Karbonun canlı bedenlerinin
en önemli yapıtaşı olduğunu ve bu işlev için çok
özel bir tasarımla yaratıldığını inceledik. Ama
karbon temelli tüm canlıların varlığı, ikinci
bir şarta daha bağlıdır; enerji. Enerji, yaşamın
vazgeçilemez ihtiyacıdır.
Yeşil bitkiler enerjiyi Güneş ışığından
alırlar. Ama hayvanlar ve bizim için enerjinin
kaynağı "oksidasyon"; yani yanmadır. Bitkilerden
aldığımız besinleri "yakarak" enerji elde ederiz.
Yakma ise, oksidasyon teriminden anlaşıldığı gibi,
oksitleyerek, yani oksijenle reaksiyona sokarak
gerçekleşir. İşte bu nedenle oksijen de, kompleks
yaşamın su ve karbon gibi temel bir şartıdır.
Bize enerji veren "yakma" reaksiyonunun
formülü şudur:
karbon bileşikleri + oksijen
> su + karbondioksit + enerji
Üstteki reaksiyon sonucunda, su ve karbondioksit
yanında büyük miktarda enerji de açığa çıkar. Reaksiyonda
belirtilen karbon bileşiklerinin başında, hidrojen
ve karbon atomlarından oluşan hidrokarbonlar gelir.
Örneğin glikoz (yani şeker), vücudumuzda sürekli
olarak yakılarak enerji sağlanan temel bir hidrokarbondur.
İşin ilginç yanı, hidrokarbonları
oluşturan hidrojen ve karbon atomlarının, oksidasyon
için olabilecek en uygun atomlar olmalarıdır.
Hidrojen, diğer tüm atomlar içinde, oksidasyona
uğradığında en çok enerji açığa çıkaran atomdur.
Bir başka deyişle oksijenin yakabileceği en iyi
"yakıt"tır. Karbon ise "yakıt değeri" yönünden,
hidrojen ve borondan sonra üçüncü sırada gelir.
The Fitness of the Environment (Çevrenin Uygunluğu)
kitabının yazarı Henderson, bu "olağanüstü derecede
faydalı uyum" karşısında şaşkına düştüğünü belirtmiş
ve şöyle yazmıştır: "Fizyoloji için olabilecek
en uygun sonuçları veren kimyasal reaksiyonlar,
aynı zamanda yaşama en iyi enerji aktaran reaksiyonlardır."
Ateşteki Tasarım (Neden Bir Anda Yanmıyoruz?)
Üstte incelediğimiz gibi, canlılara
enerji sağlayan en temel reaksiyon, karbon ve hidrojen
bileşiklerinin oksitlenmesi, yani yanmasıdır. Ancak
bu noktada ilginç bir soru sorulabilir: Bizim vücudumuz
da temelde karbon ve hidrojen bileşiklerinden oluşmaktadır.
Peki neden vücudumuz da okside olmaz? Ya da daha
açık bir ifadeyle, neden vücudumuz bir anda kibrit
çöpü gibi tutuşup yanmaz? Vücudumuzun
oksijenle temas ettiği halde yanmaması, gerçekten
şaşırılacak bir durumdur.
Bu şaşılacak durumun nedeni, oksijenin
normal ısılardaki moleküler formu olan O2 molekülünün
büyük ölçüde "asal", yani reaksiyona girmeyen
bir yapıya sahip oluşudur. Ama bu durumda bir
başka soru ortaya çıkar; madem O2 kolay kolay
reaksiyona girmeyen bir moleküldür, o halde bu
molekül bizim vücudumuzun içinde nasıl reaksiyona
sokulmaktadır?
19.
yüzyıldan beri merak edilen bu sorunun cevabı,
son yarım yüzyıl içindeki gelişmeler sonucunda
anlaşılmıştır. Biyokimyasal gözlemler, insan
vücudundaki bazı özel enzimlerin, sadece oksijenin
atmosferde bulunan formu olan O2'yi reaksiyona
sokmakla görevli olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Hücrelerimizdeki bu özel enzimler, son derece
karmaşık işlemler sonucunda, vücudumuzdaki demir
ve bakır atomlarını katalizör (hızlandırıcı)
olarak kullanmakta ve böylece oksijeni reaktif
hale getirmektedirler.(1)
Yani ortada çok ilginç bir durum vardır: Oksijen
yakıcı bir elementtir ve normalde bizim bedenimizi
de yakması beklenmelidir. Bunu engellemek için,
oksijenin atmosferdeki formu olan O2 ilginç bir
biçimde "asal" kılınmıştır, yani kolay kolay reaksiyona
girmemektedir. Ama bedenimizin enerji elde etmesi
için de, oksijenin yakıcılığına ihtiyacı vardır.
Onun için hücrelerimizin içine, bu asal gazı son
derece reaktif hale getiren karmaşık bir enzim
sistemi yerleştirilmiştir.
Bu arada yeri gelmişken belirtmek
gerekir ki, söz konusu enzim sistemi, canlılığın
rastlantılarla oluştuğunu iddia eden evrim teorisinin
asla açıklayamadığı bir tasarım harikasıdır.
Oksijen solunumunu sağlayan karmaşık
enzim sisteminin nasıl ortaya çıktığı sorusu,
evrim teorisinin açıklayamadığı sayısız sorulardan
biridir. Bu enzim sisteminin özelliği, ancak eksiksiz
çalışması halinde işe yaramasıdır, dolayısıyla
daha basite indirgenemez. Bu nedenle de evrimin
iddia ettiği gibi basitten karmaşığa doğru bir
gelişim izlediği öne sürülemez. Türkiye'nin en
önde gelen evrim savunucularının başında gelen
Hacettepe Üniversitesi biyoloğu Prof. Ali Demirsoy,
bu konuda şu itirafı yapmaktadır:
"Yalnız, burada henüz çözülemeyen
bir sorun vardır. Mitokondriler bu (oksijenli)
parçalamaları gerçekleştirirken belirli sayıda
enzim kullanırlar. Bu enzimlerin bir tanesinin
eksikliği tüm sistemin durmasına neden olur.
Ayrıca oksijenli enerji kazanımı, kademe kademe
gelişecek bir sistem olarak da görünmemektedir.
Tümü, ancak bir işlev sistemi oluşturur. Bu
nedenle buraya kadar ilke olarak savunduğumuz
kademe kademe gelişme yerine, ister istemez,
çok az bir olasılık da olsa, mitokondrilerin
oksijenli tepkimelerini yürütecek tüm enzimlerin
(Krebs enzimleri) bir defada, bir rastlantı
sonucu bir hücreye girdiğini ya da bir defada
o hücre içinde oluştuğunu kabul etmek zorundayız.
Çünkü oksijeni tam olarak kullanamayan, yani
ara kademede kalan tüm sistemler, oksijenle
temas edince yok olacaktı. (2)
Ali Demirsoy'un "hepsinin bir anda
tesadüfen oluştuğunu kabul etmek zorundayız"dediği
enzimlerin (özel proteinlerin) tek birinin tesadüfen
oluşma şansı bile 10950'de 1'lik ihtimallerde
iken, yani imkansızken, bu tip çok sayıda enzimin
tesadüfen oluştuğunu öne sürmek, elbette ki akıl
dışıdır.
Bedenimizin aniden tutuşmasını
engellemek için alınmış bir başka tedbir daha
vardır. Bu, İngiliz kimyager Nevil Sidgwick'in
ifadesiyle "karbonun karakteristik asallığı"dır.
Bir başka deyişle, karbon atomu
da normal ısılarda kolay kolay oksijenle reaksiyona
girmez. Kimyasal dille ifade edilen bu özelliği,
aslında hepimiz günlük hayatta çok yakından yaşamışızdır.
Soğuk bir havada odun ya da kömür kullanarak ateş
yakmaya çalıştığımızda yaşadığımız zorluk, karbonun
söz konusu "karakteristik asallığı"dır. Ateşi
yakabilmek için bir hayli uğraşmamız, odunun ya
da kömürün ısısını iyice yükseltmemiz gerekir.
Ama ateş bir kez alev aldıktan sonra da, karbon
hızla reaksiyona girer ve büyük bir enerji açığa
çıkar. Bu yüzden bir yangını başlatmak (kibrit
vs. gibi özel ateş kaynakları olmadıkça) son derece
zordur. Ama yangın bir kez başladıktan sonra da
çok büyük bir ısı oluşur ve bu ısı etraftaki diğer
karbon bileşiklerini de tutuşturur.
Bu durum incelendiğinde, aslında
ateşte de çok ilginç bir tasarım olduğu görülür.
Oksijenin ve karbonun kimyasal özellikleri öyle
ayarlanmıştır ki, bunlar sadece çok yüksek bir
ısıda reaksiyona girip ateş oluştururlar. Eğer
böyle olmasaydı, Dünya üzerindeki yaşam imkansız
hale gelirdi. Eğer oksijenin ve karbonun reaksiyona
girme eğilimleri biraz daha fazla olsaydı, hava
sıcaklığı biraz arttığında insanların, ağaçların,
hayvanların bir anda tutuşup yanmaları sıradan
bir vaka haline gelirdi. Örneğin çölde yürüyen
bir insan, sıcaklık gün ortasında en yüksek dereceye
çıktığı anda, bir kibrit çöpü gibi bir anda alevlere
boğulabilirdi. Bitkiler ve hayvanlar da aynı tehlikeyle
yüzyüze kalırdı. Elbette böyle bir Dünya'da yaşamdan
söz etmek biraz zor olurdu.
Eğer oksijenin ve karbonun karakteristik
asallıkları daha fazla olsaydı, bu sefer de Dünya
üzerinde ateş yakmak çok zor, belki de imkansız
hale gelirdi. Ateşin olmadığı bir ortamda ise,
insanların ısınması ve teknoloji geliştirmesi
mümkün olamazdı. Çünkü bilindiği gibi teknoloji
metallere dayanır ve metaller de ancak çok yüksek
ısılarda yumuşayıp şekillendirilebilirler.
Bu durum, karbon ve oksijenin kimyasal
özelliklerinin de yine insan yaşamı için en uygun
biçimde olduğunu göstermektedir. Michael Denton,
bu konuda şunları yazar:
Karbon ve oksijen atomlarının
normal ısılarda gösterdikleri reaksiyona girmeme
eğilimi, bir kez reaksiyona girdiklerinde açığa
çıkan dev boyuttaki enerjiyle birlikte, Dünya
üzerindeki yaşam açısından çok önemli ayarlamalardır.
Kompleks canlıların kontrollü ve düzgün bir biçimde
enerji edinmelerini ve aynı zamanda insanlığın
ateşi kontrollü bir biçimde kullanarak teknoloji
için gerekli ısıları elde etmesini sağlayan şey,
işte karbon ve oksijendeki bu ilginç ayarlamadır.(3)
Bir başka deyişle, karbon da oksijen de,
bizim yaşamımıza en uygun olacak biçimde yaratılmışlardır.
Bu iki elementin özellikleri, bizlere ateş yakabilme
ve bu ateşi en uygun biçimde kullanma imkanı vermektedir.
Dahası, Dünya'nın her bir yanı, çok bol miktarda
karbon içeren, dolayısıyla ateş yakmak için kolaylıkla
kullanabildiğimiz ağaçlarla doldurulmuştur. Tüm
bunlar, ateşin ve malzemelerinin de insan yaşamına
en uygun biçimde yaratıldığını göstermektedir. Nitekim
Allah, insanlara Kuran'da şöyle seslenir:
Ki O (Allah), size
yeşil ağaçtan bir ateş kılandır; siz de ondan
yakıyorsunuz.
(Yasin Suresi, 80)
Oksijenin
İdeal Çözünürlüğü
Vücudumuzun oksijeni kullanabilmesi,
bu gazın suyun içinde çözünebilirlik özelliğinden
kaynaklanır. Nefes aldığımızda ciğerlerimize giren
oksijen, hemen çözünerek kana karışır. Kandaki
hemoglobin adlı protein çözünmüş olan bu oksijen
moleküllerini yakalayarak hücrelere taşır. Hücrelerde
ise, az önce belirttiğimiz özel enzim sistemleri
sayesinde, bu oksijen kullanılarak ATP adı verilen
karbon bileşikleri yakılır ve enerji elde edilir.
Tüm kompleks canlılar bu sistemle
enerjiye ulaşırlar. Ama elbette bu sistemin işleyebilmesi,
öncelikle oksijenin çözünürlük özelliğine bağlıdır.
Eğer oksijen yeterli derecede çözünür olmasa,
kana çok az miktarda oksijen girecek ve bu da
hücrelerin enerji ihtiyacının karşılanmasına yetmeyecekti.
Oksijenin fazla çözünmesi ise, kandaki oksijen
oranını aşırı derecede artıracak ve "oksidasyon
zehirlenmesi" meydana getirecektir.
İşin ilginç yanı, farklı gazların
su içinde çözünebilirlik oranlarının, birbirlerinden
bir milyon kat farklı olabilmesidir. Yani en çok
çözünen gaz ile en az çözünen gaz arasında, bir
milyon katlık bir çözünebilirlik farkı vardır.
Hemen hemen hiçbir gazın da çözünebilirlik oranı
aynı değildir. Örneğin karbondioksit, oksijene
göre su içinde yirmi kat daha fazla çözünür. Bu
kadar farklı çözünebilirlik değerleri içinde oksijenin
sahip olduğu değer ise tam bizim için uygun olan
değerdir.
Oksijenin çözünürlüğü acaba biraz
daha az ya da fazla olsa ne olurdu?
Önce birinci ihtimale bakalım.
Eğer oksijen suyun (ve dolayısıyla kanın) içinde
biraz daha az çözünecek olsa, kana daha az oksijen
karışacak ve hücreler yeterince oksijen alamayacaktır.
Bu durumda insan gibi yüksek metabolizmalı canlıların
yaşaması çok zorlaşacaktır. Böyle bir durumda
ne kadar çok nefes alırsak alalım, havadaki oksijen
hücrelere yeterince ulaşmadığı için, kademeli
bir biçimde boğulma tehlikesi ile karşı karşıya
kalırız.
Eğer oksijenin çözünürlüğü daha
fazla olursa, bu kez az önce belirttiğimiz "oksidasyon
zehirlenmesi" ortaya çıkar. Oksijen aslında çok
tehlikeli bir gazdır ve normal sınırların üstünde
alındığında canlılar için öldürücü bir etkiye
sahiptir. Kanda oksijen oranı arttığında, bu oksijen
su ile reaksiyona girerek son derece reaktif ve
tahrip edici yan ürünler ortaya çıkarır. Vücutta,
oksijenin bu etkisini gideren son derece kompleks
enzim sistemleri vardır. Ama eğer oksijen oranı
biraz daha fazlalaşsa, bu enzim sistemleri işe
yaramayacak ve aldığımız her nefes vücudu biraz
daha zehirleyerek bizi kısa sürede ölüme sürükleyecektir.
Kimyacı Irwin Fridovich, bu konuda şöyle der:
Solunum yapan bütün organizmalar ilginç bir
tuzağa yakalanmış durumdadırlar. Yaşamlarını
destekleyen oksijen, aynı zamanda onlar için
zehirleyici (toksik) özelliktedir ve bu tehlikeden
sadece çok hassas bazı özel savunma mekanizmaları
sayesinde korunurlar.(4)
İşte bizi söz konusu tuzaktan,
yani oksijenle zehirlenme ya da oksijensiz kalarak
boğulma tehlikelerinden koruyan şey, oksijenin
çözünürlük oranının ve vücuttaki karmaşık enzim
sistemlerinin tam gerektiği biçimde belirlenmiş
ve yaratılmış olmasıdır. Daha açık bir ifadeyle,
Allah, soluduğumuz havayı da, bu havayı kullanmamızı
sağlayan sistemlerimizi de kusursuz bir uyumla
yaratmıştır.
Diğer Elementler
Kuşkusuz yaşam için özel
olarak tasarlanmış elementler karbon ve oksijenle
sınırlı değildir. Canlı bedenlerinin yine büyük
kısmını oluşturan hidrojen, azot gibi elementler
de canlı yaşamına imkan verecek belirli özelliklere
sahiptir. Bunun dışında, periyodik tabloda bulunan
tüm elementlere, aslında şu ya da bu şekilde,
yaşama destek olmak üzere özel görevler verilmiştir.
Periyodik
tabloda hidrojenden uranyuma kadar 92 tane element
bulunur. (Uranyum sonrası elementler doğada
bulunmazlar, çağımızda laboratuvarda üretilmektedirler
ve zaten kararlı değildirler.) Bu 92 elementin
25 tanesi, yaşam için doğrudan gereklidir. Bunların
11 tanesi, yani; hidrojen, karbon, oksijen,
azot, sodyum, magnezyum, fosfor, kükürt, klor,
potasyum ve kalsiyum, canlı organizmaların yaklaşık
% 99.9'unu oluşturan temel elementlerdir. Bunların
dışındaki 14 element, yani; vanadyum, krom,
mangan, demir, kobalt, nikel, bakır, çinko,
molibden, bor, silikon, selenyum, flor ve iyot
ise canlı bedenlerinde çok az miktarda bulunur,
ama önemli işlevler üstlenirler. Bunların dışında
arsenik, kalay ve tungsten de bazı organizmalarda
yer alır ve bir kısmı tam çözülememiş işlevler
yürütürler. Brom, stronsiyum ve baryum gibi
üç elementin daha canlı organizmaların çoğunda
bulunduğu bilinmektedir ama işlevleri henüz
anlaşılamamıştır.(5)
Bu geniş yelpaze, periyodik tablonun
farklı gruplarına bağlı atomları içermektedir.
(Periyodik tabloda atomları özelliklerine göre
ayıran gruplar vardır.) Bu durum ise, periyodik
tablodaki farklı element gruplarının hepsinin
bir şekilde yaşam için kullanıldığını göstermektedir.
J. J. R. Fraústo da Silva ve R. J. P. Williams,
The Biological Chemistry of the Elements (Elementlerin
Biyolojik Kimyası) adlı kitaplarında şöyle yazarlar:
Biyolojik elementler,
periyodik tablonun her grubundan ve alt grubundan
özenle seçilmiş gibi görünmektedirler ve bu da
her türlü kimyasal özelliğin, çevre şartlarının
koyduğu sınırlar içinde, yaşam işlevleriyle ilişkili
olduğunu göstermektedir.(6)
Periyodik tablonun en sonunda
yer alan radyoaktif elementler ise daha dolaylı
da olsa, yine insan yaşamına hizmet ederler.
Michael Denton'ın Nature's Destiny (Doğanın
Kaderi) adlı kitabında ayrıntılı olarak anlattığı
gibi, söz konusu radyoaktif elementler, örneğin
uranyum, Dünya'nın jeolojik yapısının şekillenmesinde
büyük rol oynamışlardır. Dünya'nın çekirdeğindeki
ısının saklanmasının radyoaktivite ile yakından
ilişkisi vardır. Bu ısı sayesinde Dünya'nın
çekirdeğinde sıvı demir birikimi vardır ve Dünya'nın
manyetik alanı bu sayede korunmaktadır. Periyodik
tablo içinde yaşam için etkisiz gibi görünen
asal gazlar ve nadir toprak metalleri ise, atom
üretme işleminin uranyuma kadar uzanabilmesi
için geçilmesi gereken zorunlu basamaklardır.(7)
dirler. Hiçbiri boşuna ve amaçsız değildir.
Bu durum, evrenin Allah tarafından insan için yaratıldığını
ortaya koyan bir başka delildir. Evrenin incelenen her fiziksel
ya da kimyasal özelliği, yaşam için tam olması
gerektiği gibi çıkmaktadır. İnceleme ne kadar
artırılırsa artırılsın bu genel kural değişmemektedir.
Evrenin her parçasında insan yaşamını gözeten
bir amaç ve bu amaca yönelik kusursuz bir uyum,
tasarım ve denge vardır.
Ve elbette bu durum, evreni bu
amaçla yaratmış olan üstün bir Yaratıcı'nın varlığının
ispatıdır. Maddenin hangi özelliğini incelersek
inceleyelim, maddeyi yoktan yaratmış olan Allah'ın
sonsuz bilgi, akıl ve kudretini görürüz. Her şey
O'nun iradesine boyun eğmiştir ve dolayısıyla
her şey kusursuz bir uyum içindedir.
20.yy biliminin varmış olduğu bu
sonuç ise, yine, insanlara Kuran'da bildirilmiş
olan bir gerçeğin teyididir. Allah, evrenin her
detayının Kendi yaratışının mükemmelliğini gösterdiğini,
Kuran'da insanlara şu şekilde bildirmiştir:
Mülk elinde bulunan
(Allah) ne yücedir. O, her şeye güç yetirendir...
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' içinde yedi
gök yaratmış olandır. Rahman'ın yaratmasında
hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' göremezsin.
İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık
(bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra
gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu
kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.
(Mülk Suresi, 1-4)
|