|
(HATIRLATMA:
MADDENİN ARDINDAKİ SIR KONUSU VAHDETİ VÜCUT DEĞİLDİR)
UYARI!!
Okuyacağınız bu bölüm, hayatın ÇOK ÖNEMLİ bir sırrını içermektedir. Maddesel dünyaya bakış açınızı kökten değiştirecek olan bu konuyu, çok dikkatli bir biçimde ve sindirerek kumalısınız. Burada anlatılacak olanlar yalnızca bir bakış açısı, farklı bir yaklaşım veya herhangi bir felsefi düşünce değil; dine inanan-inanmayan herkesin kabul edeceği, bugün bilimin de kanıtladığı kesin bir gerçektir.
|
MADDENİN ARDINDAKİ SIR
Akıl ve vicdan yoluyla çevresini izleyen kişi fark eder ki, evrendeki
canlı-cansız herşey yaratılmıştır. Peki tüm bunlar kim tarafından
yaratılmıştır?
Açıktır ki, evrenin her noktasında kendini belli eden "yaratılmışlık",
evrenin kendisinin bir ürünü olamaz. Örneğin bir böcek kendi kendisini
var etmemiştir. Güneş Sistemi, bitkiler, insanlar, bakteriler, alyuvarlar,
kelebekler kendi kendilerini yaratmamışlardır. Tüm bunların "tesadüfen"
oluşmaları gibi bir ihtimal de söz konusu değildir.
Dolayısıyla şu sonuca varabiliriz: Gözümüzle gördüğümüz herşey
yaratılmıştır... Ancak gözümüzle gördüğümüz şeylerin hiçbiri "Yaratıcı"
değildir. O halde, Yaratıcı, gözümüzle gördüğümüz herşeyden başka
ve üstün bir varlıktır. Kendisi görünmeyen, fakat yarattığı herşeyin
Kendisi'nin varlığını ve vasıflarını gösterdiği üstün bir güçtür.
İşte Allah'ın varlığını tanımayanların saptığı nokta da buradadır.
Bu kişiler, Allah'ı gözleriyle görmedikleri sürece, O'nun varlığına
iman etmemeye şartlandırmışlardır kendilerini. Ancak bu durumda,
evrenin her yerinde apaçık görünen "yaratılmışlık" gerçeğini gizlemek,
evrenin ve canlıların yaratılmamış olduğunu iddia etmek zorunda
kalırlar. Bunu yapmak için yalanlara başvururlar. Evrim teorisi
bu konuda başvurulan yalanların, sonuçsuz çırpınışların en belirgin
örneğidir.
İnkar edenlerin temel yanılgısı, aslında Allah'ın varlığını inkar etmeyen, ancak çarpık bir Allah inancına sahip olan pek çok kişi tarafından da paylaşılır. Toplumun çoğunluğunu oluşturan bu kişiler, yaratılışı reddetmezler, ancak Allah'ın "nerede" olduğuna dair ilginç batıl inançları vardır: Çoğu, Allah'ın yalnızca "gökte" olduğunu sanır. Bilinçaltlarındaki batıl düşünceye göre, Allah çok uzaklardaki bir gezegenin arkasındadır ve çok nadiren "dünya işlerine" müdahale eder. Ya da hiç etmez; evreni yaratmış ve bırakmıştır, insanlar kendi kaderlerini çizerler...
Kimileri de Kuran'ın Allah'ın "her yerde" olduğuna dair haberini duymuştur, fakat bunun anlamını tam olarak çözemezler. Bilinçaltlarındaki batıl düşünce, Allah'ın radyo dalgaları ya da görünmez, hissedilmez bir gaz gibi (Allah'ı tenzih ederiz) maddeleri çevrelediği şeklindedir.
Oysa bu düşünce ve baştan beri saydığımız, Allah'ın "nerede" olduğunu bir türlü çözemeyen (belki de bu yüzden O'nu inkar eden) düşünceler, ortak bir yanlışa dayanmaktadırlar: Hiçbir temeli olmayan bir ön yargıyı benimsemekte, ondan sonra da Allah ile ilgili olarak zanlara kapılmaktadırlar.
Nedir bu ön yargı?..
Bu ön yargı maddenin varlığı ve niteliği ile ilgilidir. İnsanların büyük bir kısmı gördüğümüz maddesel evrenin, var olan gerçekliğin ta kendisi olduğu konusunda şartlanmışlardır. Oysa modern bilim, bu ön yargıyı da yıkarak, çok önemli ve etkileyici bir gerçeği ortaya koymaktadır. İlerleyen sayfalarda Kuran'da da işaret edilen bu büyük gerçeği açıklayacağız.
Elektrik Sinyallerinden Oluşan Evren
Yaşadığımız dünya ile ilgili tüm bilgilerimiz bize beş duyumuz
aracılığı ile gelir. Yani biz gözümüzün gördüğü, elimizin dokunduğu,
burnumuzun kokladığı, dilimizin tattığı, kulağımızın duyduğu bir
dünyayı tanırız. Doğumumuzdan itibaren bu duyulara bağlı olduğumuz
için "dış dünya"nın, duyularımızın bize tanıttığından farklı olabileceğini
hiç düşünmemişizdir.
Oysa, bugün birçok bilim dalında yapılan araştırmalar son derece
farklı bir anlayışı beraberinde getirmiş, algılarımız ve algıladığımız
dünya ile ilgili ciddi şüphelerin oluşmasına neden olmuştur.
Bir ateşin ışığını
ve sıcaklığını hissettiğimiz anda bile beynimizin içi kapkaranlıktır
ve ısısı hiç değişmez. |
Bir cisimden
gelen ışık demetleri retina üzerine ters olarak düşerler.
Burada elektrik sinyaline dönüşen görüntü beynin arka tarafındaki
görme merkezine ulaştırılır. Görme merkezi dediğimiz yer küçücük
bir alandır. Beyin ışığı geçirmediği için, görme merkezine
de ışığın ulaşması mümkün değildir. Yani biz, ışıl ışıl ve
derinlikli bir dünyayı küçücük ve ışığın asla ulaşamadığı
bir noktada algılarız. |
Bu yeni anlayışın çıkış noktası ise şudur: Bizim "dış dünya" olarak
algıladıklarımız, yalnızca elektrik sinyallerinin beyinde oluşturduğu
etkilerdir. Elmanın kırmızılığı, tahtanın sertliği, dahası anneniz,
babanız, aileniz, sahibi olduğunuz bütün mallar, eviniz, işiniz
ve bu kitabın satırları yalnızca ve yalnızca beyninizdeki elektrik
sinyallerinden ibarettir.
Frederick Vester bilimin bu konuda ulaştığı noktayı şöyle ifade
eder:
Bazı düşünürlerin, 'insan bir hayaldir,
aslında bütün yaşananlar geçici ve aldatıcıdır, bu evren bir gölgedir'
şeklindeki sözleri günümüzde bilimsel olarak kanıtlanıyor gibidir.1
Konuyu tam olarak açıklamak için öncelikle, dış dünya hakkında
bize bilgi veren duyularımızdan söz edelim.
Nasıl Görüyoruz, Duyuyoruz, Tadıyoruz?
Görme olayı oldukça aşamalı bir biçimde gerçekleşir. Görme sırasında,
herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki
lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya
ters olarak düşerler. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline
dönüştürülen görme uyarıları, sinirler aracılığı ile, beynin arka
kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgeye ulaşırlar.
Bu elektrik sinyali bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde
görüntü olarak algılanır. Yani görme olayı, gerçekte beynin arkasındaki
küçük, ışığın hiçbir şekilde giremediği, kapkaranlık bir noktada
yaşanır.
Şimdi genelde herkesçe bilinen bu bilgiye bir kez daha dikkatlice
bakalım: Biz, "görüyorum" derken, aslında gözümüze gelen uyarıların
elektrik sinyaline dönüşerek beynimizde oluşturduğu "etkiyi" görürüz.
Yani "görüyorum" derken, aslında beynimizdeki elektrik sinyallerini
seyrederiz.
Bir cisimden gelen uyarılar elektrik
sinyaline dönüşerek beyinde bir etki oluştururlar. Görüyorum
derken, aslında zihnimizdeki elektrik sinyallerinin etkisini
seyrederiz. |
Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü bir kaç cm3'lük görme
merkezinde oluşur. Okuduğunuz bu satırlar da, ufka baktığınızda
gördüğünüz uçsuz bucaksız manzara da, bu küçücük yerde meydana gelmektedir.
Bu arada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta daha vardır. Az
önce belirttiğimiz gibi, kafatası ışığı içeri geçirmez, yani beynin
içi kapkaranlıktır. Dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle muhatap
olması asla mümkün değildir.
Buradaki ilginç durumu bir örnekle açıklayalım. Karşımızda bir
mum olduğunu düşünelim. Bu mumun karşısına geçip onu uzun süre izleyebiliriz.
Ama bu süre boyunca beynimiz, muma ait ışığın aslı ile hiçbir zaman
muhatap olmaz. Mumun ışığını gördüğümüz anda bile kafamızın ve beynimizin
içi kapkaranlıktır. Kapkaranlık beynimizin içinde, aydınlık, ışıl
ışıl ve renkli bir dünyayı seyrederiz.
R.L.Gregory, bizim çok doğal karşıladığımız görme olayındaki mucizevi
durumu şöyle ifade etmektedir:
Görme olayına o kadar alışmışız ki, çözülmesi
gereken sorular olduğunun farkına varmak büyük bir hayal gücü
gerektiriyor. Fakat bunu dikkate alın. Gözlerimize minik tepetaklak
olmuş görüntüler veriliyor, ve biz çevremizde bunları sağlam nesneler
olarak görüyoruz. Retinaların üzerindeki uyarıların sonucunda
nesneler dünyasını algılıyoruz ve bu bir mucizeden farksız aslında.2
Aynı durum diğer algılar için de geçerlidir. Ses, dokunma, tad
ve koku, birer elektrik sinyali olarak beyne ulaşır ve buradaki
ilgili merkezlerde algılanırlar.
Duyma olayı da böyledir: Dış kulak, çevredeki ses dalgalarını kulak
kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı
ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da
bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir.
Aynı görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde
gerçekleşir. Kafatası ışığı geçirmediği gibi sesi de geçirmez. Dolayısıyla
dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir.
Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Öylesine bir netliktir
ki bu; sağlıklı bir insan kulağı hiçbir parazit, hiçbir cızırtı
olmaksızın herşeyi duyar. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın
senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü
duyarsınız, bir yaprağın hışırtısından jet uçaklarının gürültüsüne
dek geniş bir frekans aralığındaki tüm sesleri algılayabilirsiniz.
Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse
burada derin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Koku algımızın oluşması da buna benzerdir: Vanilya kokusu, gül
kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum denilen bölgesindeki
titrek tüylerde bulunan alıcılara gelirler ve bu alıcılarda etkileşime
girerler. Bu etkileşim beynimize elektrik sinyali olarak iletilir
ve koku olarak algılanır. Sonuçta bizim güzel ya da çirkin diye
adlandırdığımız kokuların hepsi uçucu moleküllerin etkileşimlerinin
elektrik sinyaline dönüştürüldükten sonra, beyindeki algılanış biçiminden
başka bir şey değildir. Bir parfümü, bir çiçeği, sevdiğiniz bir
yemeği, deniz kokusunu, hoşunuza giden ya da gitmeyen her türlü
kokuyu beyninizde algılarsınız. Fakat koku molekülleri beyne hiçbir
zaman ulaşamazlar. Ses ve görüntüde olduğu gibi koku almada da beyninize ulaşan
yalnızca elektrik sinyalleridir. Sonuç olarak, doğduğunuz andan
itibaren dışarıdaki nesnelere ait olarak bildiğiniz kokular duyu
organlarınız aracılığı ile hissettiğiniz elektrik uyarılarıdır.
Benzer şekilde, insan dilinin ön tarafında da dört farklı tip kimyasal
alıcı vardır. Bunlar tuzlu, tatlı, ekşi ve acı tadlarına karşılık
gelir. Tad alıcılarımız bir dizi kimyasal işlemden sonra bu algıları
elektrik sinyallerine dönüştürür ve beyne iletirler. Bu sinyaller
de beyin tarafından tad olarak algılanırlar. Bir çikolatayı ya da
sevdiğiniz bir meyveyi yediğinizde aldığınız tad, elektrik sinyallerinin
beyin tarafından yorumlanmasıdır. Dışarıdaki nesneye ise asla ulaşamazsınız;
çikolatanın kendisini göremez, koklayamaz ve tadamazsınız. Örneğin,
beyninize giden tad alma sinirleri kesilse, o an yediğiniz herhangi
birşeyin tadının beyninize ulaşması mümkün olmaz; tad duyunuzu tamamen
yitirirsiniz.
Bu noktada karşımıza bir gerçek daha çıkar: Bir yiyeceği tattığımızda
bir başkasının o yiyecekten aldığı tadın veya bir sesi duyduğumuzda
başka birisinin duyduğu sesin bizim algıladıklarımız ile aynı olduğundan
emin olmamız mümkün değildir. Bu gerçekle ilgili Lincoln Barnett
şöyle demektedir:
Hiç kimse kendisinin kırmızıyı ya da Do notasını
duyuşunun başka bir insanınki ile aynı olup olmadığını bilemez.3
Karanlık beynimizin içinde rengarenk
bir dünya görürüz, aynı karanlık bir odanın penceresinden
rengarenk bir bahçenin görünmesi gibi. |
Dokunma duyumuza gelince de, değişen bir şey olmadığını görürüz.
Bir cisme dokunduğumuzda dış dünyayı ve nesneleri tanımamıza yardımcı
olacak bilgiler, derideki duyu sinirleri aracılığıyla beyne ulaştırılırlar.
Dokunma hissi beynimizde oluşur. Zannedildiği gibi dokunma hissini
algıladığımız yer parmak uçlarımız ya da derimiz değil, yine beynimizdeki
dokunma merkezidir. Bizler nesnelerden gelen elektriksel uyarıların
beynimizde değerlendirilmesi sonucu sertlik ya da yumuşaklık, sıcaklık
ya da soğukluk gibi, nesneleri tanımlayan farklı farklı hisler duyarız.
Hatta bir cismi tanımaya yarayan her türlü detayı bu uyarılar sonucunda
elde ederiz. Bu önemli gerçekle ilgili olarak B. Russel ve L. Wittgeinstein
gibi ünlü filozofların düşünceleri şöyledir:
…Bir limonun gerçekten var olup olmadığı
ve nasıl bir süreçle varlaştığı sorulamaz ve incelenemez. Limon,
sadece dille anlaşılan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen
renk ve biçimden ibarettir ve yalnız bu nitelikleri bilimsel bir
araştırmanın ve yargının konusu olabilir. Bilim, nesnel dünyayı
asla bilemez.4
Yani beynimizin dışındaki maddesel dünyaya ulaşmamız imkansızdır. Muhatap olduğumuz
tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma gibi algıların toplamından
ibarettir. Algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beynimiz,
yaşamımız boyunca maddenin bizim dışımızdaki "aslı" ile değil, beynimizdeki
kopyaları ile muhatap olur. Biz ise bu kopyaları dışımızdaki gerçek
madde zannederek yanılırız.
Beynimizin İçinde Oluşan "Dış Dünya"
Buraya kadar anlattığımız fiziksel gerçekler bizi tartışılmaz bir
sonuca ulaştırır: Bizim gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve
adına "madde", "dünya" ya da "evren" dediğimiz kavramlar, aslında beynimizde yorumlanan elektrik sinyalleridir. Biz hiçbir zaman maddenin, beynimiz dışındaki aslına ulaşamayız. Ancak, dış dünyanın beynimizde oluşan görüntüsünü görür, duyar ve tadarız.
Örneğin meyve yiyen biri, aslında meyvenin beynindeki algısıyla
muhataptır, aslıyla değil. Kişinin "meyve" diye nitelendirdiği şey,
meyvenin biçimi, tadı, kokusu ve sertliğine ait elektriksel bilginin
beyinde algılanmasından ibarettir. Eğer beyne giden görme sinirini
keserseniz, meyve görüntüsü de bir anda yok olur. Veya burundaki
algılayıcılardan beyne uzanan sinirdeki bir kopukluk, koku algınızı
tamamen ortadan kaldırır. Çünkü meyve, birtakım elektrik sinyallerini
beynin yorumlamasından başka bir şey değildir.
Üzerinde düşünülmesi gereken ayrı bir nokta da uzaklık hissidir.
Uzaklık, örneğin bu kitapla aranızdaki mesafe, sadece beyninizde
meydana gelen bir boşluk hissidir. Bir insanın kendisinden çok uzakta
sandığı maddeler de aslında beyninin içindedir. Örneğin insan göğe
bakıp yıldızları seyreder ve bunların milyonlarca ışık yılı uzakta
olduklarını sanır. Oysa yıldızlar onun içinde, beynindeki görüntü
merkezindedirler. Bu yazıları okurken içinde oturduğunuzu sandığınız
odanın da aslında içinde değilsiniz; aksine oda sizin içinizdedir.
Bedeninizi görmeniz, sizi odanın içinde olduğunuza inandırır. Ancak
şunu unutmayın; bedeniniz de beyninizde oluşan bir görüntüdür.
Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü
beynin arka tarafındaki görme merkezinde oluşur ve bu görme
merkezi sadece ve sadece birkaç cm3 büyüklüğündedir. Dar
bir oda görüntüsü de, geniş bir manzara görüntüsü de bu
çok küçük alana sığmaktadır. O halde bizim gördüğümüz, dışarıda
var olan gerçek büyüklük değil, sadece beynimizin algıladığı
büyüklüktür. |
Tüm diğer algılarınız için de aynı durum geçerlidir. Örneğin siz
yan odadaki televizyonun sesini duyduğunuzu sanırken aslında beyninizin
içindeki sesle muhatapsınızdır.
Metrelerce uzaktan geldiğini sandığınız ses de, hemen yanınızdaki
kişinin konuşması da aslında beyninizdeki birkaç santimetrekarelik
duyma merkezinde algılanmaktadır. Bu algı merkezinin dışında sağ,
sol, ön, arka gibi bir kavram yoktur. Yani ses sağdan, soldan veya
havadan size ulaşmaz; sesin geldiği bir yön yoktur.
Algıladığınız kokular da böyledir; hiçbiri uzak bir mesafeden size
ulaşmaz. Koku alma merkezinizde oluşan etkileri, dışarıdaki maddelerin
kokusu zannedersiniz. Oysa bir gülün görüntüsü nasıl ki görme merkezinizin
içindeyse, o gülün kokusu da aynı şekilde koku alma merkezinizin
içindedir; dışarıdaki gülün ve kokusunun bir aslı ile muhatap olamazsınız.
 Modern
fiziğin bulguları da maddesel evrenin bir algılar bütünü
olduğunu gösteriyor. 30 Ocak 1999 tarihli sayısında bu
gerçeği ele alan ünlü Amerikan bilim dergisi New Scientist'in
kapağında şu soru yer alıyor: "Gerçeğin Ötesinde: Evren,
Bilginin Bir Dansı mı ve Madde Sadece Bir Seraptan mı
İbaret?"
27 Nisan 2002 tarihli New Scientist
dergisinde yayınlanan "Boş Evren" başlıklı yazıda şöyle
deniyordu: Bir dergi tutuyorsunuz. Sertlik hissi veriyor;
uzayda bağımsız bir varlığı varmış gibi gözüküyor. Çevrenizdeki
nesneler de öyle -muhtemelen bir fincan kahve, bilgisayar.
Hepsi oralarda bir yerde gerçek gözüküyor. Ama hepsi bir
ilüzyon. Bu sert olduğu varsayılan nesneler yalnızca izdüşümler,
evrenimizin sınırlarında yaşayan kaleydoskopik şekillerin
değişmesinden oluşuyorlar.
|
Çünkü bizim için "dış dünya", aynı anda beynimize
ulaşan "elektrik sinyalleri bütünü"nden başka bir şey değildir.
Beynimiz hayatımız boyunca bu sinyalleri değerlendirir. Biz de bunları
maddenin "dışarıdaki" aslı sanarak yanıldığımızın farkında olmadan
bir ömür süreriz. Yanılırız, çünkü algılarımızla maddenin kendisine
asla ulaşamayız.
"Dış dünya" sandığımız sinyalleri yorumlayıp anlamlı hale getiren
de, yine bizim beynimizdir. Örneğin duyma algısını ele alalım. Kulağımızın
içine gelen ses dalgalarının yorumunu yaparak onu bir senfoniye
çeviren aslında beynimizdir. Yani müzik, beynimizin oluşturduğu
bir algıdır. Renkleri görürken de aslında gözümüze ulaşan sadece
ışığın farklı dalga boylarıdır. Bu farklı dalga boylarını renklere
çeviren yine beynimizdir. "Dış dünyada" renk yoktur. Ne elma kırmızı,
ne gökyüzü mavi, ne de ağaçlar yeşildir. Onlar, sadece öyle algıladığımız
için öyledirler.
Nitekim gözdeki retinada oluşan küçük bir bozukluk renk körlüğüne
sebep olur. Kimi insan maviyi yeşil, kimisi kırmızıyı mavi, kimisi
de renkleri grinin çeşitli tonları şeklinde algılar. Bu noktadan
sonra dışarıdaki nesnenin renkli olup olmaması önemli değildir.
Ünlü düşünür Berkeley de bu gerçeğe şu sözleriyle dikkat çekmektedir:
İlkin renklerin, kokuların, v.b. "gerçekten
var olduğu" sanıldı; ama daha sonra, bu çeşit görüşler reddedildi
ve görüldü ki, bunlar duyumlarımız sayesinde vardır.5
Sonuç olarak; biz nesneleri onlar renkli olduğundan ya da dışarıda
maddi bir varlığa sahip olduklarından renkli görmeyiz. Çünkü, varlıklara
yüklediğimiz tüm nitelikler, "dış dünyada" değil, içimizdedir.
Peki o zaman "dış dünya"yı tam olarak bildiğimizi nasıl iddia edebiliriz?
İnsanın Sınırlı Bilgisi
Buraya kadar anlattığımız gerçeğin ortaya koyduğu en önemli sonuçlardan biri, insanın dış dünya hakkındaki bilgisinin aslında son derece sınırlı oluşudur.
Dış dünya hakkındaki bilgilerimiz hem beş duyu ile sınırlıdır, hem de bu duyuların bize algılattığı dünyanın "asıl dünya" ile birebir uyumlu olduğunu gösterecek hiç bir kanıt yoktur.
Dolayısıyla asıl dünya, bizim algıladığımızdan çok daha farklı olabilir. Orada bizim algılayamadığımız pek çok varlık ve varlık boyutu olabilir. Bizim bilgimiz, evrenin en uzak noktalarına varsak bile, eksik olarak kalmaya devam edecektir.
Tüm varlıkları eksiksiz ve kusursuz bir biçimde bilen ise, tümünü yaratmış olan Yüce Allah'tır. Allah'ın yarattığı varlıklar, ancak O'nun izin verdiği kadar bilgi sahibi olabilirler. Bu gerçek, Kuran'da şöyle haber verilmektedir:
Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
Yapay Olarak Oluşturulan "Dış Dünya"
Tanıdığımız tek dünya, zihnimizin içinde olan, orada çizilen, seslendirilen ve renklendirilen, kısacası zihnimizde meydana gelen bir dünyadır.
Beynimizde seyrettiğimiz bu algılar kimi zaman "yapay" bir kaynaktan da geliyor olabilirler.
Bunu şöyle bir örnekle zihnimizde canlandırabiliriz:
Önce, beyninizi vücudunuzun dışına çıkarıp, cam bir kübün içinde
suni olarak yaşattığımızı düşünelim. Bir de bunun yanına, her türlü
elektrik sinyalinin üretilebildiği bir bilgisayar yerleştirelim.
Sonra, herhangi bir ortama ait görüntü, ses, koku gibi verilerin
elektrik sinyallerini yapay olarak bu bilgisayarda üretelim ve kaydedelim.
Bu bilgisayarı elektrik kablolarıyla beyninizdeki algı merkezlerine
bağlayalım ve burada kayıtlı olan sinyalleri beyninize gönderelim.
Bu sinyalleri algıladıkça beyniniz (bir başka deyimle "siz"), bunların
karşılığı olan ortamı görecek ve yaşayacaktır.
Bu bilgisayardan beyninize, kendi görüntünüze ait elektrik sinyalleri
de gönderebiliriz. Örneğin bir masada otururken algıladığınız bütün
görme, işitme, dokunma gibi duyuların elektriksel karşılıklarını
beyninize gönderdiğimizde, beyniniz kendisini bürosunda oturmakta
olan bir işadamı sanacaktır. Bilgisayardan gelen uyarılar devam
ettikçe de bu hayali dünya devam edecektir. Yalnızca bir beyinden
ibaret olduğunu ise hiçbir şekilde anlayamayacaktır. Çünkü beynin
içinde bir dünya oluşması için beyindeki ilgili merkezlere gerekli
uyarıların ulaşması yeterlidir. Bu uyarılar yapay bir kaynaktan,
örneğin bir kayıt cihazından ya da daha farklı bir algı kaynağından
geliyor olabilir.
Ünlü bilim felsefecisi Bertrand Russell bu konuda şunları söyler:
…Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki
dokunma duyusuna gelince, bu parmak uçlarındaki elektron ve protonlar
üzerinde bir elektrik etkisidir. Modern fiziğe göre, masadaki
elektron ve protonların yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak
uçlarımızdaki aynı etki, bir başka yolla ortaya çıkmış olsaydı,
hiç masa olmamasına rağmen aynı şeyi hissedecektik.6
Maddesel karşılıkları olmayan algıları gerçek sanarak aldanmamız
çok kolaydır. Nitekim bu gerçeği rüyalarımızda sık sık yaşarız.
Rüyada tamamen gerçek gibi duran olaylar yaşar, insanlar, nesneler,
ortamlar görürüz. Ama hepsi birer algıdan başka bir şey değildir.
Rüya ile "gerçek dünya" arasında ise temel bir fark yoktur; her
ikisi de zihinde yaşanır.
Algılayan Kim?
Buraya kadar anlaşılacağı gibi, içinde yaşadığımızı sandığımız
ve "dış dünya" adını verdiğimiz maddesel dünyanın aslında beynimizde
oluştuğuna kuşku yoktur. Ama asıl önemli soru burada ortaya çıkar:
Bildiğimiz bütün maddesel varlıklar gerçekte birer algı ise, o halde
beynimiz nedir? Beynimiz de kolumuz, bacağımız ya da başka herhangi
bir nesne gibi maddesel dünyanın bir parçası olduğuna göre, o da
diğer maddeler gibi bir algı olmalıdır.

Beyin, protein ve yağ moleküllerinden
oluşan bir hücreler yığınıdır. Nöron (yukarıda solda) adı
verilen sinir hücrelerinden oluşmuştur. Bilinci oluşturan
elbette nöronlar değildir. Nöronların yapısını incelediğimizde
karşımıza çıkan ise atomlardır. (yukarıda sağda) Kuşkusuz
şuursuz atomların da şuur meydana getirmesi mümkün değildir.
Beyin dediğimiz et parçasında, görüntüleri izleyecek, bilinci
oluşturacak, kısacası "ben" dediğimiz şeyi yaratabilecek
bir güç yoktur. |
Rüya ile ilgili bir örnek konuyu daha iyi açıklayacaktır. Şimdiye
kadar olan anlatımımıza uygun olarak beynimizin içinde bir rüya
seyrettiğimizi düşünelim. Rüyada hayali bir bedenimiz olacaktır.
Hayali bir kolumuz, hayali bir gövdemiz, hayali bir gözümüz ve de
hayali bir beynimiz. Rüya sırasında bize "nerede görüyorsun?" gibi
bir soru gelse vereceğimiz cevap "beynimde görüyorum" olacaktır.
Ama ortada gerçek bir beyin yoktur. Sadece hayali bir vücut, hayali
bir kafatası ve hayali bir beyin vardır. Rüyanızdaki görüntüyü gören
irade ise, rüyadaki hayali beyin değil, ondan daha "ötede" olan
bir varlıktır.
Rüyadaki ortamla gerçek hayat dediğimiz ortam arasında herhangi bir fiziksel fark olmadığını biliyoruz. Öyleyse, bize gerçek hayat dediğimiz ortamda, "nerede görüyorsun?" sorusu sorulduğunda da üstteki örnekteki gibi "beynimde" cevabını vermenin bir anlamı yoktur. Her iki durumda da gören ve algılayan irade, bir et parçası niteliğindeki beyin değildir.
Buraya kadar hep dış dünyanın bir kopyasını beynimizde izlediğimizden söz ettik. Bunun önemli bir sonucu, dış dünyanın aslını hiç bir zaman tam olarak bilemeyeceğimizdir.
En az bu kadar önemli olan ikinci bir gerçek ise, beynimizde izlediğimiz bu dünyayı izleyen "irade"nin, beynin kendisi olamayacağıdır. Beyin, kendisine gelen verileri işleyen ve görüntüye çeviren bir bilgisayar-monitör sistemi gibidir; ama dikkat edilirse bilgisayarlar kendi kendilerini izlemezler. Varlıklarının şuurunda da değildirler.
Bu şuuru aramak için beyni analiz ettiğimizde karşımıza, diğer canlı organlarda da bulunan protein ve yağ molekülleri gibi moleküllerden daha farklı bir malzeme çıkmaz. Yani beyin dediğimiz et parçasında, görüntüleri seyrederek yorumlayacak, bilinci oluşturacak, kısacası "ben" dediğimiz şeyi yaratabilecek bir şey yoktur.
R.L.Gregory beynin içinde görüntünün algılanması ile ilgili insanların
düştükleri bir yanılgıyı şöyle dile getirmektedir:
Gözlerin beyinde resimler oluşturduğunu söylemeye
yönelik bir eğilim söz konusudur, fakat bundan kaçınmak gerekir.
Beyinde bir resim oluştuğu söylenirse bunu görmesi için içte bir
göz daha olması gerekir -fakat bu gözün resmini görebilmek için
bir göze daha ihtiyaç olacaktır,... ve bu da sonsuz bir göz ve
resim olması anlamına gelir. Bu mümkün olamaz.7
Maddeden başka bir varlığı kabul etmeyen materyalistlerin içinden çıkamadıkları sorunlardan biri budur: Gören, gördüğünü algılayan ve tepki veren "içteki göz" kime aittir?
Karl Pribram da bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin
kim olduğu ile ilgili bu önemli arayışa dikkat çekmiştir:
Yunanlılardan beri, filozoflar "makinenin içindeki
hayalet", "küçük insanın içindeki küçük insan", vb. üzerine düşünüp
durmuşlardı. Ben" -beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi
gerçekleştiren kim? Assisi'li Aziz Francis'in de söylemiş olduğu
gibi: "Aradığımız şey bakanın ne olduğudur." 8
Şimdi şunu düşünün: Elinizdeki kitap, içinde oturduğunuz oda, kısaca önünüzdeki bütün görüntüler beyninizin içinde görülmektedir. Peki bu görüntüleri atomlar mı görüyor? Hem de kör, sağır, bilinçsiz atomlar... Neden atomların bir kısmı bu özellikleri kazanmış da, diğerleri kazanamamış?... Düşünmemiz, kavramamız, hatırlamamız, sevinmemiz, üzülmemiz, bütün bunlar bu atomların arasındaki kimyasal reaksiyonlardan mı ibaret?
Bu soruları dikkatle düşündüğümüzde, atomlarda irade aramanın bir anlamı olmadığını görürüz. Açıktır ki, gören, işiten ve hisseden varlık, madde ötesinde bir varlıktır. Bu varlık "canlı"dır ve ne madde, ne de görüntüdür. Bu varlık vücut görüntümüzü kullanarak önündeki algılarla muhatap olur.
İşte bu varlık "Ruh"tur.
Bu satırları yazan ve okuyan akıllı varlıklar, birer atom ve molekül yığını -ve bunların arasındaki kimyasal reaksiyonlar- değil, birer "ruh"tur.
Gerçek Mutlak Varlık
Tüm bu gerçekler, bizi çok önemli bir soruyla daha karşı karşıya getirir: Madem bizim muhatap olduğumuz dünya, gerçekte ruhumuzun gördüğü algılardır, o halde bu algıların kaynağı nedir?...
Bu soruya cevap verirken dikkat edilmesi gereken gerçek şudur; biz maddeyi sadece hayalimizde görürüz, dışarıdaki aslı ile hiçbir zaman muhatap olamayız. Madde bizim için bir algı olduğuna göre, "yapay" bir şeydir. Yani bu algının bir başka güç tarafından yapılması, daha açık bir ifadeyle yaratılması gerekir. Hem de sürekli olarak. Eğer sürekli bir yaratma olmazsa, bu algılar da yok olur giderler. Bu, bir televizyon ekranında görüntünün devam edebilmesi için, yayının da sürekli devam etmesi gibidir.
Peki kim bizim ruhumuza yıldızları, dünyayı, bitkileri, insanları,
bedenimizi ve gördüğümüz diğer herşeyi sürekli olarak seyrettirmektedir?
Çok açıktır ki, içinde yaşadığımız tüm maddesel evreni yaratan ve sürekli yaratmaya devam eden üstün bir Yaratıcı
vardır. Bu Yaratıcı, bu denli görkemli bir yaratılış sergilediğine
göre de, sonsuz bir güç ve bilgi sahibidir.
Nitekim o Yaratıcı, bize indirdiği kitap yoluyla Kendisi'ni, evreni
ve bizim neden var olduğumuzu anlatır.
O Yaratıcı Allah, kitabının ismi ise Kuran'dır.
Göklerin ve yerin, yani evrenin sabit ve kararlı olmadığı, sadece
Allah'ın yaratmasıyla varlık buldukları ve Allah yaratmayı durdurduğunda
yok olacakları bir ayette şöyle ifade edilir:
Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar
diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak
olurlarsa, Kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu
O, Halim'dir, bağışlayandır. (Fatır Suresi, 41)
Elbette bu ayette maddesel evrenin Allah'ın kudreti altında tutulması anlatılmaktadır. Allah evreni, dünyayı, dağları, canlı cansız tüm varlıkları yaratmıştır ve onları her an kudreti altında tutmaktadır. Allah'ın Halik sıfatı bu maddesel evrende tecelli etmektedir. Allah Halik'tir, yani herşeyi yaratan, yoktan var edendir. Bu da bize göstermektedir ki, beynimizin dışında, Allah'ın yarattığı varlıklardan oluşan maddesel bir evren vardır. Ancak, Allah bir mucize ve yaratışındaki üstünlüğün ve sonsuz ilminin bir tecellisi olarak, bu maddesel evreni bize bir "hayal", "gölge" veya "görüntü" gibi izlettirir. Allah'ın yaratışındaki mükemmeliğin bir sonucu olarak, insan beyninin dışındaki dünyaya asla ulaşamaz. Bu gerçek maddesel evreni bilen sadece Allah'tır.
Fatır Suresi'ndeki bu ayetin bir başka tevili de, insanların görmekte oldukları maddesel evren görüntülerini de Allah'ın her an tutmakta olduğudur. (En doğrusunu Allah bilir.) Allah zihnimize dünya görüntüsünü göstermemeyi dilese, tüm evren bizim için yok olur ve bir daha asla ona ulaşamayız.
Bizim maddesel evrenin kendisine asla ulaşamadığımız gerçeği, insanların pek çoğunun aklını meşgul eden "Allah nerede" sorusunun da cevabını ortaya çıkarır.
Girişte de belirttiğimiz gibi, insanların çoğu, Allah'ın gücünü kavrayamadıklarından, O'nu göklerde bir yerlerde bulunan ve dünya işlerine müdahale etmeyen bir varlık olarak düşünürler. (Allah'ı tenzih ederiz) Bu mantığın temeli, evrenin bir maddeler bütünü olduğu, Allah'ın ise bu maddelerin "dışında" bir yerlerde bulunduğu şeklindedir.
Oysa, şimdiye dek incelediğimiz gibi, maddesel evrene hiç bir zaman ulaşamadığımız gibi, onun mahiyetini de tam olarak bilemeyiz. Tek bildiğimiz, tüm bunları yaratan Yaratıcı'nın, yani Allah'ın varlığıdır. İmam Rabbani gibi büyük İslam alimleri, bu gerçeği ifade etmek için "var olan tek mutlak varlık sadece Allah'tır, O'ndan başka herşey gölge varlıklardır" demişlerdir.
Çünkü gördüğümüz dünya zihnimizdedir ve bunun dış dünyadaki karşılığına ulaşmamız kesinlikle imkansızdır.
Böyle olunca da, Allah'ın, hiç bir zaman ulaşamadığımız bir maddi evrenin "dışında" olduğunu düşünmek yanlış olur.
Allah gerçekte "her yerde"dir ve her yeri kaplamaktadır. Bu gerçek Kuran'da şöyle açıklanır:
Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir.
O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir?
O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği
kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar.
O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların
korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara
Suresi, 255)
Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)
Allah'ın mekandan münezzeh olduğu ve heryeri çepeçevre kuşattığı
gerçeği bir başka ayette de şöyle belirtilmektedir:
Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah kuşatandır,
bilendir. (Bakara Suresi, 115)
Maddesel varlıklar Allah'ı göremezler, ama Allah, kendi yarattığı maddeyi her şekliyle görür. Kuran'da "gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder" (Enam Suresi, 103) denilerek bu gerçek haber verilmektedir.
Yani biz Allah'ın varlığını gözlerimizle algılayamayız, Ama Allah
bizim içimizi, dışımızı, bakışlarımızı, düşüncelerimizi tam olarak
kuşatmıştır. O'nun bilgisi dışında biz tek bir söz söyleyemeyiz,
hatta tek bir nefes dahi alamayız.
"Hele can
boğaza gelip dayandığında, ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz,
Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz."
(Vakıa Suresi, 83-85) |
"Dış dünya" sandığımız algıları seyrederken, yani hayatımızı sürerken de, bize en yakın olan varlık, Allah'ın Kendisi'dir. Kuran'da yer alan "Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız" (Kaf Suresi, 16) ayetinin sırrı da bu gerçekte gizlidir. Bir insan kendi bedeninin "madde"den oluştuğunu zannettiğinde bu önemli gerçeği kavrayamaz. Çünkü örneğin "kendi" zannettiği yer beyniyse, dışarısı olarak kabul ettiği yer kendisine 20-30 cm. gibi belirli bir uzaklıkta olur. Ama madde diye bildiği herşeyin zihnindeki algılar olduğunu kavradığında, artık dışarısı, içerisi, uzak, yakın gibi kavramlar anlamsızlaşır. Allah kendisini çepeçevre kuşatmıştır ve ona "sonsuz yakın"dır.
Allah insanlara "sonsuz yakın" olduğunu, "kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım..." (Bakara Suresi, 186) ayeti ile de bildirir. Bir başka ayette geçen, "muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" (İsra Suresi, 60) ifadesi de yine aynı gerçeği haber verir.
İnsan, bu anlatılanlar doğrultusunda
biraz derin düşünürse, bu hayret verici, olağanüstü durumu
kendisi de açıkça fark eder. Yani, dünyadaki bütün olayların
bir hayalden ibaret olduğunu... |
İİnsan kendisine en yakın olan varlığın yine kendisi olduğunu sanarak yanılır. Oysa Allah bize, kendimizden bile daha yakındır. "Hele can boğaza gelip dayandığında, ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz, Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz." (Vakıa Suresi, 83-85) ayetleriyle de bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Ancak ayetlerde de bildirildiği gibi insanlar gözleriyle görmedikleri için bu olağanüstü gerçekten habersiz yaşarlar.
Öte yandan, İmam Rabbani'nin ifadesiyle bir gölge varlıktan başka bir şey olmayan insanın, Allah'tan bağımsız bir güce sahip olması da mümkün değildir. Nitekim "Sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır" (Saffat Suresi, 96) ayeti yaşadığımız tüm olayların Allah'ın kontrolü altında gerçekleştiğini gösterir. Kuran'da bu gerçek bildirilmekte ve "... attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı..." (Enfal Suresi, 17) ayetiyle, hiçbir fiilin Allah'tan bağımsız olmadığı vurgulanmaktadır. İnsan gölge varlık olduğu için atma eylemini yapan kendisi olamaz. Ancak Allah bu gölge varlığa kendisinin attığı hissini vermektedir. Gerçekte ise tüm fiilleri gerçekleştiren Allah'tır.
Gerçek budur. Bir insan bunu kabullenmek istemeyebilir, kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık sanmaya devam edebilir, ama bu hiçbir şeyi değiştirmez.
Sahip Olduğumuz Herşey Aslında Hayaldir...
Açıkça görüldüğü gibi, bizim "dış dünya" ile doğrudan muhatap olmadığımız, Allah'ın sürekli ruhumuza gösterdiği bir kopyası ile muhatap olduğumuz bilimsel ve mantıksal bir gerçektir. Ne var ki insanlar bunu pek düşünmek istemezler.
Bu konuda biraz samimi ve cesur düşünecek olursanız, evinizin, içindeki eşyalarınızın veya antikalarınızın, yazlığınızın, yeni aldığınız arabanızın, ofisinizin, mücevherlerinizin, bankadaki hesabınızın, gardrobunuzun, eşinizin, çocuklarınızın, iş arkadaşlarınızın ve sahip olduğunuz diğer şeylerin de, aslında zihninizde olduğu gerçeğini fark edersiniz. Etrafınızda gördüğünüz, duyduğunuz, kokladığınız kısacası beş duyunuzla algıladığınız herşey bu "kopya dünya"ya aittir; en sevdiğiniz sanatçının sesi, oturduğunuz iskemlenin sertliği, kokusu hoşunuza giden bir parfüm, sizi ısıtan güneş, renkleriyle göz alıcı bir çiçek, pencerenizin dışında uçan bir kuş, denizin üzerinde hızla ilerleyen sürat motoru, bol ürün veren bahçeniz, işinizde kullandığınız bilgisayar ya da dünyadaki en kaliteli teknolojiye sahip müzik setiniz...
Gerçek budur, çünkü dünya yalnızca insanı denemek için yaratılan bir alemdir. İnsanlar kısa yaşamları boyunca asla gerçeğine ulaşamayacakları algılarla denenirler. Bu algılar ise, özellikle süslü ve çekici gösterilir. Bu gerçek, Kuran'da şöyle haber verilmektedir:
"Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış
altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan
tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya
hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır."
(Ali İmran Suresi, 14)
İnsanların çoğu sahip oldukları ya da olmaya çalıştıkları malların, paraların, yığdıkları altınların, gümüşlerin, dolarların, mücevherlerin, taşıdıkları hesap cüzdanlarının, kredi kartlarının, kullandıkları dolaplar dolusu kıyafetlerin, son model arabaların, kısacası her türlü zenginliğin büyüsüyle dinlerini bir kenara bırakır, ahireti unutur ve yalnızca dünyaya yönelirler. "İşim var", "ideallerim var", "sorumluluklarım var", "vaktim kısıtlı", "yetiştirmem gereken işler var", "ileride yapacağım" diyerek, dünyanın "süslü ve çekici" yüzüne aldanarak namaz kılmaz, mallarını fakirlere vermez, ahirette kazanç sağlayacakları ibadetlere yönelmezler. Aksine yalnızca dünyada kazanç sağlamaya çalışarak ömürlerini tüketirler. "Onlar, dünya hayatından dışta olanı bilirler, ahiretten ise gafildirler" (Rum Suresi, 7) ayetinde işte tam bu yanılgı tarif edilir.
Sitenin bu bölümünde anlattığımız gerçek ise, bütün bu hırsları ve bağlılıkları anlamsızlaştırması açısından çok önemlidir. Çünkü bu gerçeğin anlaşılması, insanların sahip oldukları ve olmaya çalıştıkları herşeyin, hırsla sahip oldukları mülklerinin, varlıklarıyla övündükleri çocuklarının, kendilerine en yakın sandıkları eşlerinin, en sevdikleri arkadaşlarının, bedenlerinin, bir üstünlük olarak gördükleri mevkilerinin, okudukları okulların, geçirdikleri tatillerin birer gölge varlıktan ibaret olduğunu göstermektedir. Bu durumda bunlar adına yapılan hırslar, geçirilen zamanlar, harcanan çabalar da boşunadır.
O halde bazı insanlar sahip oldukları mal ve mülkleriyle, yatlarıyla, helikopterleriyle, fabrikalarıyla, holdingleriyle, köşkleriyle, arazileriyle sanki bunların aslı ile muhatap olabilirmiş gibi övündükleri zaman küçük düşmektedirler. Yatlarında "kasılarak" dolaşan zenginler, arkadaşlarına arabalarıyla gösteriş yapanlar, zenginliklerini her fırsatta dile getirenler, mevkilerinin kendilerini herkesten üstün kıldığını zannedenler, bunlarla gösteriş yaptıklarını sananlar, aslında zihinlerindeki görüntüler ile gösteriş yaptıklarını anladıklarında ne duruma düşeceklerini bilmelidirler.
Bunların benzerlerini rüyalarında da sık sık görürler. Rüyalarında da evleri, çok süratli arabaları, son derece değerli mücevherleri, tomar tomar dolarları, yığın yığın altın ve gümüşleri vardır. Rüyalarında da yüksek bir mevkide bulunurlar, binlerce kişinin çalıştığı bir fabrikaları olur, pek çok insana hükmedebilecek bir güçleri olur, herkesin hayran kaldığı kıyafetler giyerler... Ancak nasıl rüyada sahip oldukları ile övünmek onları komik duruma düşürürse, aynı şekilde bu dünyada muhatap oldukları görüntüyle övünmek de buna eşdeğerdir. Rüyalarında gördükleri de, bu dünyada muhatap oldukları da sonuçta zihinlerindeki birer görüntüden ibarettir.
Bunun gibi dünyada yaşadıkları olaylara gösterdikleri tepkiler de, gerçeği anladıklarında, bu insanları utandıracaktır. Kendini kaybetmiş şekilde kavga edenler, bağırıp çağıranlar, dolandırıcılık yapanlar, rüşvet alanlar, sahtekarlık düzenleyenler, yalan söyleyenler, cimrilik yapanlar, insanların canını yakanlar, onları dövüp sövenler, gözü dönmüş saldırganlar, içleri makam mevki hırsı ile dolu olanlar, haset edenler, gösteriş yapmaya çalışanlar, kendilerini yüceltmek için uğraşanlar ve diğerleri, bir hayal içinde bunları yaptıklarını fark ettiklerinde rezil olacaklardır.
Bilinmelidir ki, tüm evreni yaratan ve her insana ayrı ayrı gösteren Allah olduğuna göre, bu dünyadaki tüm malın gerçek sahibi de yalnızca Allah'tır. Nitekim bu gerçek Kuran'da şöyle haber verilir:
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır.
Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)
Aslı ile muhatap olunamayan hırslar uğruna dini bir kenara bırakmak ve bunun neticesinde sonsuz yaşamı kaybetmek ise, çok büyük bir akılsızlıktır. Dahası insana sonsuz kayıp getirir.
Bu konuda şu nokta çok iyi anlaşılmalıdır: Karşı karşıya olduğumuz gerçek, "tüm bu sahip olduğunuz ve hırsını yaptığınız mallar, zenginlikler, çocuklar, eşler, arkadaşlar, makam-mevki ileride yok olacaktır, o yüzden bir anlamı yoktur" dememektedir. "Bu sahip olduklarınızın hiçbirinin aslı ile şu anda zaten muhatap değilsiniz, hepsi yalnızca bir beyninizde izlediğiniz bir algıdan ibaret, Allah'ın sizi denemek için gösterdiği birer görüntü" demektedir. Dikkat ederseniz ikisi arasında çok büyük bir fark vardır.
İnsan bu gerçeği şu an kabul etmek istemese ve tüm sahip olduklarını var kabul ederek kendini aldatsa bile, sonuçta ölümünün ardından yeniden dirildiğinde, yani ahirette herşey çok net ortaya çıkacaktır. O gün insanın "görüş gücü keskinleşecek" (Kaf Suresi, 22) ve herşeyi çok daha açık fark edecektir. Ama eğer dünyadaki yaşamını hayali amaçlar peşinde koşarak harcamışsa, orada hiç yaşamamış olmayı dileyecek, "keşke o ölüm kesip bitirseydi, malım bana hiçbir yarar sağlayamadı, güç ve kudretim yok olup gitti" (Hakka Suresi, 27-29) diyerek helak olacaktır.
Akıllı bir insana düşen ise, tüm kainatın bu en büyük gerçeğini zaman varken burada kavramaya çalışmaktır. Aksi halde bütün ömrünü hayaller peşinde koşmaya harcayıp sonunda büyük bir yıkıma uğrar. Allah, dünyada hayaller (ya da "seraplar") peşinde koşup Yaratıcımız olan Allah'ı unutan bu insanların son durumlarını şöyle bildirmektedir:
İnkar edenler; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. . (Nur Suresi,
39)
Materyalistlerin Mantık Bozuklukları
Bu bölümün başından itibaren maddenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi mutlak bir varlık olmadığı, aksine Allah'ın yoktan yarattığı ve bizim de aslına ulaşamadığımız bir gölge varlık olduğu bilimsel olarak ortaya kondu. Materyalistler ise, bütün felsefelerini yok eden bu açık gerçeğe karşı son derece dogmatik bir tutumla direnmektedirler ve geçersiz karşı mantıklar getirmektedirler.
Örneğin materyalist felsefenin 20. yüzyıldaki en büyük savunucularından biri olan koyu Marksist George Politzer, maddenin aslına ulaşabildiğinin "büyük delili" olarak "otobüs örneği"ni vermiştir. Politzer'e göre, idealist düşünürler de otoyolda otobüs gördükleri zaman ezilmemek için kaçmaktadırlar ve bu maddenin aslı ile muhatap olduklarının ispatıdır 9
Bir başka ünlü materyalist Johnson ise kendisine maddenin aslına ulaşamadığı anlatıldığında, taşlara tekme atarak onların aslı ile muhatap olduğunu "kanıtlamaya" çalışmıştır.10
Benzer bir örnek, Politzer'in akıl hocası ve diyalektik materyalizmin Marx'la birlikte kurucusu olan Friedrich Engels tarafından verilmiş, Engels, "eğer yediğimiz pastalar birer algı olsaydı, açlığımızı geçirmezlerdi" diye yazmıştır 11
Marx, Engels, Lenin gibi materyalistlerin kitaplarında hep bu tür örnekler ve "maddenin varlığını tokat yiyince anlarsınız" gibi öfke dolu cümleler yer almaktadır.
Materyalistlerin tüm bu örnekleri vermelerine neden olan kavrayış bozukluğu ise, "maddenin aslına ulaşamayız" açıklamasını, sadece görme duyusu ile ilgili bir açıklama gibi anlamalarıdır. Algı kavramının yalnızca görmeyle sınırlı olduğunu, dokunma gibi algıların ise bizi doğrudan maddenin aslına ulaştırdığını sanmaktadırlar. Otobüsün insana çarpması üzerine de, "bakın çarpıyor, demek ki aslı ile muhatabız" demektedirler. Anlamakta zorluk çektikleri nokta, otobüs çarpması sırasında yaşanan sertlik, darbe ve acı gibi bütün algıların da aslında zihinde oluştuklarıdır.
Rüya Örneği
Oysaki beş duyunun hangisinden yola çıkarsak çıkalım, dış dünyanın dışarıda var olan aslına hiç bir zaman ulaşamayız. Bunu bize gösteren önemli bir gerçek, ortada bir "dış dünya" yok iken bile onu var sanabilmemizdir. Bu, rüyalarda olur. İnsan, rüyasında çok gerçekçi olaylar yaşayabilmektedir. Merdivenden yuvarlanıp bacağını kırabilmekte, ciddi bir trafik kazası geçirebilmekte, bir otobüsün altında kalabilmekte, acıktığında bir pasta yiyip doyabilmektedir. Günlük yaşamda rastlanan olayların benzerleri rüyada da aynı inandırıcılıkla, aynı hislerle yaşanmaktadır.
Rüyasında kendisine otobüs çarptığını gören kişi yine rüyasında, kaza yaptıktan sonra gözünü hastanede açabilir; sakat kaldığını anlar ama aslında bu bir rüyadır. Yine rüyasında; bir trafik kazasının ardından öldüğünü, ölüm meleklerinin canını aldığını, ahiret hayatının başladığını görebilir.
RÜYADAKİ
DÜNYA
Sizin
için madde, elle tutulan, gözle görülen şeydir. Oysa rüyada
da "elinizle tutar, gözünüzle görürsünüz", ama gerçekte
ne eliniz vardır, ne gözünüz, ne de görülüp-tutulacak bir
şey. Bütün bunları beynin dışında sağlayan hiçbir maddi
gerçeklik yoktur. Açıkça aldanırsınız.
Peki gerçek yaşamla rüyayı ayıran
nedir? Sonuçta her iki yaşantı da beynin içinde oluşmaktadır.
Rüya sırasında gerçek olmayan bir dünyada rahatlıkla yaşayabiliyorsak,
aynı şey pekala içinde bulunduğumuz dünya için de geçerlidir.
Rüyadan uyandığımızda gerçek yaşantı dediğimiz daha uzun
bir rüyaya başladığımızı düşünmemize engel hiçbir mantıklı
gerekçe yoktur. Rüyayı hayal, dünyayı gerçek saymamızın
nedeni, sadece alışkanlıklarımız ve ön yargılarımızdır.
Ve bu durum, bir gün, şu anda yaşadığımızı sandığımız dünya
hayatından rüyadan uyandırıldığımız gibi uyandırılabileceğimizi
gösterir. |
Rüyasında yaşadığı tüm bu olayların görüntülerini, seslerini, sertlik hissini, acıyı, ışığı, renkleri, her türlü hissi gayet berrak bir şekilde duyumsamaktadır. Rüyada muhatap olduğu algıların tümü gerçek yaşamdaki kadar doğaldır. Rüyasında yediği bir pasta algılardan ibaret olmasına rağmen karnını doyurur. Çünkü doymak da bir algıdır. Oysaki, gerçekte o anda kişi yatakta uzanmış durumdadır. Ortada ne merdiven, ne trafik, ne otobüs, ne pasta bulunmaktadır. Rüyadaki kişi, dış dünyada karşılıkları bulunmayan algı ve hisleri yaşamakta ve görmektedir. Rüyada, "dış dünya"da hiçbir maddi karşılığı bulunmayan olayların yaşanıyor, görülüyor, hissediliyor olması, "dış dünya"nın bizim hiç bir zaman mahiyetini tam olarak bilemeyeceğimiz bir alem olduğunu kanıtlamaktadır. Bu alemin asıl mahiyetini ancak, onu yaratmış olan Yüce Allah'ın vahyinden öğrenebiliriz.
Materyalist felsefeyi benimseyenler, özellikle de Marksistler, kendilerine bu gerçek anlatıldığında öfkelenmektedirler. Marx'ın, Engels'in, Lenin'in bu konudaki yüzeysel ve cahilce mantıklarından örnekler vermekte, ateşli açıklamalar yapmaktadırlar.
Oysa bu kişiler aynı açıklamaları rüyalarında da yapabildiklerini düşünmelidirler: Rüyalarında da Das Kapital'i okumakta, mitinglere katılmakta, başlarına taş isabet etmekte ve hatta bu yaranın sızısını hissetmektedirler. Rüyalarında kendilerine sorulduğunda, o an gördükleri şeyleri de "mutlak madde" sanmaktadırlar. Tıpkı uyanıkken gördükleri şeyleri de "mutlak madde" sandıkları gibi. Ama, ister rüyada olsun, ister günlük yaşamda olsun, gördüklerinin, yaşadıklarının, hissettiklerinin birer algı olduğunu ve bunların kaynağına hiç bir zaman ulaşamayacaklarını bilmelidirler.
Sinirleri Paralel Bağlama Örneği
Politzer'in trafik kazası örneğini ele alalım: Bu kazada, otobüsün altında ezilen kişinin beş duyu organından beynine giden sinirler, bir başka insanın, örneğin George Politzer'in beynine paralel bir bağlantıyla bağlansa, kazadaki kişiye otobüs çarptığı anda, o sırada evinde oturmakta olan Politzer'e de otobüs çarpacaktır. Daha doğrusu, kaza geçiren adamın yaşadığı hislerin tamamını, bir müzik teybine bağlanan iki ayrı kolondan aynı şarkının dinlenmesine benzer biçimde, Politzer de yaşamaya başlayacaktır. Politzer de evinde oturduğu halde otobüsün fren sesini, otobüsün vücuduna değmesini, kırık kol ve akan kan görüntülerini, kırık ağrılarını, ameliyathaneye sokuluşunun görüntülerini, alçının sertliğini, kolunun güçsüzlüğünü hissedecek, görecek ve yaşayacaktır.
Kazadaki adamın sinirleri kaç kişiye bağlansa bunların hepsi, aynı Politzer gibi, kazayı başından sonuna kadar yaşayacaktır. Kazadaki adam komaya girse, hepsi komaya girecektir. Hatta, söz konusu trafik kazasına ait algıların tümü bir alete kaydedilse ve bu algılar sürekli başa alınarak bir başka kişiye verilse, bu kişiye de defalarca otobüs çarpacaktır.
Peki o halde, hangisine çarpan otobüs gerçektir? Materyalist felsefenin bu soruya verebileceği çelişkisiz bir cevap yoktur. Doğru cevap, trafik kazasını hepsinin kendi zihinlerinde tüm ayrıntılarıyla yaşadığıdır.
Pasta ve taşa tekme atma örnekleri için de durum aynıdır. Pasta yiyince karnında pastanın şişliğini ve tokluğunu hisseden Engels'in duyu organlarına ait sinirler paralel olarak ikinci bir kişinin beynine bağlansa, Engels pasta yediği ve doyduğu anda o kişi de pasta yiyecek ve doyacaktır. Taşa tekme atınca ayağı acıyan materyalist Johnson'ın sinirleri paralel olarak bir başka kişiye bağlansa, bu kişi de taşa vuracak ve canı acıyacaktır.
Peki hangi pasta ve hangi taş gerçektir? Materyalist felsefe, buna da çelişkisiz bir cevap veremez. Doğru ve çelişkisiz cevap şudur: Hem Engels hem diğer kişi pastayı kendi zihinlerinde yiyip doymuşlardır. Hem Johnson hem ikinci kişi, taşa tekme atış anını kendi zihinlerinde tüm detaylarıyla yaşamışlardır.
Yukarıda Politzer'le ilgili olarak verdiğimiz örnekte şöyle bir değişiklik yapalım; evinde oturan Politzer'in sinirlerini otobüsün çarptığı adamın beynine, otobüsün çarptığı adamın sinirlerini de Politzer'in beynine bağlayalım. Bu durumda ise, Politzer aslında evinde oturduğu halde kendisine otobüs çarptığını zannedecek, otobüsün çarptığı adam ise kazanın tüm şiddetine rağmen, bunu asla fark edemeyecek, çünkü kendisinin evde oturduğunu düşünecektir. Bu mantık pasta ve taşa tekme atma örnekleri için de düşünülebilir.
Tüm bunlar, materyalizmin ne kadar büyük bir bağnazlık olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Bu felsefe, maddenin tek varlık olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Oysa insan maddenin kendisi ile hiç bir zaman muhatap değildir ki, her şeyin maddeden ibaret olduğunu iddia edebilsin. Muhatap olduğumuz evren, gerçekte zihnimizde gördüğümüz algılar evrenidir. İngiliz felsefeci David Hume bu gerçek üzerindeki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:
Çok samimi olarak, kendim dediğim şeye dahil olduğum zaman ben sıcak ya da soğuğa, ışık ya da gölgeye, aşk ya da nefrete, acı ya da lezzete dair özel bir algıya ya da başka bir şeye daima rastlarım. Ben bir algı olmaksızın herhangi bir zamanda kendimi asla yakalayamam ve asla algıdan başka bir şeyi gözleyemem.12
Bu algıları aşıp maddenin aslını hiç bir zaman kavrayamayacağımıza göre, ulaşamayacağımız "madde" hakkında felsefe üretmek, daha doğrusu "madde"yi muhatap olduğumuz mutlak bir varlık olarak kabul etmek tamamen saçmadır... Bu nedenle materyalizm en baştan çökmüş bir teoridir.
Algıların Beyinde Oluştuğu Felsefe Değil, Bilimsel
Gerçektir
Materyalistler, burada anlattıklarımızın felsefi bir görüş olduğunu iddia etmektedirler. Oysaki "dışarıdaki" maddesel dünyayı değil, zihnimizdeki dünyayı gördüğümüz gerçeği, bir felsefe değil, bilimsel bir gerçektir. Görüntünün ve hislerin beyinde nasıl oluştuğu, bütün tıp fakültelerinde detaylı biçimde okutulmaktadır. Başta modern fizik olmak üzere 20. yüzyıl biliminin ortaya koyduğu gerçekler, maddenin aslına hiç bir zaman ulaşamadığımızı, herkesin bir anlamda "beynindeki ekran"ı izlediğini açıkça göstermektedir.
Bunu, ister ateist olsun, ister budist olsun, ister başka bir görüşe ya da düşünceye sahip olsun, bilime inanan herkes kabul etmek zorundadır. Bir materyalist kendince Allah'ın varlığını inkar edebilir ama bu bilimsel gerçeği inkar edemez.
Yaşadıkları devirlerin bilim anlayışı ve bilimsel imkanları yetersiz dahi olsa, Karl Marx, Friedrich Engels, George Politzer ve diğerlerinin bu kadar kolay ve açık bir gerçeği kavrayamamaları, yine de şaşırtıcıdır. Ama günümüzde bilimin ve teknolojinin imkanları son derece gelişmiştir ve bu imkanlar zaten çok açık olan bu gerçeğin kavranmasını daha da kolaylaştırmaktadır. Materyalistler ise, hem kısmen de olsa bu konuyu kavramanın, hem de bu konunun kendi felsefelerini ne kadar kesin bir biçimde çökerttiğini fark etmenin verdiği büyük bir korku içindedirler.
Materyalistlerin Büyük Korkusu
Materyalist yazar Rennan Pekünlü,
"evrim teorisi önemli değil, asıl tehlike bu konu" diyor.
Çünkü bu konuyla birlikte inandığı yegane kavram olan maddenin
yok olduğunun farkında... |
Türkiye'deki materyalist çevrelerden, elinizdeki kitapta anlatılan bu konuya, yani maddenin zihinde algılandığı gerçeğine bir süre için belirgin bir tepki gelmedi. Bu ise, bizde, bu konunun yeterince açıklanmadığı ve daha detaylı bir anlatıma geçilmesi gerektiği yönünde bir izlenim doğurmuştu. Ancak kısa bir süre sonra materyalistlerin gerçekte bu konunun gündeme getirilmesinden çok büyük bir rahatsızlık duydukları, hatta bundan büyük bir korkuya kapıldıkları açık bir biçimde ortaya çıktı.
Materyalistler yaşadıkları bu korku ve paniği, bir süre sonra kendi yayın organlarında, konferanslarında, panellerinde yüksek sesle ifade etmeye başladılar. Kullandıkları endişeli ve ümitsiz üsluba bakıldığında, ciddi bir fikri kriz içinde girdikleri anlaşılıyordu. Felsefelerinin sözde temeli olan evrim teorisinin bilimsel yönden çökertilmesiyle zaten ciddi bir şok yaşamaya başlamışlardı. Ancak, şimdi Darwinizm'den çok daha önemli bir dayanaklarını, bizzat maddenin mutlaklığı inancını kaybetmeye başladıklarını anladılar ve çok daha büyük bir şok içine girdiler. Bu konunun, kendileri açısından "en büyük tehlike" olduğundan, kendi "kültürel dokularını tamamen yıktığından" söz etmeye başladılar.
Türkiye'deki materyalist çevrelerin yaşadıkları bu endişe ve paniği en açık biçimde ifade edenlerden birisi, materyalizmi savunmayı görev edinmiş bulunan Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı ve aynı zamanda bir öğretim üyesi olan Rennan Pekünlü oldu. Pekünlü, gerek söz konusu dergide yazdığı yazılarda, gerekse söz aldığı birtakım panellerde, Evrim Aldatmacası kitabını bir numaralı "tehlike" olarak gösterdi. Pekünlü'yü en çok endişelendiren konu ise, kitabın Darwinizm'i geçersiz kılan bölümlerinin de ötesinde, asıl olarak şu anda okumakta olduğunuz kısımdı. Okurlarına ve (oldukça az sayıdaki) dinleyenlerine "sakın kendinizi idealizmin bu telkinlerine kaptırmayın, materyalizme olan sadakatinizi koruyun" mesajları veren Pekünlü, kendisine dayanak olarak Rusya'daki kanlı komünist devriminin lideri Vladimir I. Lenin'i bulmuştu. Lenin'in bir asır önce yazdığı Materyalizm ve Ampiryokritisizm isimli kitabı okumayı herkese öğütleyen Pekünlü'nün yaptığı tek şey ise, yine Lenin'e ait olan "sakın bu konuyu düşünmeyin, yoksa materyalizmi kaybedersiniz ve kendinizi dine kaptırırsınız" şeklindeki uyarıları tekrarlamak oldu. Pekünlü, söz konusu materyalist yayın organında yazdığı bir makalede, Lenin'den şu satırları aktarıyordu:
Duyularımızla algıladığımız nesnel gerçekliği bir kere yadsıdın mı, kuşkuculuğa (agnostisizm) ve öznelciliğe (subjektivizme) kayacağından, fideizme (dini inanca) karşı kullanacağın tüm silahları yitirirsin; bu da fideizmin istediği şeydir. Parmağını kaptırdın mı, önce kolun sonra tüm benliğin gider. Duyuları nesnel dünyanın bir görüntüsü olarak değil de, özel bir öğe olarak aldığında, diğer bir deyişle materyalizmden ödün verdiğinde, benliğini fideizme kaptırırsın. Sonra duyular hiç kimsenin duyuları olur, us hiç kimsenin usu, ruh hiç kimsenin ruhu, istenç hiç kimsenin istenci olur..13
Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a hiç
bir şey gizli kalmaz.(Al-i İmran Suresi 5) |
Bu satırlar, Lenin'in büyük bir korkuyla fark ettiği ve hem kendi kafasından hem de "yoldaş"larının kafalarından silmek istediği gerçeğin, günümüzün materyalistlerini de aynı biçimde tedirgin ettiğini göstermektedir. Ama Pekünlü ve diğer materyalistler Lenin'den daha da büyük bir tedirginlik içindedirler; çünkü bu gerçeğin bundan 100 yıl öncesine göre çok daha açık, kesin ve güçlü bir biçimde ortaya konduğunun farkındadırlar. Bu konu, tüm dünya tarihinde ilk kez bu kadar karşı konulamaz bir biçimde anlatılmaktadır.
Ama yine de birçok materyalist bilim adamının "maddenin aslına ulaşamadığımız" gerçeğini son derece yüzeysel bir bakış açısıyla değerlendirdiği fark edilmektedir. Çünkü burada anlatılan konu bir insanın hayatında karşılaşabileceği en önemli, en heyecan verici konulardan biridir. Bu derece çarpıcı bir konu ile daha önce yüzyüze gelmiş olmaları mümkün değildir. Buna rağmen söz konusu bilim adamlarının gösterdikleri tepkiler, ya da konuşma ve yazılarındaki üslup, son derece sığ ve yüzeysel bir kavrayışa sahip olduklarını ele vermektedir.

Pencereden dışarıdaki
manzaraya bakan bir insan, gerçekte, dışarıdaki değil,
beynindeki manzaraya ait görüntüyü seyreder.
İnsanın gözüne ulaşan ışık,
gözdeki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülerek,
beynin arkasındaki görme merkezine gelir. Ve beynimizin
içindeki "bir şuur", beyne gelen elektrik sinyallerini
manzara olarak algılar.
|
Öyle ki bazı materyalistlerin burada anlatılanlara gösterdikleri tepkiler, materyalizme olan körü körüne bağlılıklarının onlarda bir tür mantıksal tahribat oluşturduğunu ve bu nedenle konuyu anlamaktan çok uzak olduklarını göstermiştir. Örneğin yine bir Bilim ve Ütopya yazarı ve öğretim üyesi olan Alaeddin Şenel, aynı Rennan Pekünlü gibi "Darwinizm'in çökertilmesi bir yana, asıl tehlike bu konu" mesajları vermiş, kendi felsefesinin bir dayanağı olmadığını hissettiği için de, "öyleyse siz anlattıklarınızı ispatlayın" anlamına gelen isteklerde bulunmuştur. Ancak asıl ilginç nokta, söz konusu yazarın, tehlike olarak gördüğü gerçeği bir türlü kavrayamadığını gösteren satırlar yazmış olmasıdır.
Örneğin Şenel, tamamen bu konuyu ele aldığı bir makalesinde, dış dünyanın beynin içinde görüntü olarak algılandığını kabul etmiştir. Ama görüntülerin maddi karşılığı bulunan ve bulunmayan görüntüler olarak ikiye ayrıldığını söyleyerek, dış dünya ile ilgili görüntülerin maddi karşılığına ulaşılabileceğini öne sürmüştür. Bu iddiasını desteklemek için de bir "telefon örneği" vermiştir. Kısaca, "beynimdeki görüntülerin dış dünyada karşılığı olup olmadığını bilmiyorum, ama aynı şey telefonla konuşma yaptığımda da geçerlidir; telefonla konuşurken karşımdaki kişiyi göremem, fakat sonradan yüzyüze konuşurken bu konuşmayı doğrulatabilirim" diye yazmıştır.14
Söz konusu yazar, bu benzetmeyle şunu kastetmektedir: "Eğer algılarımızdan kuşkulanırsak, maddenin aslına bakıp gerçeği kontrol edebiliriz." Oysa bu çok açık bir yanılgıdır, çünkü bizim maddenin aslına ulaşmamız kesinlikle mümkün değildir. Hiçbir zaman zihnimizin dışına çıkıp "dışarıda" olan bir şeye ulaşamayız. Telefondaki sesin karşılığı olup olmadığı telefondaki kişiye doğrulatılabilir. Ama bu doğrulatma da tamamen zihinde yaşanmaktadır.
Nitekim bu kişiler aynı olayları rüyalarında da yaşarlar. Örneğin, Şenel rüyasında da telefonla konuştuğunu, ardından bunu konuştuğu kişiye onaylattığını görebilir. Veya Pekünlü rüyasında da "büyük bir tehlike"yle karşı karşıya olduğunu hissedip, karşısındaki insanlara Lenin'in asırlık eserlerini tavsiye edebilir. Ama, söz konusu materyalistler ne yaparlarsa yapsınlar yaşadıkları olayların, konuştukları kişilerin kendileri için birer algıdan ibaret olduğu gerçeğini inkar edemezler.
O halde beyindeki görüntülerin karşılığı kime doğrulatılacaktır? Yine beyinde izlenen gölge varlıklara mı? Kuşkusuz materyalistlerin beynin dışına ait bilgi sağlayabilecek, doğrulama yapabilecek bir bilgi kaynağı bulması mümkün değildir.
Her türlü algının beyinde oluştuğunu kabul etmek, ama istendiğinde bunun "dışına" çıkılıp algıların gerçek dış dünyaya doğrulatılabileceğini sanmak ise, aslında bir insanın anlayış düzeyinin sınırlı olduğunu, bozuk bir mantık örgüsü içinde düşündüğünü gösterir.
Oysa burada anlatılan gerçek, normal anlayış düzeyine ve mantık örgüsüne sahip bir insan tarafından hemen rahatlıkla anlaşılabilecek bir konudur. Ön yargısız her insan, bu anlatılanlar doğrultusunda, dış dünyanın aslına duyu organları aracılığıyla varamayacağını anlar. Ancak görüldüğü kadarıyla materyalizme olan körü körüne bağlılık, insanların akıl yürütme yeteneklerini bozmaktadır. Bu yüzden günümüzdeki materyalistler de, maddenin aslına ulaştıklarını taşlara tekme atarak ya da pasta yiyerek "ispatlamaya" çalışan akıl hocaları gibi, ciddi mantık bozuklukları göstermektedirler.
Bunun aslında şaşırtıcı bir durum da olmadığını belirtmek gerekir. Çünkü akledememek, yani dünyayı ve olayları düzgün bir mantık örgüsü içinde yorumlayamamak, inkarcıların ortak vasfıdır. Allah, Kuran'da inkarcıların "akıl erdiremeyen bir topluluk" (Maide Suresi, 58) olduklarını özellikle belirtmektedir.
Materyalistler Tarihin En Büyük Tuzağına Düşmüşlerdir
Türkiye'deki materyalist çevrelerde baş gösteren ve burada sadece bir kaç belirtisine değindiğimiz panik atmosferi, aslında materyalistlerin tarih boyunca karşılaşmadıkları kadar büyük bir hezimetle yüzyüze olduklarını göstermektedir. Maddenin aslına ulaşamadığımız gerçeği, modern bilim tarafından ispat edilmiştir ve dahası çok açık, kesin ve güçlü bir biçimde ortaya konmaktadır. Materyalistler tüm felsefelerini üzerine dayandırdıkları maddesel dünyanın, aslında hiç bir zaman aşamayacakları bir algı sınırının ötesinde olduğunu görmekte ve buna karşı hiçbir şey yapamamaktadırlar.
İnsanlık tarihi boyunca materyalist düşünce hep var oldu ve bu kişiler kendilerinden ve savundukları felsefeden çok emin bir şekilde, kendilerini yaratmış olan Allah'a baş kaldırdılar. Ortaya attıkları senaryoya göre madde ezeli ve ebediydi ve tüm bunların bir Yaratıcısı olamazdı. Yalnızca kibirlerinden dolayı, Allah'ı reddederlerken muhatap olduklarını zannettikleri maddenin ardına sığındılar. Bu felsefeden öylesine eminlerdi ki, hiçbir zaman bunun aksini ispatlayacak bir açıklama getirilemeyeceğini düşünüyorlardı.
İşte bu yüzden, maddenin aslı ile ilgili olarak bu kitapta anlatılan gerçekler bu kişileri büyük bir şaşkınlığa düşürmüştür. Çünkü burada anlatılanlar felsefelerini temelden yıkıp atmış, üzerinde tartışmaya dahi imkan bırakmamıştır. Tüm düşüncelerini, hayatlarını, kibirlerini ve inkarlarını üzerine bina ettikleri madde, ellerinden bir çırpıda uçup gitmiştir. Hiç bir insan maddenin aslını görmemiştir ki, buna dayalı bir felsefe olabilsin.
Allah'ın bir sıfatı, inkarcılara tuzak kurmasıdır. "...onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır" (Enfal Suresi, 30) ayetiyle bu gerçek bildirilir.
İşte Allah, maddeyi mutlak bir varlık zannettirerek materyalistleri tuzağa düşürmüş ve tarihte benzeri görülmemiş şekilde küçültmüştür. Mallarını, mülklerini, mevkilerini, ünvanlarını, içinde bulundukları toplumu, tüm dünyayı mutlak varlık sanmışlar, üstelik bunlara güvenerek Allah'a karşı büyüklenmişlerdir. Böbürlenerek Allah'a isyan etmiş ve inkarda ileri gitmişlerdir. Bunları yaparken de güç aldıkları tek şey maddenin mutlaklığı inancı olmuştur. Ama öyle bir anlayış eksikliği içine düşmüşlerdir ki, Allah'ın kendilerini çepeçevre sarıp kuşattığını hiç düşünmemişlerdir. Allah inkarcıların anlayışsızlıkları sonucunda düşecekleri durumu Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Yoksa hileli-bir düzen mi kurmak istiyorlar?
Fakat (asıl) o inkar edenler hileli-düzene düşecek olanlardır.
(Tur Suresi, 42)
Bu, belki de tarihin gördüğü en büyük yenilgidir. Materyalistler kendilerince büyüklenirken, aslında büyük bir oyuna gelmişler, Allah'a karşı çirkin bir cesaret göstererek açtıkları savaşta kesin olarak yenilmişlerdir. "Böylece Biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hileli-düzenler kursunlar diye- oranın suçlu günahkarları kıldık. Oysa onlar, hileli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar" (Enam Suresi, 123) ayeti Yaratıcımız olan Allah'a baş kaldıran bu gibi inkarcıların nasıl bir şuursuzluk içinde olduklarını ve nasıl bir sonla karşılaşacaklarını en açık şekilde haber verir.
Bir başka ayette ise bu gerçek şöyle vurgulanır:
(Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar.
Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller.
(Bakara Suresi, 9)
İnkarcılar kendilerince tuzak kurmaya kalkışırlarken ayetteki "şuuruna varmazlar" ifadesiyle açıklandığı gibi, çok önemli bir gerçeği fark edememişlerdir: Yaşadıkları tüm olayların aslında zihinlerinde gerçekleştiğini ve işledikleri her fiil gibi, kurdukları tuzakların da zihinlerinde olduğu gerçeğini... Bu kavrayışsızlıkları sebebiyle de, Allah ile yalnız olduklarını unutarak kendi kendilerini hileli bir düzene düşürmüşlerdir.
Her dönemde olduğu gibi bu dönemde de Allah inkarcıların tüm hileli düzenlerini temelinden yıkacak bir gerçekle onları yüzyüze getirmiştir. Allah "...hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır" (Nisa Suresi, 76) ayetiyle, bu düzenlerin daha ilk kuruldukları anda sonuçlarının yıkım olacağını da haber vermiştir. Ve müminleri de "...onların hileli düzenleri size hiçbir zarar veremez" (Al-i İmran Suresi, 120) ayetiyle müjdelemiştir.
Allah bir başka ayetinde, "inkar edenlerin işleri bir seraba benzer, susayan onu bir su sanır, elini uzatır fakat yanında bir şey bulmayıverir" (Nur Suresi, 39) diye haber verir. Materyalizm de bu ayette işaret edildiği gibi, isyan edenler için bir "serap" oluşturur; ona güvenerek ellerini uzattıklarında, bu felsefenin aldatıcılığını anlarlar. Allah onları böyle bir serapla kandırmış, maddeyi mutlak varlık gibi göstermiştir. "Koskoca" insanlar, profesörler, astronomlar, biyologlar, fizikçiler, ünvanları, mevkileri her ne olursa olsun maddeyi kendilerine ilah edinmeleri sebebiyle bu oyuna gelmişler, birer çocuk gibi aldanmış ve küçük düşmüşlerdir. Hiç bir zaman aslına ulaşamadıkları maddeyi mutlak sanarak onun üzerine felsefelerini, ideolojilerini kurmuşlar, hakkında ciddi tartışmalara girmişler, sözde "entellektüel" anlatımlar kullanmışlardır. Tüm bunlardan dolayı da kendilerini çok akıllı saymışlar, evrenin gerçeği hakkında fikir yürütebileceklerini düşünmüşler ve en önemlisi kendi sınırlı akıllarıyla Allah'ı yorumlayabileceklerini sanmışlardır. Allah, onların içine düştükleri bu durumu bir ayetinde şöyle bildirir:
Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah
da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en
hayırlısıdır. (Al-i İmran Suresi 54)
Dünyada bazı tuzaklardan kurtulmak mümkün olabilir; ancak Allah'ın inkar edenlere kurduğu bu tuzak öyle sağlamdır ki, asla bir kurtuluş imkanları kalmamıştır. Ne yaparlarsa yapsınlar, kime başvururlarsa vursunlar, kendilerini kurtaracak, Allah'tan başka bir yardımcı bulmaları da mümkün değildir. Allah'ın Kuran'da haber verdiği gibi, "...kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır." (Nisa Suresi, 173)
Materyalistler böyle bir tuzağa düşeceklerini hiç beklemiyorlardı. 21. yüzyılın bütün imkanları ellerindeyken rahatça inkarda diretebileceklerini ve insanları da inkara sürükleyebileceklerini sanıyorlardı. Allah inkarcıların tarih boyunca taşıdıkları bu zihniyeti ve uğradıkları sonu Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de onların
farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları
hileli düzenin uğradığı sona bir bak; biz, onları ve kavimlerini
topluca yok ettik. (Neml Suresi, 50-51)
Ayetlerde anlatılan gerçeğin bir anlamı da şudur: Materyalistlere sahip oldukları herşeyin aslında zihinlerinde olduğu açıklanmış, yani ellerindeki herşey topluca yok edilmiştir. Ve onlar, mutlak varlık zannettikleri mallarının, fabrikalarının, altınlarının, dolarlarının, çocuklarının, eşlerinin, dostlarının, makam ve mevkilerinin, hatta kendi bedenlerinin ellerinin arasından kayıp gittiğine şahitlik ederken, bir anlamda "yok olmuşlardır". Maddenin değil, Allah'ın mutlak varlık olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelmişlerdir.
Kuşkusuz bu gerçeğin farkına varmak materyalistler için olabilecek en dehşet verici olaydır. Çünkü çok güvendikleri maddenin kendilerinden aşılmaz bir sınır ile ayrılmış olması, kendi tabirleri ile onlar için henüz dünyadayken, "ölmeden bir ölüm" hükmündedir.
Bu gerçekle birlikte, bir Allah, bir de kendileri kalmıştır. Nitekim Allah, "kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak" (Müddessir Suresi, 11) ayetiyle, her insanın Kendi Katında aslında yapayalnız olduğu gerçeğine dikkat çekmiştir. Bu olağanüstü gerçek daha pek çok ayetle haber verilmiştir:
Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün
de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)' bize geldiniz
ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız... (Enam Suresi,
94)
Ve onların hepsi, kıyamet günü O'na, 'yapayalnız,
tek başlarına' geleceklerdir. (Meryem Suresi, 95)
Bu ayetlerde anlatılan gerçeğin bir manası da şudur: Maddeyi ilah edinenler, Allah'tan gelmiş ve yine O'na dönmüşlerdir. İsteseler de, istemeseler de Allah'a teslim olmuşlardır. Şimdi hesap gününü beklemektedirler ve o gün hepsi tek tek sorguya çekileceklerdir. Her ne kadar anlamak istemeseler de...
Konunun Önemi
Bu bölümde anlattığımız maddenin ardındaki sır konusunu doğru kavramak son derece önemlidir. Gördüğümüz tüm varlıklar, dağlar, ovalar, çiçekler, insanlar, denizler, kısacası gördüğümüz herşey, Allah'ın Kuran'da var olduğunu, yoktan var ettiğini belirttiği her varlık, yaratılmıştır ve vardır. Ancak, insanlar bu varlıkların asıllarını duyu organları yoluyla göremez veya hissedemez veya duyamazlar. Gördükleri ve hissettikleri, bu varlıkların beyinlerindeki kopyalarıdır. Bu ilmi bir gerçektir ve bugün başta tıp fakülteleri olmak üzere tüm okullarda öğretilen bilimsel bir konudur. Örneğin şu anda bu yazıyı okuyan bir insan, bu yazının aslını göremez, bu yazının aslına dokunamaz. Bu yazının aslından gelen ışık, insanın gözündeki bazı hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülür. Bu elektrik sinyali, beynin arkasındaki görme merkezine giderek, bu merkezi uyarır. Ve insanın beyninin arkasında bu yazının görüntüsü oluşur. Yani siz şu anda gözünüzle, gözünüzün önündeki bir yazıyı okumuyorsunuz. Bu yazı sizin beyninizin arkasındaki görme merkezinde oluşuyor. Sizin okuduğunuz yazı, beyninizin arkasındaki "kopya yazı"dır. Bu yazının aslını ise Allah görür.
Ancak unutulmamalıdır ki, maddenin beynimizde oluşan bir hayal olması onu "yok" hale getirmez. Bize, insanın muhatap olduğu maddenin mahiyeti hakkında bilgi verir, ki bu da maddenin aslı ile hiçbir insanın muhatap olamadığı gerçeğidir. Kaldı ki dışarıda maddenin varlığını, bizden başka gören varlıklar da vardır. Allah'ın melekleri, yazıcı olarak tayin ettiği elçileri de bu dünyaya şahitlik etmektedirler:
Onun sağında ve solunda oturan iki yazıcı kaydederlerken O, söz olarak (herhangi bir şey) söylemeyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. (Kaf Suresi, 17-18)
Herşeyden önemlisi, en başta Allah herşeyi görmektedir. Bu dünyayı her türlü detayıyla Allah yaratmıştır ve Allah her haliyle görmektedir. Kuran ayetlerinde şöyle haber verilmektedir:
... Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 233)
De ki: "Benimle aranızda şahid olarak Allah yeter; kuşkusuz O, kullarından gerçeğiyle haberdardır, görendir." (İsra Suresi, 96)
Ayrıca unutmamak gerekir ki, Allah tüm olayları "Levh-i Mahfuz" isimli kitapta kayıtlı tutmaktadır. Biz görmesek de bunların tamamı Levh-i Mahfuz'da vardır. Herşeyin, Allah'ın Katında, Levh-i Mahfuz olarak isimlendirilen "Ana Kitap"ta saklandığı şöyle bildirilmektedir:
Şüphesiz o, Bizim Katımız'da olan Ana Kitap'tadır; çok Yücedir, hüküm ve hikmet doludur. (Zuhruf Suresi, 4)
... Katımız'da (bütün bunları) saklayıp-koruyan bir kitap vardır. (Kaf Suresi, 4)
Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) olmasın. (Neml Suresi, 75 )
Sonuç
Buraya kadar anlattığımız konu, yaşamınız boyunca size anlatılmış en büyük gerçeklerden biridir. Çünkü gördüğümüz ve maddesel dünya dediğimiz her şeyin aslında zihnimizde olduğunu, maddesel dünyanın dışarıda var olan aslına ise hiç bir zaman doğrudan ulaşamadığımızı ispatlayan bu konu, Allah'ın varlığının ve yaratışının kavranmasının, O'nun yegane mutlak varlık olduğunun anlaşılmasının önemli bir anahtarıdır.
Bu konuyu anlayan insan, dünyanın, insanların çoğunun sandığı gibi bir yer olmadığını fark eder. Dünya, caddelerde amaçsızca dolaşanların, meyhanelerde kavga edenlerin, lüks kafelerde birbirlerine gösteriş yapanların, mallarıyla övünenlerin, hayatlarını boş amaçlara adayanların sandığı gibi gerçekte var olan, mutlak bir yer değildir. Zihnimizde seyrettiğimiz ve aslına ulaşamadığımız bir görüntüdür. Saydığımız insanların hepsi de, bu algıları zihinlerinin içinde seyretmektediler, ama bunun bilincinde değildirler.
Bu konu çok önemlidir ve Allah'ı inkar eden materyalist felsefeyi en temelinden çökertir. Marx, Engels, Lenin gibi materyalistlerin bu konuyu duyduklarında paniğe kapılmaları, öfkelenmeleri, yandaşlarını "sakın düşünmeyin" diye uyarmaları bu yüzdendir. Aslında bu kişiler, algıların beyinde oluştuğu gerçeğini bile kavrayamayacak kadar büyük bir akli zaafiyet içindedirler. Beyinlerinin içinde seyrettikleri dünyayı "dış dünya" sanmakta, bunun aksini gösteren apaçık delilleri ise bir türlü anlayamamaktadırlar.
Bu gaflet, Allah'ın inkarcılara vermiş olduğu akıl eksikliğinin bir sonucudur. Çünkü Kuran'da bildirildiğine göre, inkarcıların "kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır." (Araf Suresi, 179)
Bu noktanın daha ötesini, kendi samimi düşüncenizi kullanarak da bulabilirsiniz. Bunun için, dikkatinizi toplayarak konsantre olmanız, etrafınızdaki cisimleri nasıl gördüğünüz ve onlara nasıl dokunduğunuz hakkında düşünmeniz gerekir. Eğer dikkatlice düşünürseniz, gören, işiten, dokunan, düşünen ve şu anda bu kitabı okuyan akıllı varlığın, sadece bir ruh olduğunu ve sanki bir tür perde üzerinde "madde" denen algıları seyrettiğini hissedebilirsiniz. Bunu kavrayan insan, insanlığın büyük bölümünü aldatan maddi dünya boyutundan uzaklaşıp, gerçek varlık boyutuna girmiş olur.
Sözünü ettiğimiz gerçek, tarih boyunca bazı dindarlar ya da felsefeciler tarafından anlaşılmıştır. Bu gerçeği yanlış anlayan ve tüm mahlukatın varlığını reddeden "Vahdet-i Vücut" görüşü hatalı bir yola sapmış olsa da, büyük müceddid İmam Rabbani, bu konudaki doğru ölçüyü koymuştur. İmam Rabbani'ye göre tüm varlıklar, Allah'a kıyasla "gölge varlık"tır. İmam Rabbani, Muhyiddin Arabi, Mevlana Cami gibi İslam alimleri bu gerçeği Kuran'ın işaretleriyle ve akıl yoluyla bulmuşlardır. George Berkeley gibi bazı Batılı felsefeciler de aynı gerçeği akıl yoluyla kavramışlardır. İmam Rabbani, tüm maddesel evrenin bir "hayal ve vehim (algı)" olduğunu ve tek mutlak varlığın da Allah olduğunu Mektubat'ında şöyle anlatmıştır:
Allah... yarattığı varlıkların vücutlarını yokluktan başka bir şey yapmadı... Tüm bunları, his ve vehim (algı) derecesinde yarattı... Alemin varlığı his ve vehim derecesinde olup, maddi derecede değildir... Gerçek manada dışarıda (dış dünyada) Yüce Zat'tan (Allah'tan) başkası yoktur. (İfadeler Türkçeleştirilerek alınmıştır.)14
İslam tasavvufu konusunda bir uzman olan Abdülhakim Bilge, "Mutlak Varlık, Gölge Varlık ve Yokluk" başlıklı makalesinde, İmam Rabbani'nin bu konuda ortaya koyduğu doğru ölçüyü şöyle özetlemektedir:
İmam-ı Rabbani nazarında, alem, "yokluk" mertebelerinden ibarettir ki, İlahi isimler ve sıfatlar, ilim dairesinden o yokluk mertebelerine aksetmiş ve dış planda Allah'ın var kılmasıyla, o akış ve yokluk mertebelerinden "gölge varlık"lar (vucud-i zilliler) halinde mevcut olmuşlardır.
Bu şekilde anlaşılıyor ki, alem, hariçte aslı ve hatta zati bir vücutla mevcuttur ve fakat bu "hariç" de vücut ve sıfatlar gibi o haricin gölgesidir. Alem için, "Allah'ın aynıdır" demek mümkün değildir. Zira, aralarında harici bir ayrılık ve aykırılık vardır. Tıpkı, bir kimsenin gölgesi, mecazi olarak, o kimsenin aynı ve kendisidir, demek doğru olmadığı gibi...
İmam-ı Rabbani... O, gölgenin, harici varlığı olduğunu, yani gölge varlığın, dış varlık aleminde mevcut olduğunu kabul eder ve kesinlikle gölgeyi, aslına birleştirmez 15
Ancak bu gerçeği kavrayanların sayısı tarih boyunca hep sınırlı kalmıştır. İmam Rabbani gibi büyük alimler, bu gerçeğin kitlelere anlatılmasının sakıncalı olabileceğini, çoğu insanın bunu anlayamayacağını yazmışlardır.
İçinde yaşadığımız çağda ise, söz konusu gerçek, bilimin ortaya koyduğu kanıtlarla açıklanır hale gelmiş bulunmaktadır. Maddenin mutlak varlık olmadığı ve bizim onun hakkındaki bilgimizin çok sınırlı olduğu gerçeği, dünya tarihinde ilk kez bu denli somut, açık ve anlaşılır bir biçimde izah edilmektedir.
Bu nedenle 21. yüzyıl, insanların yaygın olarak İlahi gerçekleri kavrayacakları ve tek mutlak varlık olan Allah'a dalga dalga yönelecekleri bir tarihsel dönüm noktası olacaktır. 21. yüzyılda, 19. yüzyılın materyalist inançları tarihin çöplüğüne atılacak, Allah'ın varlığı ve yaratışı kavranacak, mekansızlık, zamansızlık gibi gerçekler anlaşılacak, insanlık asırlardır gözünün önüne çekilen perdelerden, aldatmacalardan ve batıl inanışlardan kurtulacaktır.
Bu kaçınılmaz gidişin hiçbir gölge varlık tarafından durdurulması da mümkün değildir...
xx
1. Frederick Vester, Düşünmek,
Öğrenmek, Unutmak, İstanbul: Arıtan Yayınevi, 1991, s. 6 
2.R.L.Gregory, Eye and Brain: The Psychology of
Seeing, Oxford University Press Inc. New York, 1990, s.9 
3. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları,Çev:
Nail Bezel, sf.20 
4. Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi,
İstanbul: 1987, s.447 
5. "Treaties Concerning the Principle of Human Knowledge",
1710, Works of George Berkeley, vol. I, ed. A. Fraser, Oxford, 1871 
6. Bertrand Russell, Rölativitenin Alfabesi, Onur
Yayınları, 1974, s.161-162 
7. R.L.Gregory, Eye and Brain: The Psychology of
Seeing, Oxford University Press Inc. New York, 1990, s.9
8. Karl Pribram, David Bohm, Marilyn Ferguson, Fritjof
Capra, Holografik Evren I, Çev: Ali Çakıroğlu, Kuraldışı Yayınları,
İstanbul: 1996, s.37 
9. George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri,
İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1989, s. 53 
10. Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, İstanbul:
Remzi Kitabevi, 6.b., 1995 Eylül, s. 261 
11. George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri,
İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1989, s. 65 
12. Paul Davies, Tanrı ve Yeni Fizik, Çev:Murat
Temelli, İm Yayın Tasarım Yaşam Kitapları-1, İstanbul 1995, s.180-181 
13. Rennan Pekünlü "Aldatmacanın Evrimsizliği",
Bilim ve Ütopya, Aralık 1998 
14. Alaettin Şenel, "Evrim Aldatmacası mı?, Devrin
Aldatmacası mı?" Bilim ve Ütopya, Aralık 1998 
15. Abdülhakim Bilge, "Mutlak Varlık, Gölge Varlık ve Yokluk", Arafiyan Dergisi, Kasım 1994 
|
xx |