Yaşadığımız evrende herşey mükemmel
bir uyum içerisindedir. Bilinen yaklaşık 300 milyar galaksi, içlerinde
bulunan yaklaşık 300'er milyar yıldızla son derece düzenli şekilde
varlıklarını sürdürmektedirler. Öyle ki tüm galaksiler, yıldızlar,
gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında, hem de bağlı oldukları
sistemlerle birlikte belirli yörüngelerde dönmektedirler. Böyle
bir düzenin oluşması, hiçbir şekilde rastlantılarla açıklanamaz.
Üstelik evrendeki hız kavramı, dünya ölçüleriyle
karşılaştırıldığında akıl almaz boyutlardadır. Milyonlarca ton ağırlığındaki
yıldızlar, gezegenler, galaksiler ve galaksi kümeleri uzay içinde
müthiş bir süratle hareket ederler. Üzerinde yaşadığımız Dünya saatte
1670 km. hızla kendi ekseni etrafında, 108.000 km. hızla güneşin
etrafında döner. Güneş sisteminin galaksi merkezi etrafındaki dönüş
sürati saatte 720.000 km. iken, Samanyolu galaksisinin uzaydaki
hızı saatte 950.000 km.dir. Durmaksızın devam eden hareket öylesine
yoğundur ki, Dünya ve Güneş Sistemi her sene bir önceki sene bulunduğu
yerden 500 milyon kilometre uzakta bulunur.
İşte biz de son derece astronomik hızlarda hareket
eden bu gök cisimlerinden birinde yaşamımızı sürdürüyoruz. Üstelik
üzerinde bulunduğumuz Dünya tüm evrenle kıyaslanınca son derece
küçük ve sıradan kalır.
Bu inanılmaz dengeler, aslında dünya üzerindeki
hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Gök cisimlerinin
hareket ettikleri yörüngelerdeki milimetrik değişimler, kaymalar
çok önemli sonuçlar doğurabilir. Hatta öyle ki, Dünya üzerinde yaşamak
mümkün olmayabilir. Böylesine büyük bir dengeye ve hıza sahip bir
sistem içinde, korkunç kazaların oluşması da oldukça mümkün görünmektedir.
Ama şu an Dünya üzerinde yaşamın olması, bizim varlığımızı sürdürebilmemiz
gösteriyor ki, böyle kazalar çok ender olmakta ve düzen hiçbir şekilde
bozulmadan devam edebilmektedir. İnsan ise dünyanın dönüş hızını
dahi hissetmeden, çok kararlı ve güvenli bir sistemin içinde yaşarmışçasına
hayatını sürdürür.
İnsanlar bu anlatılanları fazla düşünmezler; düşünmedikleri
için de gerçekte ne derece olağanüstü koşullarda hayat sürdürdüklerini
fark edemezler. İçinde yaşadığımız evrenin belli bir amaçla var
edilmiş olduğunun kendileri için ne kadar önemli olduğunu bilmezler.
Bu dünyada neden bulunduklarını, bu kadar hassas dengenin evrende
nasıl oluştuğunu merak bile etmeden yaşayabilirler.
Halbuki insanı insan yapan en temel özellik düşünme
yeteneğinin ve düşündüklerinden sonuç çıkarabilecek bir aklının
olmasıdır. İnsan neden yaşadığını, dünyanın ne amaçla yaratıldığını,
evrendeki dengelerin kim tarafından kurulduğunu düşünmeden gerçeklere
ulaşamaz.
Tüm bu anlatılanları düşünüp kavrayabilen kişinin
karşısına ise açık bir gerçek çıkar: İçinde yaşadığımız evren tüm
hassas dengeleriyle üstün akıl sahibi bir Yaratıcı tarafından var
edilmiştir. Evrenin içinde son derece küçük bir yer kaplayan Dünya
ise tüm küçüklüğüne rağmen büyük amaçlarla yaratılmıştır. İnsanların
yaşantıları içinde hiçbir şey başıboş bırakılmış değildir. Kainattaki
her noktada büyük bir güç ve akıl gösterisi sunan Yaratıcı, insanı
da kendi başına bırakmamış, dünyaya belli amaçlar için göndermiştir.
Allah insanların yeryüzünde bulunuş amaçlarını
da, Peygamberine vahyettiği Kitap'ta bildirmiştir.
O, amel (davranış ve eylem) bakımından
hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve
hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.
(Mülk Suresi, 2)
Şüphesiz biz insanı, karmaşık
olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu
işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2)
Allah yeryüzü üzerinde hiçbir şeyin amaçsız olmadığını
da yine Kuran'la bize haber vermiştir:
Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu'
olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık.
Eğer bir 'oyun ve oyalanma' edinmek isteseydik, bunu, kendi katımızdan
edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık. (Enbiya Suresi, 16-17)
DÜNYANIN SIRRI
Allah dünya hayatını, insanlardan hangilerinin
daha güzel davranışlarda bulunacağını, kimlerin sadakat gösterip,
Kendisi'ne bağlı kalacağını denemek için yaratmıştır. Başka bir
deyişle dünya, Allah'tan korkup sakınanlarla, O'na nankörlük edenleri
ayırt etmek için hazırlanmış bir imtihan yeridir. Bu imtihan yerinde
güzelliklerle çirkinlikler, iyiliklerle kötülükler, eksikliklerle
mükemmellikler biraraya konmuş ve kusursuz bir imtihan sistemi kurulmuştur.
İnsanlar, imanlarının ortaya çıkması için türlü şekillerde denenmektedirler.
Sonuçta da Allah'ı hakkıyla tanıyıp, takdir edebilenler inkarcılardan
ayrılacak ve kurtuluşa ereceklerdir. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
İnsanlar, (sadece) "İman
ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun,
onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte
ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. (Ankebut Suresi, 2-3)
İnsanlar kendi hayatlarını diğer
insanlardan farklı görür, dünyada farklı bir konuma sahip
olduklarını zannederler. Oysa küçük-büyük, zengin-fakir,
güçlü-güçsüz her insan, sınırsız büyüklükteki evrende
bulunan yüzmilyarlarca gezengenden birinde tanımlanamayacak
kadar küçük bir yere sahiptir. İçinde yaşadığı dünyaya
uzaktan baktığında kendini en büyük, en güçlü zanneden
insan bile, bir nokta kadar dahi yer kaplamadığını fark
eder.
Yukarıdaki resimde Dünya'nın Güneş Sistemi, Güneş
Sisteminin Samanyolu Galaksisi ve galaksimizin uzay
içindeki yerleri görülüyor.
Bu imtihanın sırrını anlayabilmek için öncelikle
evrene tamamen hakim olan Yaratıcı'yı çok iyi tanıyabilmek gerekir.
O, gökleri, yeri ve bu ikisi arasındaki herşeyi yoktan var eden,
her varlığın Kendisine muhtaç olduğu, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan
ve bütün eksikliklerden uzak olan Allah'tır. İnsanı da yoktan
var etmiş, ona sayısız özellikler ve nimetler vermiştir. Hiçbir
insan işitmeyi, görmeyi, yürümeyi, sinir ve kas sistemlerini düzenli
olarak çalıştırabilmeyi, solunum sistemi oluşturup nefes almayı
ve bunun gibi yaşam için şart olan sayısız özelliklerini kendi
başına elde etmemiştir. Daha insan bunları idrakten bile yoksunken
Allah tarafından bu sistemler vücuduna yerleştirilmiştir.
Tüm bu nimetlerin karşılığında insanlardan istediği
ise, Kendisine kulluk etmeleridir. Fakat insanların büyük bölümü
ayetin ifadesiyle "zalim ve nankör" bir karakter göstererek Rablerine
şükretmeyi, O'na boyun eğmeyi ve itaat etmeyi unuturlar, O'nun koyduğu
sınırları çiğnerler. Kendilerinin büyük bir güce sahip olduklarını,
bu dünyadan çok uzun bir süre ayrılmayacaklarını düşünürler.
Bu yüzden de tüm amaçları dünyayı yaşamaya yöneliktir.
Ölümü unutur, ölümden sonraki yaşantıları için hiçbir hazırlık yapmazlar.
En büyük amaçları, imkanları elverdiğince kendilerine iyi bir yaşantı
sağlamak, burada geçirdikleri her anı kendilerince en iyi şekilde
değerlendirmektir. İnsanların dünyaya olan bu bağlılıklarını Allah
Kuran'da şöyle bildirmiştir:
Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk
geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir
günü bırakıyorlar. (İnsan Suresi, 27)
Allah'ı unutmuş olan inkarcılar yaşamları boyunca
böyle bir çaba içindedirler, ama ayette ifade edildiği gibi bu dünyanın
önemli bir sırrı vardır; dünya hayatı çarçabuk geçmektedir. Dünyaya
bağlananların unuttukları, düşünmeye yanaşmadıkları, hatırlatıldığında
kaçtıkları bir konudur bu. Ancak ne kadar kaçmaya çalışsalar da
hiç değişmeyecek bir gerçektir.
Bunu anlayabilmek için bir örnek üzerinde düşünebiliriz.
BİRKAÇ SANİYE Mİ, BİRKAÇ SAAT Mİ?
Bir tatil anı düşünün: Sonunda, iki saat süren
yolculuğun ardından uzun süredir planladığınız tatile çıkmayı başardınız
ve seçtiğiniz tatil köyüne vardınız. Tatil köyü çok kalabalıktı,
sizin gibi tatile çıkan yüzlerce kişi vardı etrafta. Resepsiyonda
tanıdık yüzlerle karşılaştınız ve hepsiyle selamlaştınız. Daha fazla
vakit kaybetmeden deniz kıyısına inmek için acele etmeye başladınız.
Hemen üstünüzü değiştirerek kumsala indiniz. Karşınızda harika bir
deniz ve kumsal duruyordu. Hava ise gerçekten insanı bunaltacak
kadar sıcaktı. Ve sonunda denize girip yüzmeye başladınız. Fakat
yüzerken bir ses duydunuz: "Uyan! Saat 8 oldu!"
Bir anda duyduğunuz bu sese hiçbir anlam veremezsiniz.
Duyduğunuz sesle bulunduğunuz ortam arasında bağlantı kurmaya çalışırsınız,
fakat ilk anda başaramazsınız. Sonunda yavaş yavaş gözlerinizi açıp
uyanırsınız. Gözleriniz bulunduğunuz odaya alışıp da şuurunuz yerine
geldiğinde rüya gördüğünüzü fark edersiniz. Gerçekten de çok şaşırırsınız.
"Herşey o kadar gerçekti ki, saatlerce yolculuk yaptım, masmavi
denizi gördüm, çevremde bir sürü tanıdık insanla karşılaştım, hatta
şu an kış olmasına rağmen o müthiş sıcağı bile hissettim" diye tüm
samimiyetinizle şaşkınlığınızı ifade edersiniz.
Rüyanızda çok uzun bir vaktin geçmiş olduğunu sanmanıza
rağmen tüm rüya yalnızca birkaç saniye sürmüştür. Ne kadar aksini
ispat etmek isteseniz de bunun yalnızca birkaç saniyelik bir rüya
olduğunu kabul etmek durumunda kalırsınız.
İşte çok kısa süren dünya hayatını tüketip de ahirete
giden inkarcıların şaşkınlığı da aynı bu şekilde olacaktır. Çok
uzun süreceğini zannettikleri dünya hayatı onları aldatmıştır. Öyle
ki kimi bin yıl, kimi bin yıldan da fazla hayatlarını sürdürebilecekleri
gibi bir hisse kapılmışlardır. Oysa ölümlerinin ardından diriltildiklerinde,
dünyada aslında çok az bir süre kaldıklarını anlayacaklardır. Bu
durum Kuran'da şöyle anlatılır:
Dedi ki: " Yıl sayısı olarak
yeryüzünde ne kadar kaldınız? "
Dedi ki: " Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara
sor."
Dedi ki: " Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz"
(Müminun Suresi, 112-114)
10 yıl yaşamış bir insan da 100 yıl yaşamış bir
insan da yukarıdaki ayetlerde ifade edildiği gibi dünyada en fazla
bir gün kadar ömür sürdüğünü eninde sonunda fark edecektir. Tıpkı
rüyadan uyanan ve çok uzun bir tatil geçirdiğini zannederken yalnızca
birkaç saniyenin geçtiğini farkeden insan gibi... Hatta yaşadığı
ömür ona öyle kısa gelecektir ki, aşağıdaki ayette bildirildiği
gibi büyük hırslarla geçirdiği ve yıllarca süren hayatının yalnızca
bir saat içine sığdığına yemin dahi edecektir:
Kıyamet saatinin kopacağı gün,
suçlu-günahkarlar, tek bir saatin dışında (dünya hayatı) yaşamadıklarına
and içerler. İşte onlar böyle çevriliyorlardı. (Rum Suresi, 55)
Herkesin kesin olarak bildiği gibi dünyadaki
yaşam süresi sınırlıdır. Bir kaç saat, bir gün, bir yıl, 30 yıl
ya da 70 yıl... Ve herkes şunu da kesin olarak bilir ki sınırlı
olan herşey eninde sonunda bitecektir. Bir insan 80 yıl da yaşasa,
100 yıl da yaşasa her geçen gün kaçınılmaz olan sona doğru ilerler.
Bunun örneklerini istisnasız herkes kendi hayatında görmüştür. Düşünün
ki, uzun vadeli olarak yaptığınız her planla eninde sonunda karşılaşmışsınızdır.
Şu anda geriye dönüp baktığınızda söyleyeceğiniz ilk söz "ne kadar
çabuk geçti!" olacaktır.
Örneğin liseye başlayan bir genci düşünün. Birinci
sınıftayken liseyi bitirmesinin çok uzun süreceğini, bu sürenin
bir türlü sona ermeyeceğini düşünür. Ancak bir gün kendini liseyi
ve hatta üniversiteyi bitirmiş bulur ve birinci sınıftayken neler
düşündüğünü dahi hatırlamaz. Aklında başka planlar vardır. Belki
de birkaç ay sonra yapacağı evliliği planlıyordur ve o günün bir
türlü gelmeyeceği kanaatindedir. Ama o gün de gelir ve ondan sonra
planını yaptığı başka günler de. Hatta zaman o kadar hızlı geçer
ki kişi bir anda kendini evlenmiş, çocukları ve torunları olmuş
yaşlı bir insan olarak bulur. Artık dünya hayatı için belirlenen
süre dolmak üzeredir. O büyük güne belki birkaç yıl, belki bir kaç
hafta, hatta belki de birkaç dakika kalmıştır...
Oysa dünyanın geçici bir yurt olduğu ve asıl yurdun
ahiret olacağı Allah tarafından tarihin başından bu yana insanlara
açıklanmıştır. Ahirette sonsuza kadar devam edecek olan cennet ve
cehennem hayatının tüm detayları Allah'ın vahyiyle tarif edilmiştir.
Buna rağmen insan çok kısa süren bu hayata yönelir ve nefsine fayda
sağlamaya çalışır. Halbuki olayları biraz akılcı değerlendirebilen
ve gerçekleri düşünen bir insan, dünya hayatının sonsuz hayat yanında
ne kadar değersiz olduğunu görüp anlar. Ve ahirette sonsuza kadar
sürecek olan hayatını eşşiz nimetlerle dolu cennette geçirmek için
çalışır. Bunun tek yolu da ihlasla Allah'a yönelmektir. Kesinlikle
gerçekleşecek olan bitişi hiç düşünmeyip, dünya hayatının sonunu
görmek istemeyenler ise sonsuz azabı hak etmişlerdir kuşkusuz...
Kuran'da Allah'a kulluktan kaçınan insanların karşılaşacağı
bu son şöyle bildirilmiştir:
Gündüzün bir saatinden başka
sanki hiç ömür sürmemişler gibi onları bir arada toplayacağı gün,
onlar birbirlerini tanımış olacaklar. Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar
gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar hidayete ermiş (kimseler)
değildi. (Yunus Suresi, 45)
Artık sen sabret; Resullerden
azim sahiplerinin sabrettikleri gibi. Onlar için de acele etme.
Onlar, tehdit edildikleri şeyi (azabı) gördükleri gün, sanki gündüzün
yalnızca bir saati kadar yaşamışlardır. (Bu,) Bir tebliğdir. Artık
fasık olan bir kavimden başkası yıkıma uğratılır mı? (Ahkaf Suresi,
35)
SONUCA ULAŞTIRMAYAN BİR HIRS
Dünyanın neredeyse bir "göz açıp kapama süresi"
kadar çabuk geçtiğinden bahsettik. Ama hırsla dünyaya yönelen insanın
gözönünde bulundurması gereken bir başka gerçek daha vardır ki;
Allah'a iman etmediği sürece dünyada neye sahip olursa olsun asla
gerçek huzuru bulamayacaktır.
İnsan, bilinci yerine geldiği andan itibaren sürekli
birşeyler talep etmeye başlar. Öyle ki art arda bu istekler bitip
tükenmek bilmez. İnsanın nefsi her an isteme halindedir ve bu isteklerinde
de sınır tanımaz. Ama tüm bu sınırsız isteklerine rağmen elindeki
imkanlar kısıtlıdır. İstediği herşeye sahip olması mümkün değildir.
Ayrıca istediği herşeye sahip olabildiğini farz etsek bile değişen
bir durum yoktur. Çünkü dünyanın en zengin insanı da olsa bu zenginlik
geçicidir. En fazla yaşayabileceği süre ortalama 70-80 senedir ve
bu sürenin sonunda ölümüyle birlikte sahip olduğu herşey elinden
gidecektir.
Sınır tanımayan insan, Allah'tan bir karşılık olarak,
bir türlü çare bulunamayan bir "tatminsizlik" duygusu içinde yaşar
ve yaşamının her anında farklı farklı isteklere kapılır. Bu isteklerini
elde etmek için de büyük bir hırsla çalışır, hatta bunlar için olmadık
şeyleri göze alır. Çevresinde bulunan insanları hatta ailesini,
yakınlarını kırmayı bile göze alabilir. Fakat istediği şeyi elde
ettiği an o "sihir" bozulur. Ve müthiş arzuladığı şey her ne olursa
olsun önemini yitirir. Sanki onu elde etmek için günlerce, aylarca,
yıllarca kendisi uğraşmamıştır. Elde ettiğiyle tatmin olmayan nefis
hemen başka bir isteğin peşine düşer, bu sefer hırsla onun peşinden
koşmaya başlar; ta ki onu da elde edene kadar...
İnkarcı insanın dünya hayatında mala, mülke kısaca çevresinde gördüğü
şeyleri elde etmeye karşı duyduğu bu hırs ölünceye kadar hiç durmaksızın
devam eder. Hiçbir zaman elindekilerle yetinip mutlu olamaz. Çünkü
istediği şeyleri Allah'ı razı etmek için değil, sadece bencil tutkularını
razı etmek için istiyordur. Ve sahip olduğu herşey onun kibirini
ve büyüklenmesini arttırmaktadır. Elbette Allah dünya hayatında
bu derece azgınlaşıp nefsinin peşisıra sürüklenenlerin huzurlu bir
ruh haline sahip olmalarına izin vermez.
Nitekim Kuran'da ancak Allah'a yönelenlerin, O'nu
zikredenlerin kalben kurtuluş bulabilecekleri haber verilmiştir:
Bunlar, iman edenler ve kalpleri
Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalbler
yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur. (Rad Suresi, 28)
DÜNYA HAYATINDAKİ ALDANIŞ
Yaşadığımız dünyada insan gözünü hangi yöne çevirse
güzelliklerle karşılaşır. Gördüğü şeyleri büyük beğeniyle izler.
Kusursuz tasarımdaki insan vücudu, milyonlarca çeşit bitki, tonlarca
ağırlıktaki bulutların yer aldığı uçsuz bucaksız gökyüzü ve daha
pek çok şey ruha zevk verecek estetik bir görünümle yaratılmıştır.
Gördüğü şeyler dışında diğer duyularıyla algıladığı pek çok detay
da insana zevk verir. Güzel bir koku, tat, ya da güzel ritimli bir
müzik gibi.
Dalından sarkan bir meyve, güzel kokusu ve tadıyla
herkesin hoşuna gider. Yine aynı şekilde bir çiçeğin farklı tonlardan
oluşan renkleri, üzerindeki desen son derece zevk vericidir. Veya
güzel bir insan yüzü herkes tarafından beğeni toplar. Ya da güzel
bir ev, son model bir araba dünyada talep gören metalardır. İnsan,
yaşamını sürdürürken bunlar gibi daha birçok şeyi beğenip, onları
elde etmek ister. Fakat bütün bu sayılanlara bir süre geçtikten
sonra dönüp baktığında büyük bir şaşkınlığa düşer. Çünkü bu güzellikler
anlamlarını yitirmiş, hatta artık görmek bile istemediği bir hale
dönüşmüştür.
Allah'ın Kuran'da bize bildirdiği
gibi, dünya üzerindeki her güzellik geçicidir. Bu, "düşünen
insanların" baktıkları her yerde görebilecekleri bir gerçektir.
Bu sayfadaki resimler de söz konusu gerçeği açıkça yansıtmaktadır.
Yeryüzündeki bir mekan ne kadar güzel olursa olsun, aradan
birkaç on yıl hatta kimi zaman yalnızca bir mevsim geçtiğinde
son derece tanınmaz hale gelebilir.
Örneğin, meyve dalından kopartıldıktan kısa bir
süre sonra yavaş yavaş kararmaya başlar, sonra o güzel kokusunu
kaybeder. Ardından da çürür ve kötü bir koku yaymaya başlar. İnsan
canlı renkleri ve hoş kokusuyla kendisini cezbeden çiçekleri alıp
evine getirir ve bir vazoya koyar; ancak aradan bir gün geçmeden
çiçeklerin renkleri solar, canlılığı, diriliği kaybolur. 2-3 gün
sonra ise tamamen kararmış ve çürümüştür. Dünyanın en güzel yüzüne
sahip olduğunu düşündüğü insanı 60 yıl sonra görse onu tanımakta
bile zorlanabilir. O güzel insan yaşlanmış, yüzü kırışıklıklar içinde
kalmış, saçları bembeyaz olmuştur. Kısaca eski güzelliğinden eser
kalmamıştır. Ev yıpranmış, arabanın modeli eskimiş, belirli kısımları
ise çoktan paslanmaya yüz tutmuştur. Sonuç olarak dünyada insanın
çevresinde gördüğü herşey kısa zamanda bir bozulma eğilimi gösterir.
Bu çoğu insana "doğal bir süreç" gibi gelir. Oysa
burada çok derin bir anlam gizlidir. Etrafımızdaki herşey sürekli
olarak bozulmaya, eskimeye, çürümeye doğru giderek, bize aslında
çok önemli bir mesaj vermektedirler. Bu, dünyanın geçici ve aldatıcı
bir hayal olduğu gerçeğidir.
Hepsinden önemlisi dünyadaki tüm hayvanlar, bitkiler,
insanlar yani yeryüzündeki bütün canlılar ölümlüdür. İnsanın bu
büyük gerçeğin önemini kavrayamamasının nedeni ölen insanların ve
hayvanların yerine yenilerinin doğması, doğada her yıl yeni ürünlerin
yetişmesidir. Bu gerçeği kavrayamayan insan, ölümlü şeylere hak
ettiklerinden fazla değer verir, onlar için pek çok şeyi göze alır.
İstediği şeylere "sahip olmak" tutkusu ile yaşar. Oysa herşeyin
tek sahibi Allah'tır. O dilediği sürece canlılar var olur, dilediği
anda da yok olur, ölürler.
Doğada herşey zamanla bozulmaya
uğrar. Dünya hayatının gerçeği işte budur.
Allah insanların dünyanın bu aldatıcı yönüne kanmamaları,
bu gerçeği düşünmeleri için Kuran'da çeşitli misaller vermiştir:
Dünya hayatının örneği, ancak
gökten indirdiğimiz, onunla insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün
bitkisi karışmış olan bir su gibidir. Öyle ki yer, güzelliğini
takınıp süslendiği ve ahalisi gerçekten ona güç yetirdiklerini
sanmışlarken (işte tam bu sırada) gece veya gündüz ona emrimiz
gelmiştir de, dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden
biçilip atılmış bir durumda kılmışız. Düşünen bir topluluk için
biz ayetleri böyle birer birer açıklarız. (Yunus Suresi, 24)
Ayette bildirildiği gibi dünya üzerinde güzel olan
ne varsa bir gün güzelliğini kaybedecek ve hatta yok olacaktır.
Ancak bunu bilmek yeterli değildir; bu gerçek, üzerinde derin düşünülmesi
gereken bir konudur. Çünkü Allah bu tür örnekleri "düşünen insanlar"
için açıkladığını bildirmiştir. İnsan akıl sahibi bir varlık olarak,
düşünmek, düşündüklerinden sonuç çıkarmak ve yaşamının amacını bulmakla
yükümlüdür. "Düşünmek" ve "akletmek" gibi önemli vasıfları üzerinde
taşımayan insanın ise hayvanlardan bir farkı kalmaz. Hayvanlar da
doğarlar, büyürler, çoğalırlar, kendilerine göre bir yaşam sürerler.
Ama nasıl ve neden yaratıldıklarını, bir gün öleceklerini, öldükten
sonra nasıl bir hayatla karşılaşacaklarını düşünmezler. Dünyanın
gerçek yüzünü görüp, hakiki amacını kavrayıp anlamaya çalışmazlar.
Elbette hayvanların böyle davranması doğaldır,
çünkü onlar "akıl sahibi" olarak yaratılmamışlardır. Yaratıcı'nın
varlığını kavrama, yaratılışın gayesini araştırmakla sorumlu tutulmamışlardır.
Ancak insan sorumludur; Rabbini tanımakla, O'nun
kendisinden istediklerini öğrenip uygulamakla, gerçek yurdunun dünya
olmadığını, dünyanın "göz açıp kapayıncaya kadar" kaybolacak bir
hayat olduğunu anlamakla sorumludur. Bu gerçekleri kavrayan insanın
tavrı ise, gerçek yurt olan ahirete hazırlık yapmak, yaşamını yalnızca
Allah'ı hoşnut edecek yollar arıyarak geçirmek olacaktır.
Aksi takdirde dünyada da ahirette de azapla karşılaşır.
Zengin olur, ama mutlu olamaz. Güzel olur, ama güzelliği başına
belalar getirir. Ünlü olur, ama bir gün yalnız kalır ve sonunda
bir odada tek başına ölür.
DÜNYANIN GEÇİCİLİĞİNE KURAN'DAN
ÖRNEKLER
Allah Kuran'da "dünya hayatının geçiciliği" ile
ilgili pek çok örneği bize bildirmiştir. Ayetlerde, hem geçmişte
yaşamış insanların ve toplumların başlarına gelen olaylar ibret
verici birer örnek olarak anlatılmış, hem de dünya hayatının gerçek
yüzü insanların zihinlerinde canlandırabilecekleri şekilde örneklendirilmiştir.
Kehf Suresi'nde anlatılan iki "bağ sahibi"nin durumu, bu örneklerden
biridir:
Onlara iki adamın örneğini ver;
onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla
donattık ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da
yemişlerini vermiş ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan
bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden)
Birinin başka ürün(veren yer) leri de vardı. Böylelikle onunla
konuşurken arkadaşına dedi ki; 'Ben, mal bakımından senden daha
zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.' Kendi nefsinin
zalimi olarak bağına girdi (ve): 'Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok
olacağını sanmıyorum' dedi. 'Kıyamet saatinin kopacağını da sanmıyorum.
Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam şüphesiz bundan daha
hayırlı bir sonuç bulacağım.'
Kendisiyle konuşmakta olan
arkadaşı ona dedi ki: 'Seni topraktan sonra bir damla sudan yaratan
sonra da seni düzgün bir adam kılan (Allah)'ı inkar mı ettin?'
'Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak
koşmam.' 'Bağına girdiğin zaman 'Maşaallah Allah'tan başka kuvvet
yoktur' demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından
senden daha az (güçte) görüyorsan.' 'Belki Rabbim senin bağından
daha hayırlısını bana verir (seninkinin) üstüne gökten 'yakıp-yıkan
bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir.' 'Veya onun
suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp bulmaya kesinlikle
güç yetiremezsin.'
(Derken) Onun ürünleri (afetlerle)
kuşatılıverdi. Artık o uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını
(esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı
kendisi de şöyle diyordu: 'Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım.'
Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu kendi kendine
de yardım edemedi. İşte burada (bu durumda) velayet (yardımcılık
dostluk) hak olan Allah'a aittir. O sevap bakımından hayırlı sonuç
bakımından hayırlıdır.
Onlara, dünya hayatının örneğini
ver; gökten indirdiğimiz suya benzer, onunla yeryüzünün bitkileri
birbirine karıştı, böylece rüzgarların savurduğu çalı çırpı oluverdi.
Allah, herşeyin üzerinde güç yetirendir. Mal ve çocuklar dünya
hayatının çekici süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise
Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır. (Kehf Suresi,
32-46)
Bu kıssada insanın dünya hayatındaki gücüne aldanarak
böbürlenmesinin ne kadar akılsızca bir tavır olduğu, çünkü Allah'ın
o gücü anında yok edebileceği vurgulanmaktadır. Aynı gerçek, bir
başka kıssada "bahçe sahipleri" örneği ile anlatılır:
Gerçek şu ki, Biz o bahçe
sahiplerine bela verdiğimiz gibi bunlara da bela verdik. Hani onlar
sabah vakti onu (bahçeyi) mutlaka devşireceklerine dair and içmişlerdi.
(Bu konuda) hiçbir istisna yapmıyorlardı. Fakat onlar uyuyorlarken
Rabbin tarafından dolaşıp gelen bir bela onun üstünü sarıp kuşatıverdi.
Sonunda (bahçe) kökünden kuruyup kapkara kesildi.
Nihayet sabah
vakti birbirlerine seslendiler: "Eğer ürününüzü devşirecekseniz
erkence kalkıp çıkın". Derken aralarında fısıldaşarak çıkıp gittiler.
"Bugün sakın oraya hiçbir yoksul girip de karşınıza çıkmasın." (Yoksulları)
Engellemeye güçleri yetebilirmiş gibi erkenden gittiler. Ama onu
görünce: "Muhakkak biz (gideceğimiz yeri) şaşırmışız" dediler. "Hayır
biz (herşeyden ve bütün servetimizden) yoksun bırakıldık." (İçlerinde)
Mutedil olan biri dedi ki: "Ben size dememiş miydim? (Allah'ı) Tesbih
edip yüceltmemiz gerekmez miydi?" dediler ki: "Rabbimiz seni tesbih
eder yüceltiriz; gerçekten bizler zalimmişiz." Şimdi birbirlerine
karşı kendilerini kınamaya başladılar. "Yazıklar bize gerçekten
bizler azgınmışız" dediler. "Belki Rabbimiz onun yerine daha hayırlısını
verir; şüphesiz biz yalnızca Rabbimize rağbet eden kimseleriz."
İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise muhakkak çok daha büyüktür;
bir bilseler. (Kalem Suresi, 17-33)
Dikkat edilirse, Kuran'da dünya hayatına aldanıp
doğru yoldan sapan insanlar olarak anlatılan kişiler, Allah'ın varlığını
inkar eden "ateist" kişiler değildir. Allah'ın varlığını bilen ve
kabul eden, ancak O'nu anmaktan uzaklaşmış kişilerdir. Hataları,
Allah'ın kendilerine nimet olarak verdiği imkanları kendilerinin
çok doğal bir hakkıymış gibi görerek, büyük bir kibire kapılmalarıdır.
Allah'ı ve O'nun gücünü sadece sözde kabul ederler, ama kalpleri
kendi gururları, kibirleri, hırsları ve bencillikleri ile doludur.
Allah Kuran'da, bu gibi insanlara örnek olarak,
Hz. Musa'nın kavminin, yani Allah'a inanan bir toplumun içinden
çıkmış olan Karun'u örnek verir. Hem Karun, hem de ona özenerek
dünya hayatına aldananlar, Allah'a sözde inanan, ama dünyanın büyüsüne
aldanarak O'nu unutan kimselerdir:
Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi, ancak
onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, onun
anahtarları birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır
geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: "Şımararak sevinme, çünkü
Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez. Allah'ın sana verdiğiyle
ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma.
Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde
bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." Dedi
ki, "Bu bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez
mi ki gerçekten Allah, kendisinden önceki kuşaklardan kuvvet bakımından
kendisinden daha güçlü ve insan sayısı bakımından daha çok olan
kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu günahkarlardan kendi günahları
sorulmaz.
Böylelikle kendi ihtişamlı- süsü
içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar:
"Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten
o, büyük bir pay sahibidir' dediler. Kendilerine ilim verilenler
ise : 'Yazıklar olsun size, Allah'ın sevabı, iman eden ve salih
amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden
başkası kavuşturulmaz" dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin
dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu
olmadı. Ve o kendi, kendine yardım edebileceklerden de değildi.
Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: 'Vay,
demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta
ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı,
bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten küfre sapanlar
felah bulamaz demeğe başladılar. İşte ahiret yurdu, biz onu, yeryüzünde
büyüklenmeyi ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere kılarız. Sonuç
da takva sahiplerinindir. Kim bir iyilikle gelirse, artık onun
için ondan daha hayırlısı vardır; kim de bir kötülükle gelirse,
artık kötülükleri yapanlar, yalnızca yapmakta olduklarıyla karşılık
görürler. (Kasas Suresi, 76-84)
Görüldüğü gibi Karun'un hatası, Allah'ın varlığını
inkar etmesi değil, kendisini Allah'tan bağımsız, ayrı bir güç gibi
görmesi, Allah'ın denemek amacıyla kendisine verdiği güç ve imkanı,
kendisinde olan bir üstünlükten dolayı "hak ettiğini" sanmasıdır.
Oysa tüm insanlar sadece Allah'ın kullarıdır ve O'nun katında hiçbir
şeyi "hak etmiş" olmazlar; insanlara verilen herşey, sadece ve sadece
Allah'ın lütfudur. Bunun farkında olan insan, Allah'ın verdiği nimetler
karşısında azgınlaşmaz, şımararak sevince kapılmaz; sadece Allah'a
şükreder ve bu şükrün sevincini yaşar. Bir insanın tüm dünyada yakalayabileceği
en üstün ve en asil sevinç de budur. Karun ve Karun'a özenenler
gibi olanlar ise, ancak Allah'tan gelen felaketlerle içine düştükleri
yanılgının farkına varırlar. Bu felaketlere bile aldırmayıp aldanışlarını
sürdürürlerse, bu durumda varacakları yer Allah'ın ebedi azabıyla
dolu cehennem olacaktır. Bir ayette bu gerçek şöyle haber verilir:
Bilin ki, dünya hayatı ancak
bir oyun, (eğlence türünden) tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi
aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
çoğalma tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin
ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir,
bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer çöp oluvermiştir.
Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir
hoşnutluk (rıza) da vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan
başka birşey değildir. (Hadid Suresi, 20)