Eğer Güneş
Sistemi içinde bir yolculuk yapacak olursanız,
oldukça ilginç bir tablo ile karşılaşırsınız.
Yolculuğa sistemin en dışından başladığınızı
varsayalım. İlk karşılaşacağınız gezegen Pluton'dur.
Bu küçük gök cismi, oldukça "soğuk" bir yerdir.
Yaklaşık - 238°C kadar!.. Bu dondurucu soğukluk
içinde gezegenin çok ince bir atmosferi vardır.
Ancak atmosfer, sadece, eliptik bir yörüngeye
sahip olan gezegenin Güneş'e yakın olduğu dönemlerde
gaz halindedir. Diğer zamanlarda atmosfer bir
buz kütlesi haline döşünür. Kısaca Pluton, ölü
bir buz yığınıdır.
Güneş Sistemi'nin merkezine biraz
daha ilerlediğinizde, Neptün'le karşılaşırsınız.
Bu gezegen de oldukça "soğuk"tur: Yüzey sıcaklığı
-218°C civarındadır. Hidrojen, helyum ve metan
gazlarından oluşan atmosferi insan için zehirlidir.
Dahası gezegenin yüzeyinde, hızları saatte 2000
km'ye varan korkunç fırtınalar eser.
Merkeze doğru biraz daha ilerleyince
Uranüs'e varırsınız. Uranüs yapısında yüksek
oranda kaya ve buz bulunduran bir "gaz gezegen"dir.
Atmosfer sıcaklığı -214°C civarındadır. Hidrojen,
helyum ve metan içeren atmosfer yaşama kesinlikle
uygun değildir.
Yolculuğu devam ettiğinizde Satürn'e
varırsınız. Güneş Sistemi'nin bu ikinci büyük
gezegeni, etrafındaki halkalarla tanınır. Bu
halkalar gaz, buz ve kaya parçalarından oluşmaktadır.
Asıl ilginç olan Satürn'ün yapısıdır. Gezegen
tam anlamıyla bir gaz gezegendir; kütlesi %
75 oranında hidrojen ve % 25 oranında helyumdan
oluşur. Yoğunluğu suyun yoğunluğundan bile düşüktür.
Bu nedenle, eğer Satürn'e bir uzay gemisi indirmek
isterseniz, bunu yüzebilir bir "şişme bot" olarak
tasarlamanız gerekir. Isı yine korkunç derecede
düşüktür: -178°C.
Biraz daha ilerlediğinizde
Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni olan Jüpiter'e
varırsınız. Kütlesi Dünya'nın 318 katı olan
Jüpiter de bir gaz gezegendir. Jüpiter gezegeninin
atmosferi, yüzeyi ve iç yapısı arasında ayrım
yapmak güç olduğundan "atmosfer sıcaklığı" gibi
bir kavramı ifade etmek de aynı oranda zordur.
Ancak, gezegenin atmosferi sayılabilecek üst
kısımlarındaki ısı -143°C'dir. Jüpiter üzerinde
bulunan büyük kırmızı renkli lekenin varlığı,
Dünya'daki gözlemciler tarafından yaklaşık 300
yıldır bilinmektedir. Bu kırmızı lekenin, içine
iki Dünya alacak kadar büyük olan bir fırtınadan
başka birşey olmadığı ise çağımızda anlaşılmıştır.
Kısaca Jüpiter, üzerinde hiç kara parçası bulunmayan,
delici bir soğuğun hüküm sürdüğü, üzerinde yüzlerce
yıl süren korkunç fırtınaların yaşandığı, manyetik
alanı ile her canlıyı anında öldürecek korkunç,
ürpertici bir gezegendir.
Jüpiter'den sonra Mars gelir.
Mars'ın atmosferi yoğun karbondioksit içeren
zehirli bir karışımdır. Gezegenin üzerinde hiç
su yoktur. Yüzeyde büyük göktaşlarının çarpmasıyla
meydana gelen dev kraterler dikkat çeker. Çok
kuvvetli rüzgarlar ve aylarca süren kum fırtınaları
hüküm sürer. Isı – 53°C civarındadır.
Hakkında yapılan tüm spekülasyonlara rağmen,
Mars ölü bir gezegendir.
Mars'tan sonra karşımıza çıkan
mavi gezegeni şimdilik bir kenara bırakalım.
Bir sonra varacağımız gezegen Venüs'tür. Venüs'te,
daha önce rastladığımız dondurucu soğukların
aksine, yakıcı bir sıcaklık hüküm sürer. Isı
yüzeyde yaklaşık 450°C'ye kadar ulaşır. Bu,
kurşunu bile eritmeye yetecek bir ısıdır. Venüs'ün
bir diğer korkunç özelliği, yoğun bir karbondioksit
tabakasından oluşan ağır atmosferidir. Atmosfer
basıncı, yüzeyde 90 atmosferi bulur. Bu, Dünya'da
denizin 1 km derinliğindeki basınca eş değerdir.
Venüs'ün atmosferinde ayrıca kilometrelerce
kalınlığa sahip sülfürik asit katmanları bulunmaktadır.
Bu yüzden gezegene sürekli öldürücü asit yağmurları
yağar. Cehennemi andıran böyle bir ortamda,
hiçbir canlı yaşayamaz.
Hala Güneş'e doğru ilerlemeye
devam ederseniz, sistemin en başındaki Merkür
gezegenine ulaşırsınız. Merkür'ün en ilginç
özelliği, kendi etrafında olağanüstü derecede
yavaş dönmesidir. Kendi etrafındaki dönüş hızı,
neredeyse Güneş'in etrafında yaptığı dönüş kadar
yavaştır. Öyle ki Merkür Güneş etrafında iki
kez döndüğünde, kendi etrafında sadece üç kez
dönmüş olur. Yani iki yılı, üç gününe eşittir.
Gece ile gündüzün bu kadar uzun sürmesi, gezegenin
bir yüzünü kızartırken, öteki yüzünü ise dondurur.
Bu nedenle gece ile gündüz arasındaki ısı farkı
yaklaşık 1000°C'yi bulmaktadır. Elbette böyle
bir ortam, hiçbir canlıyı barındıramaz.
Kısacası, Güneş Sistemi'ndeki
bilinen dokuz gezegenin sekizi (ve bunların
burada değinmediğimiz 53 uydusu) içinde, yaşama
uygun tek bir gök cismi yoktur. Her biri ölü
ve sessiz birer madde yığınıdır.
Ancak az önce değinip geçtiğimiz
mavi gezegen, işte o diğerlerinden çok farklıdır.
Çünkü atmosferinden yeryüzü şekillerine, ısısından
manyetik alanına, elementlerinden Güneş'e olan
mesafesine kadar, her türlü dengesiyle, tamamen
yaşam için özel olarak yaratılmıştır.
|
Güneş Sistemi’ndeki
gezegenler arasında Dünya’ya
yakın özelliklere sahip olan
Mars bile, gerçekte Dünya’ya
yakın özelliklere sahip olan
Mars bile, gerçekte Dünya ile
asla kıyaslanamayacak kadar
kuru ve ölü bir kaya yığınıdır. |
|
"Adaptasyon" Yanılgısına Karşı Bir Uyarı
İnternet sitesmizin bu bölümünde
üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin yaşam
için özel olarak yaratıldığını ve tüm özelliklerinin
bu amaca göre düzenlendiğini inceleyeceğiz.
Ancak bundan önce, konunun doğru olarak anlaşılabilmesi
için bir hatırlatma yapmakta yarar var. Bu hatırlatma
özellikle evrim teorisini bilimsel bir gerçek
sanmaya alışkın olan ve "adaptasyon" kavramına
şiddetle inanan kişiler içindir.
Adaptasyon
"uyum sağlama" demektir. Tüm canlıların ortak
bir atadan tesadüflerle türediklerini savunan
evrim teorisi ise, adaptasyon kavramını yoğun
biçimde kullanır. Evrimciler, canlıların içinde
yaşadıkları ortamlara uyum sağlaya sağlaya
sonuçta yepyeni canlı türlerine dönüştükleri
iddiasındadırlar. Bu iddianın geçersizliğini,
canlıların doğal şartlara uyum sağlama mekanizmalarının
sadece belirli sınırlar içinde gerçekleştiğini
ve asla bir türü bir başka türe dönüştüremeyeceğini
başka çalışmalarımızda incelemiştik.(1)
Aslında adaptasyonla evrim
kavramı Lamarck döneminin ilkel bilim anlayışının
bir kalıntısıdır ve çoktan bilimsel bulgular
tarafından reddedilmiştir.
VENÜS'ÜN KORKUNÇ
YÜZEYİ
Venüs'ün yüzeyindeki ısı yaklaşık
450oC'ye kadar ulaşır.
Bu sıcaklık, kurşunu bile eritmeye
yeter. Nitekim gezegenin yüzeyi,
adeta lavlarla kaplı bir ateş
topu gibidir. Sülfürik asit
katmanları ile dolu olan atmosfer,
sürekli asit yağmurları yağdırır.
Atmosfer basıncı ise, Dünya'da
denizin 1 km. derinliğindeki
basınca eş değerdir. |
|
Ancak bilimsel bir
temeli olmamasına rağmen, adaptasyon fikri çoğu
kişiyi etkiler. Özellikle de burada anlatacağımız
konu açısından. Bu kişiler, kendilerine Dünya'nın
yaşam için özel bir gezegen olduğu anlatıldığında,
hemen "bu tür bir gezegenin şartlarında böyle
bir yaşam çıkmış, başka gezegenlerde ise başka
türlü yaşamlar gelişebilir" gibi bir düşünceye
kapılırlar. Örneğin Dünya üzerinde bizim gibi
insanlar yaşarken, Pluton gibi bir gezegenin
üzerinde de, -238°C derecede terleyen, oksijen
yerine helyum soluyan ya da su yerine sülfürik
asit içen küçük yeşil adamların yaşayabileceğini
düşünürler. Hollywood stüdyolarında çevrilen
ve bu hayali küçük yeşil adamları resmeden birtakım
bilim-kurgu filmleri de, bu kişilerin hayal
güçlerini fazlasıyla besler.
Oysa bu hayal gücünün temelinde
cehalet yatmaktadır. Nitekim biyoloji ve biyokimya
hakkında bilgisi olan evrimciler bu gibi fantezileri
savunmazlar. Çünkü hayatın sadece belirli elementlerle
ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabileceğini
gayet iyi bilirler. Küçük yeşil adamlar masalını
savunanlar, hemen her zaman için, evrim kavramına
körü körüne inanan, ama biyoloji ve biyokimya
hakkında pek bir şey bilmeyen ve bu bilgisizliğin
verdiği cesaretle uydurma senaryolar üreten
kişilerdir.
Bu nedenle, söz konusu adaptasyon
yanılgısını ortadan kaldırmak için belirtelim:
Hayat sadece belirli elementlerle ve belirli
şartlar sağlandığı takdirde var olabilir. Bilimsel
gerçekliği olan yegane hayat modeli "karbon
temelli bir hayat"tır ve bilimadamları evrenin
hiçbir noktasında başka tür bir fiziksel hayatın
olamayacağı sonucuna varmışlardır.
Karbon, periyodik tablodaki altıncı
elementtir. Bu atom Dünya üzerindeki yaşamın
temelidir, çünkü bütün temel organik moleküller
(aminoasitler, proteinler, nükleik asitler gibi)
karbon atomunun diğer bazı atomlarla çeşitli
şekillerde birleşmesiyle oluşur. Karbon, hidrojen,
oksijen ve azot gibi diğer atomlarla birleşerek
vücudumuzdaki milyonlarca farklı tür proteini
meydana getirir. Karbonun yerini tutabilecek
başka bir element yoktur; çünkü başka hiçbir
element, karbon gibi sınırsız türde bağ yapma
özelliğine sahip değildir.
Dolayısıyla
evrendeki herhangi bir gezegende hayat var
olacaksa, bu mutlaka "karbon temelli" bir
hayat olmak durumundadır.(2)
Karbon temelli yaşamın ise değişmez
bazı kuralları vardır. Örneğin karbon temelli
organik bileşikler (örneğin proteinler) sadece
belirli bir ısı aralığında var olabilirler.
120 °C'den yüksek ısılarda parçalanmaya, -20
°C'den düşük ısılarda donmaya başlarlar. Sadece
ısı değil, ışık, yerçekimi, atmosfer bileşimi,
manyetik güç gibi etkenlerin de karbon bazlı
bir yaşama izin verebilmeleri için çok dar ve
belirli bazı sınırlar içinde olmaları gerekmektedir.
Dünya, işte tam bu dar ve belirli çerçevedeki
sınırlara sahiptir. Eğer bu sınırların herhangi
biri bozulsa, örneğin Dünya'nın yüzey ısısı
120°C'yi aşsa, artık Dünya üzerinde yaşam olamaz.
Bu yüzden, ne Dünya'nın ne de
bir başka gezegenin üzerinde - 238°C derecede
terleyen, oksijen yerine helyum soluyan ya da
su yerine sülfürik asit içen küçük yeşil adamların
yaşaması mümkün değildir. Hayat, ancak çok özel
ve belirli şartların yerine getirildiği bir
ortamda var olabilir. Bir başka deyişle, canlılar,
ancak kendileri için özel olarak tasarlanmış
bir mekanda yaşayabilir.
Dünya, işte bu özel olarak tasarlanmış
mekandır. |