeği kavrayamayan
bir insan arasındaki fark şudur: Teslimiyetli olan
insan, kendi yaptığı hissini yaşamasına rağmen, bunların
tümünü Allah'ın dilemesi ile yaptığını bilir. Diğeri
ise, her yaptığını kendi aklı ve gücü ile yaptığını
zannederek yanılır. (Hayalin Diğer Adı: Madde,
s. 144-145)
- . Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır
ve O'nun tecellisidir. Tek mutlak varlık Allah'tır
ve Allah'ın yarattığı diğer varlıklar mutlak değildir,
birer görüntüdür. Allah'ın yarattığı görüntüleri seyreden
"ben"ler, yani insanlar, Allah'tan birer ruhturlar.
Bu ilim ve bu büyük sır kavrandığı takdirde insanların
bilinçleri keskin bir netliğe kavuşacak, üzerlerindeki
manevi pus ortadan kalkacaktır. Anlayan herkes Allah'a
gönülden teslim olacak, Allah'ı çok sevecek ve O'ndan
çok korkacaktır... Bu çarpıcı gerçeği anlayanlar yeni
bir bakış açısı kazanacak, yepyeni bir hayata başlayacaklardır.
(Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 101)
|