|
İNSANIN ACİZLİĞİ
Allah insanı en mükemmel şekilde yaratmış, onu
pek çok üstün özellikler ile donatmıştır. Yaratılmış olan tüm varlıklar
içerisinde düşünme, karar verme, akletme, düşündüğü şeyi uygulayabilme,
plan kurma, sonuç çıkarma gibi zihinsel fonksiyonlarıyla insanın
üstünlüğü tartışmasız bir gerçektir.
Peki hiç düşündünüz mü, tüm bu üstünlüklerin aksine
insan neden son derece korunmaya muhtaç bir bedene sahiptir? Neden
ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçük bakteriler, virüsler
bu bedene zarar verebilmektedir? Neden insan yaşamı boyunca sürekli
bedenini temizlemek, ona bakım yapmak zorundadır? Ve neden insan
bedeni zaman ilerledikçe yıpranmakta, yaşlanmaktadır?
İnsanlar bunları çok "doğal" şeyler sanırlar, oysa
bu sayılanların her biri belirli bir amaca göre özellikle yaratılmıştır.
İnsanın acizliğine ait her detay Allah tarafından özel olarak var
edilmiştir. Nisa Suresi'nin 28. ayetinde bu gerçeğe şöyle dikkat
çekilir: "...İnsan zayıf olarak yaratılmıştır". İnsan
zayıf olarak yaratılmıştır ki, bir kul olarak Yaratıcı'sına karşı
olan acizliğini anlayabilsin ve dünyanın geçici bir mekan olduğunu
fark edebilsin.
İnsan ne zaman nerede doğacağını, hangi vakitte,
ne şekilde öleceğini belirleyemez. Dahası, yaşadığı hayattan ne
kadar memnun olursa olsun, o hayatı olumsuz yönde etkileyecek unsurlar
üzerinde hiçbir kontrol mekanizmasına sahip değildir.
Evet insan bedeni, her yönüyle korunmaya ve kollanmaya
muhtaçtır. Dünya şartlarında başına ne zaman ne geleceği belli değildir.
Yaşadığı yer ister dünyanın en gelişmiş şehri olsun, ister en yakın
medeniyete kilometrelerce uzaklıkta, elektrikten, sudan mahrum bir
dağ köyü olsun; kişi, hayatının hiç beklemediği bir anında bir tehlike
ile karşılaşabilir. Ölümcül bir hastalığa yakalanabilir, sakatlanabilir.
Karşılaştığı olay, hiç kaybetmeyeceğini sandığı bedensel gücünü,
güzelliğini ya da övündüğü fiziksel bir özelliğini alıp götürebilir.
Bu konuda yaşadığı yer gibi kişinin kim olduğu da bir istisna yaratmaz;
dağ başında sürülerini otlatan bir çoban ya da bütün dünyanın tanıdığı
bir yıldız olsa da, söz konusu olaylardan herhangi biri hayatını
hiç tahmin edemeyeceği yönde değiştirebilir.
Ortalama 70-80 kiloluk bir "et ve kemik yığını"
olan beden, ince bir deri ile kaplanmıştır. Elbette bu narin deri,
kolaylıkla çizilir, yırtılır ve en ufak bir darbede morarır. Güneş
altında çok uzun bir süre kalmaya dayanamaz. Belli bir limit aşılırsa
deri, önce kızarır, sonra şişer ve su toplar. Kısacası sıcak bir
havaya maruz kalan insan kendisini mutlaka koruma altına almak zorundadır.
Allah insanları en güzel surette ve en mükemmel
sistemlerle yaratmıştır. Ancak dünyanın geçiciliğini göstermek ve
hırslara kapılmalarını engellemek için, bedeni et ve yağ gibi çok
çabuk bozulabilen maddelerden oluşturmuştur. Eğer insanın farklı
maddelerden oluşturulmuş, zırh sağlamlığında bir bedeni olsaydı,
o zaman hiçbir virüs ya da mikrop, soğuk ya da herhangi bir kaza
bu zırhı delip geçmeye, zarar vermeye güç yetiremezdi. Oysa et ve
yağ açıkta bırakıldığında birkaç saat içinde kokuşan, bozulan maddelerdir.
İşte, insanın en büyük acizliklerinden biri, "malzeme"sinin bu denli
çürük olmasıdır.
İnsan, Allah'tan bir hatırlatma olarak bedeninin
acizliğini sık sık hisseder. Örneğin, soğuk havanın etkisi insan
vücudunun acizliğini bütün gerçekliği ile ortaya koyan bir etkendir.
Soğuk hava insanın fizyolojik savunmasını yavaş yavaş felç eder.
Vücudun sürekli ayar yaparak koruduğu sabit sıcaklığının (37 oC)
ne kadar önemli olduğu böyle bir durumda hemen anlaşılır.1 Çok soğuk bir havada bedenin
yavaş yavaş çöküşü gözlenebilir. Başlangıçta kalp ritmi hızlanır,
damarlar büzülür ve atardamar basıncı yükselir. Vücut kendisini
ısıtmak için titremeye başlar.2 Vücut sıcaklığı 35 dereceye
düştüğünde artık tehlikeli bir durum başgöstermiştir. Kalp ritmi
yavaşlamaya başlar, tansiyon düşer, kol ve bacaklarda, en çok da
parmaklarda damarlar büzülmeye başlar. Vücut sıcaklığı 35 dereceye
düşen bir kişide bilinç bulanıklığı, yönelim bozukluğu, uyku eğilimi
ve dikkat dağınıklığı ortaya çıkar. Zihinsel işlemlerde aksama oluşur.
Burada kuşkusuz en önemli nokta vücut sıcaklığının sadece 1.5 derece
düşmesiyle bile, böylesine önemli sonuçların ortaya çıkmasıdır.
Soğukta daha fazla kalındığında ve vücut sıcaklığı 33 derecenin
altına düştüğünde ise bellek ve bilinç kaybı yaşanır. 24 dereceye
düştüğünde solunum, 20 dereceye düştüğünde beyin, 19 dereceye düştüğünde
ise kalp durur ve insan için kaçınılmaz olan ölüm gerçekleşir.
Yukarıdaki sadece tek bir örnektir. İlerleyen bölümlerde
insanın fiziksel olarak sahip olduğu acizlikleri çok detaylı olarak
anlatmaya çalışacağız. Bunu yapmaktaki amacımız, insanın bu dünyada
ne yaparsa yapsın gerçek bir tatmine ulaşamayacağını, çünkü sahip
olduğu acizliklerin buna engel olacağını farkettirebilmektir. Bunu
farkeden insanın da gerçek yurt olan cennete yönelmesi, bu dünyaya
körü körüne bağlanmaması gerektiğini hatırlatmaktır. Zira insana
vadedilen sonsuz bir cennet hayatı vardır. İleriki bölümlerde de
üzerinde duracağımız gibi cennet, hiçbir eksikliğin, kusurun, fiziki
acizliğin bulunmadığı bir yerdir. Orada insan, nefsinin arzuladığı
herşeye sahip olacak, yorgunluk, açlık, susuzluk, yaşlanma, hastalanma
vs. gibi fiziki eksikliklerden ise tamamen uzak olacaktır.
Bir diğer amacımız ise, insanın kendi acizliği
karşısında Yaratıcı'sının üstünlüğünü, yüceliğini kavrayabilmesine
ve O'na muhtaç olduğunu anlayabilmesine yardımcı olmaktır. Nitekim
Kuran'da insanların Allah'a muhtaç oldukları şöyle bildirilmiştir:
Ey insanlar, siz Allah'a (karşı
fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı
olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. (Fatır Suresi, 15)
BEDENİN İHTİYAÇLARI
Bir insana verilmiş pek çok fiziksel zayıflık vardır.
Öncelikle insan hem bedenini hem de çevresini temiz tutmak, onlara
çok özenli bir bakım yapmak zorundadır. Bu bakım için ayırdığı vakit,
hayatının oldukça büyük bir bölümünü kapsar. Banyo yaparken, tıraş
olurken, el-ayak, saç, cilt vs. bakımı ile ilgilenirken insanların
harcadıkları zamanı gözler önüne seren anketlere sık sık rastlanabilir.
Bu tip bilgileri ilk duyduğunda insan şaşırmaktan kendini alamaz,
çünkü ömrünün oldukça uzun bir zamanının böyle sıradan işler için
harcandığını belki de hiç düşünmemiştir.
Günlük hayatın akışı içinde evde, yolda, işte,
okulda çeşit çeşit insan görmek mümkündür. Bu insanların önemli
bir bölümü, düzgün giyimli, makyajlı, saçları taranmış, tıraş olmuş,
ütülü kıyafetler giymiş insanlardır. Ancak bu görünüşlerinin bir
de arka planı vardır. Bu insanlar bu düzgün görüntüyü elde edebilmek
için acaba ne kadar zaman harcamak zorunda kalmışlardır?
Sabah ilk uyandığı andan gece uyuyana kadar bir
insanın uygulamak zorunda olduğu bakım çok sayıda detayı içermektedir.
Uykudan uyanıp gözünü açtığı andan itibaren ilk gideceği yer banyodur.
Çünkü uyuduğu süre boyunca ağzının içinde çoğalan bakteriler sebebiyle,
hoş olmayan bir tat ve koku ile uyanmıştır ve dişlerini fırçalaması
kaçınılmazdır. İnsanın güne başlayabilmesi için gereken işlemler
bununla sınırlı değildir. Elini, yüzünü yıkaması da zorunludur.
Ancak sadece bu uzuvlarını yıkaması da yetmeyecektir. Bir önceki
gün ve gece boyunca vücudunda ve cilt yüzeyinde pek çok işlem gerçekleşmiştir.
Örneğin, saçları ve yüzü yağlanmış, saçında kepek oluşmuş, vücudu
terlemiştir. Bütün bu istenmeyen koşullardan kurtulmanın tek çaresi
ise banyo yapmaktır. Bunu yapmadığı takdirde yağlı saçları, ter
kokan vücuduyla insanların arasına girmesi pek hoş olmayacaktır.
İnsan içine çıkmak için gerekli temizliğin sağlanmasında
kullanılacak malzemeler ise o kadar çoktur ki; insanın bedeninin
ne kadar çok şeye muhtaç olduğunu göstermesi açısından üzerinde
düşünülmelidir. Örneğin, temizlik için su ve sabunun yanında ek
malzemelere de ihtiyaç vardır. Çünkü cilt üzerindeki ölü deri tabakasını
temizlemek gerekir.
Her insanın, beden temizliği yanında kıyafetlerinin,
evinin, çevresinin de temizliğine uzun bir süre ayırması gerekir.
Aksi takdirde bir süre yıkamadan giydiği kıyafetler ve evinin kirliliği
sebebiyle yanına yaklaşılamayacak bir hale gelebilir.
Kısacası insanın bir gün içinde yaşadığı vaktin
önemli bir bölümü temizlik ve bakımla geçer. Üstelik bu bakımı sağlayabilmek
için çok çeşitli araçlara, kimyasal malzemelere ihtiyaç duyar. Allah
insanı son derece aciz bir bedenle yaratırken, bu acizliğini geçici
olarak örtmesini, dışarıya hissettirmemesini sağlayacak imkanları
da ona sunmuştur. Ayrıca insana temizlenmesini, acizliğini göstermemesini
sağlayacak bir düşünme yeteneği de vermiştir. Ancak kimi zaman insanlar
akıllarını ve Allah'ın verdiği diğer teknik imkanları kullanmadıkları
için kötü bir görünümle karşımıza çıkabilirler. Özellikle temizlik
için gereken malzemeleri kullanmadıkları ve bu yönde bir çaba harcamadıkları
takdirde, kısa sürede son derece itici bir görünüme bürünebilirler.
Ancak insan ne kadar temizlik ve bakım yaparsa
yapsın bu da geçicidir. Dişini fırçalayan bir insan belki 1 saat
sonra hiç fırçalamamış gibi olur. Banyo yapan bir kişi eğer yaz
mevsimindeyse bir-iki saat sonra belki hiç banyo yapmamış gibi bir
hale gelebilir. Bir de güzelleşebilmek için uzun saatlerini aynanın
önünde makyaj yaparak geçiren bir kadını düşünün; ertesi sabah uyandığında
bir gün önce yaptığı makyajdan yüzünde eser yoktur. Hatta yatıp
sabah kalktığında yüzünde kalan boya kalıntıları sebebiyle olduğundan
da kötü bir hale bürünmüş olabilir. Veya uzun uzun tıraş olan bir
erkek ertesi gün uyandığında tekrar aynı süreci yaşamak zorunda
kalır.
Önemli olan, bu fiziksel acizliklerin bir amaca
yönelik olduğunu kavrayabilmektir. Bunlar zorunlu acizlikler değildir;
özel olarak yaratılmışlardır. Bir örnek üzerinde düşünelim: İnsan,
vücut ısısı yükseldiğinde doğal olarak terler. Terden kaynaklanan
koku ise son derece rahatsız edicidir. Yeryüzünde yaşayan her insan
bu acizlikle sık sık karşılaşır. Oysa böyle olmayabilirdi. Örneğin,
bitkiler için bu durum geçerli değildir. Bir gülü düşünün; kara
toprağın içinden çıktığı, sokakta doğal bir ortamda yetiştiği, her
an her türlü tozla, pislikle muhatap olduğu halde asla kötü kokmaz.
Her durumda ve şartta gülün kokusu son derece ferahlık vericidir.
Üstelik gülün temizlenmek, bakım yapmak gibi bir ihtiyacı da yoktur!
Ancak insan için durum farklıdır. Allah insana acizliğini hissettirecek
her türlü eksikliği özellikle vermiştir. Ne kadar temizlenirse temizlensin,
ne kadar kozmetik malzeme kullanırsa kullansın; güzel bir kokuyu
üzerinde sabit tutamaz.
Bedenin tüm bu acizliklerinin yanısıra yaşamını
sürdürebilmesi için bir de beslenmesi gerekmektedir. Üstelik bu
beslenme son derece iyi planlanmalıdır. İnsan bedeni aynı anda proteine,
karbonhidrata, şekere, vitaminlere, çeşitli minerallere ihtiyaç
duyar. Sayılan maddelerden belirli miktarlarda alamazsa, iç organlarında
ciddi anlamda hasarlar oluşabilir, cildi bozulur, bağışıklık sistemi
zayıflar yani bedeni güçsüz düşer. Bu yüzden temizliğe göstermesi
gereken hassasiyeti, beslenmesine de göstermelidir.
İnsanın beslenmeden çok daha önemli bir ihtiyacı
daha vardır. Besin almadan bir süre yaşamak mümkün olabilir, ancak
bir iki gün vücuda hiçbir şekilde su girmemesi insan için öldürücüdür.
İnsan vücudu suya son derece muhtaçtır. Çünkü vücut içindeki yaşamın
sürmesini sağlayan kimyasal işlemlerin hemen hepsi suyun yardımı
ile meydana gelir.
Elbette burada anlatılanlar her insanın kendi
üzerinde görebileceği eksikliklerdir. Ancak herkes bunların bir
eksiklik olduğunu kavrayabiliyor mudur acaba? Yoksa her insan aynı
acizliklere sahip diye bunları doğal mı karşılıyordur? Elbette burada
anlatılanlar tüm insanlar için geçerlidir. Ama unutmamak gerekir
ki, Allah dileseydi bunların hiçbirini insanların üzerinde yaratmazdı;
her insan bir gül kadar güzel kokulu ve tertemiz olabilirdi. Ama
insanı tüm acizlikleriyle beraber yaratan Allah bunu belli bir hikmet
üzerine yapmıştır. Yaratıcı'sı karşısındaki acizliğini gören insan,
O'nun kendisini davet ettiği yola uymalı; geçici ve eksik olan bu
dünyaya bağlanmamalı, sonsuz bir yurt olan ahiret için hazırlık
yapmalıdır.
"BİLİNÇSİZ" 15 YIL
Her insan gün içinde belli bir zamanı uyuyarak
geçirmek zorundadır. Ne kadar çok işi olsa da, ne kadar istemese
de belli bir süre sonra uyuması ve bedenini dinlendirmesi, gününün
en az 1/4'ünü bir yerde yatarak geçirmesi kaçınılmazdır. Aksi takdirde
hayatını sürdürmesi imkansız hale gelir. Hergün yaşadığı 24 saatin
aslında en fazla 18 saatini şuurlu olarak geçirir, geri kalan minimum
6 saatlik uykuda bilinci tamamen kapalıdır. Bu açıdan bakınca karşımıza
şöyle çarpıcı bir rakam çıkar: Ortalama 60 senelik bir yaşamın en
az 1/4'ü yani 15 senesi "bilinçsiz" olarak geçmektedir.
Peki uykunun bir alternatifi var mıdır? "Ben uyumak
istemiyorum" diyen insan için durum nasıl olur?
İki gün uyumayan insanın gözleri kanlanır, cildi
bozulur, rengi solar. Bu süre daha da uzayacak olursa, şuur kaybına
kadar varabilecek durumlar oluşur. İnsan istese de istemese de bir
günün sonunda mutlaka gözleri kapanır, dikkati dağılır ve kendini
birden bire uykuya dalmış olarak bulur. Bu kaçınılmazdır; en güçlüsünden
en zayıfına, en güzelinden en çirkinine, en zengininden en fakirine;
bu, herkes için değişmez bir kuraldır.
Uykunun hemen öncesinde, vücut adeta ölür gibi
duyarsızlaşmaya başlar, hiçbir şeye tepki veremez hale gelir. Biraz
önce sesi duyan ve algılayan kulaklar, fiziksel açıdan sağlam bir
durumda olmalarına rağmen duyamaz, fonksiyonlarını yerine getiremezler.
Beden bütün faaliyetlerini minimum seviyeye indirir, dikkat azalır,
konsantrasyon düşer, hareketler yavaşlar. Ölümü ruhun bedenden ayrılması
olarak tanımladığımıza göre, bu da bir tür ölümdür. Çünkü insanın
bedeni yatağında yatmaktadır ama o anda ruhu çok farklı bir mekanda,
çok farklı olaylar yaşadığını sanmaktadır. Belki kendisini deniz
kenarında, sıcağın altında hissetmektedir, ama aslında o an odasında
yatmaktadır. Ölüm de insana aynı etkiyi yapar: Onu bu dünyada kullandığı
bedenden ayırır ve yeni bir bedenle yeni bir dünyaya taşır.
Uyku ile ölüm arasındaki bu benzerlik, Kuran'da
da vurgulanır. Bir ayette "sizi geceleyin öldüren ve gündüzün
'güç yetirip etkilemekte olduklarınızı' bilen, sonra adı konulmuş
ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten O'dur" denilmektedir.
(Enam Suresi, 60) Ölüm ile uykunun benzer iki olay gibi anlatıldığı
bir başka ayet ise şöyledir:
Allah, ölecekleri zaman canlarını
alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi
hakkında ölüm kararı verilmiş olanı tutar, öbürünü ise adı konulmuş
bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim
için gerçekten ayetler vardır. (Zümer Suresi, 42)
Ama her nedense insanlar, hayatlarının dörtte birini
algıya dair hiçbir fonksiyonlarını yerine getiremez bir durumda
"ölü" halde geçirdikleri halde, bunun anlamını pek düşünmezler.
Uykuya dalmaları ile birlikte dünyada kendileri için önemli olan
ne varsa bir kenara bıraktıklarını hiç akıllarına getirmezler. Oysa
insan uykuya daldığı an, o gün içerisinde kazandığı para, girdiği
önemli bir sınav, aldığı güzel bir hediye artık onun için hiçbir
şey ifade etmez. Bu, bir nevi dünya ile hiçbir bağlantısının kalmaması
anlamına gelir.
Buraya kadar verilen tüm örnekler, insan hayatının
aslında ne kadar kısa olduğu ve ne kadar "zaruri" işlerle geçirildiğini
anlatmaktadır. Bu hayattan, zaruri işlere harcanan tüm zamanları
çıkardığımızda; bir insanın eğlendiğini düşündüğü, isteklerini yapabildiği,
"dünyada istediğim gibi yaşıyorum" diyebildiği anlar son derece
azdır. Geriye dönüp baktığında, sadece beslenmeye, giyinmeye, temizlenmeye,
uyumaya ve daha iyi şartlarda yaşamak için çalışmaya harcadığı yılları
kapsayan çok uzun bir zaman dilimi ile karşı karşıya kalır.
İnsanın dünyada geçirdiği zamanla ilgili hesaplamalar
kuşkusuz düşündürücüdür. Daha önce de belirttiğimiz gibi ortalama
60 yıllık bir ömrün en az 15-20 yılı kesin olarak uykuda geçmektedir.
Geriye kalan 40-45 senenin ise ilk 5-10 yılı çocukluktan kaynaklanan
bir şuursuzluk dönemidir. Yani 60 yıl yaşayan bir insan aslında
bu yaşamının yarısını "şuursuz" olarak geçirmektedir. Diğer yarısı
ile ilgili ise pek çok rakam verilebilir. Örneğin, çok uzun bir
zaman dilimi yemek hazırlayarak ve yiyerek, bedenini ve çevresini
temizleyerek, trafikte bir yere ulaşmaya çalışarak geçmektedir.
Bu örnekleri çok fazla arttırabiliriz. Sonuçta ortaya çıkan ise
"koskoca ömür"den geriye doğal ihtiyaçlarını karşılaması dışında
belki 3-5 senelik bir vaktin kaldığıdır. Peki bu kadarcık bir zamanın
sonsuz hayat yanında nasıl bir değeri olabilir?
İşte bu noktada gerçek iman sahibi insanlar ile
inkarcı insanlar arasındaki büyük fark ortaya çıkar. İnkarcı insan
hayatının yalnızca bu dünyada yaşadığı yıllardan ibaret olduğunu
sanmıştır. Ve "göz açıp kapayıncaya kadar" geçen dünyanın kendince
"tadını çıkarmaya" çalışır, ama boşuna yorulur. Çünkü baştan beri
anlattığımız gibi bu dünya hem çok kısadır, hem de çok sayıda eksikliklerle
doludur. Dahası, Allah'a güvenip dayanmadığı için, dünyanın bütün
sıkıntılarının, endişe ve korkularının acısını çeker.
İman sahibi olan insan ise, tüm hayatını Allah'ın
rızasını kazanmak için çalışarak geçirmiş, Allah'a teslim olmanın
huzuru sayesinde dünyanın tüm korku ve hüzünlerinden kurtulmuş ve
sonuç olarak da sonsuz bir mutluluk yurdu olan cenneti kazanmıştır.
Nitekim insanın dünyada bulunuş amacı nasıl davranışlarda bulunacağının
sınanmasıdır. Allah güzel davranışlarda bulunanlara dünyada ve ahirette
güzellik vadetmiştir:
(Allah'tan) Sakınanlara: "Rabbiniz
ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda
bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır.
Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. Adn cennetleri; ona girerler,
onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey
vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir. (Nahl
Suresi, 30-31)
HASTALIKLAR VE KAZALAR
İnsana acizliğini hatırlatan olaylardan biri de
hastalıklardır. Son derece iyi korunmuş olan beden, gözle görülemeyecek
kadar küçük bir virüsten veya mikroptan ciddi şekilde etkilenir.
Bu noktada biraz düşünüldüğünde aslında bedenin güçsüz düşmesinin
makul olmadığı fark edilebilir. Çünkü Allah insan vücudunu son derece
kusursuz sistemlere sahip olarak yaratmıştır. Özellikle de insanın
savunma sistemi, düşmanlarına karşı son derece "güçlü bir ordu"
olarak nitelendirilebilir. Ama insanlar tüm bunlara rağmen sık sık
hastalanırlar. Düşünmek gerekir ki, bedene bu son derece üstün sistemleri
yerleştiren Allah dileseydi insan hiçbir zaman hasta olmayabilirdi.
Virüsler, mikroplar, bakteriler onu hiç etkilemeyebilirdi, ya da
bu özel hazırlanmış küçük "düşmanlar" hiç var olmayabilirdi. Oysa
her insan son derece küçük sebepler yüzünden önemli sonuçlar doğuran
hastalıklara yakalanabilir. Örneğin, ciltteki küçük bir yaradan
vücuda girebilecek tek bir virüs, bedenin tamamını kısa sürede sarabilir.
Teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun, en basit bir grip virüsü
bile çok rahat şekilde insana zarar verebilir. Tarihte bunun örnekleri
çok sık görülmektedir. Örneğin, 1918'de İspanya'da yaşanan bir grip
salgınında 25 milyon kişinin öldüğü bilinmektedir. Yine 1995'te
Almanya'daki bir salgın ise 30 bin kişinin ölümüne sebep olmuştur.
Allah bir insanı, yukardaki resimlerde
görülen türde hastalıklarla deneyebilir. Dünya hayatına
hırsla bağlı olmayan, Allah'ın hoşnutluğunu ve cennetini
uman kişiler için bu tür zorluklar, güzelce sabretmeleri
ve Allah'a olan teslimiyetlerini göstermeleri için bir
fırsattır. Ama yaşamlarının yalnızca bu dünya ile sınırlı
olduğunu zanneden insanlar bu önemli sırrı kavrayamazlar. |
Bütün bunlar uzak birer tehlike değildir; her gün
herkesin kolaylıkla başına gelebilecek olaylardır. Elbette bunları
doğal karşılayıp üzerinde düşünmeden geçmek büyük bir hata olacaktır.
Diğer tüm acizlikler gibi hastalıklar da Allah tarafından özel olarak
yaratılarak insana verilmektedir. Bu şekilde büyüklenme eğiliminde
olan insan ne derece güçsüz olduğunu görebilmektedir. Ayrıca yine
bu şekilde insan, dünyanın eksikliğini, gerçek yüzünü kavrayabilmektedir.
Hastalıkların yanısıra, insanın dünyada karşı karşıya
olduğu tehlikelerden biri de kazalardır. Örneğin trafik kazaları,
her gün televizyonda seyretmeye ve gazetelerde okumaya alışılan
olaylardır. İnsan bir gün kendi başına da böyle bir kaza gelebileceğine
pek ihtimal vermez. Oysa gün içinde insanın karşılaşabileceği trafik
kazalarından çok daha basit sebeplere dayalı o kadar çok olay vardır
ki… Örneğin düz yolda yürürken ayağı takılıp düşen ve beyin
kanaması geçiren insanları mutlaka duymuşsunuzdur. Veya evinin merdivenlerinden
inerken aniden düşen ve bacağını kırıp aylarca yataktan kalkamayanları,
yediği yemek nefes borusunu tıkadığı için boğulanları da. Bunların
tümü çok küçük sebeplere bağlıdır ve her gün dünya üzerinde binlerce
kişinin başına rahatlıkla gelebilmektedir.
Bahsedilen gerçekler karşısında insan, dünyaya
bağlılığının ne derece anlamsız olduğunu düşünmelidir. Sahip olduğu
şeylerin aslında denenmesi için ve geçici olarak kendisine verildiğini
de mutlaka fark etmelidir. Daha kendi vücudu içerisinde gezen tek
bir mikroba güç yetiremeyen, önündeki basamağı hesaplayamadığı için
hayati tehlikeye düşebilen bir insan nasıl olur da kendini yaratan
Rabbine karşı acizliğini göremeyerek büyüklenebilir?
Elbette insanı yaratan Allah'tır ve onu tüm tehlikelerden
koruyan da yalnızca O'dur. İnsan ne kadar kendini büyük görürse
görsün, Allah'ın dilemesi dışında kendisi için bir yarar elde etmeye
veya zarardan korunmaya güç yetiremez. Allah dilerse hastalık verir,
dilerse aczini hatırlatacak türlü eksiklikleri insan bedeninde yaratır.
Sonuç olarak en başta da belirttiğimiz gibi dünya
Allah'ın yarattığı bir imtihan yeridir. Her insan dünyada O'nu razı
edecek iyi işler yapmakla sorumlu tutulmuştur ve bu yönde denenmektedir.
Bu denemenin sonunda Allah'ın emir ve yasaklarına uyanlar, güzel
ahlak gösterenler sonsuza kadar cennette yaşamaya hak kazanacaklardır.
Ama büyüklenmede direnenler ve birkaç on yıllık dünya hayatını sonsuz
hayatlarına tercih edenler ise dünyada da ahirette de eksikliklerden,
acizliklerden, sıkıntılardan kurtulamayacaklardır.
HASTALIK VE KAZALARIN GETİRDİĞİ
SONUÇLAR
Daha önce de vurguladığımız gibi, hastalıklar ve
kazalar Allah'ın insanları denemek için yarattığı olaylardır. İman
eden bir insan başına gelen bu tür bir olay karşısında dua edip,
Allah'a yönelir ve bilir ki Allah'tan başka kendisini kurtarabilecek
hiçbir güç yoktur. Elbette böyle bir olayla onun sabrını, sadakatini,
tevekkülünü deneyen Allah, ahirette de kendisine en güzel karşılığı
verecektir. Nitekim Kuran'da, Hz. İbrahim bu konuda güzel tavrıyla
ve samimi duasıyla örnek gösterilmiştir. Müminlere düşen de bu samimiyeti
örnek almaktır. Hz. İbrahim'in duası şöyledir:
Bana yediren ve içiren O'dur;
Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur; Beni öldürecek, sonra
diriltecek olan da O'dur," (Şuara Suresi, 79-81)
Hz. Eyüp ise, kendisine isabet eden şiddetli bir
acı ve hastalık karşısında yine Allah'a sığınmış ve bu tavrıyla
tüm müminlere örnek olmuştur:
Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani
o: 'Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu'
diye Rabbine seslenmişti. (Sad Suresi, 41)
Bu tür sıkıntılar müminlerin Allah'a olan bağlılıklarının,
olgunluklarının artmasını sağlar, onlar için birer "hayır" olur.
İnkarcı bir insan için ise her türlü kaza ve hastalık bir beladır.
Başına gelenlerin belli bir hikmetle yaratıldığını, ahirette karşılığının
olacağını düşünmediğinden büyük bir sıkıntı içine girer. Üstelik
bu belanın maddi sıkıntıları yanında bir de manevi sıkıntıları vardır.
Çünkü Allah'ı inkar eden bir sistemde yaşayan insanların değer yargıları
maddecidir. Herhangi bir hastalık ya da kaza sonucu sakat kalan
kişi, önceden ne kadar sevilen, sayılan bir kişi olsa da, eli ayağı
tutmadığı için eski "dost"larının çoğu yanında kalıp onunla ilgilenmek
istemez. Güzel bir insan güzelliğini, güçlü bir insan gücünü kaybettiğinde
gördüğü değer de azalır. Bunun sebebi, dinden uzak yaşayan toplumlarda
insanların birbirlerini sadece maddesel kıstaslar doğrultusunda
değerlendirmeleridir. Dolayısıyla maddesel bir kusur oluştuğunda,
bir insanın değeri de yok olur.
Örneğin, sakat kalan birinin eşi ya da akrabaları,
çok büyük olasılıkla bundan şiddetle yakınmaya başlayacaklardır.
Çevrelerine ne kadar şanssız olduklarını anlatacaklardır. Kimisi
gençliğini öne sürecek ve bu yaşta böyle birşeyi hak etmediğini,
daha "hayatının baharında" bunun başına geldiğini söyleyecektir.
Bunun sonucunda da hasta kişiye yeterli ilgiyi göstermemesi konusunda
etrafındakilerin kendisine hak vermesini bekleyecektir. Bir kısım
insanlar da kendilerine kalsa hasta kişiyi hemen bırakıp gitmek
isterken, sadece toplum tarafından ayıplanma korkusu sebebiyle bunu
yapamayacaktır. Hasta kişiye sağlıklı iken verilen sadakat ve vefa
sözleri, yerini egoist, bencil ve çıkarcı düşünce ve sözlere bırakmıştır.
Sadakat ve vefanın çok kısa süreli olduğu böyle
bir sistemde yaşanan bu tarz olaylara şaşırmak da aslında yanlıştır.
Çünkü insanları sadece maddesel kıstaslarla değerlendiren ve en
önemlisi Allah korkusu olmayan bir insandan sadakat beklemek mümkün
değildir. Karşılığında bir ceza göreceğine inanmayan bir insanın
iyi davranışta bulunması kendi mantığına göre bir "enayilik"tir.
Çünkü birkaç on yıl içerisinde ölümle birlikte sonsuza kadar yok
olacağına inandığı bir insana fedakarlık yapıp sadakat göstermesinin
cahiliye kültürüne göre bir anlamı yoktur. Zaten her ikisi de kısa
süre yaşayıp yok olacakları inancındadırlar, o halde bir tercih
yapılması gerekirse elbette hepsi kendi çıkarlarını, rahatlarını
düşüneceklerdir.
Oysa Müslümanlar için durum son derece farklıdır.
Allah'a iman eden, O'na karşı aczini bilen ve O'ndan korkan insanlar
birbirlerini de Allah'ın emrettiği özellikler doğrultusunda değerlendirirler.
Bir insanın en önemli özelliği "takvası", yani Allah'a olan korkusu,
saygısı ve bundan dolayı sahip olduğu asalet ve güzel ahlaktır.
Bir insan bu özelliklere sahipse, dünyada fiziksel olarak birtakım
kusurları bulunsa da ahirette sonsuza kadar güzellik içinde yaşayacaktır.
Bu, Allah'ın inananlara vaadidir ve bunu bilen müminler de birbirlerinin
eksikliklerini, kusurlarını şefkatle karşılar, son derece sadakatli
ve vefalı olurlar.
İşte bu büyük fark, içinde yaşadıkları cahiliye
kültürünün inkarcılara bir cezasıdır. Aynı zamanda Allah'ın kendisini
inkar edenlere dünyada verdiği büyük bir beladır. Dünyada hevasının
isteği doğrultusunda yaşayıp, işlediklerinin hesabını vermeyeceğini
sanan kişi ahirette büyük bir şaşkınlık yaşayacaktır. Orada dünyada
gösterdiği zalimlik, vefasızlık, sadakatsizlik ve bunlar gibi tüm
kötü ahlak özelliklerinin hepsinden tek tek hesaba çekilecektir.
Allah inkar edenlerin dünyada gösterdikleri çirkin tavırların onların
aleyhine olduğunu şöyle bildirmiştir:
O küfre sapanlar, kendilerine
tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz
onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz.
Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. (Al-i İmran Suresi, 178)
YAŞLILIK
Zamanın yıpratıcı etkisi herşeyde gözle görülür
biçimde fark edilir. En son model diye alınan bir araba birkaç sene
içinde çizilir, arızalanır ve kaçınılmaz olarak eskir. Çok beğenilen
bir ev, 5-10 sene sonra (eğer bakım yapılmazsa) boyaları dökülmüş,
eski görünümlü bir yere dönüşür. Ancak tüm bunların yanında en büyük
yıpranmaya insan kendi bedeninde şahit olur; geçen yıllarla birlikte
insanın çok değer verdiği bedeni, geri dönülemez bir biçimde hasar
görür. İnsanın belirli bir zaman süreci içinde geçirdiği bu değişiklik
Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
Allah sizi bir za'ftan yarattı,
sonra (bu) za'fın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu kuvvetin
ardından da bir za'f ve yaşlılık verdi. Dilediğini yaratır. O,
bilendir, güç yetirendir. (Rum Suresi, 54)
Yaşlılık çoğu zaman, düşünülmek istenmeyen, hayata dair planlara
dahil edilmeyen bir dönemdir. İnsanlar fiziksel birtakım acizlikler
içinde geçirecekleri yaşlılık dönemini mümkün olduğu kadar akıllarına
getirmemeye çalışırlar. Zaman zaman konusu açıldığında ise korku
ve endişeye kapılırlar, ama kısa bir süre içinde hiçbir şey yokmuş
gibi günlük yaşamlarına devam ederler. Yaşlanacaklarını akıllarına
getirmek istemeyişlerinin en büyük nedenlerinden biri, bu düşüncenin
dünyada sonsuza dek var olamayacaklarını kendilerine hatırlatıyor
olmasıdır. Bu yüzden eninde sonunda karşılaşacakları bu dönemi çok
az düşünürler. Önlerinde uzun seneler olduğunu, yaşlanmanın ve ölümün
çok ileride olacağını varsayarlar. Kuran'da insanların içerisine
düştüğü bu yanılgı açıkça belirtilmiştir:
Evet Biz onları ve atalarını yararlandırdık;
öyle ki ömür onlara (hiç bitmeyecekmiş gibi) uzun geldi… (Enbiya
Suresi, 44)
Bu insanların düştüğü yanılgı çok büyüktür. Çünkü
kaç yaşında olursa olsun yetişkin her insan, dönüp geride kalan
hayatına baktığında aklında belli-belirsiz hatıraların kaldığını
görür. Çocukluk ve gençlik dönemlerinde başından geçen iyi ve kötü
olayları, onu heyecanlandıran şeyleri, aldığı önemli kararları,
hırsını yaptığı, ulaşmak için yıllarını verdiği amaçları, daha sonra
zorlukla hatırladığında, onun için hepsi birer anıdan ibarettir.
Bu nedenle çoğu zaman "koca bir hayatı" anlatmak, en fazla birkaç
saat alır.
Sadece birkaç saniye düşünerek kavranabilecek bu
gerçek, insanı hayatının hangi döneminde olursa olsun durup bir
karar almaya sevk etmelidir. Örneğin, 40 yaşında olan bir insan
65 yaşına kadar yaşamayı umuyorsa bilmelidir ki önünde kalan 25
sene, geçirdiği 40 sene kadar çabuk geçecektir. Aynı kişi 90 yaşına
kadar da yaşayacak olsa, değişen hiçbir şey yoktur. Çünkü önünde
kalan yıllar uzun da olsa, kısa da olsa eninde sonunda tükenip sona
erecektir. İşte bu noktada insanın yaşlanması, dünyanın geçici bir
mekan olduğunun en keskin hatırlatıcılarındandır. İnsan ne yaparsa
yapsın, bu dünyadan bir daha geri dönmemek üzere ayrılacaktır.
O halde insan, ön yargılarını bir kenara bırakıp
kendi hayatı hakkında daha gerçekçi düşünmelidir. Öncelikle belirttiğimiz
gibi zaman çok hızlı geçmekte ve geçen her gün insanı daha genç
ve dinamik bir yapıya değil, ayette bildirildiği gibi "bir za'fa"
düşürmektedir. Kısacası yaşlanmak, insanın acizliğinin önemli bir
göstergesidir. İlerleyen zamanın insan bedeni ve zihni üzerinde
yarattığı bozucu etki apaçık bir gerçektir. Kuran'da insanın yaşlılıkla
birlikte içine düştüğü acizlikten şöyle bahsedilmiştir:
Allah sizi yarattı, sonra sizi
öldürüyor, sizden kimi de, bildikten sonra bir şey bilmesin diye,
ömür en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilir. Şüphesiz Allah
bilendir, herşeye güç yetirendir. (Nahl Suresi, 70)
Tıbbi olarak yaşlılığa "ikinci çocukluk dönemi"
de denmektedir. Çünkü vücutta meydana gelen bozulmalar, tıpkı bir
çocuk gibi bakıma ve korunmaya muhtaç bırakır insanı. Nitekim bu
yaşlarda, fiziksel ve ruhsal açıdan çocukluk dönemine ait bariz
özellikler ortaya çıkmaktadır. Yaşlı bir insan, gençken fiziksel
olarak rahatlıkla güç yetirebildiği pek çok işi yapamaz. Veya gençken
çok güçlü bir hafızaya sahip olsa bile, yaşlandığında hafızasında
doğal bir gerileme oluşur. Bu örnekler her konu için çoğaltılabilir.
Ancak sonuç olarak belli bir yaştan sonra her insanda görülen fiziksel
ve zihinsel bir çöküş, bir nevi çocukluk haline geri dönüştür.
Kısacası insan, hayatına çocuk olarak başlar ve
bir dönem sonra tekrar çocukluğa dönerek hayatını noktalar. Bu süreç,
şüphesiz gelişigüzel oluşmuş değildir. Allah dileseydi insanı ölene
kadar genç yaşatır, vücudunda hiçbir eksiklik ya da hastalık yaratmazdı.
Ama Allah yaşlılık döneminde insanda fiziksel birtakım eksiklikler
yaratarak, ona bu dünyanın geçiciliğini bir kez daha hatırlatmaktadır.
Aynı zamanda bu dünyadaki eksiklikleri göstererek, insanın ahirete,
yani gerçek yurt olan cennete özlem duymasını da sağlamaktadır.
Bu dünyanın geçiciliği ve insanın belli bir hikmet
üzerine yaşlılık dönemine ulaştırıldığı, aşağıdaki ayetle açıkça
ifade edilir:
Ey insanlar, eğer dirilişten
yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, biz sizi topraktan
yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo),
sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından;
size (kudretimizi) açıkca göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş
bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak
çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz).
Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten
sonra hiçbir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı
ucuna geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün,
fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır
ve her güzel çiftten bitirir. (Hac Suresi, 5)
YAŞLILIKLA GELEN FİZİKİ BOZULMALAR
Ne kadar zengin, ünlü ya da güçlü olursa olsun,
hiçbir insan ileriki yaşlarda kendisini bekleyen ve aşağıda bahsedeceğimiz
fiziki bozulmalardan kurtulamaz.
Deri insanın güzelliğinde en çok önem taşıyan faktörlerdendir.
Yaklaşık bir milimetrelik bu doku kaldırıldığında, altından hemen
hemen tüm canlılarda görülebilen ve estetik yönden hiç de hoş olmayan
bir görüntü çıkar. Öyle ki oluşan manzaraya bakmak bile oldukça
güçtür. Çünkü deri, koruyucu fonksiyonunun yanısıra düzgün ve pürüzsüz
bir görünüm verdiği için estetik yönden çok önemli bir işlev üstlenmiştir.
Bu durumda, "insanın övündüğü, çevresine gösteriş yaptığı özelliği,
vücudunun her yerini kaplayan yaklaşık 2 kilogramlık deridir" diyebiliriz.
Fakat ne hikmetlidir ki, yaşlılığın en fazla tahribat yaptığı yer
de yine deridir.
 |
 |
En üstteki iki resim dünyanın en
yaşlı Fransızı olan Jeanne Calment'e ait. Bu iki
resim arasında tam 100 yıllık bir zaman dilimi var.
Ortada ise Naty Revuelta'ın gençlik ve yaşlılık
hali gözüküyor. Resimlerde görülen değişimler herkes
için geçerlidir. İnsan bedeninin geçirdiği yaşlanma
ve bozulma süreci dünya hayatının geçici olduğunun
en açık delilidir. İnsan doğar, büyür, yaşlanır
ve ölür. Ama bu süreci geçiren yalnızca bedendir,
insan ruhu asla yaşlanmaz. |
 |
 |
 |
 |
|
Yaşlandıkça derinin esnekliği azalır, incelir ve
alt tabakalardaki yapı, iskelesini oluşturan yapısal proteinler
hassaslaşıp çöktüğü için sarkar. Yaşı biraz ilerlemiş herkesin korkuyla
beklediği yüzdeki kırışıklıklar, çizgiler işte bu nedenle meydana
gelir. Üst deride sürekli yağ katmanı oluşturacak ve doğal yumuşatıcı
etkisi gösterecek bezlerin salgısının azalması dolayısıyla pullanma
görülür. Aşırı pullanma ve dökülme sonucunda derinin geçirgenliği
artar ve dış etkilerin deriden geçişi kolaylaşır. Buna bağlı olarak
da yaşlılık kaşıntısı, tırnak yaraları, uykusuzluk vs. meydana gelir.
Aynı şekilde alt deride de çok büyük bozukluklar oluşur. Deri dokularında
yenilenme ve madde alışverişi mekanizmaları yaşlı insanlarda önemli
ölçüde bozulmuştur. Bu nedenle ileri yaşlarda kötü huylu tümörlere
sık rastlanır.
Kemiklerin sağlamlığı da insan bedeni için her
yönden büyük önem taşımaktadır. Dik bir duruşu yakalamak genç biri
için çok kolayken, yaşlılık döneminde bu, fiziksel açıdan pek mümkün
değildir. İlerleyen yaşlarda omurilikte meydana gelen doğal eğilme
nedeniyle kamburluk ortaya çıkar. Bu, gençlikte sahip olunan her
türlü gösterişin bir kenara bırakılması anlamına gelir. Duruşuna
bile hakim olamayacak hale gelen bir insanın, doğaldır ki diğer
insanlara karşı büyüklük taslayacak hiçbir özelliği kalmayacaktır.
Kendisi kabullenmek istemese de, acizliğini artık etrafındaki kimselerden
gizleyemeyecektir.
Bu arada yaşlanan insanların sinir hücrelerinde
yenilenme olmadığı için, tüm duyularda belli bir duyum kaybı oluşur.
Gözlerde yaşlanma ile birlikte, ışık şiddetine tepki olarak boyut
değiştirme kabiliyeti azalır. Bu durum görme yeteneğini kısıtlar;
renklerin canlılığı, cisimlerin şekli, konumları ve uzaklıkları
bulanıklaşır. Çok önemli olan görüş keskinliği giderek azalır. Bu,
yaşlılar için en zor alışılacak durumlardan biridir.
İnsanın yaşlılık döneminde fiziksel ve ruhsal açıdan
pek çok kayba uğraması, şüphesiz üzerinde düşünülmesi gereken bir
olaydır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Allah dileseydi insana
bu eksikliklerin hiçbirini vermeyebilirdi; insan doğduktan sonra
büyür, gelişir, hatta zamanla tüm organları, kabiliyetleri daha
da kuvvetlenebilirdi. Dünya hayatında geçirdiği yıllar insanın sağlığına
sağlık, gücüne güç katabilirdi. Alışılmadık bir model olmasına rağmen,
hayatın insanı yıpratan değil, yenileyen, geliştiren bir özelliği
olması pekala mümkün olabilirdi. Ne var ki Allah'ın bir hikmet üzerine
insanlar için dileyip yarattığı sistem, yaşlanmaya, bozulmaya göre
ayarlanmıştır. Dünya üzerindeki herşey gibi insan bedeni de bozulmaya
uğramaktadır.
Böylece insan bu dünyanın geçiciliğini ve kendisine
faydası olmadığını bir kez daha anlamaktadır. Tüm bu acizliklerden
anlaşılmaktadır ki, sonsuz hayat yanında bu dünya hayatının hiçbir
kıymeti yoktur. Nitekim Allah, Kuran'da bu gerçeğe defalarca dikkat
çekmiş, dünya hayatının geçici özelliklerle dolu olduğunu ayetleriyle
haber vermiştir. İnsanlara bu durumu düşünmelerini ve gerekli öğüdü
almalarını emretmiştir.
Dünya hayatının örneği, ancak
gökten indirdiğimiz, onunla insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün
bitkisi karışmış olan bir su gibidir. Öyle ki yer, güzelliğini
takınıp süslendiği ve ahalisi gerçekten ona güç yetirdiklerini
sanmışlarken (işte tam bu sırada) gece veya gündüz ona emrimiz
gelmiştir de, dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden
biçilip atılmış bir durumda kılmışız. Düşünen bir topluluk için
biz ayetleri böyle birer birer açıklarız. (Yunus Suresi, 24)
Buraya kadar anlatılanlardan gördüğümüz
gibi, insan doğmakta, gelişerek belli bir yaşa ulaşmaktadır. Bu
en güçlü çağında tüm bedeninin kendisine ait olduğuna da kesin kanaati
gelmekte ve kendini tüm dünyanın odak noktası olarak görmektedir.
Ancak bir süre sonra aniden gücü ve güzelliği, yaşlanma ile yok
olmaya başlamakta ve kendisi de bu durum karşısında bir şey yapamamaktadır.
Çünkü Allah dünya hayatını geçici bir yurt olarak hazırlamıştır.
Ve insanı, gerçek yurt olan ahireti hatırlatacak, ona hazırlık yapmasını
sağlayacak her türlü acizlikle birlikte yaratmıştır.
İBRET VERİCİ YAŞLILIK ÖRNEKLERİ
Yaşlanmak, tek bir istisna bile olmadan herkes
için geçerli ve kaçınılmazdır. Ancak zengin, ünlü ya da güzel kişilerin
yaşlanmaları ibret verici olması açısından insanları daha çok etkiler.
Cahiliye toplumundaki birçok insanın özendiği parası, ünü ya da
güzelliği ile tanınmış kişilerin yaşlılığı ve acizliği, dünya hayatının
kısalığını ve değersizliğini hatırlatan en önemli sembollerden biridir.
Bunun örneklerini çevremizde yüzlerce kez görmemiz
mümkündür. Bir zamanlar fiziki güzelliği, gücü ile ün kazanan, çok
zeki ve sağlıklı olarak tanınan insanları bir gün televizyonda ya
da gazetede zihinsel ve fiziksel gücünü kaybetmiş olarak görebiliriz.
Elbette tüm insanlar bahsedilen bu duruma düşerler, ancak yukarıda
da üzerinde durduğumuz gibi tüm dünya tarafından tanınmış, hayranlıkla
izlenmiş kişilerin yaşlılık halleri ister istemez insan üzerinde
kalıcı bir etki bırakmaktadır. Aşağıda böyle kişilerden örnekler
vereceğiz. Göreceğiz ki; her ne kadar genç, ünlü ve güzel olursa
olsun, her insanın karşılaştığı kaçınılmaz son yaşlılıktır.

|
|
BRIGITTE
BARDOT |
|
|
ELISABETH
TAYLOR |

|
|
ANGELA
LANSBURY |
|
|
MARLON
BRANDO |
|
|
ALAIN
DELON |
|
|
CHARLIE
CHAPLINE |
|
|
BURT LANCESTER |
|
|
CHARLTON HESTON |
|
|
BETTE DAVIS |
|
|
ZSA ZSA GABOR |
|
|
KIM NOVAK |
|
|
SOPHIA LOREN |
|
|
URSULA ANDRESS |
|
İNSANIN ÖLÜMÜ
Her gün ölüme biraz daha yaklaştığınızın farkında
mısınız? Ölümün size de diğer insanlara olduğu kadar, belki de daha
yakın olduğunu biliyor musunuz?
"Her nefis ölümü tadıcıdır;
sonra bize döndürüleceksiniz" (Ankebut Suresi, 57) ayetinde
bildirildiği gibi dünya üzerinde şu ana kadar yaşamış, şu anda yaşayan
ve bundan sonra yaşayacak olan her insan istisnasız olarak ölümle
karşılaşacaktır. Ancak bu kesin gerçeğe rağmen insanlar her nedense
kendilerini bu sondan uzak görmektedirler.
Dünyaya ilk kez gözlerini açan ve dünyaya gözlerini
son kez yuman iki insan düşünün. Ne yeni doğan bebek doğumuna müdahale
edebilmiştir, ne de ölen kişi kendi ölümüne. Sadece Allah bu güce
sahiptir; dilediği zaman yaratır, dilediği zaman geri alır. Bütün
insanlar belirlenen bir süreye kadar yaşayacaktır ve daha sonra
ölecektir. Kuran'da bu gerçek şöyle bildirilmiştir:
De ki: "Elbette sizin kendisinden
kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra
gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz;
O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)
Pek çok insan ölümü düşünmek istemez, aynı zamanda
günlük uğraşıları da insanı bambaşka şeyler düşünmeye sevkeder.
Hangi okulda okuyacağı, hangi işte çalışacağı, ne giyeceği ve ne
yiyeceği onun için daha önemlidir. Çünkü hayatın bunlardan ibaret
olduğunu düşünür. Ölümden bahsedildiği zaman ise, "ağzını hayra
aç" gibi anlamı olmayan ve ölümü engellemeye de gücü yetmeyen yüzeysel
sözlerin arkasına saklanır. Kendisinin yaşlanınca öleceğini, en
az 50-60 yıl daha yaşayacağını hesaplar; genç yaşında böyle "iç
karartıcı" konularla meşgul olmak istemez. Halbuki bir saniye sonra
yaşayabilme garantisi bile yoktur. Her gün gazetelerde, televizyon
kanallarında ölümle ilgili haberler bolca yer almakta, yakınlarının
ölümlerine tanık olmaktadır; ama bir gün kendi ölümüne de başkalarının
tanıklık edeceğini, kendisini de böyle bir sonun beklediğini düşünmez.
Oysa ki ölüm insana geldiğinde, hayata dair her
tür "gerçeği" yerle bir eder; geriye sizden hiçbir şey bırakmaz.
Şu anki halinizi, gözlerinizin açılıp kapanmasını, vücudunuzun hareket
etmesini, konuşabilmenizi, gülebilmenizi, yani tüm hayati fonksiyonlarınızı
düşünün. Sonra da ölümün akabinde ne hale geleceğinizi canlandırın
gözünüzde...
Hareketsiz bir şekilde, etrafınızda olup bitenleri
anlamayıp öylece yatacaksınız. Bedeniniz başka insanlar tarafından
taşınacak ve bir "et yığını" olarak kabul edileceksiniz. Tabutunuzun
konacağı mezar kazılırken, siz gusülhanede görevli kişi tarafından
yıkanacaksınız. Beyaz kefenle sizi saracaklar. Tahta tabuta konacaksınız.
Camideki işlemler bittikten sonra mezara gidilecek, üzerinde isminizin,
doğum ve ölüm tarihinizin yazıldığı bir taş olacak. Kefenle birlikte
sizin için kazılan çukura atılacaksınız. Üzerinize tahta konacak,
daha sonra da toprak. Toprak sizi iyice örttükten sonra işlem son
bulmuş olacak.
|
|
Cesedin
parçalanmaya başlamadan önceki durumu |
Ölümden
sonra gözlerde meydana gelen morarmalar |
|
|
Yanarak
ölmüş bir insan
cesedi |
Mezarda
böcekler tarafından yenmiş bir insan yüzü |
|
Mezarınızı ziyaretler ilk zamanlar daha sık olmakla
birlikte, sonraları yılda bir kez olacak, daha sonraları hiç olmayacak.
Üstelik bu ziyaretlerden sizin haberiniz dahi olmayacak.
Yıllarca kullandığınız odanız, yatağınız boş kalacak.
Cenazeniz kaldırıldıktan bir süre sonra da özel eşyalarınız ihtiyacı
olanlara dağıtılmak üzere evinizden yollanacak. Yakınlarınız nüfus
dairesine gidip sizin öldüğünüzü ve kaydınızın bu dünyadan silinmesini
söyleyecekler. İlk zamanlar belki hatırlanacaksınız, arkanızdan
ağlayan birkaç kişi olacak. Ancak zamanın unutturucu etkisi ileriki
yıllarda gittikçe ağır basacak. Birkaç on yıl sonra ise "koca bir
ömür" sürdüğünüz dünyada sizi hatırlayan pek kimse kalmayacak. Ama
bununla birlikte, öldükten sonra arkanızda bıraktığınız tüm aileniz
ve tanıdıklarınız da yavaş yavaş bu dünya hayatından ayrılacağı
için, hatırlanıp hatırlanmamak pek bir şey ifade etmeyecek.
Dünyada bunlar olup biterken, toprağın altındaki
bedeniniz ise, hızlı bir parçalanma sürecine girecek. Toprağa konmanızdan
hemen sonra böcekler ve bakteriler devreye girecek. Karında toplanan
gazlar cesedi şişirecek ve bu şişlik vücudun her tarafına yayılarak,
bedeni tanınmaz hale getirecek. Bundan sonra gazın diyaframa yaptığı
basınçtan dolayı ağzınızdan ve burnunuzdan kanlı köpükler gelmeye
başlayacak. Çürüme ilerledikçe kıllar, tırnaklar, avuç içleri ve
tabanlar yerlerinden ayrılacak. Bu dış değişmeyle beraber, iç oganlarda
da çürüme başlayacak. En korkunç olay ise bu noktada gerçekleşecek;
karın bölgesinde toplanan gazlar deriyi zayıf noktasından patlatacak
ve bedenden tahammül edilemeyecek derecede pis kokular yayılacak.
Bu süre içinde kafanızdan başlamak üzere, adaleler de yerlerinden
ayrılacak. Cilt ve yumuşak kısımlar tamamen dökülecek ve iskelet
gözükmeye başlayacak. Beyin tamamen çürüyecek ve kil görünümünü
alacak, kemikler bağlantılarından ayrılacak ve iskelet dağılmaya
başlayacak… Bu olay, cesediniz bir toprak ve kemik yığını
haline gelene kadar böylece devam edecek.
Artık ölmeden önceki yaşamın bir saniyesine bile
geri dönme imkanı olmayacak. Aile ile görüşme, arkadaşlarla buluşup
eğlenme, en yüksek mevkiye gelme şansı da kalmayacak. Artık beden
mezarda çürüyerek iskelet haline gelecek.
Kısacası kendisiyle özdeşleştiğiniz, "ben" sandığınız
beden, oldukça iğrenç bir sonla yok olup gidecek. Siz, yani gerçekte
bir ruh olan siz, bu bedeni çoktan terk etmiş olacaksınız, geride
kalan beden ise, oldukça çarpıcı bir biçimde yok olacak.
Peki tüm bunların sebebi nedir?..
Allah dileseydi, insan vücudunu öldükten sonra
bu hale getirmeyebilirdi. Ancak bunun çok büyük bir anlamı vardır.
Öncelikle insan, kendisinin aslında beden olmadığını,
bedeninin yalnızca kendisine giydirilmiş geçici bir kılıf olduğunu,
bu korkunç sonu görerek anlamalı, bedenin ötesinde bir varlığı olduğunu
hissetmelidir. Dahası insan, bedeninin ölümüne bakmalı, bu geçici
dünyada adeta sonsuza kadar kalacakmış gibi sahiplendiği ve bütün
arzularına boyun eğdiği bedeninin akıbeti hakkında düşünmelidir.
O beden bir gün mutlaka toprağın altında çürüyecek, kurtlanacak
ve iskelete dönüşecektir. Ve o gün belki de çok uzak değil, bir
adım ötededir…
Anlatılan tüm bu gerçeklere rağmen, insan ruhunda
sevilmeyen, istenmeyen şeyleri düşünmemek, yok kabul etmek gibi
bir eğilim vardır. Bu durum özellikle ölüm söz konusu olunca iyice
belirginleşir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, ölüm ancak bir tanıdık
kaybedildiğinde ya da birinin ölüm yıl dönümünde hatırlanır. Hemen
hemen herkes ölümü kendisine uzak görür. Sanki yolda yürürken, yatakta
yatarken ölenlerin kendinden farklı bir durumu mu vardır? Yoksa
o "daha gençtir" de "uzun yıllar" yaşayacak mıdır? Ne var ki evinden
okula gitmek için yola çıkıp, ya da önemli bir toplantıya yetişmeye
çalışırken trafik kazası geçiren kişi, hiç tahmin etmediği bir zamanda
beklemediği bir hastalıkla ölen biri de ölmeden önce aynı düşünceyi
taşıyor olabilirler. Bir gün önce yaşarlarken, ertesi günün gazetelerinde
herkesin onların ölüm haberlerini okuyacaklarını büyük bir olasılıkla
akıllarına bile getirmemişlerdir.
Gariptir ki siz bu satırları okuduktan sonra bile
çok kısa bir süre sonra ölebileceğinize ihtimal vermeyebilirsiniz.
Daha yapılacak, bitirilecek işlerin olması belki de ölümün sizin
için henüz erken ve zamansız olduğunu düşündürüyordur. Oysa bu bir
kaçıştır ve Allah bu kaçışın fayda vermeyeceğini bildirmiştir:
De ki: "Eğer ölümden veya öldürülmekten
kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz; böyle
olsa bile, pek az (bir zaman) dışında metalanıp yararlandırılmazsınız."
(Ahzab Suresi, 16)
İnsan bilmelidir ki bu dünyaya "yalın" bir şekilde
gelmiştir ve yine "yalın" bir şekilde gidecektir. Ama doğduktan
hemen sonra, ihtiyaçlarını gidermek için kendine sunulan nimetleri
cahilce sıkı sıkıya sahiplenir; onları elde tutmayı hayatının en
önemli amacı haline getirir. Oysa hiç kimse malını, mülkünü ya da
sahip olduğu diğer şeyleri öldükten sonra yanına alamaz. Sonuçta
beden, birkaç metrelik beyaz beze sarılıp defnedilir. İnsan, bu
kısa dünyaya "yalın" gelir ve "yalın" gider.
Kendisiyle birlikte ahirete varan tek şey, Allah'a
olan inancı ya da inançsızlığıdır.
xx
1. A.Maton, J.Hopkins, S.Johnson,
D.LaHart, M.Quon Warner, J.D.Wright, Human Biology and Health, Prentice
Hall, New Jersey, s.59
2. J.A.C.Brown, Tıp ve Sağlık Ansiklopedisi, Remzi
Kitabevi, İstanbul, s.250
|
xx |